5. Ünite: Küreselleşen Dünya

5.ÜNİTE: KÜRESELLEŞEN DÜNYA

A. SSCB’DE DEĞİŞİM VE SONUÇLARI

1. SSCB’de Politika Değişiklikleri ve Nedenleri

Soğuk Savaşın taraflarından biri olan Doğu Bloku 1980’lerden itibaren büyük bir değişime mecbur kalmıştı. SSCB’nin mevcut sistemi işlemez durumdaydı. Buna rağmen SSCB bütün kaynaklarını nükleer silahlanmaya aktararak dünyadaki güçlü konumunu sürdürmek istiyordu. Fakat SSCB mevcut hâliyle bu yarışı sürdürecek güce sahip değildi.

Aynı zamanda SSCB’nin uydusu konumunda olan Sosyalist Blok içindeki ülkelerde daha fazla özgürlük ve bağımsızlık isteğiyle toplumsal olaylar başlamıştı. Gorbaçov, ocak 1987’de glasnostu, kasım ayında ise perestroikayı açıkladı. Gorbaçov bu hamlesiyle Sovyet komünizminin yapısını değiştirmeye karar vermişti.

Gorbaçov açıklık ve yeniden yapılanma programlarıyla, komünist iktidarın tepki çeken baskıcılığını, demokratik bazı uygulamalarla halk egemenliğine yaklaştırmak istiyordu. Ayrıca ekonomik yapıda radikal değişikliklerle ülke ekonomisini canlandırmayı, ekonomiye yeni bir dinamizm kazandırmayı ve Sosyalist Blok içindeki toplumsal olayları yatıştırmayı hedefliyordu. Böylece devlet yönetimi daha demokratikleşecek, ülke ekonomisi düzeltilerek ABD ile rekabet edebilecek hâle gelinecekti.

Gorbaçov, iktidarını güçlendirmek ve reformları gerçekleştirebilmek için güçlü bir siyasi destek istiyordu. SSCB’nin parlamentosu konumundaki Yüksek Sovyet’in Aralık 1988’deki toplantısında yetkileri genişletilen ve devlet başkanı seçilen Gorbaçov halktan da destek almak istiyordu. Bu amaçla çoğunluğu (2/3) halk tarafından seçilen üyelerden oluşan “Halk Temsilcileri Kongresi” kuruldu. Böylece halk ilk defa devlet yönetimine doğrudan katılma imkânı buldu.

Gorbaçov, siyasi otoritesini güçlendirdikten sonra glastnost ve perestroikaya uygun olarak verimliliği ve ürün kalitesini yükselten, sanayi ve araştırmada çalışanlara maddi-manevi teşvikler getiren kararlar aldı. Sanayi işletmelerine üretim hedeflerini ve ürün fiyatlarını belirlemede özgürlük tanıdı. 1988’de Sosyalist Teşebbüs Kanunu ile işletmelerin yöneticilerine geniş yetkiler verildi. Gorbaçov bu ve benzeri yeniliklerle kapitalist sistemin üretimde başarıyı sağlayan yöntemlerini sosyalist sistemin içinde kullanmaya çalışıyordu.

SSCB, 1989’da ani bir kararla 1979’dan beri işgal altında bulundurduğu Afganistan’dan çekildi. Ekonomide, sanayide ve teknolojide geri kalınması, nükleer silahların azaltılması isteğine Afganistan’ dan çekilme de eklenince süper güç SSCB imajı zedelendi.
2. SSCB’nin Dağılması

Gorbaçov perestroika ile siyasi sistemi, devlet örgütünü ve hükûmet yapısını yeniden düzenlemeyi hedeflemişti. Bunun için Gorbaçov, SSCB içindeki Letonya, Estonya ve Litvanya gibi cumhuriyetlerde başlayan bağımsızlık hareketlerine ve milliyetler sorununa çözüm bulmak için Aralık 1990’da “Egemen Devletler Birliği Antlaşması” fikrini ortaya attı. Gorbaçov, bu Antlaşma ile SSCB içindeki cumhuriyetler arasında daha sıkı bir ekonomik iş birliğini isterken birlik içindeki en büyük cumhuriyet olan Rusya Federasyonu’nun lideri Boris Yeltsin, Mayıs 1990’da serbest pazar ekonomisi ve ekonomik bağımsızlık isteyerek Haziran 1990’da bağımsızlığını ilan etmişti. Aynı zamanda SSCB içindeki birçok cumhuriyet de bağımsızlığını ilan etmişti.

Gorbaçov’un öne sürdüğü ve 10 cumhuriyet tarafından kabul edilen “Egemen Devletler Birliği Antlaşması”nın 20 Ağustos 1991 günü imzalanması kararlaştırıldı. Çok önemli bir sorunu çözdüğüne inanan Gorbaçov ailesiyle beraber 5 Ağustosta Kırım’daki yazlığına tatile gitti. SSCB’ye bağlı cumhuriyetlerdeki bağımsızlık ilanlarına karşı Gorbaçov’un gerekli tedbirleri almadığını düşünen ve “Egemen Devletler Birliği Antlaşması”na karşı olan ordu içindeki bazı komutanlar, bakanlar ve KGB liderinin aralarında bulunduğu bir grup, 18 Ağustos 1991 günü Gorbaçov’a karşı bir darbe yaptı. Gorbaçov ve ailesi Kırım’da ev hapsine alındı. 19 Ağustos 1991 günü tanklar Rusya Federasyonu Parlementosunu çembere alırken, Boris Yeltsin darbeyi yapanlara karşı halkı her yerde gösteri ve grevler yapmaya çağırdı.

Yeltsin’in çağrısı hem halktan hem de Batılı devletlerden büyük destek gördü. Kısa süre sonra darbe yapanlar dağılmak zorunda kalırken Yeltsin’i halkın gözünde bir kahramana dönüştürdü. Karışıklıktan yararlanan SSCB’ye bağlı cumhuriyetlerin tamamına yakını bağımsızlıklarını ilan etti. 19 Ağustos 1991’de Kremlin Sarayı’na 1917’den önceki Rus bayrağının çekilmesi, SSCB’nin tarihteki ömrünü doldurduğunun işaretiydi. Moskova’ya dönen Gorbaçov 24 Ağustosta Sovyetler Birliği Komünist Partisi liderliğinden istifa etti ve aynı gün Partinin faaliyetlerine son verildi.

Devlet Başkanlığı görevine bir süre daha devam eden Gorbaçov, 25 Aralık 1991’de bu görevinden de istifa etti ve yerine Boris Yeltsin geçti. Gorbaçov Perestroika adlı eserinde; Gayesinin sosyalizmin yerine başka bir sistem getirmek değil, sosyalizmi güçlendirmek olduğunu, Batı’dan yapılan ekonomik önerileri kabul etmeyeceğini, sosyalizmin potansiyelini gerçekten kullanıp onun ana prensiplerine sarılacaklarını, insan çıkarlarını dikkate alarak planlı bir ekonominin nimetlerini kullanırlarsa sosyalizm, kapitalizmden daha başarılı olacağını savunmuş fakat SSCB’yi yıkılmaktan kurtaramadı.


3. SSCB’nin Dağılmasının Doğu Avrupa’ya Etkileri

Gorbaçov’un “Her ulus istediği kalkınma yolunu seçme, kendi kaderini tayin etme, topraklarını ve insan kaynaklarını istediği gibi kullanma hakkına sahiptir.” açıklaması Doğu Avrupa’da da etkisini gösterdi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet hegemonyasına karşı ilk başkaldırıyı gerçekleştiren Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya başta olmak üzere Doğu Avrupa’daki tüm Sovyet uydusu ülkelerindeki aydınlar ve milliyetçiler harekete geçti.

İnsan hak ve hürriyetlerini kazanmak amacıyla başlayan bu hareketler zamanla Sosyalist Blokun temellerini sarsarak bağımsızlık mücadelesine dönüştü. Bu mücadeleyi doğrudan Moskova’ya karşı yapmak yerine öncelikle kendi ülkelerindeki sosyalist yönetimlerin tasfiyesi şeklinde gerçekleştirdiler. Kısa süre sonra bu ülkelerdeki sosyalist yönetimler yıkıldı ve devletler SSCB’ye karşı bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu devletlerden Çekoslovakya hiçbir çatışma olmadan Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye ayrıldı.

4. SSCB’nin Dağılmasının Dünya Güçler Dengesi Üzerine Etkileri
Daha önce de görüldüğü üzere Soğuk Savaş Döneminde ABD önderliğinde Batı Bloku’na karşılık, SSCB önderliğinde Doğu Bloku kurulmuştu. Bu iki blok askerî, siyasi ve ekonomik yönden büyük güce sahipti. Bunların dışında tarafsız olan ülkelerin oluşturduğu Bağlantısızlar Hareketi’nin dünya ölçeğinde ekonomik, siyasi ve askerî gücü çok azdı. Bu Blokların sahip olduğu nükleer silahların etkisinden dolayı çıkacak bir savaş, bütün dünyayı yok edebileceği için her iki taraf da büyük çaplı sıcak çatışmalara girmek yerine siyasi mücadeleyi seçiyor, dünyada bir denge unsuru oluşturuyorlardı. 1991 yılında SSCB’nin dağılması ile Doğu Bloku çöktü. Kontrol, Batı Bloku’nun dolayısıyla ABD’nin eline geçti. Artık ABD dünyanın lider ülkesi ve tek süper gücü olarak görülmeye başlandı. SSCB’ye üye olan devletlerden bazıları Rusya Federasyonu önderliğinde Bağımsız Devletler Topluluğunu kursalar da SSCB’nin dünya üzerindeki etkisine sahip olamadılar.

2001’de ülkesindeki terör olaylarını gerekçe gösteren ABD, Ekim 2001’de Afganistan’a, Nükleer silahlanmayı önlemek iddiasıyla Mart 2003’te de Irak’a askerî müdahalede bulundu. Afganistan müdahalesi ABD’ye önceden SSCB kontrolünde bulunan Orta Asya’daki zengin enerji kaynaklarına yakın olma imkânı verdi. Irak’a yaptığı müdahale ve sonrasındaki gelişmeler petrol bakımından çok zengin olan Basra Körfezi bölgesinin kontrolünün ABD’nin eline geçmesini sağladı.

Avrupa Birliği ABD’ye karşı bir dengeleyici güç unsuru olmaya çalıştıysa da İngiltere’nin ABD’nin yanında yer almasından dolayı başarılı olamadı. Rusya ise son yıllarda tekrar eski gücüne ulaşmak için yoğun bir çaba içine girdi. Çin askerî, siyasi ve ekonomik yönden son dönemlerde önemli bir güç merkezi hâline gelirken Hindistan da gösterdiği teknolojik gelişmelerle ön plana çıkmıştır. 1996’da Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın “Şanghay Beşlisi” adı ile kurdukları iş birliği yapılanması 2001’de Özbekistan’ın da katılımıyla “Şanghay Iş Birliği Örgütü” adını aldı. Enerjinin bütün dünyada devletler arası ilişkilerde ağırlık merkezi hâline geldiği günümüzde enerji kaynakları bakımından son derece zengin, genç nüfusa sahip, ekonomik yapısı güçlü bu örgütlenme artık dünyada önemli bir güç hâline gelmiştir. Hindistan, Iran, Pakistan ve Moğolistan bu örgütlenmeye gözlemci ülkeler olarak destek vermektedir.

SSCB’nin Sonu

“Durumu tahlil ederken önce ekonomik büyümenin yavaşladığını gördük. Son on beş yıl içinde gelir büyüme oranları yarı yarıya düşmüş ve seksenli yılların başından itibaren de ekonomik tıkanma denilebilecek bir düzeye inmişti. Bir zamanlar dünyanın ileri ülkeleri ile arasındaki açığı hızla kapama sürecinde olan ülke, birçok alanda güç kaybetmeye başlamıştı. Üretimde etkinlik, ürünlerin kalitesi, bilimsel ve teknolojik gelişme, ileri teknoloji üretme ve ileri teknikleri kullanmadaki açık aleyhimize büyüyordu. Dünyanın en büyük çelik, ham madde, yakıt ve enerji üreticisi, israf ve beceriksiz kullanım yüzünden bu alanlarda yokluklar çekiyordu.

Dünyanın en büyük tahıl üreticisi ülke, her yıl, hayvan yemi olarak milyonlarca ton tahıl ithal ediyordu. Ülkemiz dünyada, her bin kişiye en çok hastane ve doktor sunan ülke olmasına rağmen sağlık hizmetlerinde şaşırtıcı aksaklıklar vardı. Füzelerimizin Halley kuyruklu yıldızını bulmakta ve Venüs gezegenine ulaşmakta gösterdikleri dakikliğin yanı sıra, bu bilimsel ve teknolojik başarıları, etkin uygulama eksikliği yüzünden ekonomik gereksinmeler için kullanamıyorduk. Sovyet evlerindeki bir çok beyaz eşyanın kalitesi kötüydü. Ne yazık ki hepsi bundan ibaret değildi. Halkımızın ideolojik ve manevi değerleri de giderek aşınmaya başlamıştı.”
Mihail GORBAÇOV, Perestroika, s. 18

Nükleer Rekabet

Gorbaçov’un “Komünist Parti Genel Sekreteri” olduğu tarihlerde (Mart 1985) ABD ile SSCB, birbirlerinin topraklarını vurabilecek kadar uzun menzilli füzelere sahipti. Son derece yüksek maliyeti olan bu yarış, SSCB ekonomisi üzerinde büyük bir yük oluşturuyor, devletin gelirlerinin büyük bir kısmı bu yarışa harcanıyordu. Halkın refah düzeyi her geçen gün düşmekteydi. Buna karşılık Amerikan ekonomisi bu ağır yükü daha kolay kaldıracak güce sahipti. ABD’nin bu yıllarda başlattığı, uzayda üsler kurup SSCB füzelerini ABD topraklarına ulaşmadan lazer ışınlarıyla havada yok etmeyi hedefleyen “Yıldız Savaşları” projesi, SSCB’nin bu silahlanma yarışında yenilgisini hazırladı. Çünkü SSCB ekonomisinin bu projeye karşı bir proje geliştirecek gücü yoktu. Ayrıca Gorbaçov, “Nükleer savaş, politik, ekonomik, ideolojik veya başka herhangi bir gayenin aracı olamaz… Nükleer savaş saçmadır, akılcı değildir. Dünya çapında bir nükleer savaşın ne kazananı ne kaybedeni olacaktır.” diyerek nükleer silahlanmaya karşı olduğunu belirtiyordu. Bu nedenle Gorbaçov, ABD’yi bu projeden vazgeçirmeye ve uzun menzilli füzelerin sayısını indirmeye ikna etmeye çalıştı. SSCB’yi bu kadar zayıf yakalamış ve “Yıldız Savaşları” projesi ile üstünlüğü ele geçirmiş olan ABD’nin taviz vermeye niyeti yoktu. Gorbaçov ile ABD Başkanı Reagan ve daha sonra Bush arasında çok sayıda görüşme gerçekleşti. Yapılan bu görüşmeler sonunda ABD, kısa ve orta menzilli füzelerin sayılarını azaltmayı kabul ederken “Yıldız Savaşları” projesinden vazgeçmedi.

Prof. Dr. Fahir ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 1341-1342 düzenlenmiştir

Glastnost ve Perestroika

Perestroika “yeniden yapılandırma” anlamına gelmektedir. SSCB’de gerek ekonomik gerekse siyasi merkeziyetçiliğin ortadan kaldırılmasına dönük faaliyetleri kapsar. Kamuda verimliliği arttırmaya, ekonomik ve toplumsal ilerlemeyi sağlamaya ve idari yapıyı yenilemeyi amaçlayan bütün politikalar perestroikanın ana hedefidir. Diğer yandan siyasi merkeziyetçiliğin ortadan kaldırılmasına dönük faaliyetler de çoğu zaman glastnost (açıklık) politikası içinde yer alır. Glastnost, perestroika (yeniden yapılanma) hareketinin özel bir bölümünü nitelendirmek için kullanılır. Bu politikayla parti içi seçimlerde gizli oy sisteminin getirilmesi, parti politikalarını eleştirmeyi engelleyen bir dizi yasal engelin yürürlükten kaldırılması, yönetilenlerin siyasi elitlere karşı dava açabilmelerini olanaklı kılan düzenlemelerin yapılması, bürokratizmi aşmayı ve bürokratik ayrıcalıkları ortadan kaldırmayı amaçlayan bir dizi düzenlemenin tatbik edilmesi, rüşveti ve adam kayırmayı önlemek için bir dizi yeni düzenlemenin getirilmesi, kamu hizmetlerinde parti yandaşı olmayanlara da yer verilmesi, sivil toplum örgütlerinin özgürce faaliyet gösterebilmesinin önündeki engellerin kaldırılması, basına sansür uygulanmasına son verilmesi ve liberal demokrasinin tesis edilmesi için gerekli idari ve siyasi altyapının hazırlanması amaçlanmıştır.

Mihail GORBAÇOV, Perestroika, s. 155-160’tan düzenlenmiştir.

B. ASYA’DA YENİDEN YAPILANMA

1. Türk Cumhuriyetleri Bağımsız Oluyor


a. Azerbaycan

Azerbaycan’ın Bağımsızlığını Kazanması

Bolşeviklerin 1917’de yayınladıkları bildiride, milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin çizeceklerini ve bağımsız devletlerini kurabileceklerini belirtmeleri üzerine 1918’de Azerbaycan Mehmet Emin Resulzade önderliğinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Fakat bir süre sonra SSCB’nin bu bağımsızlık ilanını tanımayarak kuvvet kullanması sonucu Azerbaycan tekrar SSCB yönetimine girmiştir.

Azerbaycan özellikle Stalin döneminde baskıcı bir politika ile yönetildi ve bu durum SSCB’nin dağılmasına kadar devam etti. Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle SSCB’de başlayan değişim sonucu Azerbaycan’da da bağımsızlık hareketleri tekrar başladı. Ebulfeyz Elçibey’in önderliğinde “Halk Cephesi” adıyla bir teşkilat kuruldu. SSCB’nin dağılmasından sonra 1991’de yeniden bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan’ı ilk tanıyan ülke Türkiye oldu. 1992’de devlet başkanı olan Ebulfez Elçibey döneminde Türkiye-Azerbaycan ilişkileri büyük gelişme gösterdi.

1993’te cumhurbaşkanı olan Haydar Aliyev’in “Biz bir millet, iki devletiz.” sözleri Türk-Azeri ilişkilerine egemen olmuştur. 2003 yılında Haydar Aliyev’in yerine cumhurbaşkanı seçilen İlham Aliyev döneminde de iyi ilişkiler devam etmektedir.

Bağımsız Azerbaycan’ın Hazar petrolleri üzerinde hak sahibi olması Rusya ekonomisini olumsuz etkilemektedir. Azerbaycan’ın petrol gelirleriyle güçlenmesi, topraklarında 30 milyona yakın Azeri Türk ünün yaşadığı Iran’ı tedirgin etmektedir. Ayrıca Karabağ sorunu nedeniyle Ermenistan, Azerbaycan’ın gelişmesini istememektedir. Bu nedenle Iran, Rusya ve Ermenistan arasında dostluk, iş birliği ve saldırmazlık anlaşmaları imzalanmıştır. Buna karşılık Azerbaycan Türkiye ve Gürcistan ile iyi ilişkiler kurmuştur.

Zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olan Azerbaycan’ı Rusya, ABD ve Batılı devletler bir nüfuz mücadele alanı olarak görmektedir. Azerbaycan Türkiye’nin de aracılığıyla ABD ve Batı ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. ABD, Türkiye ve Batılı devletlerin desteği ile Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı Iran, Rusya ve Ermenistan’ın bütün karşı çıkmalarına rağmen hayata geçirilmiştir.

Petrol, doğal gaz ve demir satışı Azerbaycan ekonomisi için önemli gelir kaynağıdır. Ülkede enerji, maden ve petrokimya sanayi gelişmiştir. Eğitim ve kültürel faaliyetler diğer Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine göre daha ileri seviyededir. Azerbaycan’da Mehmet Emin Resulzade, Bahtiyar Vahapzade gibi bir çok ünlü şair ve yazar yetişmiştir. Okuryazar oranı % 98’dir. Çok sayıda Azeri öğrenci, başta Türkiye olmak üzere Batılı ülkelerde yüksek öğrenim görmektedir.

Ebulfeyz Elçibey (1938-2000)

Nahçıvan’da doğdu. Azerbaycan Bakü Devlet Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 1970’li yıllarda Azerbaycan’ın bağımsızlığı için mücadeleye başlayan Elçibey, bu yüzden 1976’da tutuklandı ve 1978 yılında şartlı olarak serbest bırakıldı. 1989 yılında, Azerbaycan Halk Cephesi Partisinin (AHCP) başına geçerek Azerbaycan halkına bağımsızlık mücadelesinde öncülük etti. 7 Haziran 1992’de Azerbaycan’ın ikinci cumhurbaşkanı oldu. Elçibey, daha önce “Millî Kahramanlık Ödülü”nü verdiği Suret Hüseyinov’un Haziran 1993’te ayaklanmasından sonra cumhurbaşkanlığı görevini terk ederek doğum yeri olan Keleki’ye döndü. 31 Ekim 1997’de Bakü’ye gelerek AHCP’nin başında aktif siyasi hayatına devam etti. Hayatı boyunca Türk dünyasının birleşmesi ve kardeşliği için mücadele eden Elçibey, “Bütün Azerbaycan Yolunda” isimli bir de kitap yazdı. 62 yaşında Türkiye’de vefat etti.

Uğur GÜLER, “Elçibey” adlı kitaptan özetlenmiştir.


• Dağlık Karabağ Sorunu

Nüfusunun büyük bir çoğunluğu Türk olan ve Azerbaycan toprakları içinde yer alan Dağlık Karabağ’a XIX. yüzyılın başlarından itibaren Rusya tarafından Ermeniler yerleştirilmiştir. Ermenilerin bölgede hâkimiyet kurmak istemelerinin çatışmalara sebep olması üzerine Dağlık Karabağ 1923’te SSCB tarafından özerk bölge statüsü verilmiştir. Stalin dönemi başta olmak üzere Karabağ’a Ermeni nüfusu yerleştirme politikası devam etmiş ve Ermeniler çoğunluk hâline getirilmiştir. 1985’ten sonra SSCB’deki iç gelişmelerinden faydalanan Ermenistan, Karabağ’ı kendisine bağlamak istemiştir. Bu istek Halk Cephesi önderliğindeki Azerilerin tepkisine neden olmuştur.

Şubat 1988’de çoğunluğu Ermenilerden oluşan Karabağ parlamentosunun Ermenistan’a katılma kararı, Ermeniler ile Azeriler arasında önce çatışmaya, sonra da bir savaşa dönüşmüştür. Gelişmeler üzerine 1990’da Moskova hükûmeti, yayınladığı bir kararname ile bölgedeki yasal olmayan tüm silahlı kuruluşların kapatılmasını ve silahların teslim edilmesini istemiştir. Azerilerden silahlar toplanırken Ermenistan Meclisi bu kararnameyi kendi topraklarında uygulamamıştır. Azerilerin tamamen silahsız kalması üzerine Karabağ, Ermenistan tarafından işgal edildi. Hocalı başta olmak üzere bir çok kentte çok sayıda sivil öldürülmüş veya göçe zorlanmıştır. Bugün BM’nin ve birçok uluslararası kuruluşun Ermenistan’a Karabağ’daki işgali sona erdirerek çekilmesi yönünde yaptıkları telkinlere rağmen işgal hâlâ devam etmektedir.

KARABAĞ’DA RUS POLİTİKASI

Azerbaycan toprakları içinde bulunan Karabağ’ın 1823’teki nüfusunun % 75’i Türk’tü. Daha sonra Çarlık Rusyası Karabağ’a Ermeni nüfusunu yerleştirme politikası gütmeye başladı. Bunun sonunda 1917’de Karabağ’daki Türk nüfusu oranı % 56’ya gerilemiştir. SSCB’nin kurulması ile özerk bir cumhuriyet olarak Azerbaycan’a bağlanan Karabağ’a Ermeni göçü, Stalin döneminde daha da yoğunlaştı ve nüfus çoğunluğu Ermenilerin eline geçti. Bugün Karabağ nüfusunun % 75’ten fazlası Ermeni’dir.

Prof. Dr. Fahir ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 1381 

HOCALI KATLİAMI

“Akşam saat 22.00’ı geçiyordu. Bir anda top sesleri duyulmaya başladı. Şehrin bombalandığını gördük. O sırada havaalanına da ateş açılıyordu. Biz, havaalanını korumakla görevliydik. Amirimiz ve pek çok arkadaşımız havaalanında şehit düştü. Kadınlarımız, çocuklarımız hep Hocalı kentindeydi. Ben ve kurtulan birkaç polis şehre gittik. Daha önce Ruslar Azerilerin elindeki silahları topladığı için Hocalı’da silah yoktu. Elimizdeki tabancalarla savaşmak zorundaydık. Kar, kızıla boyanmıştı, yerlerde komşularımızın, yıllardır birlikte yaşadığımız insanların cesetleri yatıyordu. Bakamıyordum. Ailemi kurtarıp Esergan yönüne kaçan gruba katıldık.”

Halit CAFEROV / Hocalı Gazisi, Bir gazete haberi, 25.11.2007

b. Kazakistan

Bolşevik İhtilali sonrasında 1917’de bağımsızlığını ilan eden Kazaklar 1920’de SSCB egemenliğine girmek zorunda kaldı. SSCB sanayisinin ham madde kaynağı konumunda olan Kazakistan’ın nüfus yapısı, 1921’den itibaren Rus nüfusu yerleştirilerek Kazaklar aleyhine değiştirilmiştir. SSCB’nin izlediği politikalardan hoşnut olmayan Kazaklar, 1985’ten sonra SSCB’deki değişimlerden yararlanarak bağımsızlık için harekete geçtiler. Gorbaçov tarafından Kazakistan’ın başına getirilen Nursultan Nazarbayev, SSCB’nin dağılmasından sonra 1991’de bağımsızlığını ilan etti. Kazakistan’ı tanıyan ilk devlet Türkiye oldu.

Kazakistan’daki büyük petrol, uranyum, demir, altın ve kurşun rezervleri, ABD başta olmak üzere bütün Batılı ülkelerin ilgisini çekmiştir. Dünyadaki kromun % 26’sı, altının % 20’si, uranyumun % 17’si Kazakistan’dadır. Kazakistan’daki Türk yatırımları ABD’den sonra ikinci sırada yer almaktadır. Bağımsızlığın ardından siyasi ve ekonomik istikrara kavuşan Kazakistan Cumhuriyeti’nde 1994 yılından bugüne kadar yapılan yabancı sermaye yatırımları 8 milyar ABD dolarına ulaşmıştır. Kazakistan SSCB tarafından kapatılan Kazak okullarını yeniden açmış ve eğitimde seferberlik başlatmıştır. Ayrıca çok sayıda Kazak öğrenci Türkiye’de yüksek öğrenim görmektedir. 1993’te Türkiye ve Kazakistan’ın ortak katkıları ile Türkistan’da Ahmed Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi kurulmuştur.

Kazakistan, “Bağımsız Devletler Topluluğu”nun kurulmasında önemli bir rol oynamıştır. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Mayıs 2006’dan beri BDT Devlet Başkanları Konseyi başkanıdır. Ayrıca Kazakistan Avrasya Ekonomik Topluluğu (AET), Şangay İş Birliği Örgütü (ŞIO), gibi bölgesel örgütlenmeler ile BM, İslam Konferansı Örgütü (IKÖ), Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGIT) ve diğer uluslararası ve bölgesel kuruluşlarda aktif bir rol oynamaktadır. Kazakistan, Rusya, ABD ve Türkiye başta olmak üzere pek çok ülke ile ilişkilerini hızlı bir şekilde geliştirmektedir. 2005’te Avrupa Birliği benzeri Orta Asya Birliği kurulması fikrini ortaya atan Kazakistan, Eylül1991’de Semey nükleer deneme alanını kapatarak dünya tarihinde ilk defa gönüllü olarak kendi nükleer silah deposundan vazgeçen ülke olmuştur.
c. Kırgızistan

1881 yılında Rusların egemenliğine giren ilk Türk topluluğu olan Kırgızlar, Bolşevik İhtilalinden sonra SSCB egemenliğini kabul etmek zorunda kalmışlardı.

Gorbaçov’un uyguladığı politikalar, Kırgızistan’da 1990’da etkisini göstermeye başlamıştı. Mayıs 1990’da, 24 küçük siyasi grubun birleşmesiyle oluşan Kırgızistan Demokratik Hareketi ilk siyasi kuruluş olarak ortaya çıktı. Bu siyasi grubun etkisiyle Kırgızistan parlamentosu “Demokrasi ve Millî Birlik Deklarasyonu” yayınladı. 1990 sonbaharında yapılan seçimlerde Askar Akayev cumhurbaşkanı seçildi. Şubat 1991’de başkent Frunze’nin adı Bişkek (devrim öncesi adı) olarak değiştirildi. Kazakistan SSCB’nin dağılması üzerine 31 Ağustos 1991’de bağımsızlığını ilan etti. Türkiye, Kırgızistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkedir. Türkiye Kırgızistan’ın tanınması, uluslararası ve bölgesel kuruluşlara kabulü konularında destek olmuştur. Kırgızistan 1991’de BDT’ye, 1992’de BM ve AGIT’e üye oldu. Kırgızistan-Türkiye ilişkileri her geçen gün daha fazla gelişmektedir. İki ülke arasında eğitim ve kültürel ilişkileri sağlamlaştırma amacı ile 1995’te yapılan protokol ile Bişkek’te, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi kurulmuştur. Ayrıca çok sayıda Kırgız öğrenci ülkemizde yüksek öğrenim görmektedir. Kırgızistan’ın yetiştirdiği ve bütün dünyada tanınan önemli bir yazar olan Cengiz Aytmatov’un romanları ülkemizde de büyük ilgi görmektedir.

Ülke ekonomisi daha çok tarım ve madenciliğe dayalıdır. Ülkede son yıllarda doğal güzelliklerin etkisi ile turizm faaliyetleri de hızlanmakta ve bu da ülke ekonomisine büyük katkı sağlamaktadır.

“Tabiatı Danyar’dan farklı da olsa, düşüncelerini konuşarak gizler Cemile. Belki de susmanın en usta yolu konuşmaktır. Sert mizaçlı, lafını esirgemeden dobra dobra konuşur. Kimilerini bu tavrı rahatsız etse de, Baybiçe onun en çok bu yönünü sever. Hâl ve tavırlarında serbest, büyüklerine saygılıdır. Oldukça da güzeldir Cemile. Kocası evliliklerinin dördüncü ayının ertesinde savaş dolayısıyla askere gitmiştir. Kocasının ara sıra gönderdiği mektupların son satırlarında geçen ‘Karım Cemile’ye selamlar.’ cümlesi, tatmin etmez Cemile’nin deli dalgalar gibi coşan yüreğini.”

Cengiz AYTMATOV’un, “Cemile” adlı romanından.
d. Özbekistan

1917 Bolşevik İhtilali sırasında Özbekistan’da kurulan geçici bir hükûmetin 1918’de Rus askerleri tarafından yıkılması ile burada 1. ünitede de anlatıldığı gibi “basmacılık” adı verilen bağımsızlık mücadelesi başlatılmıştı. Bu mücadelenin başarısız olmasıyla Özbekler 1924’te SSCB’ye bağlandı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Stalin tarafından Almanlarla iş birliği yapmakla suçlanan Ahıska (Meşhet) Türkleri Gürcistan’ın güneyindeki Meşheti bölgesinden Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan başta olmak üzere Orta Asya’ya sürülmüştü. 1989’da Özbekistan’ın bağımsızlığını savunan Birlik Halk Cephesi’ne Ahıska Türklerinin karşı çıkması üzerine oluşan gerginlik, kısa süre içinde Özbeklerle Ahıskalılar arasında çatışmalara neden oldu. Mevcut yönetimin çatışmaları kontrol altına alamaması üzerine 1990 yılında, Gorbaçov, Özbekistan Komünist Partisi liderliğine İslam Kerimov’u getirdi. Ancak Kerimov, SSCB’ye karşı bir politika izleyerek Özbekçeyi resmî dil kabul ederken Rusçanın çeşitli alanlardaki etkinliğini azaltmaya başladı. Yaptığı uygulamalar Özbek halkı tarafından da desteklendi.

SSCB’nin dağılması üzerine, 31 Ağustos 1991’de Özbekistan bağımsızlığını ilan etti ve Kerimov, cumhurbaşkanı seçildi.

Özbekistan, bağımsızlığını kazandıktan sonra gelişmiş ülkelerle özellikle, ekonomik anlamda ilişkiler kurarak Orta Asya’nın güçlü devletlerinden biri hâline gelmiştir. Bağımsızlığından günümüze kadar devlet başkanlığını İslam Kerimov yapmaktadır. Özbekistan ile Türkiye arasında ekonomik ve kültürel ilişkiler her geçen gün gelişmektedir.
e. Türkmenistan

XIX. yüzyılın sonlarına doğru Rusya’nın egemenliğine girmiştir. Bolşevik İhtilali sırasında Ruslara karşı bağımsızlık mücadelesi vermişse de 1924’te Türkmenistan, SSCB’nin egemenliğini kabul etmek zorunda kalmıştır. SSCB Türkmenistan’ı sanayisinin ham madde kaynağı olarak görmüş ve Özbekistan’la birlikte topraklarında pamuk üretimini zorunlu tutmuştur. SSCB yönetimine karşı her fırsatta bağımsızlık mücadelesi başlatan Türkmenlerin bu mücadeleleri çok sert bir şekilde bastırılmıştır.

1985’te Türkmenistan Komünist Partisi Başkanlığına Saparmurad Niyazov getirildi. Türkmenler arasındaki kabileciliği ortadan kaldırıp birliği sağlayan Niyazov, Türkmen dilinin resmî dil olmasını sağladı. Türkmenistan 1991’de bağımsızlığına kavuştu.

Türkmenistan ekonomisinin temeli doğal gaz ve petrolden oluşur. Türkmenistan Orta Asya Cumhuriyetleri arasında en büyük doğal gaz rezervlerine ve yıllık üretim kapasitesine sahiptir. Rusya üzerinden ihraç edilen Türkmenistan doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya satışı ile ilgili çalışmalar devam etmektedir. Özbekistan’dan sonra bölgede en fazla pamuk üreten Türkmenistan’ın ihracatının % 20’sini pamuk oluşturur.

Türkmenistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke Türkiye olmuştur. Türkmenistan-Türkiye ilişkileri hızlı bir şekilde gelişmektedir. İki ülke arasında“Ekonomik ve Ticari İş Birliği Anlaşması” imzalanmıştır. Ayrıca Latin alfabesine geçiş, Türkmen öğrencilerin ülkemizde yüksek öğrenim görmesi, Türkmenistan’da ortak okullar açılması gibi çalışmalar yapılmaktadır. Aşkabat’ta bulunan Türkmenistan-Türk Üniversitesi ortak olarak kurulmuştur.
f. Diğer Türk Toplulukları


2. Bağımsız Devletler Topluluğu
Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT), SSCB’nin dağılmasının ardından Zirvesi” sonucu 11 cumhuriyetin (Azerbaycan, Ermenistan, Belarus, Kazakistan, Moldova, Kırgızistan, Rusya, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan, Ukrayna) katılımı ile kurulmuştur. Topluluğa kuruluş aşamasında Baltık Devletleri ve Gürcistan katılmamıştır. Topluluğa Aralık 1993’te katılan Gürcistan, 2008 Güney Osetya Savaşı sonrasında Meclis kararı ile 15 Ağustos 2008’de BDT’den ayrılmıştır. Türkmenistan ise 2005’te üyelikten ayrılmış ve Topluluğa gözlemci ülke olarak katkıda bulunmaktadır.

Siyasi bir birlik olarak kurulan BDT zamanla üye ülkeler arasında yapılan ekonomik iş birliği ve ortaklık anlaşmalarıyla ekonomik bir özellikte kazanmıştır. Günümüzde BDT, yaklaşık 240 milyonluk nüfusu, dünyanın toplam doğal kaynaklarının % 25’i ve sanayi potansiyelinin % 10’una sahip önemli bir güç merkezi hâline gelmiştir.
3. TİKA (Türk İş Birliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı)
TIKA, 24 Ocak 1992’de başta Türk dilinin konuşulduğu ülkeler ve Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere; gelişmekte olan ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak, bu ülkelerle ekonomik, teknik, sosyokültürel ve eğitim alanlarında iş birliğini geliştirmek amacıyla kurulan bir teşkilattır.

İlgili ülkelerin kalkınma ihtiyaç ve hedeflerini, ülkemizin önceliklerini göz önüne alarak, yapılabilecek iş birliği ve yardım konularını belirlemek, gerekli program ve projeleri hazırlamak TİKA’nın öncelikli görevidir. Ayrıca ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim alanlarında iş birliğini projeler vasıtasıyla geliştirmek, bağımsız devlet yapılarını güçlendirmek, pazar ekonomisine geçiş çabalarını desteklemek, TİKA’nın görev ve sorumluluklarındandır.
C. DOĞU BLOKUNDAN SONRA AVRUPA’DA YENİ ARAYIŞLAR

1. İki Almanya’dan Tek Devlete
2. Avrupa Ekonomik Topluluğundan (AET) Avrupa Birliğine (AB)
a. Maastricht Kriterleri
b. Kopenhag Kriterleri


c. AB ve Dünya
3. NATO’nun Avrupa’da Genişlemesi

D. TÜRKİYE VE AVRUPA BİRLİĞİ

1.Türkiye’nin AB Serüveni
a. Ankara Anlaşması ve Katma Protokol

Türkiye, AET’nin kurulmasından kısa bir süre sonra Temmuz 1959’da Topluluğa tam üyelik için başvurmuştur. AET tarafından verilen cevapta, Türkiye’nin kalkınma düzeyinin tam üyeliğin gereklerini yerine getirmeye yeterli olmadığı bildirilmiş ve tam üyelik şartları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanması önerilmişti. Bu gelişmeler sonucunda 12 Eylül 1963’te Ankara Anlaşması imzalanmıştır. Ancak Ankara Anlaşması, geçiş dönemi hükümleri ve tarafların üstleneceği yükümlülükleri belirten Katma Protokol (1973) öngörüldüğü şekilde uygulanamamıştır. AB ve Gümrük Birliğinin temsil ettiği kalkınma modeli dışarıya açık, bütünleşmeyi öngören bir model iken, ülkemizde 1970’li yıllarda içe dönük, “ithalat ikamesi”ne dayalı politikalar uygulanmıştır.

AB ile başlangıçta sadece ekonomik olan sorunlar, Yunanistan’ın 1980’de Topluluğa tam üye olması ile siyasi boyut da kazanmıştır. Çünkü AB’ye üyeliğin kabulü için oy birliği şartı ve diğer üye ülkeler gibi Yunanistan’ın da veto hakkı vardır. Türkiye ile arasındaki sorunların kendi politikasına uygun şekilde çözümü için Yunanistan’ın veto hakkını bir koz olarak kullanması sonucu Topluluk ile Türkiye arasındaki ilişkiler dondurularak mali iş birliğine son verilmiştir. Katma Protokol’ün ise sadece ticari hükümleri işlemeye devam etmiş, diğer bütün hükümleri etkisiz kalmıştır.

Türkiye’nin AB’ye tam üyelik başvuru mektubu

Sayın Başkan,

Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti adına işbu mektupla, Avrupa Ekonomik Topluluğunu tesis eden antlaşmanın 237. maddesi düzenlemeleri uyarınca Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğuna üye olmak için resmen müracaat etmekte olduğunu ekselanslarına bildirmekten şeref duyarım.

Bu çerçevede, Türkiye’nin Avrupa organizasyonuna ve Avrupa Birliğine keza Avrupa topluluklarını tesis eden antlaşmaları ortaya çıkaran ideallere bağlılığını bilhassa belirtmek isterim. Ekselans, en derin saygılarımın kabulünü rica ederim. (14 Nisan 1987)

Ali BOZER
Devlet Bakanı

Süleyman İNAN, Yakın Dönem Türk Politik Tarihi, s. 308


b. Türkiye’nin Gümrük Birliğine Girişi

Türkiye, 14 Nisan 1987’de tekrar AB’ye tam üyelik müracaatında bulunmuştur. AB Komisyonu tarafından 1989’da verilen cevapta, Türkiye’nin AB’ye üyelik konusundaki ehliyeti kabul edilmekle birlikte, gelecekteki genişleme sürecine kadar beklenmesi ve Gümrük Birliği sürecinin tamamlanması önerilmiştir. Süren müzakereler sonunda Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği, 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

c. Avrupa Birliğinin Genişleme Süreci ve Türkiye
Avrupa Birliği, 1993 Kopenhag Zirve Toplantısı’nda aldığı kararlar uyarınca eski Varşova Paktı ülkeleri olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini kapsayan bir genişleme süreci başlatmıştır. Türkiye ise genişleme kapsamına alınmamıştır.

12-13 Aralık 1997 tarihlerinde Lüksemburg’da yapılan Avrupa Birliği Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üyeliğe ehliyeti bir kez daha teyit edilmiştir. Buna karşılık, Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin gelişmesinin Türkiye’nin siyasi ve ekonomik reformların sürdürmesine, Yunanistan ile iyi ve istikrarlı ilişkilere sahip olmasına ve Kıbrıs sorununun çözümü için BM gözetimindeki müzakereleri desteklemesine bağlı olduğu vurgulanmıştır.

15-16 Haziran 1998 tarihinde gerçekleşen AB Cardiff Zirvesi Sonuç Belgesi’nin genişleme ile ilgili bölümünde, adayların tam üyeliğe hazırlanma durumunu incelemek üzere kurulmuş olan gözden geçirme mekanizmasına Türkiye de dâhil edilmiştir. Belgede ayrıca, Komisyon tarafından Türkiye’yi tam üyeliğe hazırlamak için sunulan “Avrupa Stratejisi” onaylanmıştır. AB Komisyonunun 1999’da açıkladığı raporda, Türkiye tam üyeliğe aday gösterilmiş ve ülkemize de somut bir “Katılma Ortaklığı Stratejisi” önerilmiştir.

10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki’de yapılan AB Devlet ve Hükûmet Başkanları Zirvesi’nde Türkiye, oy birliği ile Avrupa Birliğine aday ülke olarak kabul edilmiştir. Diğer aday ülkelerin yararlandığı bütün ekonomik haklardan yararlanacağı, eğitim ve kültür alanlarındakiler başta olmak üzere AB’nin ortak projelerine katılabileceği ifade edilmiştir.

Tarama Süreci 
AB müzakerelere başlamamış aday ülkelerin katılım hazırlıklarını hızlandırmak amacıyla tarama süreçlerini uygulamaya koymuştur.

Buna karşılık 2001 İlerleme Raporu, ülkemiz için tarama sürecinin başlatılması yerine, “ülkemizdeki belirli sektörlerin AB standartlarına uyarlanması, uygulanması ve güçlendirilmesi” şeklinde farklı bir yöntem ortaya koymuştur. Türkiye ile tarama sürecine geçilmeyişine gerekçe olarak birçok AB üyesinin, tarama sürecinin başlatılmasını üyelik müzakereleri ile eş değer gördüğü, Türkiye’nin siyasi kriterleri yerine getirmediği için tarama sürecine de başlayamayacağı belirtilmektedir. Diğer adayların durumu incelendiğinde tarama sürecine geçiş için örnek bir uygulamanın mevcut olmadığı görülmektedir.

Ülkemiz için 13 Kasım 2001 tarihinde hazırlanan 4. İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi’nde, Türkiye’nin gerçekleştirdiği değişikliklere rağmen Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirmemiş tek aday ülke olduğu belirtilmiştir. Ekonomik alanda yaşanan iki mali krizin, Türkiye’nin ekonomik kriterleri yerine getirmesine engel olduğu vurgulanmıştır. Bunlara karşın Gümrük Birliğinin kapsadığı alanlarda Türkiye’nin AB standartlarına uyumunun ileri düzeyde olduğu belirtilmiştir.

E. YENİ OLUŞUM SÜRECİNDE BALKANLAR

1. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Dağılması

I. Dünya Savaşı sonunda imzalanan barış anlaşmaları Balkan ülkelerinde “azınlıklar” meselesi ve toprak anlaşmazlıklarını ortaya çıkardı. 1919 Paris Antlaşması’yla Sırp-Hırvat ve Slovenlerden oluşan, krallıkla yönetilen Yugoslavya (Güney Slavları) devleti kuruldu. Aynı etnik kökenden gelmelerine rağmen bu topluluklar arasında siyasi, sosyal, ekonomik, dinî ve kültürel farklılıklar bu gruplar arasında sürekli çatışmalar ve anlaşmazlıklar yaşanmasına neden oldu. II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Yugoslavya’yı ele geçirmesi ile Nazi yanlısı ayrılıkçı Büyük Hırvatistan Devleti kuruldu. Hırvatlar, Ustaşa adı verilen ayrılıkçı bir örgüt kurup etnik arındırma politikası uyguladılar. Alman işgaline karşı Sırpların oluşturduğu Çetnik adı verilen örgüt, aşırı milliyetçi Ustaşa’nın faaliyetlerine karşı mücadele etti ve bulundukları yerlerde etnik temizliğe girdiler.

Tito’nun önderliğindeki komünist partizanlar, Batı ittifakının da desteğini alarak Alman ordusuna ve yerel milislere karşı başarılı oldu. 1945’te yapılan seçimleri kazanan Tito, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’ni kurarak ülkedeki monarşi (krallık) yönetimine son verdi.

1945’te sosyalist temeller üzerine kurulan Yugoslavya, krallık döneminden itibaren farklı toplulukların, siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan sorunları tek parti yönetiminde etnik uyumu sağlayarak aşmayı amaçladı. Ulusların ayrı siyasi varlığı ve kendi geleceklerini belirleme ilkesini kabul ettiği Yugosavya’da egemen ulus anlayışının engellenmesi amacıyla siyasi yapı “federalizm” olarak belirlendi. Yugosavya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan, Makedonya Federal Cumhuriyetleri ile Voyvodina ve Kosova özerk bölgelerinden oluşturuldu. Bu durum özellikle Yugoslavya Krallığı’nda etkin güç durumunda bulunan Sırpları rahatsız etti. Bütün toplulukların dil ve eğitim açısından ulusal hakları vardı. Fakat bu kâğıt üzerindeki eşitliğe rağmen Tito Yugoslavya’sında da Krallık döneminde olduğu gibi Sırpların egemenliği ve kuzeyden güneye ekonomik gelişmişlik farkı devam etti.

Tito yönetimi dış politikada Sovyet hegemonyasına karşı duruşu ile SSCB’den uzaklaşırken Batılı devletlere ve ABD’ye yakınlaştı. Hatta ABD, Yugoslavya’ya askerî ve mali yardımda bulundu. Bu gelişmeler Yugoslavya’nın COMINFORM’dan ihraç edilmesine neden oldu. Bunun üzerine Bağlantısızlar Bloku’nda yer aldı.

1974 Anayasası ile Tito ömür boyu devlet başkanı seçildi. Aynı zamanda bu anayasa ile ulusların her birinin, “ayrılma hakkı da dâhil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkı”ndan da bahsedildi. Diğer federe cumhuriyetlere tanınan yetkilerin, Kosova ve Voyvodina Özerk Bölgelerine de verilmesi Yugoslavya’da nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sırpları rahatsız etti.

Tito’nun 1980’de ölümünden sonra Yugoslavya’yı oluşturan 6 federe cumhuriyetin cumhurbaşkanlarının devleti dönüşümlü olarak yönetmesiyle istikrar korundu. Ancak 1980’lerin başında etkili olan Dünya Ekonomik Buhranı ülkeyi olumsuz etkiledi. 1987’de Yugoslavya’da yıllık enflasyon oranı % 120’ye, 1988’de ise % 250’ye yükseldi. 20 milyar dolar dış borç, % 13’lük işsizlik oranı ve federe cumhuriyetler arasındaki ekonomik farklılıklar aşırı milliyetçilerin harekete geçmesi için uygun şartları hazırladı ve Yugoslavya’nın parçalanma sürecine girmesinde etkili oldu.

Aralık 1987’de Slobodan Miloşeviç’in bir darbeyle Sırp Komünist Partisinin başına geçmesi ile Avrupa’nın 4. büyük ordusu olan Yugoslavya Federal Ordusu (JNA), Sırpların kontrolüne geçti. Daha önceden Federal Anayasa’nın Kosova ve Voyvodina’ya tanıdığı özerklik hakkı, Mart 1989’da Miloşeviç’in kontrolü altındaki Sırbistan Parlamentosu tarafından iptal edilirken özerk bölgelerin kendi yasalarını çıkarma yetkisi de kaldırıldı. Buna karşılık Slovenya Cumhuriyeti Parlamentosu 7 Haziran 1989’da Slovenya halkının kendi geleceğini kendisinin belirlemesi yönünde karar alarak 2 Temmuz 1990’da da bağımsızlığını ilan etti. Bunu Hırvatistan Parlamentosunun bağımsızlık kararı takip etti. Böylece Yugoslavya’da parçalanma süreci başlamış oldu. Yugoslavya Fedaral Hükûmeti bağımsızlıklarını ilan eden Hırvatistan ve Slovenya’dan ellerindeki silahlarını teslim etmelerini istedi. Bu isteğin reddedilmesi üzerine 1 Mart 1991’de Sırp-Hırvat çatışmaları başladı. 25 Haziran 1991’de Slovenya ile Hırvatistan, Yugoslav Federasyonundan ayrıldıklarını açıkladılar. Ertesi gün Sırpların kontrolündeki Yugoslav Ulusal Ordusu ve onun silahlandırdığı düzensiz Sırp milisleri harekete geçti. Böylece Yugoslavya’da iç savaş başlamış oldu. Aynı yıl içinde Makedonya ve Bosna- Hersek de bağımsızlıklarını ilan edince Yugoslavya’yı oluşturan altı devletten dördü; Slovenya, Hırvatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek devletten ayrılmış oldular.

BM, Yugoslavya krizinin çözümünde etkin rol oynayamadı. Yalnızca BM Güvenlik Konseyi 25 Eylül 1991’deki kararı ile Yugoslavya’ya silah satışlarını yasakladı ve kurulan BM Barış Gücü bölgede faaliyetlerine başladı. Ancak Yugoslavya’daki cumhuriyetlerin silah ve askerî güç açısından denk olmaması ve Yugoslav Ulusal Ordusunun Sırpların kontrolünde olması Sırpları üstün duruma geçirirken bazı cumhuriyetleri savunma hakkından yoksun bıraktı ve sivil kayıpların artmasına yol açtı.

Yugoslavya’daki bu gelişmeler üzerine ABD, Fransa ve İngiltere bu ülkenin toprak bütünlüğünü savundu. Almanya ise tarihî, dinî ve kültürel bağlarının da etkisiyle 23 Aralık’ta Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını tanıdı ve AT ülkelerine de bu konuda baskı yaptı. Bosna-Hersek’i tanımadığı gibi Bosna’ya uygulanan silah ambargosunun kalkmasına da karşı çıktı. Bosna-Hersek Cumhuriyeti Sırp, Hırvat ve Boşnakların birlikte yaşaması nedeniyle Yugosavya Fedaral Cumhuriyeti içinde “Küçük Yugoslavya” olarak anılmaktaydı. Bosna Hersek’te 15 Ekim 1991’de Bosna-Hersek Meclisi bağımsızlık kararı alırken Bosnalı Sırplar da yeni bir anayasa kabul ederek Bosna Sırp Cumhuriyeti’nin temellerini attı. Bosna-Hersek’in bağımsızlık kararı 29 Şubat 1992’de, Bosnalı Sırpların seçimi boykot etmelerine rağmen referandumla onaylandı. 6 Nisanda da AT Bosna-Hersek’in bağımsızlığını tanıdı. Bu durumu kabul etmeyen Sırbistan, Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’yı ele geçirmek ve Bosna-Hersek’te Sırpların yoğun olduğu yerlerle Sırbistan’ı bir koridorla birleştirmek istedi. Bosna’ya askerlerini gizlice göndermenin yanında milis grupları da silahlandırarak silahsız Boşnaklara karşı acımasız bir savaş başlattı.

“Büyük Sırbistan” hayali yanında Bosna-Hersek’in yer altı zenginlikleri, kritik arazi yapısı ve stratejik önemi de Sırpların bu bölgeyi istemesinde etkili oldu. Sırplar iki aydan kısa bir süre içinde Bosna topraklarının üçte ikisini ele geçirdiler. Yıl sonunda Bosna’nın % 70’i Sırp denetimi altına girdi.

27 Nisan 1992’de Sırbistan ve Karadağ, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ni; Temmuz 1992’de ise Hırvatistan’ın desteğini alan Bosnalı Hırvatlar “Hersek-Bosna Cumhuriyeti”ni kurdular. Ocak 1993’te de Sırplara karşı ortak mücadele eden Boşnak ve Bosnalı Hırvatlar anlaşmazlığa düşerek kendi aralarında savaşmaya başladı. Bu durum Sırpların işini daha da kolaylaştırdı. Sırpların etnik temizlik harekâtından kurtulmak isteyen çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan yaklaşık 500.000 kişinin Batı Avrupa ülkelerine sığınmaya çalışmaları üzerine Almanya, Avusturya, Macaristan, Hırvatistan ve İtalya sınırlarını mültecilere kapattı. 12 Ağustos 1992’de BM Yüksek Mülteciler Komisyonu 28.000 Boşnak mülteciyi kabul etmeyerek geri gönderdi. Bu karar Sırpların etnik temizlik harekâtını kolaylaştırdığı gibi aynı zamanda cesaretlendirdi. Bu durum uluslararası bir müdahalenin yapılması yönünde baskıları artırdı. Mülteci sorunuyla uğraşmak istemeyen Batılı devletlerin de etkisiyle Saraybosna, Gorajde, Serebrenika, Tuzla, Zepa ve Bihac 1993’te BM Güvenlik Konseyi tarafından güvenli bölge ilan edildi. Bu güvenli bölgelere yerleştirilen BM Barış Gücü askerlerine savaştan kaçarak kendilerine sığınan çoğunluğu Boşnak sivil, kadın ve çocukları koruma görevi verildi. Şubat 1994’te Saraybosna’daki pazar yeri patlamasında sivillerin ölmesi ve yaralanması NATO’nun tepkisine sebep oldu.

Rusya, Yugoslavya krizinde başından beri tarihî, dinî ve kültürel bağlarından dolayı Sırpları desteklemişti. Fakat Sırp milliyetçiliğinin taşkınlıkları ve Rusya ile Batı arasında gelişmeye başlayan güçlü ilişkiler Rusların Bosnalı Sırplara verdiği desteği sınırlamasına neden oldu. Bundan sonraki süreçte ABD ve Rusya Bosna sorununda arabuluculukta ön plana çıktı. Mart 1994’te Washington’da düzenlenen bir törenle Bosna-Hersek topraklarında bir Boşnak-Hırvat Federasyonunun kurulmasına ilişkin bir anlaşma imzalanarak Ocak 1993’ten beri devam eden Hırvat- Boşnak mücadelesi sona erdi.

Temmuz 1995’te General Ratko Mladiç komutasındaki Sırp güçleri, daha önce BM Güvenlik Konseyi tarafından “güvenli bölge” ilan edilmiş olan Doğu Bosna’daki Serebrenika’yı işgal etmiş; genç, yaşlı demeden Bosnalı Müslümanlardan binlerce sivili topluca katletmiştir.

Tüm dünyayı ayağa kaldıran bu katliam, NATO’yu da harekete geçirmiş ve 30 Ağustos 1995’te Sırp hedeflerine yönelik kapsamlı hava operasyonları başlatılmıştır. Üç hafta süren bu harekât sonucunda Sırplar ateşkes yapmayı kabul etmiştir.

Sırpların bölgeden çekilmek istememesi ve katliamlara devam etmesi üzerine 30 Ağustos-14 Eylül 1995 arasında NATO Hava Kuvvetleri, havadan Sırp hedeflerine taarruzda bulunarak Sırpların Saraybosna’nın 20 km gerisine çekilmesini sağladı. 14 Aralık 1995’te Yugoslavya Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franyo Tucman ve eski Bosna- Hersek Cumhurbaşkanı Aliya Izetbegoviç tarafından Dayton Antlaşması imzalanarak Bosna Savaşı sona erdi.

Tüm dünyayı ayağa kaldıran bu katliam, NATO’yu da harekete geçirmiş ve 30 Ağustos 1995’te Sırp hedeflerine yönelik kapsamlı hava operasyonları başlatılmıştır. Üç hafta süren bu harekât sonucunda Sırplar ateşkes yapmayı kabul etmiştir.

Sırpların bölgeden çekilmek istememesi ve katliamlara devam etmesi üzerine 30 Ağustos-14 Eylül 1995 arasında NATO Hava Kuvvetleri, havadan Sırp hedeflerine taarruzda bulunarak Sırpların Saraybosna’nın 20 km gerisine çekilmesini sağladı. 14 Aralık 1995’te Yugoslavya Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franyo Tucman ve eski Bosna- Hersek Cumhurbaşkanı Aliya Izetbegoviç tarafından Dayton Antlaşması imzalanarak Bosna Savaşı sona erdi.

Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra kurulan cumhuriyetler, güvenlik arayışı, siyasi ve ekonomik sebepler çerçevesinde uluslararası oluşumlara katılmak istemiştir. Ekonomik açıdan diğer cumhuriyetlere göre ileri seviyede olan Hırvatistan ve Slovenya AB’ye üye olmuştur. NATO’nun genişleme süreci konusunda belirtildiği gibi Slovenya 2004’te üye olurken Hırvatistan 2009’da üye olma hakkı kazanmış, Makedonya ise Yunanistan’ın vetosundan dolayı NATO’ya girememiştir.

Sırp Politikası:

Tito Yugoslavyası’nda Sırplar, kendilerine haksızlık yapıldığını düşünüyordu. Oysa Sırplar Sırbistan dışındaki cumhuriyetlerde de nüfuslarıyla kıyaslanamayacak oranda en önemli kademelerde görev almışlardı.

1985’te Sırplar yayınladıkları memorandumla Yugoslavya’ya üç eleştiri yöneltti. 1. Bütün federal hükûmetler Hırvatistan ve Slovenya Cumhuriyetleri lehine ekonomik politikalar uygulayıp Sırbistan’a karşı ekonomik ayrımcılık yaptılar.

2. Tito’nun Sırbistan’da Kosova ve Voyvodina Özerk Bölgeleri’ni oluşturması ve 1974 sonrası onları karar alma sürecine doğrudan katması Sırbistan’a yönelik bir haksızlıktı.

3. Sırp olmayan cumhuriyetlerin desteğiyle Arnavut ayrılıkçılar, Kosova’da anti-Sırp bir politika izlemekteydi.

Teorik temellerini memorandumdan alan Miloşeviç’in milliyetçi politikasının ilk uygulama alanı da nüfusunun % 90’ı Arnavut olan Kosova oldu.

Kosova’nın özerkliğinin ortadan kaldırılmasıyla resmî kurumlarda, okullarda, mahkemelerde ve hastanelerde Arnavutça kullanılması yasaklandı. Bu baskıya karşı çıkan çalışanlar işlerinden atıldılar. Gösterilere katılan çok sayıda öğrenci ve öğretim üyesi üniversitelerden uzaklaştırıldı. Ekim 1990’da Sırp hükûmeti Kosova’da Sırp tarihine ve kültürüne özel bir ağırlık veren yeni müfredat programını kabul etti. Uygulamaları eleştiren Arnavut politikacıları tutuklanırken Arnavut basını da baskı altına alındı. Bütün bunlar Arnavut milliyetçiliğini beslemeye başladı.

L. Doğan TILIÇ, Milliyetçiliğin Pençesindeki Kosova, s. 120-122 düzenlenmiştir.

 

Bilge Lider Aliya İzzetbegoviç

Aliya Izzetbegoviç 1925’te Bosna Hersek’in Şamaç (Aziziye) kasabasında doğdu. Ortaöğrenimini Saraybosna’da tamamlayan Aliya, II. Dünya Savaşı sırasında Hırvat ve Sırp çetelerine karşı Boşnakların varlığını korumasında önemli rol oynayan, “Genç Müslümanlar Teşkilatı”na üye oldu. Savaş sırasında kurulan Bağımsız Hırvat Devleti’nin işgali altındaki Saraybosna’da liseyi bitirdi.

Savaş sonunda “Genç Müslümanlar Teşkilatı”na üye ve Tito’ya muhalif olmaktan 1946’da tutuklanarak uzun süre çeşitli cezaevlerinde hapsedildi. Izzetbegoviç’in, Yugoslavya ve İslam dünyasında birçok dergi ve gazetede yazıları yayınlandı. Yazdığı kitapları yüzünden hapse mahkûm edildi. 1989’da ilan edilen genel af sonucunda özgürlüğüne kavuştu. Mart 1990’da kurduğu “Demokratik Hareket Partisi”nin ilk başkanı seçilen Begoviç, 1990 seçimlerinde Bosna-Hersek’in ilk devlet başkanı seçildi ve bu görevi 2000 yılındaki üçlü devlet başkanlığı dönemine kadar sürdürdü.

Izzetbegoviç, 1992-1995 Bosna Savaşı ve sonrasında Bosna-Hersek’in bağımsızlığını kazanmasında büyük bir rol üstlendi. 19 Ekim 2003’te Saraybosna’da vefat etti.

Aliya İZZETBEGOVİÇ, Tarihe Tanıklığım, s. 5

2. Arnavutluk’ta Demokratikleşme Süreci

XV. yüzyılda Osmanlı hâkimiyetine giren Arnavutluk, 1912’de bağımsız oldu. II. Dünya Savaşı’nda İtalyanlar tarafından işgal edilen Arnavutluk Enver Hoca liderliğinde, İtalyan ve Almanlara karşı mücadele verdi ve savaş sonunda Komünist Partisinin yönetimine girdi. Başlangıçta SSCB ile iyi ilişkiler kuran Enver Hoca liderliğindeki Arnavutluk, 1961’de SSCB’den uzaklaştı ve Avrupa’da yalnız kaldı. Bu arada Çin, Adriyatik Denizi kıyısında kendisine bir üs verilmesi karşılığında Arnavutluk’a önemli iktisadi yardımlarda bulundu. Bu gelişmeler Arnavutluk’u Çin Halk Cumhuriyeti’ne yaklaştırdı. Ancak 1976’da Çin Halk Cumhuriyeti’nde başlayan reformlar bu ilişkileri olumsuz etkiledi ve Arnavutluk Çin’den de uzaklaştı.

Nisan 1985’te Enver Hoca’nın ölümünden sonra Ramiz Alia, Arnavutluk Komünist Partisi liderliğine ve devlet başkanlığına getirildi. Enver Hoca döneminde dışa kapalı bir politika takip eden Arnavutluk, Aliya döneminin ilk yıllarında aynı politikayı takip etti. Bu yüzden Arnavutluk SSCB’de başlayan değişim rüzgârlarından en son etkilenen devlet oldu.

Balkanlarda ve Avrupa’da meydana gelen gelişmeler üzerine Alia, sosyalist rejimi yumuşatmaya yönelik tedbirler almak zorunda kaldı. 1990 başlarından itibaren Arnavutluk büyük bir değişim içine girerek bir dizi reformlar yaptı. Ramiz Alia, dış ülkelerle münasebetleri geliştirerek uzun yıllardır dış dünyaya kapalı olan Arnavutluk’un dış politikasını temelden değiştirdi. Hükûmet, ekonomide liberalleşmeyi kabul ederken dış sermayenin sınırlı da olsa ülkeye girmesine izin verdi. Arnavutluk’ta ilk kez 1992’de iktidar partisinin denetiminde olmakla birlikte çok partili seçimler yapılarak demokrasiye geçiş sağlandı. Son olarak 28 Kasım 1998’de referandumla yeni anayasa kabul edildi. 22 Mart 1992’de yapılan seçimlerde Demokrat Parti birinci parti oldu. Böylece Sosyalist Parti iktidarına da son verilerek Demokrat Parti liderliğinde bir hükûmet kuruldu. Bunun üzerine Ramiz Alia istifa etmek zorunda kaldı ve cumhurbaşkanlığına Demokrat Parti lideri Sali Berişa seçildi. Arnavutluk’un Avrupa Birliği ve NATO’ya üyelik görüşmeleri sürmektedir.

F. ORTA DOĞU VE AFGANİSTAN’DAKİ GELİŞMELER
1. Körfez Savaşları

Irak, Kuveyt’in Osmanlı Devleti döneminde Basra vilayetine bağlı bir kaza olduğu, dolayısıyla buranın kendilerine bağlı olması gerektiği iddiasını öne sürmekteydi. Ayrıca Irak, Iran ile sekiz yıl süren savaş sebebiyle büyük ölçüde borçlanmıştı. Borçlarını ödeyebilmek, sanayileşmesini sürdürmek ve askerî yönden yeniden güçlenebilmek için Batılı ülkelerden ve Körfez ülkelerinden kredi talebinde bulundu. Irak, kredi isteğine olumlu cevap alamayınca Kuveyt’in günlük limitten fazla petrol çıkararak kendisini zarara uğrattığı iddiasını öne sürerek bu devletten 24 milyar dolar istedi. Bu isteklerin kabul edilmemesi üzerine Irak birlikleri, 2 Ağustos 1990 günü Kuveyt topraklarına girerek bu ülkeyi kendi topraklarına kattığını ilan etti. Bu işgalle Irak, Basra Körfezi’nin doğusunu ve Kuveyt’teki zengin petrol yataklarını ele geçirerek bölgede daha etkili olmayı amaçlıyordu. Bu durum Orta Doğu’nun statüsünde ve güç dengelerinde önemli değişmelere yol açarak tehlikeli bir durumun ortaya çıkmasına neden oldu.

Dünya petrol rezervinin yüzde 60’ından fazlasının bulunduğu hesaplanan Orta Doğu’daki bu statü değişimi, özellikle başta ABD olmak üzere, Batılı devletlerin çıkarlarıyla da yakından ilgiliydi. Kuveyt’in işgali Irak’ı kendileri için bir tehdit unsuru olarak gören Iran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere bölge ülkelerinin politikalarıyla da uyuşmuyordu. Bu nedenlerle Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan “Körfez Krizi”, aynı zamanda bir dünya sorunu hâline geldi.

BM Güvenlik Konseyi aldığı kararlarla bu işgali kınayarak Irak’tan, işgal ettiği topraklardan hemen ve şartsız olarak geri çekilmesini istedi. Verilen olumsuz cevap üzerine BM Güvenlik Konseyi 6 Ağustosta, Irak’a geniş kapsamlı ekonomik ambargo uygulanmasını kabul etti. Avrupa Topluluğu da Irak ve Kuveyt’ten petrol alımına ambargo koydu ve Irak’a silah satışını yasakladı. Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini sağlamak amacıyla Güvenlik Konseyi kararıyla oluşturulan koalisyon güçlerine ABD ve Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya gibi) yanında Mısır, Bahreyn, Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suriye gibi Arap ülkeleri de destek verdi. BM, Irak’a karşı güç kullanılması kararı alırken Irak’ın kuvvetlerini geri çekmesi için 15 Ocak 1991’e kadar süre tanıdı.

Irak’ın, verilen süre içerisinde kuvvetlerini çekmemesi üzerine, Güvenlik Konseyi kararına göre koalisyon güçleri 17 Ocak’ta hava saldırısına başladı. Bu saldırılar sonucu Irak, askerî gücünün büyük bölümünü kaybetti.

Irak askerleri şubat ayı başında Kuveyt’teki petrol kuyularını ateşe vermeye başladı. Koalisyon kuvvetleri 24 Şubat’ta kara harekâtını başlatarak kısa sürede Kuveyt’teki Irak ordusunu kıskaca aldı. 28 Şubat 1991’de Irak’ın ateşkes isteğinde bulunması üzerine koalisyon güçleri kara harekâtını durdurdu. 3 Nisanda ateşkesin nihai şartlarını görüşen BM Güvenlik Konseyi, Kuveyt’in işgalden önceki sınırlarının kabul edilmesi, Irak’ın nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlardan arındırılması kararını aldı. Ekonomik ambargonun kaldırılması da bu şartların yerine getirilmesine bağlandı.

BM, 19 Nisan 1991’de aldığı 688 sayılı kararıyla, Irak hükûmetine 36. paralelin kuzeyi ile 32. paralelin güneyine uçak ve ağır silah geçirmeme yükümlülüğünü kabul ettirdi. Mayıs 1991’de, 36. paralelin kuzeyini kontrol altında tutmak ve Irak’ın ateşkes koşullarına uyup uymadığını kontrol etmek için uluslararası “Çevik Güç” kuruldu. Merkezi Türkiye’deki İncirlik Üssü olan bu güç; Amerikan, İngiliz, Fransız ve Türk hava birliklerinden oluşuyordu. BM tarafından oluşturulan Irak Özel Komisyonu ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı haziranda nükleer silahlara ilişkin denetim görevine başladı. Irak’ın sorun çıkarması nedeniyle denetimler defalarca kesintiye uğradı. Çıkan sorunların çözüme ulaştırılamaması ve BM Denetleme Komisyonunun Irak’tan ayrılması üzerine ABD-İngiliz uçakları Aralık 1998’de Irak’ı tekrar bombaladı.

7 Aralık 2002’de Irak elindeki kitle imha silahlarının listesini BM’ye sundu. Silah denetçilerinin Şubat 2003’te verdikleri raporda; Irak’ın iş birliği konusunda önceki döneme göre daha istekli olduğu, Irak hükûmetinden habersiz 400 baskın yapıldığı, kitle imha silahlarıyla ilgili bir bulguya henüz rastlanmadığı belirtilmekteydi. Buna rağmen ABD, İngiltere ve İspanya ise Irak’a karşı güç kullanımını öneren bir karar tasarısını Güvenlik Konseyine sundu. Almanya, Rusya, Çin, Fransa, Belçika, Suriye başta olmak üzere Güvenlik Konseyi üyelerinin çoğunun karşı çıkması nedeniyle tasarı onaylanmadı. Türkiye ve İslam ülkelerinin tamamı güç kullanımına karşı olduklarını açıkladılar. Yine aynı yıl toplanan Bağlantısızlar Zirvesinde de güç kullanılmaması kararı alınırken ABD, bölgeye 150.000 civarında asker sevk etmişti. BM Güvenlik Konseyinde Irak’a zaman tanınması yönünde tartışmalar yaşanırken ABD ve İngiltere tarafından Irak’a saldırı başlatıldı (20 Mart 2003). Dünya kamuoyunun karşı çıkışlarına rağmen saldırıyı genişleten ABD ve İngiliz kuvvetleri 9-10 Nisan’da Bağdat’a girdi. Mevcut Irak yönetimi fazla bir direnç gösteremedi. Yöneticilerin bir bölümü teslim olurken bazıları kaçarak kurtulmayı denedi. Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, 30 Aralık 2006’da idam edildi.

Koalisyon güçleri geçici bir Irak yönetimi oluşturmak amacıyla Nisan 2003’te toplantılar düzenlerken Irak’ta yabancı yönetimi reddeden gösteriler de yapılmaktaydı. Irak’ta işgale karşı bu gelişmeler yaşanırken BM Güvenlik Konseyi, işgal güçlerini bölgede otorite kabul eden bir karar aldı. Ayrıca alınan kararla Irak’ın siyasi yapısının yeniden oluşturulması, doğal kaynakların tasarrufu gibi konularda işgal güçlerine yetki verilmesi, ekonomik ambargonun kaldırılması ve BM Genel Sekreterine otoritenin oluşturulması için “özel temsilci atama yetkisi” verilmişti.

Yapılan uzun çalışmalar sonucunda 13 Temmuz 2003’te “Geçici Irak Yönetim Konseyi” oluşturuldu ve BM nezdinde tanındı. Bu aşamada diğer bir önemli gelişme de Geçici Irak İdari Yasası’nın kabul edilmesiydi.

Irak’ta seçimler öngörüldüğü gibi 30 Ocak 2005’te yapıldı. Celal Talabani cumhurbaşkanlığına seçildi. Hükûmetin kurulmasının ardından ekim ayında anayasa referanduma sunuldu ve kabul edildi. Aralıkta yapılan seçimler ile oluşan parlamento, cumhurbaşkanlığına Celal Talabani’yi tekrar seçti. Irak’ın asli unsurlarından olan ve nüfusları 2.000.000’u geçen Türkmenlere yönetimde yeterli temsil hakkı verilmemesi çözüm bekleyen önemli bir sorun olmaya devam etmektedir.
2. Filistin Sorunu ve Orta Doğu Barış Görüşmeleri

BM, 29 Kasım 1947’de Filistin topraklarını paylaştırmış, Kudüs uluslararası statüye tabii tutulmuş ve 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti kurulmuştu. Filistin halkı 1948 Arap-İsrail savaşında topraklarının işgal edilmesi üzerine mülteci konumuna düştü. Filistin meselesi önce Arap devletleri tarafından çözümlenmek istendiyse de 2. Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Filistin’i kurtarmak amacıyla örgütler kuruldu.

Başlangıçta Arap devletlerinin desteği ile Filistin’in bağımsızlığının sağlanacağına inanan bu örgütler, 1962’de silahlı mücadeleye girişirken aynı zamanda Filistin bağımsızlık mücadelesini organize etmeye çalıştılar. 1964’te etkin olmaya başlayan örgütler, 1967 savaşında Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin İsrail’in eline geçmesiyle insan kaynağını büyük ölçüde kaybedince 1964’te Yaser Arafat önderliğinde ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) çatısı atında birleştiler. FKÖ siyasi çözüm yolları arayarak Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin Devleti’nin kurulmasına çalıştı. Bu çalışmalar, BM’nin 1974’te FKÖ’yü 4,5 milyon Filistinlinin tek temsilcisi olarak tanıması sonucunu ortaya çıkardı. İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi sonucu FKÖ’nün Beyrut’tan Tunus’a taşınması İsrail’e karşı mukavemetinin azalmasında etkili oldu. Zaman zaman ayrılıkların yaşandığı FKÖ’de 1987 Cezayir Toplantısı ile yeniden birlik sağlandı. Bu yılın sonunda işgal altındaki Filistin topraklarında FKÖ’nün yönlendirmesiyle ayaklanma (intifada) başladı. Arafat’ın “küçük generallerim” dediği çocukların tanklara karşı sapanlı mücadelesi ve İsrail’in insan hakları ihlalleri dünyada yankı uyandırdı ve İsrail’i zor durumda bıraktı. 14 Kasım 1988’de Filistin Ulusal Konseyi tarafından Bağımsız Filistin Devleti ilan edildi. 1989’da Yaser Arafat FKÖ merkez konseyi tarafından Filistin Devlet Başkanlığına seçildi.

Ekim 1991’de düzenlenen Madrid Konferansı İsrail ile Filistin’e ilk kez yüz yüze görüşme imkanı sağlamıştır. 1993’te “Oslo görüşmeleri” sonunda FKÖ İsrail’i, İsrail’de FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi olarak tanımıştır. Bu tarihten sonra sayısı onlarla ifade edilebilecek barış görüşmeleri yapıldı. İsrail’in BM Güvenlik Konseyi kararlarını ve dünya kamuoyunun tepkisini dikkate almamasından dolayı barış gerçekleşmedi. Zamanla İsrail saldırıları, Filistin yönetim kademesini de hedef almaya başladı. Filistin lideri Arafat’ı 2002 yılında Ramallah’taki teşkilat merkezinde kuşatma altında tuttu. Bu süre içerisinde haberleşme, ısınma ve barınma gibi en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılan Arafat teslim olmaya zorlandı. Aynı yıl içinde İsrail güvenlik gerekçesiyle Batı Şeria ile arasına sınır boyunca büyük bir duvarın inşasına başladı.

İsrail, 2004’te Gazze Şeridi’ndeki tüm Yahudi yerleşmelerinin boşaltılacağını açıklarken Gazze’ye saldırılarını yeniden başlattı. “Refah operasyonu” adı verilen saldırılar Yaser Arafat’ın ölümü sonrasında Filistin Devlet Başkanı olan Mahmut Abbas tarafından İsrail’le ateşkes imzalanması ile son buldu. Yapılan anlaşmaya göre İsrail 2005’te Gazze’deki 21 ve Batı Şeria’daki dört yerleşim yerinden çekilmeyi tamamladı. 2007 sonlarında İsrail ile Filistin arasında iki devletli çözüm esasına dayanan “Anna Polis” toplantısı yapıldıysa da sonuç alınamadı. 2008 sonlarında İsrail’in muhalif Filistinli örgütleri gerekçe göstererek Gazze üzerine başlattığı saldırılarda çoğunluğu sivil, yüzlerce insan hayatını kaybetti. Ateşkes ilan edilmesine rağmen Filistin sorunu Orta Doğu’da çözüm bekleyen önemli sorunlardan biri olmaya devam etmektedir.
3. Afganistan’daki Gelişmeler

Şubat 1989’da SSCB birliklerinin çekilmesinden sonra Afganistan’da SSCB destekli Afgan hükûmeti ile mücahitler arasında çatışmalar başladı. 1992’de mücahitler, bu savaştan zaferle çıktılar ve kendi aralarında bölünerek iktidar mücadelesi içine girdiler. Afganistan’daki bu durumdan yararlanan Molla Muhammet Ömer liderliğindeki Taliban (öğrenciler) grubu, 1996’da Kâbil merkez olmak üzere ülkenin yaklaşık % 70’ini kontrolü altına alarak İslam Devletini kurdu. Taliban yönetimine karşı olanlar da Ahmet Şah Mesut liderliğinde 45.000 kişilik askerî güçle ülkenin kuzeyinde toplanarak “Kuzey İttifakı” adı altında örgütlendi.

11 Eylül 2001’de ABD’nin Newyork şehrindeki Dünya Ticaret Merkezine (ikiz kuleler) ve ABD Savunma Bakanlığına (Pentagon) terör saldırısında bulunuldu. ABD bu saldırılardan sorumlu tuttuğu terör örgütü liderinin Afganistan’da bulunduğunu iddia ederek kendisine teslim edilmesini istedi. Taliban yönetiminin olumsuz cevap vermesi üzerine 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan’a hava taarruzu başlattı. Başta Özbek General Raşid Dostum olmak üzere Kuzey İttifakı da harekâta karadan destek verdi. Hava operasyonları karşısında çaresiz kalan Taliban yönetimi Kasım 2001’de yönetimden uzaklaştırıldı. Afganistan’da Taliban yönetimi yıkılarak yerine Hamid Karzai liderliğindeki hükûmet, 22 Aralık 2001’de göreve başladı. Bu hükûmetin ülkede güvenliği sağlamasına destek olarak BM Güvenlik Konseyi tarafından Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) kuruldu. Türkiye, 2002’de ISAF’ta komutayı devraldı. Almanya ve Hollanda’nın teklifi ile 2003’te komuta NATO’ya geçti. Türkiye, NATO kontrolündeki ISAF’ın komutasını 2004’te tekrar aldı. Görevine devam eden ISAF, görev alanı başkent Kabil ve yakın çevresinde güvenliği sağlamasına rağmen ülkenin geri kalan alanlarında tam olarak güvenliği sağlayamamıştır. Devlet başkanlığı sisteminin yürürlükte olduğu ülkede, 18 Eylül 2005’te yapılan seçimler sonunda oluşan Hamid Karzai başkanlığındaki hükûmet henüz ülkede güvenliği tam olarak sağlayabilmiş değildir.
4. Orta Doğu’da Su Sorunu
XIX. yüzyılın sonlarında, Orta Doğu’da devletler arasındaki ilişkileri, güvenliği ve barışı etkileyen önemli etkenlerden biri de “su sorunu” dur. Bu sorun, su kaynaklarına sahip olma ya da bunlardan daha çok yararlanma amacıyla yapılan girişimlerden dolayı ortaya çıkmıştır.

Orta Doğu’nun başlıca su kaynakları: Dicle, Fırat, Asi, Şeria ve Nil nehirleridir. Bu nehirlerin kaynaklarının ve denizlere döküldükleri yerlerin farklı ülkelerin topraklarında bulunmasından dolayı devletler arasında suyun paylaşılması ile ilgili gittikçe büyüyen sorunlara sebep olmuştur. Nil Nehri, Mısır, Sudan ve Etiyopya; Şeria Nehri ise Ürdün, Suriye ile İsrail arasında suyun kullanımı konusunda ciddi sorunlara yol açmaktadır.

Asi Nehri, Lübnan’dan doğmakta, Suriye’den geçip Türkiye’den Akdeniz’e dökülmektedir. Bu nehir üzerinde Lübnan ve Suriye barajlar inşa etmiştir. Özellikle yaz aylarında Lübnan ve Suriye’nin yoğun sulama faaliyetlerinde bulunması Türkiye’nin, nehrin sularından yeteri kadar istifade etmesini engellerken Türkiye ve Suriye arasında da sorun oluşturdu. Suriye, Türkiye’nin nehir sularının paylaşımı ve su tasarrufu konularında yaptığı anlaşma girişimlerine karşılık vermeyerek anlaşmanın yapılmasını engellemektedir.

Türkiye, Keban Barajı projesi ile Dicle ve özellikle Fırat akarsularının kullanımının bir anlaşmaya bağlanması amacıyla Suriye ve Irak’a 1965’te ortak bir toplantı yapılması teklifinde bulundu. Ancak, Türkiye’nin Dicle ve Fırat nehir sularının yanı sıra Asi Nehri sularının da bu görüşmede ele alınması önerisi üzerine bu toplantı gerçekleşmedi.

1970’li yılların başlarından itibaren Türkiye’nin GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi)’ı uygulamak üzere çalışmalara başlaması, Dicle ve Fırat nehirlerinden yararlanan Suriye ve Irak tarafından tepkiyle karşılandı. Bu iki devlet, diğer Arap devletlerinden bazılarını da yanına alarak Türkiye’nin bu projesini engellemek için çalışmalar yaptı. Dünya Bankasının proje kapsamındaki kredilerinin kesilmesine neden olan bu girişimler, projeyi Türkiye’nin kendi kaynakları ile gerçekleştirmesi gerekliliğini ortaya çıkardı. Türkiye, Atatürk Barajı’nda 13 Ocak 1990’dan itibaren su tutmaya başlayacağını ve bir ay süreyle Fırat Nehri’nin sularının akışını durduracağını açıkladı. Bu gelişme Suriye ve Irak başta olmak üzere Arap devletlerinin sert tepkisi ile karşılandı. Böylece Dicle ve Fırat’ın sularının kullanımı ve paylaşılmasından doğan “su sorunu” açıkça ortaya çıktı. Dicle ve Fırat üzerindeki egemenlik haklarından taviz vermeyeceğini vurgulayan Türkiye, sorunun barışçı yollarla çözülmesine çalıştı.

Bu doğrultuda 1987’de Şam’da imzalanan “Ekonomik İş Birliği Protokolü” çerçevesinde Türkiye, Fırat Nehri’nden, Suriye’ye saniyede 500 metreküp su bırakmayı kabul etti. Ayrıca Fırat ve Dicle’nin suyunu Arap Yarımadası’na kadar akıtacak “Barış Suyu Projesi”ni ortaya attı.

Türkiye’nin su sorununu aşmaya yönelik çalışmaları Suriye’nin paylaşım stratejisi nedeniyle bir sonuç vermedi. Ayrıca Fırat Nehri üzerinde Birecik Barajı’nın yapılmaya başlanması Suriye’nin, Dicle üzerinde Ilısu Barajı’nın yapılması Suriye ve Irak’ın tepkilerine sebep oldu.

1990’lı yıllarda Türkiye ile Suriye ve Irak arasında devam eden “su sorunu”, 1999-2001 yılları arasında bölgede kuraklığın da görülmesiyle gerginliği oldukça artırdı. Türkiye, projeler yoluyla suyun daha verimli kullanılmasını önerirken Suriye’nin Fırat ve Dicle için paylaşım tezi sunması sorunun çözümünü engellemektedir.

G. DÜNYADAKİ GELİŞMELER

1. Bilimsel ve Teknolojik Gelişmelerin Etkileri
2. Küreselleşme ve Etkileri

Son yıllarda sanattan spora, kültürden ekonomiye kadar her alanda en fazla duyulan kelimelerin birisi de “küreselleşme”dir. En yalın anlamıyla küreselleşme, “Endüstriyel genişlemeye ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına paralel olarak siyasi, kültürel ve ekonomik düzeydeki çok yönlü toplumsal ilişkilerin dünya çapında yaygınlaşması” olarak tanımlanmaktadır.

1980’li yıllarla birlikte başlayan küreselleşme süreci, 1990’ların başlarında Doğu Blokunun dağılmasıyla hız kazanmıştır. Devletin ekonomideki ağırlığı azalmış, özelleştirme artmış, uluslararası ticaret ve çok uluslu şirketler yaygınlaşmıştır. Küreselleşme ile dünyadaki geniş kapsamlı siyasi ve ekonomik değişmeler sınır tanımadan bütün dünyayı etkisi altına almıştır. 2008 yılının ekim ayında ABD’de meydana gelen ekonomik krizin dalgalar hâlinde yayılması bunun en son örneğidir. 206. sayfadaki tablo, bu krizin dünyanın önemli borsalarına etkisini göstermektedir.

 

Bilim ve teknolojideki hızlı gelişmeler, fertleri daha fazla çalışmaya sevk ederek toplumları rekabete itmiştir. Bu gelişme, yeni haberleşme araç ve malzemelerinin hayata geçmesi ve bilgi iletişim imkânlarının yaygınlaşması ile daha da hızlanmıştır.

Özellikle iletişim teknolojisindeki hızlı gelişmeler ülkeleri ekonomiden siyasete kadar pek çok alanda birbirlerine yakınlaştırarak dünyayı adeta “küresel bir köy”e dönüştürmüştür. Uydu teknolojisinin sınır ötesi yayıncılığa sağladığı kolaylıklar, dünyanın en ücra köşesindeki bir toplumun varlığından, kültüründen daha ayrıntılı bir şekilde haberdar olma imkânı sağlamaktadır.

Ülkeler arası haberleşme ağlarının yaygınlaşması, kültürler arası etkileşime yeni bir ivme kazandırarak dünyadaki kültürel akışı hızlandırmıştır.

Bilgi ve kültürün dünya ölçeğinde paylaşımı İnternet yoluyla hızlı bir şekilde sağlanmıştır. Küreselleşmeyle birlikte ekonomik yönden ülkelerin önemli bir kısmı, birbiriyle bütünleşmeye başlamıştır. Örneğin Rusya’da yaşanan bir kriz Türkiye’den bu ülkeye ihracat yapan birçok firmayı olumsuz etkilemiştir. Büyük ölçekli şirketler dünya çapında etkisini artırırken bazı yerel yatırımcıların sayıları azalmıştır.

Küreselleşmenin etkisiyle sinema, müzik, spor, sanat vb. birçok faaliyet uluslararası bir boyut kazanmıştır. Film yapımcılarının hedefi, başta Oscar (Oskar) olmak üzere uluslararası yarışmalarda başarılı olmak ve yüksek ekonomik kazançlar elde etmektir. Sporda da dünya şampiyonaları ve olimpiyat oyunlarının yapıldığı ülkelere giden milyonlarca insanın sağladığı ekonomik gelir ve canlı yayınlarla elde edilen reklam imkânı sporun önemini bir kat daha arttırmaktadır.


H. DEĞİŞEN DÜNYA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI

1. Rusya Federasyonu

SSCB’nin dağılması ve iki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasıyla Türkiye’nin temel dış politika dinamiklerinde büyük bir değişim olmuştur. Bu çerçevede Türk dış politikasının esasları yeniden belirlenmeye çalışılmıştır. Bu dönemde Türkiye, Türk topluluklarının da bulunduğu Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da siyasi ve ekonomik iş birliği olanakları yakalarken etnik-dinî çatışmaların ortaya çıkardığı güvenlik sorunlarından olumsuz etkilenmiştir. Körfez Savaşlarından sonra Orta Doğu Bölgesi, Türkiye için güvenlik tehlikesi oluşturan bir alan hâline gelmiştir. Türkiye’nin jeopolitik konumu siyasi ve ekonomik kazançların yanında güvenlik risklerini de beraberinde getirmektedir. Dünyanın en istikrarsız üç bölgesine (Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu) komşu olan Türkiye’nin doğrudan dâhil olmadığı pek çok sorundan etkilenmesine sebep olmaktadır. Günümüzde Türk dış politikasının başlıca amacı, medeniyetler arasında anlayış ve iş birliği kültürünün geliştirilmesine katkıda bulunarak barış ve refah içinde, istikrarlı, iş birliğine dayalı bölgesel ve uluslararası bir ortamın oluşturulmasıdır. Türkiye kuruluşundan itibaren dış politikada Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh.” ilkesini günümüzde de devam ettirmektedir.
SSCB’nin dağılmasından sonra eski gücünü tekrar kazanmak isteyen Rusya Federasyonu, 1993 yılından sonra eski Sovyet cumhuriyetleri ile karşılıklı ortak çıkar ilişkisine göre hareket etmeye çalışmıştır. Doğu Avrupa’yı Batılı ülkelerin etkisine terk etmek zorunda kalan Rusya Federasyonu için hareket sahası olarak Kafkasya ve Orta Asya bölgeleri kalmıştır. Türkiye’nin Orta Asya Türk cumhuriyetleri ve diğer Türk topluluklarıyla yakından ilgilenmesi Rusya’nın bölgedeki etkinliğinin azalmasına neden olmuştur.
Rusya’nın Hazar petrolleri ve Orta Asya’nın zengin enerji kaynakları üzerindeki etkisini azaltmak isteyen Batılı Devletler, Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye üzerinden bir enerji koridoru oluşturma politikası izlemiştir. Böylece Türkiye’nin bölgedeki önemi daha da artmıştır. 2000’li yıllara girilirken Türkiye-Rusya ilişkileri hızlı bir şekilde gelişmeye başlamıştır. Türkiye inşaat sektörü ve tüketim malları konusunda Rusya pazarında eksikliği giderirken Rusya da Türkiye’nin doğal gaz başta olmak üzere enerji ihtiyacını karşılamak, silah sanayini geliştirmek konusunda fırsatlar sunmaktadır. Şu anda Rusya, Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı ülke hâline gelmiştir. Bu konuda Rus doğal gazını Karadeniz’in altından döşenen bir boru hattıyla Samsun’a ulaştıran Mavi Akım Projesi bir dönüm noktası olmuştur.

2. Kafkasya
3. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri
4. Orta Doğu
5. Balkanlar
6. Ekonomik İşbirliği Teşkilatı
7. Kızılay’ın Yurt Dışı Yardım Faaliyetleri
8. Türk Ordusu ve Dünya Barışı

I. 1980 SONRASI TÜRKİYE

1. Siyasi Gelişmeler

1983 milletvekili genel seçimlerinde Turgut Özal’ın liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) iktidara geldi. ANAP Hükûmeti ekonominin liberalleşmesi konusunda hızlı adımlar attı ve 1987’ye kadarki ilk iktidar döneminde ülke ekonomisinde belirgin iyileşmeler görüldü. Türkiye’nin dünyaya açılmasında önemli adımlar atılarak AB’ye tam üyelik için başvuru yapıldı.

1987’de yapılan referandum ile 12 Eylül askerî müdahalesi sonucunda siyaset yasağı konan Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş’in siyasi yasakları kalktı. Kasım 1987 seçimlerinden ANAP yine birinci parti olarak çıktı. 31 Ekim 1989’da TBMM kararıyla cumhurbaşkanı olan Turgut Özal’ın yerine Yıldırım Akbulut başbakan oldu. 1991 seçimleri sonucunda Süleyman Demirel başbakanlığında DYP-SHP Koalisyon hükûmeti kuruldu. Turgut Özal’ın 1993 yılında ölümü ile Süleyman Demirel cumhurbaşkanı oldu.

Süleyman Demirel’in yerine Tansu Çiller DYP genel başkanı ve Türkiye’nin ilk kadın başbakanı oldu. Bu dönemde Türkiye, AB standartlarına uyum sağlamak amacıyla Temmuz 1995’te Anayasa’da özellikle siyasi partilerle ilgili bazı yasaklar kaldırılırken siyasi partilere üye olma şartı ve yaşı gibi birçok konuda değişiklik yapıldı. AB ile “Gümrük Birliği Anlaşması” imzalandı.

1995 ile 2001 yılları arasında Türkiye’yi Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit başbakanlığındaki koalisyon hükûmetleri yönetti. Bu dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliğini sağlamak için önemli çalışmalar yapılırken hazırlanan “Ulusal Program” çerçevesinde AB’ye uyum yasaları çıkarıldı. Mayıs 2000’de Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı seçildi. 2002, 2007 ve 2011’de yapılan seçimlerde tek başına iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin kurduğu hükûmet ülkeyi yönetmektedir. Görev süresi dolan Ahmet Necdet Sezer’in yerine 2007’de Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilmiştir. Son olarak Abdullah Gül’ün yerine de 2014’te Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmiştir.

2. Kültürel Gelişmeler ve Sosyal Hayat
• Bu Dönemde Diğer Önemli Gelişmeler
3. Ekonomik Gelişmeler
4. Toplumsal Sorunlar
a. Terörizm

1980 sonrasında terör sorunu:

Terör, büyük çaplı korku veren ve bireylerde yılgınlık yaratan bir eylem durumunu ifade etmektedir. Terörizm ise siyasi amaçlar için mevcut durumu yasa dışı yollardan değiştirmek amacıyla örgütlü, sistemli ve sürekli terör eylemlerini kullanmayı bir yöntem olarak benimseme durumudur. Günümüzde uluslararası çıkar mücadelelerinde terör faaliyetleri ön plana çıkmıştır.

Terörizmin, hız kazandığı dönemlerle uluslararası sorunlar arasında yakın bir ilişki olduğu görülmektedir. Terörizm, siyasi bir mücadele aracı olarak bir ülkenin bir başka ülkeyi zayıflatması ve istikrarını bozması için de kullanılmaktadır.

Son 25 yıl içinde Türk toplumunu en fazla etkileyen olay kuşkusuz ki terördür. Türkiye’deki terör faaliyetlerinin ortak amacı devletin üniter yapısını bozarak millî birlik ve beraberliği ortadan kaldırmaktır. Terörizmin amacına ulaşmada seçtiği yöntemlerden bazıları; halkı veya hedef bir topluluğu korkutarak dehşete düşürmek, düzene karşı olan güçleri harekete geçirmek, kamuoyunu yönlendirmek, hedef ülkenin ekonomisine zarar vermek, vb.dir.

Terör örgütleri kamuoyuna seslerini duyurabilmek için propaganda yapmakta ve amaçlarına hizmet edecek her türlü olayı istismar etmektedir. Önemli kişilere suikast eylemleri düzenlemek, vatandaşlara yönelik katliamlara başvurmak, rastgele seçilmiş merkezlere bomba yerleştirmek ve intihar eylemleri bu örgütlerin en sık kullandığı yöntemlerdir.

Terörle mücadelenin oldukça yüklü bir maliyeti bulunmaktadır. Ülkelerin gelişimi ve ekonomisine yönelik harcaması gereken paraları terörle mücadele alanına kaydırma zorunluluğu, ekonomik açıdan ülkenin kaynaklarının verimli alanlarda kullanılmasının engellenmesi terörizmin amaçlarındandır. Terör örgütlerinin başlıca finans kaynakları: Silah, insan ve uyuşturucu madde kaçakçılığı, gasp, hırsızlık, fidye, haraç, çeşitli yayınlardan elde edilen gelirler ve dış desteklerdir.

Terörü önlemek için öncelikle terörün ekonomik ve insan kaynaklarını yok etmek gerekir. Terör örgütlerinin hedef kitlesi durumunda bulunan çocukları ve gençleri örgütlerin propagandalarına karşı korumak için ülkedeki eğitim düzeyi yükseltilmeli ve terör örgütlerinin zararlı faaliyetlerine karşı gençler bilinçlendirilmelidir. Terör örgütlerinin istismar sebepleri ortadan kaldırılmalıdır. Teröre destek veren veya onlara imkânlar sağlayan devletlere uluslararası yaptırımlar uygulanması için girişimlerde bulunulmalıdır. Komşu ülkelerle de iş birliği yapılarak terörizmin yurt içi ve yurt dışı bağlantıları kesilmelidir
b. 17 Ağustos Depremi Sonunda Ortaya Çıkan Sorunlar

17 Ağustos 1999’da meydana gelen 7,4 büyüklüğündeki depremin merkez üssü, İzmit’ in 12 km. güney doğusunda, Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde bulunmaktadır. Deprem, kentleşme ve nüfus yoğunluğunun fazla olduğu, önemli endüstri tesislerinin bulunduğu İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Bolu, Bursa, Zonguldak, Eskişehir ve Yalova illerinde can ve mal kaybının oldukça fazla olmasına sebep olmuştur. Depremin yaşandığı bölgede, Türkiye’nin çeşitli illerinden göç eden insanların bulunması depremin etkilerini yurt geneline yaymıştır.

17 Ağustos depreminin sanayi tesislerine zarar vermesi; iş gücü, üretim ve ihracat kaybı Türk ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Devlet Plânlama Teşkilatı tarafından yapılan çalışmalar sonucunda 7 Eylül 1999 tarihli raporla ekonomik kayıp 9-13 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Tabloda da görüldüğü gibi çok sayıda bina hasar görmüştür.

Depremden etkilenen insanlar uzun süre yaşadıkları korku ve acının psikolojik etkilerini üzerlerinden atamamışlardır. Depremden sonra devletimiz depremzedeler için önce geçici, sonra kalıcı konutlar yapmıştır. Yeni çıkarılan kanunlarla zorunlu deprem sigortası mecburiyeti getirilmiş, imar alanları ve ruhsatları daha sıkı kontrol altına alınmıştır. Arama ve kurtarma birimlerinin sayısı artırılmıştır.
İ. küresel sorunlar
1. Küresel Isınma

Yandaki şekil incelendiğinde sera gazlarının seralardaki camlar ile aynı işleve sahip olduğu görülür. Sera gazları, güneşten gelen ışık ışınlarının yeryüzüne ulaşmasına ve ısıtmasına izin verirler. Fakat ışık ışınlarının yere çarparak ısı enerjisine dönüşmüş hâlinin atmosfere dönmesine izin vermezler. Normalde geceleri soğuması gereken yeryüzü ve atmosferin yere yakın katmanları yeterince soğumaz. Sıcaklığın yüksek olması atmosferdeki su buharı miktarını da artırır. Su buharı da yeryüzünün daha fazla ısınmasına yardımcı olurken yeryüzünde sıcaklık, normal değerlerin üstüne çıkar.

Sanayi İnkılâbı ile başlayıp II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanan enerji ihtiyacı günümüzde giderek artmaktadır. Fosil yakıtlar olarak adlandırılan “kömür, petrol ve doğal gaz” dünyanın bugünkü enerji ihtiyacının % 75’ini karşılamaktadır. Yapılarında karbon (C) ve hidrojen (H) bulunan bu yakıtlar kullanıldıklarında atmosfere bol miktarda karbondioksit (CO ) salmaktadır.

Küresel ısınmaya neden olan gazlar içinde en etkili olan karbondioksitin, 1958’ten itibaren % 9 artması dünyanın iklim dengelerini bozmuştur. Karbondioksit başta olmak üzere havayı kirletin gazların yağışlarla yeryüzüne inmesi su ve toprak kirliliğinin önemli nedenlerinden olmuştur. Küresel ısınmada etkili olan gazlardan kloroflourkarbonlar ise günümüzde buzdolabı, klima, sprey, yangın söndürücü ve plastik sanayinde kullanılmakta olup bu ürünlerin sayısı her geçen gün artmaktadır.

Küresel ısınmanın etkisinin XXI. yüzyılda yoğun olarak görüleceği, buzulların erimesiyle denizlerin su seviyelerinin yükseleceği bilinmektedir. İnsanların büyük bir kısmının yaşadığı dünyanın tarımsal üretim deposu olan kıyı ovalarının sular altında kalacağı bilim adamları tarafından açıklanmaktadır. Ayrıca iklimlerde değişmeler olacağı, kuraklık ve su ihtiyacının artacağı, bazı yerlerin çölleşeceği, yağışların dengesizleşeceği ve 2025 yılı itibariyle dünya nüfusunun yarısının susuzlukla mücadele etmek zorunda kalacağı tahmin edilmektedir. 2050’ye kadar ise bitki ve hayvan türlerinin dörtte birinin yok olacağı ve bu durumun doğal dengeyi geri dönülemez şekilde bozacağı ifade edilmektedir.
• Kyoto Protokolü

Küresel ısınma bir veya birkaç devletin çabası ile çözülebilecek bir sorun olmaktan çok bütün devletlerin iş birliği ile çözülebilecek bir sorundur. Bunun için “BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”ne (BMIDÇS) bir ek niteliğindeki “Kyoto Protokolü” hazırlanmıştır. Aralık 1997’de Japonya’nın Kyoto şehrinde görüşülmeye başlayan Protokol, Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye 30 Mayıs 2008’de Protokolü imzalayacağını açıklamış ve 13.05.2009’da imzalamıştır.
2. Çevre Kirliliği

Canlıların sağlığını olumsuz yönde etkileyen, doğal çevrede zararlı etkiler meydana getiren yabancı maddelerin hava, su ve toprakta normalin üzerinde birikmesi olan çevre kirliliği, günümüzde yaşanan en önemli sorunlardan biridir. Doğal çevrenin ve kaynakların sınırsız olmadığını unutan insanlar yüzyıllar boyunca doğal kaynakları tüketme ve kirletme yoluna gitmişlerdir. Özellikle son elli yıl içinde binlerce canlı türünün yok olması, doğal dengenin bozulmasının ortaya çıkardığı hastalıklar ve insanlara verdiği zararlar yoğun bir şekilde görülmeye başlanınca bazı tedbirler alma yoluna gidilmiştir. Ancak çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi konusunda hâlâ ortak bir bilinç oluşmamıştır. Çevre kirliliğini genel olarak hava, su, toprak ve gürültü kirliliği olarak sınıflandırabiliriz.

Yeryüzündeki su kaynaklarının ancak % 1’i kullanılabilir tatlı su kaynağıdır. Son yıllarda küresel ısınmanın etkisiyle dünyada meydana gelen kuraklık, su kaynaklarının çok daha fazla önem kazanmasını sağladı. Günümüzde milyonlarca insan yeterli ve temiz su kaynakları bulamadığı için ölmekte veya salgın hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Tatlı su kaynakları yanında tuzlu su kaynakları da iklimin dengeli bir şekilde devamı için gereklidir. Tuzlu sularda yaşayan canlılar doğal dengenin korunması için son derece önemlidir.

Evlerden, sanayi tesislerinden, maden işletmelerinden sulara sürekli zararlı atıklar karışmaktadır. Tarımda kullanılan ilaçlar ve gübreler kirlenmeyi daha da artırmaktadır.

Canlı yaşamı için çok önemli olan bir diğer doğal kaynak topraktır. Nüfusun hızla arttığı, kullanılabilir toprak miktarının ise sürekli azaldığı dünyamızda 1 cm kalınlığında toprak tabakasının oluşabilmesi için yüzlerce yıl geçmesi gerekir. Verimli toprakların sulara katılan veya havaya salınan zararlı maddelerle kirlenmesi, yanlış sulama, erozyon vb. nedenlerle hızlı bir şekilde yok olması dünyada açlık tehlikesini büyük boyutlara ulaştırmıştır.

Fosil yakıt kullanımı sonucu hava kirliliğine sebep olan birçok madde asit yağmurlarıyla yeryüzüne inerek suyu ve toprağı kirletmektedir. Yeterli fosil yakıt bulunmayan birçok ülkenin nükleer enerjiye yönelmesi, nükleer atıkların toprağa gömülerek saklanması, nükleer santrallerde meydana gelen kazalar (Çernobil gibi) çok geniş alanlarda hava, su ve toprağı kirletmektedir. Doğal çevrenin yok olması beraberinde uzun yıllar süren hastalıkları da getirmiştir. Çernobil’de meydana gelen kazadan sonra bütün dünyada nükleer enerji tartışma konusu olmuştur. Nükleer enerjiye karşı olanlar yasaklanmasını isterken, taraftar olanlar gerekli tedbirler alındığında enerji ihtiyacının ancak böyle bir kaynakla karşılanabileceğini savunmaktadır. Fosil yakıtların ve nükleer enerji kullanımının olumsuz sonuçlarının görülmesi üzerine bir çok gelişmiş ülkede güneş, rüzgâr, dalga enerjisi gibi farklı enerji kaynaklarının kullanımı için çalışmalar hız kazanmıştır.

Gürültü kirliliği ise şehirlerde yaşayan insanların önemli sorunlarından birisi olup sağlık problemlerine ve iş verimliliğinin düşmesine neden olmaktadır
3. Nüfus Artışı ve İşsizlik
4. Yetersiz Beslenme ve Açlık
5. Uluslararası Terör
6. Salgın Hastalıklar
a. AIDS
b. Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi Hastalığı
c. Kuş Gribi
d. SARS (Akut Solunum Yolu Yetmezliği Sendromu)
e. Hepatit
f. Sıtma
g. A(H1N1) Virüsü (Domuz Gribi)

 

Daha fazlası için BURAYA TIKLAYINIZ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.