Yumuşama Dönemi Ünitesi Özeti Ders Notu

YUMUŞAMA DÖNEMİ (DETANT)

Yumuşama, devletlerarası gerginliklerin, uluslararası kurallara ve sözleşmelere dayalı olarak aşamalı ve bi­linçli bir biçimde azaltılmasını amaçlayan politikadır.

Yumuşama terimi ilk olarak Soğuk Savaş döneminde, bloklar arasında karşılıklı “söz düellosu” aracılığıyla savaş tehlikesinin azalmasını ve komünist devletlerle liberal devletler arasında siyasal, ekonomik, kültürel ve teknolojik anlaşmaların yapılmaya başlanması nedeniyle kullanıldı.

Yumuşama, soğuk savaş döneminde Doğu – Batı ilişkilerinde çatışma ve gerginliğin azaldığı tarihsel bir süreci tanımlamak için de kullanılmaktadır. Bu süreç, anlaşma ve işbirliği aşamalarından oluşan bir ilişkidir.

Etkinlikler

1.Yumuşamanın Mimarları

1961 ‘de J. Kennedy’nin Amerika’da iktidara gelmesiyle birlikte ABD ile SSCB arasında ilişkiler sertleşti. Bunda Berlin bunalımının da etkisi vardı. Ağustos 1961’de Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin Berlin Duvarı’nı inşa etmesiyle bunalım son buldu. Daha sonra SSCB ve ABD, dünyadaki nükleer silahları karşılıklı olarak sınırlamaya çaba gösterdi­ler. 1963’te atmosferde, atmosfer dışındaki uzayda ve deniz altında nükleer denemeleri yasaklayan Moskova Antlaşması imzalandı. Yine de Sovyet – Amerikan kutuplaşması ve iki kamp arasındaki nüfuz mü­cadeleleri, uluslararası ilişkilerde belirleyici etken olmaya devam edi­yordu. Ancak çatışmaları sınırlandırma kaygısı giderek ağır basmaya başladı.

2.Pekin Ziyareti

Çin, güneyinde ABD, kuzey ve kuzeybatısında ise SSCB’nin tehdidi altındaydı. SSCB’nin artan tehditle­rine karşı, ABD güvenliğini sağlamak için, Sovyet Rusya’ya karşı Çin’e yaklaşmaya çalışıyordu. Çin ise iki süper güçten birini tercih etmek zorundaydı. 1971 ‘de Başkan Nixon’un ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger’in Çin’e yaptığı tarihi ziyaret, iki ülke ilişkilerinin normalleşmesinin ilk adımını oluşturdu. Başkan Nixon’un 21 – 28 Şubat 1972’de yaptığı ziyaret ise iki ülke arasındaki ilişkileri daha da yumuşattı.

Bu gelişmeler, devletlerin dış politikalarının değişken olduğunu göstermektedir.

 

A. YENİ GELİŞMELER

1960’lı yılların sonlarından itibaren devletlerarası bloklaşmalarda ılımlı bir hava oluşmaya başlamıştı. Bu gelişmede 1962 Küba buhranının büyük bir etkisi vardı. Bununla beraber, 1960’lardan itibaren blokların dı­şında meydana gelen gelişmeler de, blokların karşılıklı ilişkilerine önemli ölçüde etki etmiştir.1960’lardan iti­baren ortaya çıkan Üçüncü Dünya, Asya – Afrika Bloğu, Asya – Afrika – Latin Amerika Grubu, Tarafsızlar, Bağlantısızlar gibi deyimler, kavramlar ve hareketler bunun örnekleriydi.

Diğer taraftan, şunu da kabul etmeliyiz ki, gerek bloklar arasında yumuşama teşebbüsleri, gerek çatış­maların kökeninde yatan silahlanmayı durdurma veya sınırlama çalışmaları, gerekse bloklar dışındaki ülkele­rin bloklar arası ilişkilere etki etmek amacı ile kendi aralarında teşkilatlanma çalışmaları, 1960’ların da öncesine gider.

 

1.Bandung’dan Bağlantısızlığa (18-24 Nisan 1955)

 

Bandung Konferansı’nın Amacı

Bağımsızlıklarını yeni kazanan Afrika ve Asya ülkelerinin, Amerika ve SSCB gibi iki büyük nükleer güç karşısında var­lıklarını korumak için bir birlik ve dayanışma sağlamak iste­mesi idi.

Bandung Konferansı, Hollanda’nın sömürgesi iken 1945’ten sonra sürdürdüğü bir bağımsızlık mücadelesi so­nunda, 1949’da bağımsızlığını kazanan Endonezya’nın giri­şimi ile 18-24 Nisan 1955 tarihlerinde yine Endonezya’nın Bandung şehrinde toplanmış, Asya – Afrika Konferansı adını almıştır.

Bu konferans bazı Asya ve Afrika ülkelerinin oluşturduğu “Bağlantısızlık” adıyla adlandırılan anlayışın başlangıç noktasını oluşturmaktadır.

Konferansta en ilginç tartışmalar, Batı’nın temsilcisi durumunda bulunan ve milletlerarası komünizm teh­likesi karşısında tarafsızlığın tehlikelerine işaret eden Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Hindistan’ın komünist veya anti-komünist her türlü kuvvet gruplaşmasının karşısında olduğunu ve NATO’nun, sömürge­ciliğin en güçlü koruyucularından biri olduğunu ileri süren Hindistan Başbakanı Nehru arasında olmuştu. Kon­feransa katılan devletlerin aynı siyasi görüşlere sahip olmaması kalıcı antlaşmaların yapılmasını engellemiştir.

Bandung Konferansı ayrıca daha önce yapılmış “Banş İçinde Bir arada Yaşama” nın beş ilkesi üzerinde var olan anlaşmayı da kabul etmiştir.

Tüm tartışmalara ve olumsuz yönlerine rağmen Bandung Konferansı’nın ilkeleri tarihsel bir dönemin açılmasına katkıda bulunmuştur.

 

2.Silahsızlanma Çabaları

1960’lardan itibaren silahsızlanma konusunda atılan adımlar, yumuşama (detant) havasının oluşumunda önemli gelişmeler sağlamış, ancak ortaya çıkan sonuç, gösterilen çabalarla orantılı olmamıştır. Günümüzde bile, silahlanma için yapılan harcamalar azalmamış, her yıl devamlı bir artış göstermiştir.

1975 yılında 51 ülkenin savunma harcamaları 340 milyar dolar civarında iken, 1980 yılında bu miktar 598 milyar dolara çıkmıştır. Varşova Paktı’nın savunma harcamaları 1975’te 132 milyar civarında ve NATO’nun ki de 150 milyar civarında iken, her iki ittifaka ait rakamlar, tahmini 210 ve 240 milyar dolar olmuştur.

Birleşmiş Milletler İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından silahsızlanma çabalarına hız vermiş, atom si­lahlarının milli silahlanmaların dışında bırakılmasını sağlamak amacı ile tavsiyelerde bulunmak üzere Atom Enerjisi Komisyonu’nu kurmuştur. Ayrıca teşkilat daha sonra Silahsızlanma Komisyonu’nu kurarak her çeşit silahlanmanın engellenmesi için büyük bir çaba sarf etmiştir.

Silahsızlanma çabaları 1960’lardan itibaren Birleşmiş Milletler’in dışına çıkmış ve iki büyük nükleer güç olan Sovyet Rusya ile Amerika arasındaki ilişkilerin bir konusu haline gelmiştir.

Özellikle Küba Buhranı’nın meydana getirdiği tahribat, 5 Ağustos 1963’te Amerika, Sovyet Rusya ve İn­giltere arasında, yeraltı denemeleri hariç, atmosferde, uzayda ve su altında yapılan denemelerin durdurul­masına ait bir antlaşmanın imzalanmasına ortam hazırlamıştır.

1963 antlaşmasını, yine Amerika, Sovyet Rusya ve İngiltere arasında 27 Ocak 1967 tarihinde imzalanan ve “Dış Uzay Antlaşması” denen antlaşma takip etmiştir. Bu antlaşma ile uzayın barışçı amaçlarla araştırıl­ması ve kullanılması amacı ile ay da dâhil uzaydaki gezegenlerde nükleer ve kitlesel tahrip silahlarının kulla­nılması ve depolanması yasaklanmıştır.

Bu gelişmelerden sonra imzalanan antlaşmalardan bazıları şunlardır

  • 1 Temmuz 1968’de Amerika, Sovyet Rusya ve İngiltere arasında imzalanıp 50 devletin daha katıldığı, “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması”
  • 11 Şubat 1971 ‘de imzalanan ve deniz dibinde, okyanus tabanında ve okyanusun yeraltında, nükleer silahlarla diğer kitlesel tahrip silahlarının yapımını, kullanılmasını, depolanmasını, denenmesini ve fır­latma rampaları inşasını yasaklayan “Deniz Yatağı (Seabed) Antlaşması”
  • 10 Nisan 1972 tarihli, Bakteriyolojik (Biyolojik) ve Toksit silahların geliştirilmesini, üretimini ve depolanmasını yasaklayan ve mevcutların dokuz ay içinde yok edilmesini öngören antlaşma

 

3.SALT -1 Antlaşması (26 Mayıs 1972)

Antlaşmanın Amacı; Nükleer silahların sınırlandırılmasıdır.

26 Mayıs 1972 tarihinde Moskova’da Amerika Cumhurbaşkanı Richard Nixon ile Sovyetler Birliği Komü­nist Partisi Genel Sekreteri Leonid Brejnev arasında imzalanan antlaşmadır.

Çin’in, Sovyet Rusya için bir tehlike olmaya başlaması üzerine 1964 Ekim’inde işbaşına gelen Brejnev yönetimi, Çin tehlikesini ortadan kaldırmak için başlangıçta Çin’le uzlaşma yolunu aramış ancak bir netice ala­mamıştır.

Sovyet Rusya “Doğu Cephesi”ni yumuşatamayınca, “Batı Cephesi”nin kendi baskısını hafifletme yo­lunu aramaya başlamış, bundan dolayı da 1966’dan itibaren, Avrupa’ da bir güvenlik sisteminin kurulması için NATO’ya tekliflerde bulunmuştur. Bu durum, Sovyetlerin Batı’ya yanaşmak için Doğu – Batı ilişkilerine bir “yumuşama” (detant) getirme çabasını doğurmuştur.

Uzun süren görüşmelerin ardından yapılan SALT-I Antlaşması’na göre;

“Taraflar, kendi başkentlerinin 150 kilometrelik bir alan içinde 100 taneden fazla füzesavar füzeye sahip olmayacaklardı. Ayrıca, bu füzelerle ilgili radarların sayısı da iki büyük ve 8 küçük radar olarak sınırlanmaktaydı. Süresiz olan 16 maddelik bu anlaşmaya göre, taraflar, başka devletlere bu füzelerden vermeyecekleri gibi, başka ülkelerde bu füzelerin rampalarından kurmaya­caklardı.”

SALT-I Antlaşması, Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü bu iki süper güç aralarındaki tüm anlaşmazlıklara rağmen, karşılıklı müzakere yolunu seçmişlerdir. Bu du­rumu da, SALT-I Antlaşması’nı imzaladıktan üç gün sonra, 29 Mayıs 1972’de yine Moskova’da imzala­dıkları “Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Arasındaki Münasebetlerin Temel İlkeleri” adlı belge ile ilan etmişlerdir. 12 ilkeyi içeren bu belgeye göre, her iki taraf, nükleer çağda barış içinde bir arada yaşamaktan başka alternatif olmadığını kabul ederek, aralarındaki ilişkilerin tehli­keli boyutlara varmasını önlemeye, birbirleri aleyhine avantaj sağlamamaya, karşılıklı çıkarları konusunda birbirleriyle devamlı görüşme halinde olmaya, stratejik silahlar da dahil olmak üzere tam ve genel bir si­lahsızlanma için çaba harcamaya, aralarında ticari ve ekonomik, teknik ve teknolojik işbirliğini arttır­maya, dünya meselelerinde birbirlerinden daha üstün bir durum elde etmemeye ve bütün devletlerin eşitliğine saygı göstermeye çalışacaklardı.

 

4.Neticesiz Kalan Salt II (18 Haziran 1979)

Antlaşmanın Amacı: SALT-l’in oluşturduğu sıcak hava içerisinde Amerika ve Sovyet Rusya’nın, saldır­gan stratejik silahları (füzelerin) sınırlandırmak istemeleridir.

SALT-II Antlaşması, 18 Haziran 1979’da Viyana’da, 1976 seçimlerinde ABD Cumhurbaşkanlığıma gelmiş olan Jimmy Carter ile Brejnev arasında imzalanmıştır.

SALT-II görüşmeleri, birincisi gibi kolay yürümemiştir. Bu duruma, saldırgan stratejik silahların (kıtalar­arası füzelerin) sınırlandırılmasında her iki tarafın da, karşı tarafa üstünlüğü kaptırma endişesi sebep olmuş­tur.

Diğer taraftan, SALT-II anlaşmalarının imzalandığı 1979 Haziran’ına kadar geçen sürede, milletlerarası ilişkilerde ortaya çıkan gelişmeler de, müzakerelerin uzamasında etkili olmuştur. Vietnam Savaşı, 1973 Arap-İsrail Savaşı, 1973 – 1974’de Amerika’da Watergate Skandalı, Amerika’da başkanlık seçimleri ve başkanların değişmesi ve diğer hadiseler gibi…

Görüşmelerin uzamasına rağmen, her iki tarafta bir anlaşmaya varma noktasında hareket etmişlerdir. 1973 Moskova Zirvesi ile 1974 Vladivostok Zirvesi bunun örneğidir.

SALT-II antlaşmalarının asıl amacı; uzun menzilli nükleer silahların sınırlanması idi.

Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgal etmesi iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştirince Salt-ll Antlaşmaları yürürlüğe girmemiştir.

 

5.Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Karşılıklı ve Dengeli Kuvvet İndirimi ve Helsinki Deklarasyonu (1975)

Deklarasyonun Amacı: uluslar arası problemleri diyalog yoluyla çözümlemektir.

Helsinki Nihai Senedi (Deklarasyonu); 1 Ağustos 1975’te Amerika, Kanada ve İzlanda ile 32 Avrupa dev­letinin imzaladığı belgedir.

Amerika ile Sovyetler Birliği arasında yedi yıl süren SALT-II görüşmeleri, Avrupa’da yumuşama ortamına zemin hazırlamıştır.

Avrupa Güvenlik Konferansı teklifi 1966’da Varşova Paktı devletlerinden, Karşılıklı ve Dengeli Kuvvet İn­dirimi teklifi de 1968’de NATO’dan gelmiştir.

Helsinki müzakerelerinde meseleler dört ana konuya ayrılarak ele alınmış ve her ana konuya adı verilmiştir. Bu sebeple, Helsinki Nihai Se­nedi de dört Sepet’e ait dört ana anlaşmadan mey­dana gelmektedir.

Birinci Sepet’e ait anlaşma, “Avrupa Güvenliğine Ait Meseleler” başlığını taşımakta olup, en önemli bel­gelerden biridir.

Bu temel ilkeler şunlardır:

  • Egemen eşitlik ve egemenliğin gerektirdiği hak­lara saygı
  • Tehditten ve kuvvet kullanılmasından kaçınmak
  • Sınırların bozulmazlığı
  • Devletlerin toprak bütünlüğü
  • Anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümü
  • İçişlere müdahale etmeme
  • Düşünce, vicdan, din ve inanç hürriyeti de dahil olmak üzere, insan hakları ile temel hürriyetlerine saygı »   Milletlerin eşit hakları ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi hakkı
  • Devletlerarasında işbirliği
  • Milletlerarası hukukun yüklediği taahhütlerin iyi niyetle yerine getirilmesi

İkinci Sepet’e ait anlaşma ise , Ekonomi, Bilim ve Teknoloji – Çevre Korunması konularında işbirliği alanında

idi.

Üçüncü Sepet ise, İnsancıl ve Diğer Alanlarda İşbirliği adını taşımakta olup, bu anlaşmada, parçalanmış aileler, farklı milletlere mensup insanların evlenmeleri, turizmin geliştirilmesi gibi sosyal konular yer almıştır.

Dördüncü Sepette ise, zaman zaman yapılacak toplantılarla, bu anlaşmaların uygulamasının gözden ge­çirilmesi öngörülmekteydi.

Helsinki Deklarasyonu adı da verilen bu anlaşmalar, Avrupa’ya bir yumuşama ortamı getirmiş ve Av­rupa’da gerginlikleri önleyici bir hava yaratmıştır.

 

6.Kuba Buhranı

Ortaya Çıkış Sebebi: Fidel Castro’nun, 1959’da diktatör Ful­gencio Batista hükümetini devirerek Küba’nın yönetimini ele ge­çirmesi ve komünizme dayalı bir yönetim kurmak istemesidir.

Fidel Castro, muhtemel bir Amerikan müdahalesine karşı Sov­yet Rusya ile ilişkilerini sıklaştırmıştır. Bunun üzerine 1960 yılı yaz aylarından itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin Küba siyaseti sertleşmeye başladı. Birleşik Devletler Küba şekerine geçici bir ambargo koydu ve 21 üyeli Amerikan Devletleri Örgütü’nden (OAS) Küba’nın hareketlerini kınamalarını istedi. OAS, Castro’yu desteklemesi sebebiyle Sovyetlerin batı yarım küresine müdahalesini kınadı.

John F. Kennedy’nin Kasım 1960’da Amerikan başkanlığına seçilmesiyle Amerika-Küba ilişkileri daha da gergin bir döneme girdi.

1961 Nisan’ında, bir grup Kübalı mülteci ülkelerine saldırarak Castro’yu devirmek için başarısız bir girişimde bulundu (Domuz-Körfezi Çıkartması). Amerikan Hükümeti mültecilere eğitim ve yardım sağlamıştı. Girişimin planlanmış olmasıyla birlikte, tüm so­rumluluğu bu harekâtın yürürlüğe konmasına izin vermiş olması nedeniyle, Başkan Kennedy yüklendi.

1962 Ekim’inde, Castro hükümetinin, Sovyetler Birliği’ne Küba topraklarına gizlice saldırı füzeleri yerleş­tirmesine izin vermesi, dünya kamuoyunu dehşete düşürdü. Sovyet teknisyenlerinin denetiminde olan bu üsler, Kuzey ve Güney Amerika’nın belli başlı şehirlerine nükleer füzeler atabilecek nitelikteydi. Birleşik Dev­letler bu üslerin derhal sökülmesini istedi ve Küba’ya sevk edilmekte olan saldırı nitelikteki bütün askeri mal­zemeyi abluka altına aldığını ilan etti.

Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) 20 oyla aldığı bir kararla üye ülkelere Küba’ya saldırı silahları sevkiyatına engel olunması tavsiyesinde bulundu. İki hafta süren gergin bir havadan sonra Sovyet hükümeti ABD ‘den, Türkiye’deki üslerin kısıtlanması karşılığında üslerini söküp füzeleri Sovyetler Birliği’ne geri götürmeyi kabul etti (Ekim Füzeleri Bunalımı).

Küba Buhranı bloklar arası dengelerin değişmesine neden olmuş, ABD ve Sovyet Rusya gibi devletler silahsızlanma çabalarına hız vermişlerdir.

 

B. ASYADAKİ GELİŞMELER

 

1.Vietnam Savaşı (1965 -1973)

Savaşın Sebebi : ABD’nin, Kuzey Vietnam’ın Amerikancı Güney Viet­nam’da komünizmi yaymaya çalıştığını ileri sürmesidir.

Vietnam Savaşı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kuzey ve Güney Vietnam olarak ikiye bölünen Vietnam’da; SSCB ve Çin’in Kuzey, ABD’nin de Güney Vietnam’ın yanında sa­vaşa girmesi ile başlamıştır.

Vietnam’daki komünistlerin, ülkeyi sömüren Fransızlara karşı 1940’larda başlattıkları bağımsızlık mücadelesi 1975 yılında ülkenin tamamı kurtulana kadar devam etti.

Ho Şi Min önderliğindeki bağımsızlık savunucusu komünistler, işgalci Fransızları 1954 yılında yendiler. Bu çatışmalardan sonra ulusal ve uluslararası antlaşmalar sonucunda ülke; Komünist ve Ulusalcı Kuzey, Ameri­kancı ve Liberal Güney olarak ikiye ayrıldı. Ülke bütünlüğünü sağlayacak bir seçim planlandı ise de plan ger­çekleşmedi. Bu gelişmelerden beş yıl sonra komünistler tüm ülkenin kurtuluşu için mücadele etmeye karar verdiler. Amerikancı Güney’e karşı gerilla mücadelesi vermeye başladılar.

ABD’nin Johnson ve Nixon’a kadarki başkanları Vietnam Savaşı’na bilfiil katılmamışlar, sadece silah ve para yardımı yapmışlardı. 1964 yılında ABD, gerilla botlarının bir Amerikan savaş gemisine ateş açtığını söy­leyerek Vietnam Savaşı’na girdi. Bu hikâye ile ABD, hem kuzeyi bombalama hakkını elde etmiş hem de ABD başkanlarına, olağanüstü askeri önlemler alma hakkı tanıyan Tonkin Körfezi Kararnamesi’nin imzalanmasını sağlamıştır. ABD’nin Vietnam’daki faaliyetleri bu kadarla kalmadı. Güney Vietnam Devlet Başkanı Diem’in bir askeri darbe sırasında anlaşılamaz ölümünün de CIA ile bir ABD oyunu olduğu iddia edilmektedir.

Vietnam Savaşı ABD’nin “Domino Teorisi” bağlamında da önemli idi. Bu teoriye göre Soğuk Savaş dö­neminde tüm dünya kominist rejimlerin yıkılması ve sömürgeleştirilmesi için bir araya gelinmeliydi. Bu ne­denle Vietnam’da komünist rejimin varlığı kabul edilemezdi.

Bu sebeplerle ABD yaklaşık 19 bin km uzaklıktaki Vietnam’a 100 binlerce asker gönderdi. ABD için çok büyük maddi yüke, can kayıplarına ve sayısız başarısız girişime sahne olan, 4 milyon kadar sivil ve 1 milyon­dan fazla bağımsızlık yanlısı gerillanın öldürülmesine neden olan Vietnam Savaşı, ABD için tam bir başarısız­lık oldu.

Savaşın etkileri günlerce sonra gelen fotoğraf ve görüntülerle anlaşılabildi. ABD’nin Vietnam’da ilk kez denemeye başladığı napalım bombası ile milyonlarca sivil öldü, milyonlarcası da napalım yanıklarını hayatları boyunca taşımak zorunda kaldı. ABD halkı da bu görüntülerle savaştan haberdar oldu. Savaşın amaçsızlığı ve vahşeti gün geçtikçe kamuoyunu savaş karşıtlığına yöneltti. Savaşa karşı ciddi tepkiler oluştu. Öyle ki 1970’lerin başında savaş karşıtlığı Amerikan toplumunda % 70’lere varıyordu.

Amerika’da ve dünyada giderek artan bu savaş karşıtlığı, Paris’te barış görüşmeleri başlattı, ancak bu görüşmeler 1973 yılı başında sonuçlanabildi. Vietnam Barışı Paris’te 27 Ocak 1973’te imzalandı.

  • Amerika 60 gün içinde Vietnam’daki bütün askerini ve malzemesini geri çekecek ve üslerini tasfiye edecek
  • Kuzey Vietnam, Güney Vietnam halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesine müdahale etmeye­cek
  • Kuzey ve Güney Vietnam’ın birleşmesi, karşılıklı anlaşma ve barış yoluyla gerçekleşecekti.

Amerika, bu barışla Vietnam’dan kurtulmayı başar­mıştı. Ancak Vietnam meselesi bu barış ile kapanmadı. Barış ancak 25 ay devam edebildi. Bu sürenin sonunda Güney Vietnam komünistlerin eline geçti.

1975 Şubatı’nda Vietnam gerillaları Buan Ma Thuot adlı beldeyi ele geçirdi. Orta bölgede dağlık arazide bu­lunan bu kasaba stratejik öneme sahipti ve ele geçiril­mesi ile gerillalar moral ve üstünlük kazandılar. Bu olaydan iki ay sonra ülke kurtuluşa erdi ve gerillalar 30 Nisan 1975’te Güney Vietnam’ın başkenti Saygon’a gir­diler ve buraya Vietnam Savaşı’nın lideri ve halk kahra­manı olan Ho Şi Min‘in adını verdiler.

2 Temmuz 1976’da Vietnam tekrar birleştirildi. Kuzey Vietnam’ın başşehri, bayrağı, marşı amblemi ve parası ülkede geçerli oldu. Yüksek hükümet kademelerinin hemen hepsine eski Kuzey Vietnam hükümetinin görev­lileri getirildi. Vietnam İç Savaşı bütün Vietnam’ın Rus yanlısı olmasıyla neticelendi. Güney Vietnam’daki ABD üsleri Rus üsleri oldu.

Savaşın Kronolojisi

Şubat 1965: ABD Kuzey Vietnam’ı bombalamaya başladı

16 Mart 1968: Amerikan birlikleri My Lai’yi ele geçirdi.

30 Nisan 1970: Amerikan birlikleri Kamboçyaya saldırdı.

31 Aralık 1970: ABD, birliklerini Vietnam’dan çekmeye başladı.

18 Aralık 1972: Amerikan birlikleri Hanoi ve Haiphong’u bombalamaya başladı.

28 Aralık 1972: Amerikan birlikleri iki kenti bombalamayı durdurdu.

27 Ocak 1973: ABD Vietnam savaşını, sona erdiren barış antlaşmasını imzaladı.

29 Mart 1973: Son Amerikan birliği de Vietnam’ı terk etti. Savaşta 2 milyon Vietnamlı, 58 bin Amerikalı öldü. Viet­namlılardan ölenlerin yüzde 90’ı sivildi.

Vietnam’ın Kamboçya’yı İşgali (1983)

1977 – 1980 yılları arasında Vietnam’da Çin asıllı sivillere karşı baskı ve zulümler artınca Vietnam’dan ka­çışlar başladı. Baskı görenlerin, denizden kaçma imkânları sınırlı olduğu için 140 bin Çin asıllı Vietnamlı ka­radan kaçış yolunu seçerek Kamboçya’ya sığındı. Bunun üzerine Vietnam 1983’te Kamboçya’daki mülteci kamplarına saldırı düzenledi.

Bu gelişme üzerine Çin önce Vietnam’a ekonomik yardımı kesti, ardından da Vietnam’ın dört sınır eyale­tine saldırdı. Vietnam, Çin’in bu saldırılarını püskürtmeyi başardı ancak büyük ekonomik kayıplara uğradı. 1989 sonlarında Vietnam birlikleri Kamboçya’dan çekilmeye başladı. Böylece ABD ile ilişkileri de normale döndü.

2. Keşmir Sorunu

Sorunun Tarihsel Gelişimi

1947’de Pakistan ve Hindistan İngiltere’den ayrılıp bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Keşmir halkı yapılan mutabakata göre uygulanan seçim haklarını Müslüman Pakistan’dan yana kullanmıştı. Fakat Hindistan alt kıtasındaki Müslüman bölgeleri gibi Pakistan’a katılması gereken Keşmir’in yöneticisi Singh’in ülkeyi para kar­şılığı Hindistan’a verip İngiltere’ye kaçmasıyla bu gerçekleşememişti. 1947 Ekim ayında Pakistan’a bağlı güçlerin Keşmir’in bir bölümünü Srinagar’a kadar işgal etmesi üzerine, Hint Birlikleri’nin de Hindistan işgali altındaki Keşmir’in bugünkü yazlık başkent olan Srinagar’ı ele geçirmesiyle bir kontrol hattı şeklindeki bu­günkü bölünme ortaya çıktı.

Bu bölünme şöyleydi:

  • Pakistan’ın elindeki ve Keşmir’in yaklaşık yüzde 30’unu oluşturan Azad Keşmir (Özgür Keşmir)
  • Kalan kısmı işgal eden Hindistan kontrolündeki Keşmir Vadisi

Pakistan kontrolündeki Azad Keşmir’in başkenti Muzafferabad oldu. Nüfusunun halen yüzde 65’inden çoğu Hindistan kontrolünde olan ve Keşmir’in 7 bölgesinden 5’ini kapsayan kısımdaki Müslüman halkın çi­lesi de bu şekilde başladı. Zaman içinde Hindistan – Pakistan arasında iki büyük savaş daha meydana geldi. 1965’te bölgedeki gerginlik İkinci Pakistan – Hindistan Savaşı’na neden olurken, 1999’da da yine Kargil Böl­gesinde iddia edilen sınır ihlalleri nedeniyle de Kargil Savaşı çıktı.

 

Temelde Pakistan’ın Keşmir sorununun çözümü için BM kararlarına uygun bir şekilde halk oylamasına gidilmesini önermesine karşın Hindistan’ın buna yanaşmaması sorunun süregelmesine neden oluyor. 2003 yılı sonunda Pakistan Devlet Başkanı Perviz Müşerrefin Pakistan ve Hindistan askeri güçlerinin sıkıntılara konu olan Himalaya bölgesinden tamamen çekilmeleri yönündeki teklifi yine Hindistan tarafından reddedildi. Hindistan bu reddetme olarak bölgenin istikrarsız durumunu ve Pakistan’dan gelebilecek köktendinci unsur­ları gösterdi. Böylece bir noktadan başlatılabilecek çözüm girişimi ve yakınlaşma çabaları da Hindistan’ın olumsuz tutumu nedeniyle başarısız kaldı.

Hindistan’ın yaklaşık 700.000 kişilik bir güçle, Hindistan’ın işgalinin haksızlığına karşı çıkan ve bağımsız­lık isteyen Keşmir Halkı’na karşı baskısı bu şekilde devam ederken bugüne kadar 70.000’in üzerinde Keşmirli şehit edildi.

İşin önemli bir diğer yanı da 1,5 milyondan fazla Keşmirlinin mülteci haline getirilmesi ve son meydana gelen depremde bu mültecilerin durumlarının daha acıklı bir şekle dönüşmesidir.

Uluslararası Af Örgütü ve insan Hakları Gözetim Ajansı’nın Keşmir halkı ile ilgili tespitleri şöyledir:

  1. Keşmir’deki siyasi ve hukuk dışı katliamlar geçmişte olduğu gibi hala sürmektedir.
  2. İnsanların kaybolması, kaçırılması olağan bir durum haline gelmiştir.
  3. Kadınlara tecavüz vakaları söz konusudur.
  4. İşkence ve tutuklulara kötü muamele yapılmaktadır.
  5. Keyfi gözaltına alma ve tutuklamalar süregelmektedir.
  6. Mala, mülke kasıtlı zarar vermeler olağan hale gelmiştir.
  7. Adil yargılanma hakkı tutuklular için yoktur.

Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan insanlık trajedisi, milyonlarca Keşmirliyi acı içinde yaşamaya mah­kûm etmiş ve memleketlerinden Azad Keşmir veya Pakistan’a göçe zorlamıştır. Keşmir halkının bir buçuk milyon kadarının Pakistan’da göçmen olarak vatanlarından uzakta yaşamaya mahkûm edilmiş olması vicdani açıdan çok acı bir durumdur.

Türk milleti; KKTC kurulduğunda onu Bangladeş ile beraber hemen tanıyan ve maalesef sonradan batılı ülkelerin ambargo tehdidiyle bu kararı geri almak zorunda bırakılan, Kurtuluş Savaşı’mızda bize maddi – ma­nevi büyük ölçülerde yardımcı olan, Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında bize silah ve malzeme yardımı yapan, iç­lerinde şimdiki Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerrefin de bulunduğu söylenen yüzlerce sivil ve askerin Kıbrıs harekatında ordumuzla beraber savaşmak için gönüllü yazıldığı bilinen, bütün önemli balistik füze sis­temlerine Türk isimleri verdiklerini kıvançla dile getiren Pakistanlı kardeşlerimizle bütün bu önemli sorunlarında beraber olmuş ve desteklemiştir.

 

C. ORTA DOĞUDA GELİŞMELER 

Birinci Arap – İsrail Savaşı (1948 – 1949)

Nedeni; Arap ülkelerinin yeni kurulan İsrail Devleti’ni yıkmak istemeleri

Orta Doğu’da bir Yahudi Devleti’nin kurulmasından hoşnut kalmayan Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları 15 Mayıs 1948’de İsrail’e savaş ilan ettiler. Bir yıl kadar süren bu savaşı 75 bin kişilik bir ordusu bu­lunan İsrail Devleti kazanınca, beş Arap devleti ağır yenilgiye uğradılar.

Savaşın çıktığı tarihten itibaren Birleşmiş Milletler de taraflar arasında bir ateşkes imzalanması için aracı­lık çabalarına girişti. Bu çabalara, Arapların yenilgileri de eklenince Arap ülkeleri için İsrail ile ateşkes imzala­maktan başka çare kalmadı.

Bu amaçla İsrail;

  • 24 Şubat 1949’da Rodos’ta Mısır
  • 23 Mart 1949’da Ras-en Nakura’da Lübnan
  • 3 Nisan 1949’da Rodos’ta Ürdün
  • 20 Temmuz 1949’da Manahayim’de Suriye ile ateşkesler imzalandı. Kendisi ile sınırı olmayan Irak ile herhangi bir ateşkes anlaşması imzalamadı.

İsrail, Araplarla yaptığı savaşlarda başarılı olduğu için, Filistin topraklarının 3/4’ünü; milletlerarası bir sta­tüye sahip olması gereken Kudüs’ün yarısını ele geçirdi. Böylece İsrail Devleti, imzaladığı bu ateşkes anlaş­maları ile Birleşmiş Milletler’in kendisine 1948’de çizdiği sınırlarından daha geniş topraklara sahip olmuş oldu.

İkinci Arap İsrail Savaşı (1956)

İlk savaşın Yahudiler nezdinde dünyanın tavrının görülmesi açısından ayrı bir anlamı bulunmaktaydı. İsrail durumdan mem­nundu ve artık bölgede daha rahat hareket ediyordu. 50’li yılla­rında başından itibaren 187 köyün tamamen tahrip edilmesi, insanların katledilmesi ve göçe zorlanması bunu açıkça ortaya koyuyordu. Bu şekilde 1956’ya gelindi. Nasır’ın, 28 Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı’nın uluslararası trafiğe açık olmakla bir­likte, Mısır’a ait olduğu için millileştirildiğini açıklaması üzerine, İsrail saldırmak için beklediği fırsatı elde etti. İngiltere ve Fransa Mısır’ın bu kararını tanımadıklarını bildirerek, 30 Ekim’de Mı­sır’dan Süveyş Kanalı’nın kendilerine bırakılmasını istediler ancak Mısır bunu reddetti. Londra’da toplanan konferanslardan da bir sonuç çıkmayınca İngiltere ve Fransa İsrail ile anlaşarak Mısır’ın bütün havaalanları ve askeri bölgelerini imha etti. İsrail de Sina’yı işgal etti. Mısır, 7 Kasım’da ateş­kesi kabul etmek zorunda kaldı. BM Genel Kurulu’nda alınan kararla; Süveyş Kanalı’na barış gücü yerleşti­rildi ve ABD’nin baskısıyla İngiltere ve Fransa Mısır topraklarından geri çekildi. 1959 yılında; İkinci Arap – İsrail Savaşı sırasında Süveş Kanalı’nda İngiliz birliklerine karşı saldırılara katılan Yaser Arafat tarafından El – Fetih örgütü kuruldu. Filistin kökenli iş adamları ve aydınları bünyesinde bulunduran bu örgüt, Filistin’in ancak Fi­listinlilerin çabasıyla kurtulabileceğini savunuyordu. Bu söylem, bazı Arap ülkeleri tarafından kendilerine karşı bir meydan okuma olarak yorumlandı. Arap ülkeleri bu konuyu görüşmek üzeri 9–19 Eylül 1963 tarihleri arasında Kahire’de toplandılar. Bu toplantı sonucunda Filistinlilerin sürgünde bir hükmet kurmalarına, ordu ve meclis oluşturmalarına karar verildi.

Ancak Filistin sorunu üzerindeki konumunu kaybetmek istemeyen Ürdün, buna karşı çıktı. Ürdün’ün tüm itirazlarına rağmen Kudüs’ün Arap hâkimiyetinde olan bölümünde 28 Mayıs – 3 Haziran 1964 tarihleri arasında Filistinlilerin ilk büyük kongresi yapıldı. Bu kongre Filistinlilerin ilk milli meclisi sayıldı. Ayrıca bu kongrede Fi­listin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kuruluşu da kabul edildi. Bunun üzerine yalnız bağımsız Filistinli kimliği ile mü­cadelede başarılı olunabileceğini savunan El- Fetih ile FKÖ arasında bir rekabet başladı.

Üçüncü Arap – İsrail Savaşı / Altı Gün Savaşı (1967)

1956 İkinci Arap – İsrail Savaşı’nın ardından dokuz yıl boyunca Mısır’la İsrail arasında ciddi bir problem yaşanmadı. 1964’te FKÖ’nün kurulması ve Suriye’de Nasır’ın görüşlerini benimseyen Baas Partisi’nin ikti­dara gelmesi, bunalımı yeniden başlattı. Nasır’ın Sina’da konuşlandırılan BM Barış Gücü askerlerinin çekil­mesini istemesi ve Mayıs 1967’de Akabe Körfezi’ni deniz ulaşımına kapatması İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan’ı harekete geçirdi. Daha sonra da 1967 yılının Mayıs ayında başlayan Suriye – İsrail gerginliği Gazze ve Sina’yı işgal etmek isteyen İsrail için iyi bir fırsat oldu. 5 Haziran 1967’de ilk defa Arap düzenli orduları ve İsrail birlikleri karşı karşıya geldiler.

Mısır hava kuvvetlerini ani bir saldırıyla imha eden İsrail, Mısır’ın yanı sıra Suriye ve Ürdün’e de saldırdı. İsrail, saldırıya geçen Arap ülkeleri arasındaki iletişim kopukluğu ve çıkar ayrılıklarını çok iyi değerlendirerek, Filistin topraklarının geriye kalan % 22’sini (Batı Şeria ve Gazze), Mısır topraklarının % 6’sını (Sina yarımadası), Suriye topraklarının % 1 ‘ini (Golan Tepeleri) işgal etti.

Altı gün süren bu savaşla İsrail, kendi kontrolündeki top­rağı, üç kattan daha fazla büyütmüş oldu. Müslümanlara ait kutsal mekânlarla birlikte Kudüs’ün tamamı İsrail’in eline geçti. Ancak İsrail’in işgali, BM Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım 1967 tarihinde oybirliği ile aldığı, savaş yoluyla toprak kazanımının kabul edilemeyeceğini öngören 242 sayılı karara aykırıydı. Arap ülkeleri 242 sayılı karara göre İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesi gerektiğini savunurken, İsrail buna karşı çık­maya devam etti. 1967 savaşı 400.000’den fazla mültecinin Filistin’in Doğu Yakası’na geçmesiyle, Ürdün en büyük mülteci kamplarını barındıran ülke durumuna geldi. BM Güvenlik Konseyi’nin işgal edilen topraklarda halka insani muamele yapılması ve yurtlarına dönmek isteyenlere izin verilmesi yolunda aldığı 14 Haziran 1967 tarihli ve 237 sayılı kararı uygulanmadı. Böylece mültecilerin sayısında yarım milyona yakın bir artış mey­dana geldi. 1967 savaşından hemen sonra Hartum’da toplanan Arap liderleri meşhur, “üç hayır”ı ilan ettiler: İsrail’le barışa hayır, İsrail’i tanımaya hayır, İsrail’le görüşmeye hayır. Bir aradayken bu “hayır”ları söyleyen Arap ülkelerinin arasında üçü perde arkasında İsrail’le görüşmeleri başlatmışlardı bile. Bu üç ülkenin (Suriye, Mısır, Ürdün) ortak özelliği, İsrail’den geri almak zorunda oldukları topraklarının oluşuydu. 1967 savaşı, İsrail’e yö­nelik Arap politikasını şekillendiren tarihi olayların başında gelmektedir. Arapların en Nekba (büyük felaket) de­dikleri ve Arapları İsrail’in varlığı ve mülteci problemiyle karşı karşıya bırakan 1948 savaşı bile bu anlamda gölgede kalmaktaydı. O güne kadar İsrail’i haritadan silmeye kilitlenmiş olan Arap ülkeleri 67 savaşıyla bir­likte savunmaya geçmişlerdi. Çünkü 1948 Savaşı’nda Arap ülkelerinin hiçbiri toprak kaybetmemiş, bu an­lamda sadece Filistinliler zarar görmüştür.

Tarihi vatanlarının yarısını İsrail işgaline bırakmak zorunda kalan Filistinliler, diğer yarısında da Ürdün ve Mısır’ın egemenliğine girdiler. 67 savaşında ve takip eden çeyrek asırda Ürdün, Mısır ve Suriye kaybettikleri toprakları geri alma politikası izlediler.

1967 Savaşı sonrasında Filistinli mücadele grupları bir araya gelerek “silahlı mücadele”nin gereği üzerinde dur­maya başladılar. Altı Gün Savaşı’ndaki yenilgi ve hemen ardından Karame Zaferi ile El-Fetih uzun süredir gerilla sa­vaşını savunanların alternatifi haline geldi. Arafat, Nasır’ın da onay vermesiyle 1969’da FKÖ’nün başına geçti. Aynı tarihlerde, 21 Ağustos 1969 tarihinde Doğu Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın Yahudiler tarafından yakılmak istenmesi İslam dünyasının tepkisine yol açtı.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu İslam ülkeleri 22 – 23 Eylül 1969 tarihleri ara­sında Rabat Zirvesi’nde ilk defa bir araya geldi. Bu zirvede İsrail’in Kudüs’den çıkması ve 1967 önce statüsünü geri dönmesi istenirken, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) adlı yeni bir yapılanmanın da temeli atıldı.

Kara Eylül Olayları

Filistinlilerin Ürdün’e sürülmesi ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Ürdün’de etkinliğini artırması üzerine ya­şanan olaylar sonrasında Ürdün ve Filistinlilerden 7000 ile 8000 insanın kaybedildiği olaya verilen addır.

Si­lahlı çatışmalar FKÖ’nün Filistinlilerin 1971 ‘de Lübnan’a sürülmesine kadar devam etmiştir.

1967 savaşı önce toplam rakamı 1.300.000’e ulaşan Filistinli mültecilerin yarısı Ürdün’e sığınmıştı. Ürdün ise ekonomik açıdan zayıftı ve bu kadar mülteciyi kontrol edecek bir güçten uzaktı. Ayrıca Ürdün, buradaki Filistinlileri kendi kolları olarak gören Nasır gibi güçlerden çekiniyordu. 1967 Savaşı’nın ardından Arafat, büyük bir sayıya ulaşan Filistinlilerden de güç alarak İsrail’e karşı düzenleyeceği operasyonlar için üs olarak Ürdün’ü seçti. Nüfusunun önemli bir kısmını Filistinlilerin oluşturması nedeniyle FKÖ’nün Ürdün’de etkinliğini artırması Kral Hüseyin’i tedirgin etti. Kral Hüseyin’in Arafat’a tedirginliğini belirtmesine rağmen Arafat’ın buna aldırış et­memesi üzerine Filistinlilerle Kral Hüseyin’in kuvvetleri arasında tarihe Kara Eylül olarak geçecek çatışmalar başladı. İsrail’in desteğini alan Kral Hüseyin’in 7 Haziran 1970’de Amman yakınlarındaki Zerka Mülteci Kampı’na saldırmak suretiyle başlattığı ve binlerce Filistinlinin öldürüldüğü askeri hareketle Arafat’ın kontrolü al­tındaki Fedailer Ürdün’den çıkarıldı. Kara eylül olaylarının ardından Arap ülkeleri Ürdün ile ilişkilerini keserek bu ülkeyi Filistin hareketini bitirmekle suçladılar. Bu durumdan en çok faydalanan taraf ise tabi olarak İsrail oldu. Zira her iki savaşta da düşmanı olan Arap devletleri bu kez birbirlerine düşmüştü.

Kara Eylül, aynı zamanda 1971’de Ürdün’ün Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Ürdün’den çıkarmasından sonra El Fetih için kurulan, 1972 Münih Olimpiyatları’nda 11 İsrail’i sporcuyu rehin alarak adını duyuran silahlı grubun adıdır.

 

Dördüncü Arap – İsrail Savaşı (Yom Kippur Savaşı) (1973)

1967 Savaşı’nda büyük bir yenilgi yaşayan Mısır, Suriye ve Ürdün, 1973 yılında Sina Yarımadası’nda ve Golan Tepeleri’nde bulunan İs­rail kuvvetlerine saldırdı. 6 Ekim 1973 günü başlayan bu savaş altı gün süren 1967 Savaşı’nın yarattığı tepkinin bir sonucuydu. İsrail Altı Gün Savaşı’ndan, işgalindeki toprakları yaklaşık üç kat genişleterek çık­mıştı. Golan Tepeleri, Kudüs’ün tümü, Batı Şeria, Sina Yarımadası ve Gazze İsrail’in eline geçmişti. 1970 yılında Nasır’ın ölmesi ile yerine geçen Enver Sedat, 1967 yılında İsrail’in işgal ettiği toprakların geri kazanılması için bir Arap karşı saldırısı üzerinde durmaya başladı. 6 Ekim 1973’te başlayan savaş Müslümanların kutsal ayı olan Ramazan ve Yahudilerin kutsal günleri olan Yom Kippur’a denk gelmişti.

İsrail birlikleri Sina Yarımadası’ndan ve Golan Tepeleri’nden çekilmeye zorlandı. Bu savaşta, ABD İsrail’e, Sovyetler de Arap devletlerine silah yardımında bulundu. Başlangıçta Arapların lehine gelişen savaş, daha sonra İsrail’in karşı saldırıda bulunmasıyla İsrail lehine sonuçlandı. Savaş sona erdiğinde, birçok ülkenin de­ğişik devletler tarafından silahlandırılması sonucu taraflar arasında askeri denge değişti. Suriye, Sovyetler Birliği yapımı olan T-62 tanklarına ve yeni uçak filolarına sahip oldu. İsrail ordusu da ABD tarafından güçlen­dirildi. 18 Ocak 1974’te İsrail ile Mısır arasında barış antlaşması imzalandı.

Antlaşmaya göre, Mısır Süveyş Kanalı’nın doğu yakasındaki güçlerini azal­tacak, buna karşılık İsrail de Sina’da Milta ve Gidi geçitlerinin batısına çekile­cekti. Bu antlaşma 4 Eylül 1975 tarihinde imzalanan ikinci bir antlaşma ile tamamlandı.

31 Mart 1974 tarihinde ise, Suriye ve İsrail arasında, her iki tarafın kuvvet­lerinin bir BM tampon bölgesi ile ayrılması ve savaş tutsaklarının mübadelesi kararlarını da içeren bir ateşkes antlaşması imzalandı. 1974 ve 1975’te İsrail’in Sina’dan çekilmesini öngören “Ayırma Antlaşmaları” daha sonraki bir tarihte imzalanacak olan barış antlaşmasının da taslağı niteliğinde 1974 yılında Ra­bat’ta yapılan Arap Zirvesi’nde FKÖ Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olarak kabul edildi.

BM Genel Kurulu’nda Filistin’de bağımsız egemen bir devletin ku­rulması kararı yeniden gözden geçirildi ve FKÖ’ye BM’de gözlemci statüsü ve­rildi. FKÖ Lideri Yaser Arafat BM Genel Kurulu’nda konuşma yaptı. İsrail 1978 yılında işgale giriştiği Lübnan’ın, daha sonra %10’luk kısmında güvenlik şeridi oluşturdu.

1978 Mart ayında ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in arabuluculuğunda Mısır’la İsrail arasında Camp Davit Barış Antlaşması imzalandı.

Camp David Antlaşması’nın maddeleri şöyleydi,

  1. İsrail, Sina’dan çekilecek
  2. İsrail ve Mısır arasında normal ve dostça ilişkiler kurulacak. İki ülkede birbirinin toprak bütünlüğünü ve barış içinde yaşama hakkını kabul edecek
  3. Sina’daki tampon bölgeye BM Barış Gücü yerleştirilecek
  4. İsrail gemilerine Süveyş Kanalı’ndan serbest geçiş hakkı tanınacak
  5. Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilere tam özerklik verilmesi için görüşmeler yapılacak
  6. Batı Şeria ve Gazze’de kendi kendini yöneten bir idarenin oluşturulması için seçimler yapılacak

Arap ülkeleri Camp David Antlaşması’nı kabul etmediler ve Enver Sedat’ı Filistin davasına ihanet etmekle suçladılar.Tepki­ler BM’ye yansıdı. Genel Kurul 29 Kasım1979’da 34/65 B sayılı kararıyla FKÖ’nün katılmadığı Camp David Antlaşması’nın ge­çersiz olduğunu, Filistin halkının ve İsrail işgali altındaki toprakla­rın geleceği açısından hiçbir değer taşımadığını ilan etti. Ancak İsrail BM kararına rağmen, antlaşmanın kendi lehine olan mad­delerini uygulamada hiçbir güçlükle karşılaşmadı, İsrail Mısır’la anlaşma masasına oturmakla ilk defa bir Arap ülkesi tarafından tanınmış oldu. Bu antlaşma ile İsrail, işgal ettiği topraklardan ve

Sina Yarımadası’ndan çekilecekti. İsrail, işgal süresince petrol ihtiyacını buradan karşılamıştı. Arap ülkeleri İsrail’e petrol satmadıkları için İsrail’in yeni bir kaynak bulması gerekecekti ancak bu sorun da Kissinger’in bir araya girmesiyle kısa zamanda çözüldü.

Enver Sedat Mısır petrolünü İsrail’e satmayı kabul etti. Antlaşmanın üçüncü maddesiyle İsrail varlığını ve toprağını meşrulaştırmış oluyordu. Diğer yandan Gazze ve Batı Şeria’daki Müslümanlara tam özerklik için görüşmeler önerilmesine rağmen, İsrail bu konuyu sürekli askıda bıraktı. İsrail boşaltmayı vaat ettiği toprakları da boşaltmadı ve daha sonra buralara Sovyetler Birliği’nden gelen Yahudileri yerleştirdi. 1980 yılının Ağus­tos ayında, İsrail parlamentosu Knesset’te alınan bir kararla Kudüs’ü İsrail’in değişmez ve bölünmez baş­kenti olarak ilan etti.

 

Yom Kippur

Musevi Yılbaşısı olan Roşaşana ile yılın 10. günü olan kefaret günü (Yom Kippur) arasındaki 10 gün bo­yunca geçmiş yıla ait bir vicdan mu­hasebesinin yapıldığı kutsal dönem.

 

Beyrut Kuşatması (1982)

Kara Eylül’den sonra Arafat’ın üs olarak Lübnan’ı seçmesi zaten hassas olan dengeleri kırılma noktasına getirdi. 13 Nisan 1975’te Hıristiyan Falanjistlerin Filistinlilerin bulunduğu bir otobüsü taraması üzerine Lübnan iç savaşı patlak verdi. Merkezi hükümetin zayıflaması, Filistinli örgütlerin Lübnan’daki etkisinin artmasına neden oldu. Filistinli örgütler Lübnan’dan İsrail’e karşı saldırıya geçti. Bunun üzerine Camp David Antlaşma­sından sonra İsrail Lübnan’a yöneldi. 6 Haziran 1982’de Lübnan’ı işgal eden İsrail ordusu yedi gün içinde Bey­rut önlerine kadar geldi. Kuşatmaya karşı Arafat Beyrut içinde sığınaktan sığınağa geçmek suretiyle üç ay boyunca direnmeyi başardı. İsrail, Lübnan’ı işgalinin ardından 19.000 ölü ve 30.000 yaralı bıraktı. İsrail’in ve Suriye’nin baskısı altında kalan Arafat Lübnan’ı terk etmek zorunda kaldı. Bundan sonra FKÖ genel merkez olarak Filistin’den binlerce kilometre uzakta bulunan Tunus’u seçti. 1980’lerin ikinci yarısında, I. intifada baş­layana dek Arafat, hem uluslararası arenada hem de Arap dünyasında itibar kaybına uğradı.

 

İntifada (1987)

8 Aralık 1987, Filistin’de İsrail işgaline karşı topluca başkaldırma niteliği taşıyan intifada hareketinin baş­langıç tarihidir. Filistinliler aleyhine sonuçlar doğuran barış görüşmeleri ve Sabra Şatilla Katliamı’nın ardından FKÖ’nün Lübnan’dan çıkarılması, Filistin halkının tepkisinin büyümesine neden oldu. İntifada olarak adlandı­rılan direnişin ilk adımı 7 Aralık 1987’de atıldı. Gazze bölgesinde bir Yahudi kamyoneti, Filistinli işçileri taşı­yan bir araca çarparak dört Filistinlinin ölümüne ve dokuzunun yaralanmasına neden oldu. İntifada için ilk organizasyon Gazze İslam Üniversitesi Öğrenci Meclisi tarafından yapıldı. Yaralıların bulunduğu Şifa Hasta­nesinin çevresinde toplanan öğrenciler Filistin İslami Direniş Hareketi’nin (Hamas) mensuplarıydı.

 

Hamas, 1987’de Şeyh Ahmed Yasin, Abdülaziz elRantisi ve Muhammed Taha tarafından ilk intifadanın başlangıcında Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kanadı olarak kuruldu. Örgütün kuruluş amacı 1948 öncesi İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni kapsayan topraklarda Filistin İslam Devleti’ni kurmaktır.

Hamas, ilk temellerini Mısır’daki Müslüman Kardeşler cemaatinin kurucusu İmam Hasan El Benna’nın Fi­listin’e gönderdiği mücahitler tarafından atıldı. Bu mücahitler ve onların etrafında toplananlar aynı zamanda 1948’de işgalcilere karşı başlatılan mücadeleye fiilen katılmışlardı. Onların ardından gelen kişiler ise 1948 sa­vaşından sonra eğitim ve tebliğ çalışmalarına katıldılar. Bütün bu çalışmalar sonunda güçlü bir taban oluştu. Bu taban zamanla belli bir disiplin içinde örgütsel yapıya kavuştu ve 1987 sonunda geniş bir halk kitlesinin direnişine öncülük etti. İntifada hareketi Gazze Şeridi’nde başladı, ancak kısa sürede Batı Şeria’ya yayıldı. Pro­testolar, sivil itaatsizlik şekline büründü. Genel grevler düzenlendi, İsrail ürünleri boykot edildi, duvarlara işgal karşıtı yazılar yazıldı ve yollarda barikatlar kuruldu. Ancak, sapan, taş ve sopalarla karşılık veren Filistinlilerin karşısında ağır silahlarla donanmış İsrail askerleri vardı. Filistinli siviller arasında yüksek can kayıpları meydana geldi. 1993’e kadar süren protestolarda toplam can kaybı bini aştı. İntifada yıllardır ezilen, işkence edilen zorla evlerinden kovulan, en ağır katliamlara uğrayan bir halkın kadın – erkek, yaşlı – genç hep birlikte işgalci İsrail’e karşı oluşan doğal bir başkaldırı hareketinin adı oldu. Filistin’de direniş hareketiyle birlikte aynı za­manda Hamas fiilen harekete geçti. Müslüman Kardeşler Cemaati’nin Filistin kanadı durumundaki, “İslam Hareket’in içinden geniş tabanlı bir kitle hareketi niteliğinde ortaya çıkan Hamas, intifadayla birlikte bütün dünyaya sesini duyurmayı başardı.”

Hamas, intifadanın organizasyonunda öncülük yaptığı gibi, bu direnişin ikinci ayından itibaren de periyo­dik bir şekilde halk kitlelerine hitap eden ve halk direnişini yönlendiren belirli programlar ortaya koydu. Hamas, diğer yandan da İsrail karşısında sürdürülmesi gereken mücadelenin içeriği ile ilgili görüşlerini ve Filistin’in çe­şitli ulusal meseleriyle ilgili politikasını ve tutumunu ortaya koyan bildiriler yayınlamaya başladı. Direnişlerinin belli bir hız kazanmasından sonra da İzzettin Kassam Birlikleri adında askeri bir kanat oluşturarak fiili eylem­lerini bu kanat vasıtasıyla gerçekleştirmeye başladı. Hamas’ın önde gelen ismi Şeyh Ahmed Yasin, İsrail ta­rafından 18 Mayıs 1989’da tutuklandı. 3 Ocak 1990’da mahkeme karşısına çıkan Yasin, 15 suçtan yargılandı ve 16 Ekim 1991’de müebbet hapis cezasına çarptırıldı. İntifada hareketi ile kesintiye uğrayan barış görüş­meleri, yine bu hareketin İsrail’e verdiği maddi ve manevi kayıplardan ötürü 1991 yılında yapılan Madrid Barış Konferansı ile yeniden başlatıldı.

 

  1. Camp David Antlaşması (1978)

Mısır devlet başkanı Enver Sedat ile İsrail başbakanı Menahem Begin arasında, 12 gün süren gizli pazarlıkların ardından Camp David’de 17 Eylül 1978’de imzalanan ve ABD başkanı Jimmy Carter’ın gözetiminde gerçekleşen bir antlaşmadır.

Antlaşmanın imzalanmasında, ABD’nin Arap – İsrail çatışmasına son vererek Orta Doğu’daki çıkarlarını devam ettirmek istemesi etkili olmuştur.

Bu antlaşmaya göre; İsrail, askeri birliklerini Sina Yarımadasından çekecek ve Mısır ile diplomatik ilişkilerini normalleştirecekti.

Diplomatik ilişkiler 1980’de normale döndü. İsrail’in beklediği kadar olmasa bile ticari ilişkiler canlandı. Mart 1980’de havayolu taşımacılığı başladı. Mısır İsrail’e petrol satışına başladı. Bu sözleşme ile İsrail tarafından Altı Gün Savaşı’nda ele geçirilen Sina Yarımadası, Mısır’a geri verildi. Barış çabalarının sonucu olarak, Me­nahem Begin ve Enver Sedat, 1978 yılı Nobel Barış Ödülü’nü birlikte aldılar.

Sözleşmeye, Mısır ve ABD ile İsrail ve ABD arasında karşılıklı mektuplaşmalar da eşlik etmiştir.

 

  1. İslam Konferansı Teşkilatı (1969)

Kuruluş Sebebi

Dennis Michael Rohan adında Avustralyalı bir Yahudi’nin 21 Ağustos 1969 tarihinde Mescid-i Aksa’yı kundaklamayı denemesinden sonra İslam ülkeleri başkanları tarafından kurulan teşkilattır.

Pakistan’daki toplantılarda üyeler tarafından İslam Kalkınma Bankası’nın kuruluş planı gündeme getirildi. Bunun ardından İKÖ maliye ve ekonomik işleri bakanları 1973 yılında katıldıkları Cidde toplantısında mali ve parasal bir müessesenin kuruluşunun önemini vurguladılar. Ni­hayet İslam Konferansı Teşkilatı’nın 20 Ekim 1975 tarihli zirve toplan­tısında İslam Kalkınma Bankası’nın kuruluş planı onaylandı. Bugün İslam âleminin tek çatı altında toplandığı tek kuruluş sıfatına sahiptir. Genel sekreterlik görevini Ekmeleddin İhsanoğlu yapmaktadır.

Teşkilatın Kuruluş Amaçları Şunlardır:

  1. İslam ülkeleri arasındaki yakınlığı ve işbirliğini artırmak
  2. Müslüman halkların çıkarlarını ve güvenliğini korumak ve mücadelelerini desteklemek
  3. Üye devletler arasında siyasal, ekonomik, kültürel, bilimsel ve sosyal işbirliğini artırmak
  4. Müslümanlarca kutsal olarak kabul edilen yerleri korumak
  5. Filistin halkının mücadelesini ve bağımsızlık haklarını desteklemek ve savunmak
  6. Her türlü sömürgeci yaklaşımın ortadan kaldırılmasını sağlamak

Teşkilatın elliden fazla üyesi bulunmaktadır.

İKÖ aşağıdaki sistemlerden oluşur:

İslamî Zirve

Siyaset yapan en yüksek organdır. Üye devletlerin Kralları, devlet başkanları ve hükümet yetkilileri katılır. Her üç yılda bir yapılır.

Dışişleri Bakanlığı İslami Konferansı

İslami Zirve’de alınan kararların işleyişini incelemek için her yıl toplanır.

Dışişleri Bakanları İslam Konferansı

İslami Zirve toplantısında tanımlanan politikalar çerçevesinde alınan kararların uygulamaları üzerine oluş­turulan gelişim raporunu incelemek için yılda bir kere bir araya gelinir.

Daimi Sekreterya

Organizasyonun yönetici organıdır. İki organın kararlarının uygulanması ile görevlendirilmiştir ve Suudi Arabistan Cidde’de yer alır. Şu anki sekreter 1 Ocak 2005’ten beri Türkiye’den Ekmeleddin İhsanoğlu’dur.

  1. 1973 Petrol Krizi ve OPEC’in Kuruluşu

 

Krizin Sebebi

Arap ülkelerinin, ülkelerindeki petrolü Batı dünyasına karşı siyasi koz olarak kullanmak istemeleridir.

1973 Arap-İsrail Savaşı bu krizi hızlandırmıştır. OPEC (Organization of Petroleum Exporting Countries), yani Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı,1960 Ağustos’unda kurulmuştu.

Üye sayısı 13’e kadar çıkan bu teşkilatın kuruluş amacı;

Petrol fiyatlarının tespiti başta olmak üzere, ortak sorunlarını birlikte çözümlemekti.

OPEC kuruldu­ğunda, hemen hemen bütün petrol üreticisi ülkelerde, petrol kaynakları, Amerikan petrol şirketlerince işletilmekteydi.

 

Petrol Krizine Neden Olan Gelişmeler

Bazı Orta Doğu ülkeleri, petrol şirketlerini millileştirme yoluna gittiler. Petrolün Batı ve Amerika üzerinde siyasi baskı aracı olarak kullanılması için iki yol vardı: Biri üretimi ve dolayısıyla ihracatı kısmak, diğeri de fi­yatları yükseltmekti.

 

Üretimi kısmanın iki sakıncası vardı. Önce, üretici ülkelerin gelirlerini azaltırdı, sonra da, bütün Batı en­düstrisi enerji bakımından petrole dayandığı için üretimi kısmak sert tepkilere yol açabilirdi. İşte bu sebep­lerden, 1973 savaşından sonra ikinci yola, yani fiyatların yükseltilmesine başvuruldu.

 

Bu metodun başarılı olduğu söylenebilir. Çünkü, 1973 Ocak ayında varili 2.59 dolar olan Arap petrolü, 1973 Ekim’inde 5.11 ve 1974 Ocak ayında da 11.65 dolara çıktı. Bu, bir yıl içinde dört mislin­den fazla bir artış demekti.

 

Bu fiyat artışları özellikle Batı Avrupa’da ve Japonya’da bir paniğe sebep oldu. Ortak Pazar veya resmi adı ile Avrupa İktisadi işbirliği Teşkilatı (E.E.C.), 6 Kasım 1973’de yayınladığı bir bildiride, Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararlarını desteklediklerini kuvvet yo­luyla toprak kazanılmasını kabul etmediklerini, İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesini, bununla beraber, bölgedeki her dev­letin egemenlik, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı ile “güvenlikli ve tanınmış sınırlar içinde” barış içinde yaşama hakkına saygı gösteril­mesi gerektiğini ilan ettiler.

 

Japonya ise, 22 Kasımda Arapları tutan öyle bir tavır aldı ki, sadece İsrail ile ilişkilerini kesmediği kaldı. İngil­tere ise, 6 Ekim 1973 de, Orta Doğu ülkeleri için silah ambargosu ilan etmişti. Fakat Kasım ayında ambargo İsrail’e yönelik bir şekil aldı.

 

Suudi Arabistan, İsrail’i destekleyen Amerika ve Hollanda’ya karşı petrol ambargosu uyguladıysa da, bu ambargo Amerika’nın Orta Doğu politikasında hiç bir değişiklik yapmadı. Amerika’nın bu ambargoya karşı tep­kileri de bir hayli sert oldu. Hatta petrol üreten Arap ülkelerinin petrol politikası, Batı’nın sanayini çökertecek hale geldiği takdirde, Amerika’nın Basra Körfezi bölgesine bir silahlı müdahale ihtimalinden veya bunun plan­lamasından dahi söz edildi.

 

Arapların bu petrol silahına karşı Amerika’nın başvurduğu ikinci yol da, 1974 Ekim’inde, Amerika, Kanada, Fransa hariç Ortak Pazar ülkeleri, Japonya, İspanya, Türkiye, Avusturya, İsviçre, İsveç ve Norveç’in katılması ile Milletlerarası Enerji Ajansı‘nın kurulması oldu. Bu kuruluşun amacı, enerji ve petrolün sağlanmasında, kul­lanılmasında bir işbirliğini, dayanışmayı ve ortak planlamayı gerçekleştirmekti.

 

Sonuç

Petrol krizinin 1973 – 1974’de Batı’da yaptığı ilk şoktan sonra, petrol meselesi, yani her altı ayda bir OPEC ülkelerinin ham petrol fiyatlarına zam yapmaları, normal karşılanmaya başlandı. Batı’nın sa­nayileşmiş ve gelişmiş ülkeleri, fiyat artışlarından doğan sarsıntıyı kısa sürede atlattılar. Çünkü sana­yileşmiş ülkelerin korktuğu üretimin azaltılması idi. Yoksa fiyat artışlarına kolay ayak uydurdular. Sonuçta, artan fiyatların üretici ülkelere sağladığı gelir, yani sermaye, yine Batı bankalarına ve Ba­tı’nın nakit piyasasına geçti. İkincisi, Batı’nın sanayileşmiş ülkeleri, artan petrol fiyatlarını kolaylıkla kendi sanayi ürünlerine ve teknolojilerine yansıttılar. Yani Arap ülkeleri pahalı sattılar ve aldıklarını da pahalı almaya başladılar. Bu arada olan, gelişmekte olan fakir ülkelere oldu. Türkiye de, artan petrol fiyatlarının büyük acısını çekmiştir. Petrol üreten Arap ülkeleri, özellikle geri kalmış veya gelişmekte olan Müslüman ülkeler için yeterli bir yardım programı da gerçekleştirmediklerinden, Batı’nın zengin ülkelerine vurmak istedikleri darbenin acısı, bu Müslüman fakir ülkelerin sırtından çıkmıştır.

  1. SSCB’nin Afganistan’ı işgali (1979 -1988) 

İşgale Ortam Hazırlayan Etkenler

Afganistan krallıkla yönetilen bir devletti. Ülkede 1973 yılında Cumhuriyet ilan edildi. Ancak, Cumhuriye­tin ilanı ile birlikte yönetim Sovyetler Birliği’ne yaklaşan bir tutum sergiledi ve ülke iç karışıklıklara sürüklendi. 28 Nisan 1978’de komünistler bir hükümet darbesi gerçekleştirdi ve Afganistan Demokratik Cumhuriyeti ku­ruldu. 5 Aralık 1978’de, Sovyetler ile Afganistan arasında Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Antlaşması imza­landı.

Bu gelişmelerden kısa süre sonra ülkede Sovyet yanlısı iktidara karşı ulusal direniş hareketi başladı. Bunun üzerine iktidarda bulunanlar Sovyetlerden yardım istediler. Bu istek üzerine kısa sürede Afganistan’a çok sa­yıda Sovyet uzmanı ve askeri geldi. Sovyetler, 27 Aralık 1979’da ülkeyi fiilen işgal ettiler. Sovyetlerin işgal hareketi, çok sayıda Afganlının Pakistan ve İran’a sığınmasına sebep oldu.

 

Pakistan, bu gelişmeler üzerine BM’ye ve İslam Konferansı Örgütü’ne başvurarak, Afganistan’daki geliş­melerin önlenmesini ve Sovyet askerlerinin çekilmesini istedi. Ancak, bu girişimlerden sonuç alınamadı. Ül­kenin işgali milli direnişe yol açtı.

Afgan mücahitleri Sovyetlere büyük kayıplar verdirdiler. Mücahitlerin direnişleri, çevre ülkeler ve Batı dün­yasını da harekete geçirdi. Çünkü Afganistan’ın Sovyet kontrolüne girmesi, onların, Hint Okyanusu’na ve keza İran üzerinden Basra Körfezi’ne çıkmalarına imkân vermekteydi. Bu durum, Batı ülkelerini olduğu kadar, İran, Çin ve Pakistan gibi çevre ülkelerini de tehdit eden bir durum yaratmaktaydı. Amerika bu gelişmelerden en çok endişe duyan ülkeydi. ABD, Sovyetlerin bu teşebbüsü üzerine SALT-II Antlaşması’nı onaylamaktan vaz­geçti ve 5 Ocak 1980’de bu ülkeye yaptığı tahıl ihracatını da durdurdu.

 

Afganistan’ın işgali, dünyanın iki süper gücünü bir kere daha karşı karşıya getirdi.İşgal, mahalli olmaktan çıkıp bir dünya sorunu haline dönüştü. Fakat tüm bu gelişmelere rağmen Sovyetler, 1985 yılında Afganis­tan’daki askeri etkinliklerini daha da arttırma yoluna gittiler. Giderek artan Sovyet tehdidi ve etkinliği, Afgan mücahitlerinin direnişini ortadan kaldırmaya yetmedi.

 

1982 yılında BM’ce ele alınan Afganistan sorunu; Afganis­tan, Pakistan, ABD ve Sovyetler Birliği arasında yapılan gö­rüşmelerle çözüme kavuşturulmaya çalışılmakta idi. Ancak, görüşmeler uzun süre devam etti ve sorun 14 Nisan 1988 Cenevre Antlaşması ile çözümlendi. Cenevre Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Sovyet askerleri 1988-1989 yılı içinde Afganistan’dan çekildiler. Sovyetlerin çekilmesinden sonra ülkede “mücahit” gruplar birleşerek bir hükümet kur­dular. Fakat bir süre sonra iktidar için iç çekişmeler başladı. Afganistan olayı BM temsilcisi Perez de Cuellar’ın gayretleri ve altı yıllık bir çabadan sonra çözüme kavuştu. Amerikan Dışişleri Bakanı Schultz ile Sovyet Dışişleri Bakanı Şevardnadze arasında 21 – 23 Mart 1988’de Washington’da yapı­lan toplantılarda son pürüzler giderildi ve Afganistan ile ilgili antlaşmalar 14 Nisan 1988’de Cenevre’de imzalandı.

 

Bu antlaşmalar 4 esastan oluşmaktadır.

  1. Karşılıklı Münasebetlerin ilkeleri Konusunda İkili Antlaşma ile; Afganistan ve Pakistan, birbirlerinin ege­menlik, siyasi bağımsızlık, toprak bütünlüğü ile güvenlik ve bağlantısızlık ilkelerine saygı göstermeyi ve bir­birlerinin içişlerine karışmamayı taahhüt etmekteydiler.

 

  1. Milletlerarası Garantiler Konusunda Deklarasyon ise; Amerika ile Sovyetler Birliği arasında imzalanmış olup, Afganistan ile Pakistan’ın içişlerine karışmayacaklarını ve birinci belgedeki ilkelere saygı gösterecekle­rini belirtiyorlardı.

 

  1. Mültecilerin Kendi istekleri ile Dönmelerine Dair Antlaşma da; mültecilerin serbestçe evlerine dönme­lerinin sağlanması hususundaki tedbirleri kapsamaktaydı.

 

  1. Diğer ilgili Konular Antlaşması ise; bu antlaşmalarla ilgili diğer konuların ne şekilde ele alınacağını be­lirtmekteydi. Bu antlaşmalarda dikkati çeken nokta, Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesine dair herhangi bir ifadenin yer almamış olmasıdır. Buna göre, Sovyetlerin bölgeden çekilmesi, ikinci belge olan “Garantiler Dek­larasyonu” çerçevesinde gerçekleşecekti. Bununla, Sovyetlerin prestiji korunmaya çalışılmıştı.

 

İşgalin Sonuçları

 

Sovyetler Birliği’nin Aralık 1979’da Afganistan’ı işgali, 9 yıl sürecek bir maceraya atılmasına; Sovyetlerin dağılmasına varan gelişmelere sebep oldu.

Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmeleri konusunda Amerika ile bir takvim tespit edildi ve 120. 000 kişilik Sovyet işgal kuvvetinin 15 Şubat 1989’a kadar çekilme işlemini tamamlaması kararlaştırıldı.

 

Afganistan sorunu Sovyetler Birliği açısından da önemli sonuçlar doğurdu. İşgal olayı, başarısızlıkla so­nuçlandı. Başarısızlık, Sovyet halkları arasında olumsuz etkiler yarattı ve bu ülkelerde Sovyetler’e karşı ba­ğımsızlık mücadelesine yol açtı. Bu nedenle Afganistan hezimeti Sovyetler Birliği’nin dağılmasında önemli rol oynadı. Sovyet işgali, ülkede, günümüzde de devam eden sorunların bir ölçüde temelini teşkil etti. Nitekim Afganistan 1997’de Tallban örgütünün ülkeyi sarsan olaylarına sahne oldu. Taliban örgütünün faa­liyetleri tüm dünyayı ve özellikle de Sovyetleri yakından etkiledi. Mücadele bir süre sonra Taliban ile Özbek asıllı General Raşid Dostum kuvvetleri arasında iç çatışmalara dönüştü. Taliban Örgütü’nün özellikle Taci­kistan’ı da hedef olarak alması, Sovyetleri daha da endişelendirdi. Gelişmeler üzerine Bağımsız Devletler Top­luluğu Güvenlik Konseyi 27 Mayıs 1997’de Moskova’da toplandı ve Afganistan’daki gelişmeleri görüştü. Rusya ile BDT üyesi Orta Asya ülkeleri Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan Taliban rejiminden kaçanla­rın mülteci akımına karşı sınırda önlemlerini artırdılar. Tacikistan ve Kırgızistan’da 30. 000 kişilik Rus askeri alarm durumuna geçirildi. Sonuç olarak Afganistan ne zaman sona ereceği tahmin edilemeyen bir iç kargaşa ortamına girdi.

 

  1. İran -Irak Savaşı (1980 -1988)

1980 -1988 yılları arasında Irak ve İran arasında yapılmış olan savaştır. Yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne, 150 milyar Amerikan doları maddi hasara, her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açmıştır. Irak’ın zaferleri ile başlayan savaş, İran’ın direnmesiyle yıpratma savaşına dönüşmüş ve Batılı ülkelerin çıkarlarına uygun şekilde galibi olmadan sonuçlanmıştır.

 

Sebepleri

  1. İran’ın daha önce kaybettiği Şatt-ül Arap’ı geri almak iste­mesi
  2. Irak’taki Saddam Hüseyin Hükümeti’nin, İran’ın, Irak’taki Şiileri hükümete karşı kışkırtmasından endişe etmesi
  3. İki ülke arasındaki adalar sorunu

 

Savaş Öncesinde Irak – Iran İlişkileri

Soğuk Savaş boyunca Irak-İran ilişkileri iyi olmadı. 1969 Nisan ayında, Amerika Birleşik Devletleri’nin de desteğini alan İran Şahı, önemli bir suyolu olan ve 1937 yılı Irak-İran sınır antlaşması ile Irak’a bırakılan Şatt-ül-Arap’ı geri almak istedi. Bu amaçla, güç gösterisi olarak gemilerini bölgeye gönderdi. 1970 yılında kesilen diplomatik ilişkiler, 1973 yılında tekrar kuruldu ve 1975’te bir ant­laşma imzalandı. Buna göre iki ülke arasındaki sınır, suyolunun en derin noktasından geçecekti. Ayrıca İran, Irak’taki Kürtleri mer­kezî hükümete karşı desteklemeyeceğini taahhüt ediyordu. Fakat 1971 yılındaki silahlı çatışmalar sırasında İran’ın ele geçirdiği Kör­fez adalarından çekilmemesi, iki ülke arasındaki ilişkinin gelişme­sine engel oldu.

1970’li yılları bitirip 1980’li yıllara başlarken Orta Doğu, üç büyük olaya şahit oldu:

  • İran’da Şah’ın devrilmesi
  • Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgali
  • Irak – İran Savaşı

 

Bu üç olay, Orta Doğu’nun stratejik yapısını da değiştirmiştir. Bu büyük değişmenin başlangıcını, İran’da Şah’ın devrilmesi ve yerini bambaşka bir rejimin ve aynı şekilde farklı bir dış politikanın alması oluşturmuştur.

 

İran’da Humeyni İktidarı (1979)

İran’da monarşinin yıkılması, olaylı bir şekilde olmuştur. Karışık­lıklar, 1978 Ocak ayından itibaren şiddetlenmiş ve 1979 Ocak ayında Şah ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve Şubat ayında da monarşik rejim yerini Humeyni liderliğindeki yeni bir rejime bırak­mıştır.

 

Adalar sorunu yüzünden zaten gergin olan Irak-İran ilişkileri, İran’da Şiiliğin savunucusu olan Humeyni iktidarının başa gelmesi ile iyice bozulmaya başladı. Bağdat’taki Saddam Hüseyin hükü­meti, İran’daki Şii hükümetin, Irak’taki Şii çoğunluğu Sünni iktidara karşı kışkırtmasından endişe ediyordu. Bu arada Irak, İran’daki Arap bölgesi Huzistan’a özerklik verilmesi fikrini savunmaya başlamıştı.

 

Savaşın Başlaması ve İlk Aşamalar

1980 yılının ortalarında, ordudaki yüksek rütbeli subayların tasfiye edilmesi ve rehineler olayıyla ABD’nin düşmanlığını çekmesi dolayısıyla, İran’ın güçsüz durumda olduğu izlenimi uyanmıştı. İran’ın iki ülke arasında anlaşmazlık konusu olan bölgeden askerlerini çekmeyi reddetmesi üzerine 22 Eylül 1980’de Irak ordusu sı­nırı geçti. Irak 16 Eylül’de, Şatt-ül-Arap Antlaşması’nı feshettiğini açıklamıştı.

 

Savaşın ilk günleri, baskın avantajını koruyan Irak’ın üstünlüğü ile geçti. Fakat zamanla İran’ın direnişinin artması ile savaş karşılıklı yıpratma sürecine girdi.

 

Savaş

Tarih, yıpratma savaşlarında ekonomik gücünü ve insan kaynağını en uzun süre kullanabilen tarafın avan­tajlı olduğunu göstermiştir. İran bu uzun savaşta kendisini, stratejisini hızlı bir zafer üzerine kuran Irak’a göre daha rahat hissediyordu. Bunu bilen Irak, İran’ın ekonomik gücünü zayıflatma amacıyla saldırıya başladı.

İki ülkenin de ekonomik gücü büyük ölçüde, en büyük ihraç ürünleri olan petrole dayanıyordu. Irak, boru hatlarından petrol ihraç edebilirken İran, ihracatını büyük ölçüde Basra Körfezi’nden yapıyordu. Yani, Basra Körfezi’ndeki petrol ticaretinin kesintisiz sürmesi Irak’ın değil, İran’ın işine geliyordu. Bu sebeple Irak, petrol taşıyan İran gemilerine saldırılar düzenlemeye başladı. Benzer şekilde İran da, Irak petrol tesislerine saldırıya başladı.

 

Körfez petrol ticaretinin zarar görmesi, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa aktif olarak katılmasına sebep oldu. ABD ve müttefikleri (Avrupa ve Japonya) büyük ölçüde Körfez petrolüne muhtaçtı ve petrol yolunun saldırıya açık olması Batı dünyası için tehlikeliydi. Körfez petrol yolunu açık tutmak için Amerika Birleşik Dev­letleri bölgeye bir filo gönderdi ve ABD bayrağı çekmiş Kuveyt tankerlerini korumaya başladı.

 

Sekiz yıl süren savaş 1988 Ağustos ayında yapılan ateşkes ile sonlandı. Ancak Birleşmiş Milletler gözeti­minde yapılan barış görüşmelerinden sonuç alınamadı. İran, görüşmeler için ön koşul olarak topraklarındaki tüm Irak askerlerinin çekilmesini isterken, Irak Şatt-ül-Arap suyolu üzerinde ortak denetim kurulmasında ısrar etti. İki ülke arasındaki barış, ancak Irak’ın Kuveyt’i 1990 Ağustos ayında işgali ve ABD ile savaşa tutuşma kor­kusuyla İran’dan aldığı toprakları geri vermesiyle gerçekleşti.

 

Amerika’nın Tutumu

Amerika Birleşik Devletleri, İran’daki müttefiki Şah’ı devirip iktidara gelen İslami rejimden rahatsız olmuştu. Bu sebeple, 1967 yılında diplomatik ilişkilerini kestiği Irak ile tekrar yakınlaşmaya çalıştı. Çeşitli kanallardan Irak’a silah yardımı yaptı ve büyük miktarda borç para sağladı. Irak’ın biyolojik ve kimyasal silahlar üretme­sine yardımcı oldu.

 

Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere 1986 Mart’ında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Irak’ın İran’a karşı kitle imha silahları (kimyasal ve biyolojik silahlar) kullanmasını eleştiren kararlar almasını, karşı oy kullanarak engelledi.

 

Tarafların Askeri Durumları

 

İran

İran ordusu, devrimden sonra üst ve orta dereceli subayların tasfiye edilmesi sebebiyle oldukça zayıfla­mıştı. Fakat yine de hava ve deniz kuvvetleri açısından Irak’tan güçlüydü. Savaşın uzamasıyla birlikte bu üs­tünlük büyük avantaj sağladı.

İran ordusu savaşta, Şah döneminde ABD’den alınmış silahları kullanıyordu. Savaş boyunca Libya ve Su­riye üstünden Scud, Kuzey Kore ve Çin üstünden Silkworm füzeleri satın aldı. Reagan yönetimindeki ABD, batılı rehinelerin serbest bırakılması için, Şah döneminde alınan silahların yedek parçalarını İsrail üstünden İran’a sattı.

Irak

Irak ordusunun büyük kısmı, Sovyetler Birliği’nden alınan silah ve malzeme ile donatılmıştı. Savaş bo­yunca da silah almaya devam ettiler. Fransa ve Çin de Irak’a büyük miktarlarda silah sattı.

 

Irak, bu silahların maliyetini karşılamak ve ABD’nin de yardımıyla kitle imha silahları (nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar) üretmek için başta diğer Arap ülkeleri olmak üzere birçok ülkeden borç aldı. ABD ayrıca, İtalyan Banca Nazionale de Lavoro Bankası aracılığıyla Irak’a kredi açıp silah sattı.

 

Savaşın Sonuçları

  1. Irak – İran Savaşı, yaklaşık bir milyon insanın hayatına mal oldu. Savaşan taraflar ufak kazançlar için ekonomik kaynaklarını tüketti. Savaşın sonucunda Irak-İran sınırı değişmedi. Savaşın etkileri on yıllar boyunca hissedildi.
  2. İki ülkenin birbirlerinin petrol tesislerine saldırılar düzenlemesi sonucu petrol üretimi düştü, petrol fi­yatları arttı.
  3. Savaş boyunca Irak, kendisini destekleyen devletlerden borç alarak silah satın almıştı. Bu borçları ödemekte zorlanması, 1990 yılında Kuveyt’e saldırarak oradaki petrol kuyularını ele geçirmeye çalış­masına yol açtı.
  4. Savaş sırasında İran’daki muhalefet tamamen yok edildi ve İslam Devrimi kalıcı hale geldi. Ancak ülke, uluslararası ilişkilerde yalnızlığa sürüklendi ve desteksiz kaldı. Savaş silahları ve araçları bakımından dışa bağımlı olmanın tehlikesini görerek kendi silah endüstrisini kurmaya çalıştı.

 

Sonuç

Irak-İran savaşı, bu şekilde, inişlerle çıkışlarla, sağa sola dönüşlerle, fakat hiç bir yere varamadan sürdü gitti. Bu arada, BM ve İslam Konferansı Örgütü ile birçok devlet, bu savaşı sona erdirmek için “arabuluculuk” faaliyetinde bulundu. İslam Konferansı’nın oluşturduğu Aracılık Komitesi’ne Türkiye de katıldı. Güvenlik Konseyi, barış yapılması için pek çok çağrı kararı aldı. Ama bunların hiç birinden sonuç çıkmadı.

 

1988 yılı geldiğinde artık her iki taraf da tükenmişti. Yine 1988 yılı geldiğinde, Amerika, Basra Körfezi’nde, hiç bir devletin üstünlüğüne izin vermeyeceğini ve buranın Amerika’nın “temel ilgi” alanı ol­duğunu, hatta Körfez’in bir “Pers Körfezi” olamayacağını ortaya koymuştu. İran bir bakıma, Körfez’de Amerika ile de karşı karşıya gelmiş bulunmaktaydı. 3 Temmuz 1988 günü, Körfezde bulunan Ameri­kan donanmasına ait Vincennes gemisinin, İran hava yollarına ait bir yolcu uçağını roketlerle düşür­mesi, İran’a bazı şeyleri anlatmaktan geri kalmadı. Güvenlik Konseyi’nin 20 Temmuz 1987 tarihli ve 598 sayılı kararını Irak’ın kabul etmesi üzerine, o da 18 Temmuz’da 598 sayılı kararı kabul ettiğini bil­dirdi. 20 Ağustos 1988’de de bütün Irak-İran cephesinde ateşkes yürürlüğe girdi. Savaş bu şekilde, sekiz yıl sürmesine ve yüz binlerce insanın hayatına mal olmasına rağmen, başladığı gibi, “sıfır” nok­tasında sona ermiştir.

 

YUMUŞAMA DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI 

  1. Genel Görünüm

1960’lı yıllardan itibaren Türk dış politikasının asıl noktasını Kıbrıs Meselesi oluşturmuştur. Türk dış poli­tikasının hareketliliği Kıbrıs Meselesi etrafında dönmüş ve diğer alanlardaki faaliyetlerimiz bu meselenin dal­ları olarak gelişmiştir. Türk dış politikasının Kıbrıs Meselesi’nden doğan ve bu meselenin etkisiyle gelişen ana faaliyet dalları, Amerika, Sovyet Rusya, Yunanistan ve Orta Doğu ile ilişkilerimizdir. Bunu da normal karşıla­mak gerekir. Çünkü son otuz yıl içinde Kıbrıs, Türkiye’nin en önemli milli meselesi, milli menfaatlerimizin ağır­lık noktası olmuştur.

 

Türk dış politikasının ikinci önemli yanı, Birleşik Amerika ile olan ilişkilerimizdir. Fakat son yirmi yıla bak­tığımızda, karşımıza çıkan nokta Türk – Amerikan ilişkileri, NATO çerçevesi içinde bağımsız bir ittifak ilişkisi olarak gelişeceği yerde daima, Kıbrıs meselesinin iniş-çıkışlarına göre değişen bir yapı göstermiştir. Her ne kadar 1970’lerin ortalarından itibaren bir Ege meselesi de ortaya çıkmış ise de, Kıbrıs meselesi Türk – Yunan ilişkilerinin daima temel taşı olmuş ve Amerika da, NATO’nun güneydoğu kanadı olarak Türkiye ve Yunanis­tan’a eşit ağırlık vermiştir. Hâlbuki çıplak eşitlik prensibi, Türk – Yunan münasebetlerinin çıplak gerçeği ile daima ters düşmüştür. Kıbrıs meselesinin gelişmelerinde ağırlık daima Türkiye tarafında olması gerekirken, Amerika’nın salt eşitlik prensibine veya genellikle dengesizliklerle hastalıklı bir denge politikasına sarılması, Türk-Amerikan ilişkilerinin, bu ilişkileri zaman zaman ağır bir şekilde sarsan, ciddi bir meselesi olmuştur.

 

Bu sebeplerden dolayı Türk – Amerikan ilişkileri 1974 Kıbrıs buhranlarında çok ağır sarsıntılar geçmiştir. Yine son yirmi yıl içinde Türkiye, Amerika ile olan ittifak bağlarına rağmen, ikinci süper devlet olarak Sovyet Rusya ile ilişkilerinde bir istikrarın mevcut olmasına ve bu büyük kuzey komşumuz ile gereksiz yere anlaş­mazlık veya çatışma çıkarmamaya daima önem vermiştir. Bununla beraber, Türk – Amerikan ilişkilerindeki dalgalanmalar, Türkiye tarafından yansıtılmasa bile, sürekli Türk – Sovyet ilişkilerine de yansımıştır. Yani Kıb­rıs meselesi Türk – Amerikan ilişkilerine şekil vermiş, Türk – Amerikan ilişkilerinin şekline, bir bakıma, Türk -Sovyet ilişkilerini şekillendirmiştir.

 

Türkiye’nin Yunanistan’la ilişkileri, yaklaşık otuz yıldan beri çalkantılar içinde devam etmektedir. Bu çal­kantılar Kıbrıs meselesi ile başlamış ve 1974 Kıbrıs buhranından sonra buna bir de, Ege meselesi eklenmiş­tir. Fakat temel anlaşmazlık Kıbrıs meselesine dayanmaktadır.

 

Orta Doğu ile ilişkilerimiz, bu meseleden en az etkilenen bir dış politika faaliyet alanımızdır. Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerinin temel faktörü İsrail olmuştur. İsrail meselesinde onlara yaklaşabildiğimiz öl­çüde ilişkilerimiz gelişme göstermiştir. Fakat unutmamak gerekir ki, Türkiye’yi başlangıçta Arap ülkelerine yaklaşmaya götüren esas mesele, Arapların Kıbrıs meselesinde ve bilhassa Birleşmiş Milletler’de Türkiye’yi desteklemeleri olmuştur. Arap ülkeleri, kendilerinin İsrail meselesi ile Türkiye’nin Kıbrıs meselesi arasında bir bağ kurunca, Türkiye de İsrail politikasına yeni bir şekil vermek zorunda kalmış ve 1967’deki Arap – İsrail sa­vaşı da, bu yeni politikanın ilk uygulamasına imkân vermiştir.

 

  1. Kıbrıs Buhranları

 

Kıbrıs, 1877-78 Osmanlı – Rus Savaşı’nda Osmanlıları destekleme karşılığında 1878’de İngiltere’ye ge­çici olarak bırakılmıştır. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nın başında, Kıbrıs’ı bir oldubittiye getirerek ilhak etti­ğini açıklamıştır.

 

Kıbrıs İngiltere’nin yönetimi altında iken adanın Yu­nanistan’a bağlanmasını amaçlayan ENOSİS (birleşme) çabalarını arttırmış ve 1955’te EOKA adında bir örgüt kurdurmuştur. Kıbrıs daha sonra Zürih ve Londra Ant­laşmalarıyla 1960 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu antlaşmalarda Türkiye Yunanistan ve İngiltere garantör devletler olmuşlardır. Fakat Kıbrıslı Rumlar, adadaki Türkleri yok etmek için Aralık 1963’te saldırıya geçerek çocuk kadın yaşlılar da dahil binlerce soydaşımızı öldürmüşlerdir.

 

Birinci Kıbrıs Barış Harekâtı (1974)

Rumlar, 1974’te Yunan hükümeti tarafından desteklenen Rum Milli Muhafız Ordusu ve EOKA örgütü ile Kıbrıs’ta darbe yaparak adayı Yunanistan’a bağlamak istemiştir. Bunun üzerine garantör devletlerden olan Türkiye, 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs’a havadan indirme ve denizden çıkarma yapmaya başladı.1 gün içeri­sinde yani 21 Temmuz’dan itibaren Türk askerleri Rumlara karşı kesin üstünlük sağladı.

 

İkinci Kıbrıs Barış Harekâtı (1974 – 1975)

İkinci Cenevre Konferansı’nın başarısızlığa uğraması üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri İkinci Barış Harekâtı’na başladı.14 Ağustos’ta başlayan taarruz Türk birliklerinin üstünlüğüyle sonuçlandı.

 

Kıbrıs Barış Harekâtı ile Kıbrıslı Türklerin can güvenlikleri sağlanmış, Rumların Enosis hayali Akdeniz’in karanlık sularına gömülmüştür. Bu savaşta; 498 Türk askeri, 70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıslı Türk şehit ol­muştur.

 

Türkiye, bu harekâtı ile kendi güvenliğini ve Kıbrıslı Türklerin güvenliğini tehlikeye atacak girişimlere hiçbir zaman seyirci kalmayacağını dünyaya fiilen kanıtlamış oluyordu.

 

13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devlet’i, 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi. Kıbrıs’ta Türk ve Rumlar arasında yapılan tüm görüşmelerde, Rumların uzlaşmaz tutumları nedeniyle günümüze kadar bir sonuç alınamamıştır.

 

Megalo İdea

Yunanlı şair Rigos tarafından ortaya atılan, Megalo idea – büyük ülkü – fikri çerçevesinde Büyük Yunanistan’ı kurma hayalidir. Yunanistan’ın Megalo idea fikri ile başlangıçtan beri ger­çekleştirmek istediği faaliyetler şunlardır:

  • Yunanistan’ın bağımsızlığının sağlanması,
  • Batı Trakya ve Selanik’in Yunanistan’a ilhakı,
  • Ege adalarını Yunanistan’a ilhakı,
  • Oniki Adaların Yunanistan’a ilhakı,
  • Girit adasını Yunanistan’a ilhakı,
  • Batı Anadolu’nun Yunanistan’a ilhakı,
  • Pontus Rum devletinin kurulması,
  • Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhakı,
  • İmroz ve Bozcaada’nın Yunanistan’a ilhakı,
  • İstanbul’un Türkler’den geri alınarak Bizans İmparatorluğu’nu yeniden kurmak, böylece Me­galo İdea gerçekleşecekti.

 

  1. Türk-Amerikan İlişkileri

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki Türk-Amerikan ilişkileri iki ana bölüme ayrılır:

  • 1945-1960 arasında bu ilişkiler, sarsıntısız, sağlam ve tam bir dayanışma gösterir. Bu ilişkileri sarsa­cak ciddi bir anlaşmazlık ortaya çıkmamıştır. Bu ilişkiler gerçek anlamda bir dostluk ilişkisidir ve Ame­rika, Türk dış politikasının en kuvvetli dayanağıdır. NATO bile Türkiye için Amerika demektir.
  • 1960’dan itibaren Türk – Amerikan ilişkilerinde değişmeler başlamıştır. 1960 – 1980 dönemi, Türk -Amerikan ilişkilerinin inişler-çıkışlar, çalkantılar, sarsıntılar ve krizler dönemidir. Özellikle iki büyük ge­lişme -Amerika’nın iki büyük hatası- yani 5 Haziran 1964 Johnson mektubu ve 1975 -1978 ambargosu, Türk – Amerikan ilişkileri üzerinde etkili olmuştur. Bu etkiler ise Türk dış politikasında küçümseneme­yecek ölçüde, yapı değişikliğine sebep olmuştur. Türk – Amerikan ilişkilerinin bu gelişmesi, Türkiye’yi, Sovyetlerle olan ilişkilerini yeniden değerlendirmeye götürmüştür. Öte yandan, Türkiye’nin Orta Doğu politikası da, aynı etkilerle yeni bir şekil almaya başlamıştır.

 

Türkiye’de Amerika hakkında ilk şüphelerin doğmasına sebep olan Küba krizi ve füzeler meselesidir. Sovyetlerin Kü­ba’ya yerleştirdikleri füzeleri geri çekmelerine karşılık, Ame­rika’nın da, Türkiye’deki, modası geçmiş, fakat Amerika’nın Türkiye’yi füzelerle desteklediğinin bir simgesi olan, Jüpiter fü­zelerini sökmesi, hiç şüphesiz dünyayı, 1962 Ekim’inde, bir nük­leer savaşın eşiğinden döndürmüştür. Küba Krizi, milletlerarası politikanın ne derece tehlikeli bir yapıya ulaştığını göstermiş ve büyük devletler, bu yapıyı daha tehlikesiz hale getirmenin ted­birlerini aramaya başlamışlardır.

 

Jüpiter füzelerinin sökülmesi Türk kamuoyunda hoşnutsuz­luk yaratmıştır. Amerika, istediği zaman, Türkiye’nin güvenliğini ve hatta varlığını tehlikeye sokabilecek kararları almaktan çekin­meyecektir. İkincisi bu gelişme, Amerika’nın kendi menfaatlerini müttefiklerinin üstünde tuttuğunun bir işaretini de taşımaktaydı. Amerika Küba’daki Sovyet füzelerinin geri çekerek kendi gü­venliğini bir tehlikeden kurtarırken, Jüpiter füzelerini de Türkiye’den sökerek Türkiye’nin Sovyetler karşısın­daki güvenliğini zayıflatmış olmaktaydı.

 

1964 Ağustos ayında Ankara sokaklarında üniversite gençliği­nin yaptığı gösterilerde, ilk defa Amerika aleyhine sözler söyleniyor ve yine ilk defa “Go Home” pankartı taşınıyordu. Başbakan İsmet İnönü ise, bir kabine toplantısında, “Dostlarımız ve düşmanlarımız bize karşı birleşmiştir” diyordu.

 

1964 sonundan itibaren Türk – Sovyet ilişkileri devamlı yükse­len bir çizgi çizerken, aynı dönemde Türk-Amerikan ilişkileri de, bir yandan soğukluğunu sürdürüp, bir yandan da bir takım sorunlar ile karşılaşmıştır.

 

Türk hükümeti 1966 Nisan’ında Amerika’ya müracaat ederek daha önce yapılan ikili anlaşmaların yeniden düzenlenmesi gerektiğini bildirmiş ve Amerika da bu teklifi kabul etmiştir.1967 Ocak ayında bu düzenleme için Türk – Amerikan müzakereleri başlamıştır. Bu müzakereler ve çalışmalar sonunda 3 Temmuz 1969’da Sa­vunma İşbirliği Antlaşması imzalandı. Gizli olan bu antlaşma, 1970 Ocak ayında Büyük Millet Meclisi ile Senato’nun gizli oturumlarında üyelere açıklanmış ve 7 Şubat 1970’de de Başbakan Demirel tarafından yapılan bir basın toplantısında, ancak temel prensipleri hakkında bilgi verilmiştir. Bu prensiplerin başında “karşılıklı egemenlik ve eşitlik” prensibi gelmekteydi. Tesis ve üslerde Türkiye’nin izni olmadan hiç bir hareket yapıla­mayacaktı. Üslerin “ortak kullanımı” esastı. Türkiye üs ve tesislerde, “tam ve kesin” kontrol ve denetim hak­kına sahipti. Yetkili Türk makamları gerekli gördükleri her zaman, bu üs ve tesisleri denetleyebileceklerdi. Nihayet bu üs ve tesislerin faaliyetleri hiç bir zaman NATO’nun amaçlarının dışına çıkamayacaktı.

 

Amerikalı personelin görev ve yetkileri konusunda da Türkiye ile Amerika arasında 24 Eylül 1968’de bir ant­laşma imzalanarak, yetki ve ayrıcalıkların kullanılışı Türkiye’nin egemenliği ile uyuşur hale getirilmiş ve kont­rol altına alınmıştır.

 

1974 Kıbrıs harekatından sonra, Amerika’nın 1975 Şubat’ından itibaren uygulamaya başladığı ve 1978 Eylül’üne kadar devam eden ambargo ise, 1969 Savunma İşbirliği Antlaşması’nın Türk – Amerikan ilişkilerine getirdiği yumuşamaya ağır bir darbe indirmiş ve bu ilişkilerde ciddi sarsıntılara sebep olmuştur. Kıbrıs konu­sundaki açıklamalarımızda da söylediğimiz gibi, ambargo üzerine Türkiye, 3 Temmuz 1969 antlaşmasını yü­rürlükten kaldırdı ve 25 Temmuz 1975’ten itibaren Türkiye’deki bütün Amerikan üs ve tesislerine el koydu. Her ne kadar 26 Mart 1976’da yeni bir antlaşma yapıldı ise de bu antlaşma bir türlü yürürlüğe konamadı ve sonuçta 29 Mart 1980‘de, 1969 ve 1976 antlaşmalarının yerini alan, üs ve tesisler üzerinde Türkiye’nin ege­menlik haklarını tam manasıyla gerçekleştiren, Savunma ve Ekonomik işbirliği Antlaşması imzalandı.

 

Ambargonun kalktığı 1978 Eylülü ile Türkiye’de rejim değişikliğinin ortaya çıktığı 12 Eylül 1980 tarihleri arasında, Türkiye’nin içine düştüğü kargaşa, siyasi istikrarsızlık, anarşi ve terör, belki de Türkiye’den fazla Amerika için korkulu günler olmuştur. Bu sebeplerden dolayı Türkiye’de 12 Eylül 1980 hareketi Ame­rika tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Çünkü istikrar Türkiye’ye yeniden geliyordu. 1980 Kasımında Amerika’da Başkanlık seçimini Ronald Reagan’ın kazanması ve Reagan’ın dış politikası, Türkiye ile Amerika arasında yeni bir yakınlaşma dönemine ortam hazırlamıştır.

 

  1. Türk – Sovyet İlişkileri

1960’ların başından itibaren Türk – Sovyet ilişkileri olumsuz bir havada gerçekleşmişti. Türkiye, 1960 yılı­nın başlarında Sovyetlerle ilişkileri düzeltmek İçin harekete geçmiş ise de, 27 Mayıs 1960 darbesi ile bu giri­şim gerçekleşememiştir. 27 Mayıs askeri idaresinin başında Sovyet Rusya, bu iktidar değişikliğini ve Amerika’ya çok bağlı olan bir iktidarın düşürülmesini fırsat bilerek Türkiye’ye bir yanaşma girişiminde bulun­muş; askeri idarenin, Türkiye’nin Batı ülkeleriyle dost kalma kararı, Sovyetlerin, umduklarını bulamamalarına sebep olmuştur.

1961 Ekim seçimleri ile Türkiye’de demokratik rejim yeniden kurulduktan sonra ve 1964 Kıbrıs buhranlarına kadar olan dönemde, Türk-Sovyet ilişkileri soğukluğun­dan hiçbir şey kaybetmemekle beraber, iki devlet ara­sında bazı temaslar olmuştur. Fakat bunda, Türkiye’nin Sovyetlerle gereksiz yere sürtüşmeye girmeme çabası büyük rol oynamıştı.

 

1964 Kıbrıs Buhranı, Türk-Sovyet ilişkilerini daha da gerginleştirmişti. Çünkü Sovyet Rusya Rumlardan yana bir siyaset izlemişti.

 

1965’lerden itibaren Türkiye’nin ABD ile sorunlar yaşamasının da etkisiyle, Türk – Sovyet ilişkilerinde dü­zelme olmuşsa da 1970’li yıllarla birlikte Türk – Sovyet ilişkilerindeki bu tatlı hava sona ermeye başlamış ve ilişkileri bir durgunluk ve hatta yeniden soğukluk dönemine girmiştir. 1968’de Türkiye’de başlayan sol hare­ket ve kaynaşmaları giderek anarşi ve teröre dönüşürken, Sovyet kontrolü altında bulunan sosyalist ülkele­rin basın ve yayın organları, bir yandan Türkiye’deki rejim aleyhine yayınlar yapmış, bir yandan da anarşi ve terörün kışkırtıcısı olmuşlardır.

 

Türkiye’nin 1974 Kıbrıs harekatına Sovyet Rusya’nın karşı çıkması ve 23 Ağustos 1974 deklarasyonu ile Türk askerinin adadan çekilmesini istemesi, Garanti Antlaşması’nı geçeriz sayması ve Kıbrıs sorununun mil­letlerarası bir konferansta ele alınmasını istemesi; ilişkileri daha da gerginleştirmiştir. 1963 -1964 Kıbrıs buh­ranında Sovyetler, dışarıdan müdahaleye, yani Türkiye’nin adaya ayak basmasına karşı gelmişlerdi. Şimdi ise, Türkiye adaya ayak bastığı gibi, adanın üçte birini de kontrolü altına almıştı. Dolayısıyla bu durum Sov­yetlerin hoşuna gitmemişti. Bu sebeple, 1974 Kıbrıs buhranında Türkiye’nin karşısına çıkan devletlerden biri de Sovyet Rusya olmuştur.

 

Sovyetlerin Türkiye’den yüz çevirmesinde, Yunanistan’daki gelişmeler de rol oynamıştır. Türkiye’nin birinci Kıbrıs harekâtı üzerine 23 Temmuz’da Yunanistan’da askeri rejimin işbaşından çekilmesi ve Karamanlis hü­kümetinin kurulması ve Yunanistan’ın NATO’dan çıkması ve bilhassa bu sonuncu faktör, Sovyetleri çok se­vindirmiş ve Yunanistan’a yaklaşmıştır.

 

Sonuçta, Sovyetleri sevindirecek bir ikinci gelişme daha oldu. Amerikan silah ambargosunun, Şubat 1975 ile Eylül 1978 arasında, Türk – Amerikan ilişkilerini tahrip etmesi ve ambargonun olumsuz sonuçlarının 1978’den sonra da devam etmesi, Sovyetleri memnun etmesine rağmen iki ülke arasında ilişkiler normale dön­memiştir.

 

Amerikan Kongresi 1978’de Türkiye’ye uyguladığı ambargoyu kaldırmaya karar verdiği zaman, Yunanis­tan’dan sonra, buna karşı gelen ikinci devlet Sovyet Rusya oldu. Sovyet Rusya, Türkiye’nin silahlanmasını ve Türk – Amerikan ilişkilerinin düzelmesinden hiç hoşlanmadığını açığa vurmaktan çekinmedi. Moskova, am­bargonun kaldırılıp, Türkiye’ye silah verilmesini, barış için bir tehlike ve Doğu Akdeniz ve Ege’de bir denge­sizliğin kurulması olarak görmüştür. Tabi, Sovyetlerin bu tepkisi Türkiye tarafından hiç de hoş karşılanmamıştır.

 

SONUÇ

12 Eylül 1980 harekâtı olduğunda, Türk – Sovyet ilişkileri tam bir durgunluk ve hatta soğukluk içinde bulunuyordu. 12 Eylül rejiminin anarşi ve terörü ezmedeki kararlılığı ve başarısı ve ayrıca 1980 Kasım seçimlerinde Amerika’da Reagan idaresinin işbaşına gelir gelmez Türkiye ile çok yakın ilişkileri kur­maya önem vermesi, Sovyetleri memnun etmemiştir. Fakat 12 Eylül idaresinin, ülkede huzurun sağ­lanmasında önemli adımlar atmasından sonra dış politikaya daha fazla eğilmeye başlamasıyla birlikte, çok yönlü dış politikaya yönelmesi, Sovyetlerle olan ilişkilerin de yumuşaması sonucunu doğurmuş­tur. 12 Eylül idaresi, Amerika ile olan ilişkileri kuvvetlendirirken, Sovyetlere tamamen sırt çevirme gibi bir yola gitmek istememiştir. 

  1. Türk – Yunan İlişkileri

 

1960-1980 arasındaki Türk-Yunan ilişkilerini, 1974 ön­cesi ve 1974 sonrası diye iki kısımda ele almak gerekir.

  • 1974 öncesindeki ilişkiler tamamen Kıbrıs meselesi etrafında dönmüş ve Batı Trakya Türkleri, Ege ada­larının silahlandırılması gibi meseleler daha geri planda kalmış,
  • 1974 sonrası Türk – Yunan ilişkilerinin meseleleri Kıbrıs’tan uzaklaşmış ve Ege Denizi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunlar da kıt’a sahanlığı, karasularının genişliği, hava kontrol sahası gibi sorunlardır.

Lozan Antlaşması’na aykırı olarak Yunanistan’ın Ege adalarını silahlandırmış olması da, Türkiye’yi rahat­sız etmiştir.

1954 -1959 arasındaki Kıbrıs meselesi, Türk-Yunan ilişkilerini oldukça sarsmış ise de, NATO’nun aracı­lığı ile gerçekleştirilen 1959 Londra ve Zürih Antlaşmaları ve Kıbrıs’ın bağımsız bir cumhuriyet olarak ortaya çıkışı, havayı tekrar yumuşatmıştır. Bu ilişkiler 1954’den önceki şekline dönmemiş, fakat aradaki soğukluk za­manla azalmış ve iki devlet NATO’nun güneydoğu kanadı olarak yeniden bir işbirliği havası içine girmişlerdir.

 

Fakat 1963 – 1964 Kıbrıs buhranı ile beraber, Türk – Yunan ilişkileri eskisinden daha şiddetli bir gerginlik dönemine girmiştir. Bu buhran sırasında Makarios ve Kıbrıs Rumlarının insanlık dışı saldırıları karşısında Yunanistan, bu saldırıların önlenmesi ve krizin yok edilmesi için yardımcı olacağı yerde, aksine bu saldırıların destekçisi olmuştur. Çünkü bu buhran süresince Yunanistan’ın ümidi, Enosis’in gerçekleşmesi, yani adanın bir bütün olarak Yunanistan’ın eline geçmesi idi. Enosis hayali ile Yunanistan, Türkiye ile dostluğun ve yakın iliş­kilerin getirebileceği bütün avantajları bir kenara itivermişti.

 

1967 – 1974 arasındaki Yunan cuntası ise, Türk – Yunan ilişkileri konusunda, kendinden önceki sivil hükümetlerden çok daha düşüncesiz çıkmıştır. Cunta, kendi siyasi iktidarını Enosis ile perçinlemekten başka bir şey düşünmemiştir. Bu yüzden de Türkiye ile ilişkilerini bozmaktan çekinmemiştir. Fakat bu politikasında tam bir başarısızlığa uğramıştır. 1967 Enosis teşebbüsü sonunda, Kıbrıs’taki 12.000 Yunan askerini geri çekmek zorunda kaldığı gibi, 1974 Enosis teşebbüsü ise, cuntanın kendi başını yemiştir. Ne var ki, 1974 Kıbrıs buh­ranından Türk-Yunan ilişkileri, bir harabe halinde çıkmış ve Türkiye ile olan ilişkilerindeki yıkıntıları bugüne kadar tamir etmek de mümkün olmamıştır. Çünkü bu yıkıntıların üzerine, 1974’den sonra yeni sorunlar yığıl­mıştır.

 

  1. Türkiye ve Orta Doğu

Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerinde; birbirinden farklı üç dönem vardır:

  • Birinci dönem, 1950 -1960 arası,
  • İkinci dönem 1963 -1964 Kıbrıs buhranından 1973 Petrol Krizine kadar olan dönem,
  • Üçüncü dönem de 1973’den sonraki dönemdir.

 

1955 -1959 arasında Orta Doğu bölgesindeki Doğu – Batı çatışmalarında gördüğümüz gibi, bu dönemde Türkiye de Orta Doğu ülkeleri ile bir çatışma, içinde olmuştur. Bunun da sebebi, soğuk savaş yılları olan bu dönemde Türkiye Sovyet tehdidini ağır bir şekilde üzerinde hissetmiş, bunun için NATO’ya girmiş ve Sovyet Rusya’nın Orta Doğuya sızmak istemesi ve Arap ülkelerinin de bu sızmayı kolaylaştırıcı davranışlarda bulun­maları, Türkiye’yi ürkütmüştür. Başka bir deyişle, Türkiye bu dönemde Batı’ya dayanırken, Orta Doğu ülke­leri Batı ile çatışma içinde olmuşlardır. Bu farklılık, Türkiye’nin Arap ülkeleri ile bir diyaloga sahip olmasını önlemiştir.

 

1963 – 1964 Kıbrıs buhranından 1973 petrol krizine kadar olan dönem ise, Türkiye’nin Orta Doğu’ya ve Arap ülkelerine yaklaşma politikasına ağırlık verdiği ve 1973 petrol krizinden günümüze kadar olan süre ise, Arap dünyasının Türkiye’nin küresel dış politikasında temel unsur olarak yer aldığı bir dönemdir. Bu dönemde, Türk dış politikası, bir yanda Batı ittifakına dayanırken, öte yandan da, Batı ittifakı ile olan ilişkilerini, Orta Doğu politikası ile uyumlu halde tutmaya özen göstermiştir.

 

1973 Arap – İsrail savaşının yarattığı petrol krizi, Türkiye’yi Orta Doğu ülkelerine daha fazla yaklaştırmış­tır. Bunun da iki sebebi vardır:

  1. 1973’ten sonra ham petrol fiyatlarının hızla artması, Türkiye’yi kredili petrol alımı meselesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Çünkü 1972 yılında 300 milyon dolar kadar olan Türkiye’nin ham petrol faturası, bir kaç yıl sonra birkaç milyar dolara çıkınca, Türkiye’nin ihracatı ve döviz girdileri bu fa­turayı karşılayamaz olmuştur. Buna paralel olarak, 1977’den itibaren enflasyon oranı hızla yükselmeye baş­layınca, Türkiye petrol üreticisi Arap ülkelerinden kredi ile petrol almak zorunda kalmıştır. Bu ise Türkiye’yi, Orta Doğu politikasında Araplar tarafına daha da fazla kaymaya zorlamıştır.
  2. Yine petrol faturasını karşılamak için, Türkiye’nin Arap ülkelerine ihracatını arttırma ça­bası içine girmesidir. Bu ülkelerle ticari ilişkilerin geliş­tirilmesi ve ihracatın arttırılması ise, her şeyden önce, siyasi ilişkilerin geliştirilmesini zorunlu kılmaktaydı. Özellikle gıda maddeleri ve tüketim maddeleri ihracatını arttırmak için Türkiye Orta Doğu pazarına girmek zo­rundaydı. İşte bu ortamda 1978 Eylül’ünde imzalanan ve bütün Arap dünyasında tepkilerle karşılanan Camp David antlaşmalarını Türkiye de reddetmiştir.

 

12 Eylül 1980’den itibaren Türkiye’nin Orta Doğu politikası yeni bir dinamizm kazanmış ve 12 Eylül İda­resi yeni ve dinamik bir Arap politikası takip etmiştir. 14 Aralık 1981 de İsrail parlamentosu Golan Tepeleri’ni ilhak kararı aldığı zaman da Türkiye bunu protesto etmiş ve bu ilhakı da tanımamıştır.

 

  1. TÜRKİYE’DE MEYDANA GELEN OLAYLAR

 

  1. 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi

“Başbakanını idama Götüren Darbe”

 

1950’li yıllar ile birlikte Türkiye, Demokrat Parti’nin iktidar olması sonucu siyasal alanda ilk kez çok partili yaşam deneyimine kavuşmuştu. Siyasette demokratik özgürlüklerin, ekonomide liberal görüşün savunucusu olan DP, 1950 seçimlerini kazanarak iktidara geldi; 1954 seçimlerinde daha büyük bir çoğunluk kazandı. Tür­kiye’de demokrasi işlemeğe başlamış, fakat gerekli kanun değişiklikleri yapılmamıştı. Parti programında yer almasına rağmen Demokrat Parti de antidemokratik kanunları kaldırmada, yeni rejimin gereği olan kurumları ve özgürlükleri yerleştirmede ağır kalıyordu.

 

DP’nin 1954 seçimlerinden sonra TBMM’de ezici bir üstünlük sağlaması ve bazı kesimlere göre bu üs­tünlüğünü antidemokratik bir yönde kullanmaya başlamış olması (özgürlüklerin kısıtlanması, devlet radyosu­nun parti organı gibi kullanılması, muhalefete, basına ve aydınlara karşı baskı uygulanması), 1957’de ağırlaşan ekonomik bunalımın da etkisiyle, ülkede siyasî havayı giderek elektriklendirmişti. 1957 seçimlerinden hemen sonra başlayan olaylar, muhalefet partilerinin de faaliyetleriyle, ulusal birliği tehdit eder duruma gelmişti.

 

Türk ulusunun birliğini, ülke bütünlüğünü ve cumhuriyeti korumakla görevli olan Türk Silâhlı Kuvvetleri, “kardeş kavgasına son vermek” sloganıyla 27 Mayıs 1960 günü, kansız bir hükümet darbesi yaparak, De­mokrat Parti iktidarını devirdi, cumhurbaşkanını, başbakan ve bakanları, DP milletvekilleriyle parti yöneticile­rini ve diğerlerini tutukladı, iktidara fiilen el koydu.

 

Milli Birlik İktidarı

Darbenin amacı kötü gidişi durdurarak demokratik -özgürlükçü bir düzen- kurmaktı. Bunun için “insan hak ve özgürlüklerini, ulusal dayanışmayı, sosyal adaleti, bireyin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi” öngören bir Anayasa yapmak gerekiyordu.

 

Darbe hareketi sonucunda iktidara gelen ve subaylardan oluşan Millî Birlik Komitesi gerekli hazırlıklara gi­rişti. Bir Kurucu Meclis toplandı. Bu meclis yeni bir Anayasa hazırladı ve kabul etti. Kabul edilen Anayasa halkoyuna sunuldu ve halk tarafından da onaylandı (1961). Aynı yıl seçimler yapıldı ve Silâhlı Kuvvetler ikti­darı sivil yönetime devretti.

 

Adnan Menderes (1899 – 1961)

Aydın’ın büyük toprak sahiplerinden Adnan Menderes, İz­mir’in işgaliyle birlikte ulusal harekete destek verdi. 1930’da Aydın’da çiftçilik yaparken, Serbest Cumhuriyet Fırkası’na katıldı. Bu partinin kapatılması üzerine, Aydın milletvekili olarak CHP’ye girdi. 1945 yılında çıkarılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na muhalefet ederek CHP’den ayrıldı. Bunun üzerine DP’nin ku­ruluşuna öncülük etti. 1950 seçimlerinden sonra DP başkanı Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı olması üzerine, DP genel baş­kanı ve başbakan oldu. 27 Mayıs 1960’daki askeri darbe so­nucu iktidardan indirildi, yargılandı ve 1961’de idam edildi. Adnan Menderes, Türkiye’de ilk kez demokratik bir seçimle ik­tidara gelen ve ilk kez bir askeri darbe sonucu devrilen hükümet başkanıdır.

 

Özgürlükçü demokratik düzenin temel öğeleri olarak, yasaların Anayasa’ya uygunluğunu denetleyen Ana­yasa Mahkemesi ve çift meclis sistemi bu dönemde kuruldu; çalışanların haklarını savunan sendikalar, grev ve toplu sözleşme haklarını daha etkili olarak kullanmaya başladılar; basın özgürlüğü gerçekleşti, üniversite­lerin özerkliği, hâkimlerin güvencesi sağlandı.

 

Bu arada, Yassı ada duruşmalarında, özel bir kanunla kurulmuş “Yüksek Adalet Divanı“nca ve topluca yargılanan DP sorumluları, çeşitli cezalara çarptırıldılar: içlerinden üçü (Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan) idam edildiler; çeşitli hapis cezalarına mahkûm edilenler, ülkede sivil iktidarın yeniden kurulmasından sonra çıkarılan bir af kanunundan yararlandılar ve si­yasî haklarını da elde ettiler.

 

Milli Birlik Komitesi

 

27 Mayıs 1960’ta Türk Silâhlı Kuvvetleri adına ülkeyi yönetmek ve yasama görevini yapmak üzere ku­ruldu. Darbe hareketine katılan her sınıftan çeşitli rütbede 37 subaydan oluşan komitenin başkanı orgeneral Cemal Gürsel, aynı zamanda devlet başkanı ve Silâhlı Kuvvetler başkomutanıydı. Komite üyelerinin 14’ler dı­şında kalan kısmına yeni Anayasa ile süresiz olarak Cumhuriyet Senatosu üyeliği hakkı verildi. Bunlara tabii ve temelli senatör de denir.

 

14’LER OLAYI

 

Millî Birlik Komitesi üyelerinden bir kısmı iktidarın kısa sürede sivil yönetime devredilmesine karşıydı. Bun­lara göre Darbe yönetimi birkaç yıl daha iktidarda kalmalı, temel reformların hepsini yapmalı, ondan sonra ik­tidarı sivil yönetime bırakmalıydı. Komitenin çoğunluğu ana amacı göz önüne alarak bunu kabul etmedi ve azınlıkta kalan 14 üye 13 Kasım 1960 gecesi tutuklanarak yurt dışına gönderildi; on dörtlerin elçilik danış­manı olarak görevlendirildikleri ülkelerde bir süre kaldıktan sonra yurda dönmelerine izin verildi.

 

Milli Birlik Komitesi 12 Haziran 1960 da geçici bir yasa yayınlayarak 27 Mayıs harekâtını anayasal bir te­mele oturtmuştur.

Anayasayı yapan Kurucu Meclis Milli Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi’nden oluşmaktadır.

1961 Anayasası; Temel hak ve özgürlükler alanında geniş bir düzenlemeye gitmiş, parlamenter sisteme uygun güçler ayrılığı prensibine yer vermiştir.

 

  1. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi

12 Eylül Darbesi, Türkiye’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahaledir. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtıra­sının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir.

 

Bu müdahale ile Süleyman Demirel’in Başbakan’ı olduğu hü­kümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi kapatıldı, 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kal­dırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden şekillendiği bir askeri dönem başladı. Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü.12 Eylül 1980 ardından partiler kapatıldı, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Bu durum, si­yasi partilerin sürekliliği konusunda büyük sorunlar yaşayan Türkiye’de siyasi temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturdu, siyasi gelenekler geçici de olsa değiştirildi.

 

Darbenin Gerekçeleri

  • Siyasi Çalkantılar

12 Eylül 1980 askeri darbesinin nedenleri arasında ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler, Türkiye Büyük Mil­let Meclisi’nin birçok tur ardından Cumhurbaşkanı’nı seçememesi ve darbe liderlerinin şeriat amaçlı bir düzen getirme girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi gösterilmiştir.

 

  • Ekonomik Bunalımlar

Dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel’in “70 sente muhtacız” sözü ile özetlenen dış ticaret açığın­daki artış, döviz sıkıntısı ve işsizlik ülkede bunalımlara yol açmıştır.

  • Siyasal ve toplumsal şiddet olayları

Sağ – sol gerginliği bireysel ve kitlesel siyasi cinayetlere neden olmuş, Emniyet Teşkilatı bile ikiye bö­lünmüştür. Darbe öncesinde siyasi cinayetlerin sayısı günden güne artmıştır.

 

Kahramanmaraş Katliamı

Kahramanmaraş olayları, 19 Aralık – 26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta meydana gelen, Cumhuriyet ta­rihinin en önemli katliamlarından biridir. 12 Eylül Darbesi’ne gerekçe olarak kullanılan ya da hazırlanan olay­lardan biri olarak kabul edilir.

 

Olaya siyasi çatışmalar ve mezhep ayrılıkları neden olmuştur. Günlerce süren saldırıları önlemekte yerel güvenlik güçleri yetersiz kalınca Kayseri ve Gaziantep’ten askeri birlikler gönderildi. Bu arada İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı istifa etti ve yerine Hasan Fehmi Güneş getirildi.

 

Olaylar nedeni ile Diyarbakır, İzmir, Suriye, İran, Irak gibi sınır boylarını çevreleyen iller de dâhil olmak üzere birçok ilde sıkıyönetim ilanı gündeme gelmiş ve 26 Aralık 1978 saat 07.00 den itibaren İstanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Adana, Elazığ, Bingöl, Erzurum, Erzincan, Antep, Kars, Malatya, Sivas ve Urfa olmak üzere, toplam 13 ilde Sıkıyönetim ilan edilmiştir. Daha sonra bu illerin sayısı artırılmıştır.

 

Sıkıyönetim mahkemelerinde açılan davalar 1991 yılına kadar sürmüş, çoğunlukla sağ ve aşırı sol görüşlü olarak nitelenen toplam 804 kişi hakkında dava açılmış; sanıklardan 29 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1 – 24 yıl arasında hapis cezaları ile cezalandırılmıştır.

 

Olayların gelişimi

 

Siyasal nedenlerle körüklenen gerginliğin tırmandığı bir dönemde, 19 Aralık’ta kentteki Çiçek Sineması’na, “Güneş Ne Zaman Doğacak” isimli filmin gösteriminde, patlayıcı madde atıldı. Bombalama eyleminin karşıt görüşlü kişiler tarafından yapıldığını İleri süren kalabalık bir grup CHP il merkezine, PTT ve TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme Ve Dayanışma Derneği) binalarına saldırdı. 21 Aralık öğle saatlerinde iki öğretmen si­lahlı saldırı sonucu yaşamlarını yitirdi.

 

22 Aralık’ta öğretmenlerin cenazeleri kaldırılırken büyük olaylar oldu. Cenazelerin getirildiği camide bulu­nan bir grup, ölenlerin cenaze namazının kılınmasına karşı çıkarak namazın kılınmasını engellerken bir yan­dan da cenaze törenine katılanların camileri ateşe verdiği söylentisi kentin mahallelerine hızla yayıldı. Bunun üzerine harekete geçen silahlı ve sopalı kalabalık gruplar Kahramanmaraş’ın bazı mahallelerine saldırdılar. Bunun ertesinde ve toplamda üç gün süren saldırılar sonucunda; Resmi verilere göre 105 kişi öldü, 176 kişi yaralandı, 210 ev, 70 işyeri tahrip edildi. Resmi olmayan beyanlara göre ise ölü sayısı 500’e yakındır. Bütün bu saldırılarda saldırganlar kolluk kuvvetlerinin (polis ve asker) herhangi bir müdahalesi ile karşılaşmadılar.

 

TSK’nın Uyarı Mektubu

 

27 Aralık 1979’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Ulusu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tah­sin Şahinkaya ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’un imzasını taşıyan, ülkedeki iç karı­şıklıkla ilgili bir uyarı mektubu Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e gönderildi. 1 Ocak 1980’de Çankaya köşkünde Kenan Evren ve kuvvet komutanlarıyla bir görüşme yapıldı.

 

“Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gele­rek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müş­tereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.”

 

24 Ocak Kararları

 

Ekonomik istikrarsızlık, üretimin azalması ve karaborsacılığın oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırıl­ması için kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi serbest döviz kuru gibi ekonomik ön­lemler alınması kararlaştırılmıştır. Bunun için Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı başbakanlık müsteşarlığına atadı ve IMF ile bu kapsamda bir antlaşma imzalandı.

 

Darbe 

Milli Güvenlik Konseyi

12 Eylül tarihli 2 numaralı bildiriyle ülke genelinde 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general sıkıyönetim ko­mutanı atanmıştır. 7 numaralı bildiriyle siyasi partilerin faaliyetlerinin yasaklanmış olduğunu ve Türk Hava Ku­rumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki derneklerin faaliyetlerinin de durdurulmuş olduğunu duyurulmuştur. Emniyet Genel Müdürlüğü başta olmak üzere polis teşkilatı Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiştir.

20 Eylül’de Kenan Evren eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu‘yu başbakan olarak görevlendirmiş ve 21 Eylül’de Ulusu’nun sunduğu bakanlar kurulu listesi Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmıştır.

 

Hamzakoy ve Uzunada

 

Darbenin gece 03:00’da ilanından sonra aynı gün sabah saat 05:30’da Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’a Genelkurmay Başkanı Kenan Evren tarafından birer tebliğ gönderildi. Tüm tebliğlerde: “TSK yönetime el koymuştur. Hükümetiniz feshedilmiş, parlamento üyeliğiniz düşmüştür. Talimatı getiren suba­yın ikazlarına uyunuz” ifadesiyle birlikte gidecekleri ad­resler belirtilmektedir. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel için Hamzakoy Gelibolu adresi belirtilirken, Nec­mettin Erbakan’a ise Uzunada İzmir adres olarak verilir.

Ecevit ve Demirel eşleriyle birlikte aynı uçakla Hamzakoy’a götürülür. Yaklaşık bir ay boyunca, 11 Ekim 1980’e kadar burada kaldılar. Necmettin Erbakan aynı gün uçakla Uzunada’ya götürülür. Alparslan Türkeş evinde bulunamadığı için Milli Güvenlik Konseyi, 13 Eylül’de bir bildiri ile teslim olmaması halinde suçlu duruma düşeceğini be­lirtir. Bunun üzerine 14 Eylül’de Ankara Merkez Komutanlığı’na teslim olur ve Uzunada’ya gön­derilir.

 

1982 Anayasası

 

7 Kasım 1982 yılında yapılan Halkoylamasıyla %82.7 evet oyuna karşılık, %8.6 hayır oyuyla kabul edildi. Oy kullanırken iki renk hâkimdi: Mavi renk hayır, beyaz renk evet demekti. Kenan Evren yaptığı konuşmalarla halkı mavi oy vermemesi konusunda telkin ediyor ve çeşitli gazetelere mavi renkle ilgili sansür uygulanıyordu.

 

Darbe ardından geçen 3 yıl içerisinde önemli kanunların tamamına yakını değiştirildi ve askeri yönetimin belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan Anayasa, 1982 yılında yapılan ve aleyhte konuşmanın ve propaganda yapma­nın yasak olduğu “güdümlü” referandumda, yüzde 92’llk “Evet” oyu ile büyük farkla kabul edildi. Halk oylamasında ‘Hayır’ oyu kullananları sandık başında baskı altında tutmak için rengi dışarıdan görünen oy pusulaları kullandırıldığı iddia edildi ama bu, Anayasa’nın çok büyük çoğunlukla kabul edilmesini açık­layan tek neden değildi. Anayasa’nın kabulünün bir başka önemli etkeni olarak, ihtilal öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe etmesi ile de ifade edilir.

 

Aynı halk oylamasında, Kenan Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı seçildi. Kabul edilen Anayasa’da, askeri yönetim üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde, daha sonraki seçimlerle iktidara gelen hiçbir hü­kümet tarafından kaldırılmadı ve 12 Eylül liderlerinin dokunulmazlığı sürdü.

 

Anayasanın Özellikleri

 

  • Türk Anayasaları içinde hem madde sayısı hem de içeriği bakımından en uzun olanıdır.
  • 1961 Anayasası’na göre daha katıdır.
  • Yürütmeyi güçlendirmiştir.
  • Tek meclis sistemini benimsemiştir.

 

 

1961 – 82 Anayasalarının Hak ve Özgürlükler Açısından Değerlendirilmesi

 

1961 Anayasası hak ve özgürlükler açısından önceliği kişiye vermiş, buna karşılık, 82 Anayasası ön­celiği kişiye değil devlete vermiştir.

1982 Anayasası 61 Anayasası’na göre, daha az katılımcı bir demokrasi modelini benimsemiştir.

1961 döneminde sadece Demokrat Parti kapatıldığı halde 1982 döneminde bütün siyasi partiler ka­patılmıştır.

 

1983 Genel Seçimleri

6 Kasım 1983 genel seçimine, kapatılan eski siyasi partilerin hiçbiri katıla­madı. Yapılan genel seçimleri Anavatan Partisi kazandı, Halkçı Parti ikinci ve Milliyetçi Demokrasi Partisi de sürpriz bir şekilde üçüncü oldu. Seçimlerden sonra milletvekillerinin parti değiştirmeleri sonucunda Doğru Yol Partisi ve Sos­yal Demokrasi Partisi de meclise girdi. Daha sonra alınan başarısız seçim so­nuçları nedeniyle Milliyetçi Demokrasi Partisi kendisini feshetti, Halkçı Parti ise Sosyal Demokrasi Partisi ile birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti’yi kurdu.

 

Darbenin Sonuçları

  • 000 kişi gözaltına alındı.
  • 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
  • Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
  • 7 bin kişi için idam cezası istendi.
  • 517 kişiye idam cezası verildi.
  • Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı).
  • İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.
  • 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
  • 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
  • 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
  • 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
  • 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
  • 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
  • 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
  • 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
  • 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
  • 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
  • Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
  • 31 gazeteci cezaevine girdi.
  • 300 gazeteci saldırıya uğradı.
  • 3 gazeteci öldürüldü.
  • Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
  • 13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
  • Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
  • 14 kişi açlık grevinde öldü.
  • 16 kişi kaçarken vuruldu.
  • 95 kişi çatışmada öldü.
  • 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.
  • 43 kişinin intihar ettiği bildirildi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.