Atatürk Döneminde Türkiye’nin Dış Politikası

ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI

1923-1939 arasında izlenen dış politikayı içsel ve dışsal konjonktürü birlikte dikkate alarak değerlendirmekte yarar var. Bu dönem, gelgitler ile doludur. Yani gerek dış politikadaki konjonktürel değişimler gerekse iç politikadaki değişimler Türkiye’nin dış politikasına yansımıştır. Bunları birlikte analiz etmek gerekir. Osmanlı geleneği olsa bile Türkiye Cumhuriyeti; 1923’te bütünüyle yeni kurulmuş bir devlet olarak yeni oluşturulmaya çalışılan bir devletleşme ve uluslaşma süreci yaşamıştır. Bu nedenlerin de etkisiyle 1920’li yıllar, içeride tek partili bir döneme tekabül etmektedir. Dışarıda ise iki savaş arasını yani I. Dünya Savaşı ile giderek yaklaşan II. Dünya Savaşı arası dönemi ifade etmekteydi. Dışarıda bir taraftan Mussolini (İtalya) ve Hitler’in (Almanya) temsil ettiği otoriter ülkeler, karşı tarafta da diğer Batılı ülkelerin temsil ettiği bir grup söz konusuydu.

Söz konusu yıllar Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurduğu, Batı ile savaş döneminden kalan sorunların halledilmeye çalışıldığı bir dönem olmuştur. Bir kısmı Lozan’da çözülemeyen ve söz konusu döneme damgasını vuran başlıca sorunlar; Yunanistan’la yaşanan etabli sorunu, İngiltere ile yaşanan Musul sorunu, Fransa ile yabancı okullar, dış borçlar ve 1936-1937’de yaşanan Hatay sorunudur.

Balkan Antantı

 Balkan Antantı’nı kuran antlaşma Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında 9 Şubat 1934’te Atina’da imzalanan antlaşmayla kurulan ittifak, esas olarak Bulgaristan ve İtalya’nın yayılmacı politikasına karşı üye ülkelerinin toprak bütünlüğünü korumayı amaçlıyordu.

I. Dünya Savaşı sonrasının dünya politikası açısından önemi, uluslararası düzenin ve galip ülkelerin kazanımıına dayanan statükonun söz konusu ülkeler tarafından oluşturulan Milletler Cemiyeti ile korunmaya çalışılmasıdır. ABD’nin yer almadığı yeni sistem, daha ziyade İngiltere ve Fransa’nın üstün konumuna dayanmaktaydı. Bir taraftan Versay Antlaşması, diğer taraftan Milletler Cemiyeti aracılığıyla korunmaya çalışılan yeni yapı çok geçmeden bazı meydan okumalarla karşı karşıya kalmıştır. Almanya’nın Versay’ın sınırlamalarından kurtulmak için silahlanmaya başlaması bunların başında gelmekteydi. Özellikle 1933’te Hitler önderliğinde faşist partinin iktidara gelmesiyle Almanya’nın savaş sonrası oluşturulan düzeni tanımadığını açıkça ortaya koyduğu görülmüştür. İtalya’nın 1925’te Mussoli’nin iktidara gelişiyle başlayan çıkışları da buna eklendiğinde yeni yapının sürdürülmesi iyice zorlaşmış ve oluşturulan mekanizmaların yetersiz kalmasıyla Avrupa hızla II. Dünya Savaşı’na doğru ilerlemiştir.

I. Dünya Savaşı sonrası dönemin Türk dış politikası açısından önemi, daha sonraki yıllarda da temel ilkeleri olmaya devam edecek bazı prensiplerin uygulanmaya başlandığı yıllar olmasıdır. Bunlardan en önemlisi başta da belirtildiği gibi sorunların savaş yerine barışçıl yollarla ve diplomatik yöntemlerle çözülmeye çalışılmasıdır. Aynı dönemde Almanya, I. Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan Versay Antlaşmasının kendisi açısından olumsuz sayılabilecek hükümlerinden müzakere etme gereksinimi duymadan güç kullanarak kurtulmaya çalışırken Türkiye, Lozan’dan arta kalan sorunları ve Lozan’ın Türkiye’nin aleyhine olan hükümlerinden kaynaklanan sorunları barışçıl yöntemlerle, uluslararası kurumların aracılığıyla çözmeyi tercih etmiştir.

Yunanistan’la Etabli Sorunu

Lozan’da çözülemeyen sorunlar arasında yer alan, daha sonraki süreçte Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkileri olumsuz etkileyen “etabli” (yerleşik/mukim) sorunu olarak da bilinen mübadele konusunda 1923 Ekim’inde taraflar arasında bir anlaşma imzalanmıştır. Buna göre İstanbul’da 30 Ekim 1918’den önce yerleşmiş (etabli) olan Rumlar ile Batı Trakya’da yaşayan Müslüman Türkler dışında kalan Yunanistan ve Türkiye’de yaşayan Rumlar ve Müslümanlar mübadeleye tabi tutulacaktı. Anlaşmazlık; Yunanistan’ın anlaşmayı farklı yorumlayarak İstanbul’da daha fazla Rum’un etabli sayılarak mübadele dışında tutulmasını sağlamak için etabli kavramını ve İstanbul’un sınırlarını farklı tanımlamasından kaynaklanmıştır. Sorun 1926 Aralık ayında taraflar arasında yapılan bir anlaşmayla çözümlenmiştir.

Musul Sorunu ve İngiltere ile İlişkiler

Türkiye Misak-ı Milli sınırları içinde olmasına rağmen Musul İngiliz işgalinden kurtarılamadan Mudanya Mütarekesi yapılmış ve arkasından gelen Lozan Konferansında bu sorunun taraflar arasında görüşmeler yoluyla çözülmesi kararlaştırılmıştır. 1920’li yılların iç ve dış koşulları Türkiye için olumsuzluklarla dolu olduğu halde bu açıdan çok daha avantajlı olan İngiltere, Milletler Cemiyeti’ni kullanarak Musul sorununu kendi lehine çözmüştür. Lozan Antlaşması’na göre Türkiye ile İngiltere sorunu dokuz ay içinde görüşmeler yoluyla çözmeye çalışacaklar, çözülmezse Milletler Cemiyeti’ne intikal ettireceklerdi.

Milletler Cemiyeti, 16 Aralık 1925 tarihli kararında Musul’u İngiliz mandası olan Irak topraklarının bir parçası saymaktaydı. İngiltere ile Türkiye arasında 5 Haziran 1926’da yapılan antlaşma ile Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin kararını kabul etmiş ve bazı küçük değişiklikler yapılması söz konusu olmuştur. Türkiye; bu antlaşmayla Musul üzerindeki haklarından vazgeçecek, Irak hükümeti ise bunun karşılığında Türkiye’ye 25 yıl süreyle petrolden elde edeceği gelirden % 10’luk bir pay verecekti. Türkiye daha sonra İngiltere ile imzalanan bir protokolle 500.000 sterlin karşılığında bu paydan vaz geçmiştir. Bu konuyu daha sonra tekrar gündeme getirmediği için 1932’de bağımsızlığını kazanan Irak ile Türkiye arasında bir sorun yaşanmamıştır.

Osmanlı Borçları ve Yabancı Okullar Sorunu

Lozan’da çözülemeyen sorunlar arasında yer alan borç sorunu özellikle Fransa ile yaşanmıştır. Bunun nedeni kapitülasyonlar dolayısıyla Osmanlı’nın en fazla dış borcu olan ülkenin Fransa olmasıydı. Lozan Konferansı esnasında çözülemeyen bu sorun, Konferans sonrasına bırakılmış ve uzun müzakerelerin sonucu 13 Haziran 1928’te Paris’te imzalanan bir anlaşmayla belli bir sisteme bağlanmıştır. Anlaşma, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile Duyunu Umumiye arasında yapılmıştır. Buna göre Osmanlı’dan kalan 86 milyon Türk altını belli bir takvim çerçevesinde Türk hükümeti tarafından ödenecekti. 1929 Ekonomik krizinin söz konusu borçların ödenmesini zorlaştırması nedeniyle yeni bir düzenleme yapılması gereği duyulmuş ve 22 Nisan 1933’te taraflar arasında yeni bir anlaşma yapılarak sorun kalıcı bir şekilde çözümlenmiştir.

Türk-Fransız ilişkilerinde soruna yol açan bir başka konu ise Türkiye’deki misyoner okullarının ve buradaki eğitimin durumuyla ilgiliydi. Türk hükümeti bu okullarda tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından, Türkçe okutulmasını istemişti. Fransa bu isteğe karşı çıkmışsa da Türkiye’nin kararlı tutumu karşısında meseleyi Türk hükümetinin isteği yönünde kabullenmek zorunda kalmıştır.

Türk-Sovyet İlişkileri

Sovyetler Birliği ile Milli Mücadele Dönemi esnasında ikili ilişkiler gelişmişti. Bu ikili ilişkiler, milli mücadele içerisinde Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin birlikte hareket etmesini ve birçok konuda iş birliği yapmasını gündeme getirmiştir. Rusya’da 1917 Ekim devrimiyle Çarlığın yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin kurulmasından dolayı bu ülkeye savaştan sonra Batı tarafından bir kuşatma politikası uygulanmaya başlamıştı. Türkiye de o esnada Batılı Ülkelere karşı bir Kurtuluş Savaşı vermekteydi. Bu dönemde ortak dış düşman olgusu Türkiye ile Sovyetler Birliği’ni yakınlaştırmıştır. 1917 Aralık ayında imzalanan Brest-Litovsk Antlaşmasıyla savaş durumuna son veren Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki iş birliği, 1920’li yılların geri kalanında ve 1930’lu yıllarda da devam etti. 16 Mart 1921’de iki ülke arasında Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. Milletler Cemiyeti’nin Musul konusunda Türkiye aleyhine karar vermiş olması Türk-Sovyet ilişkilerindeki yakınlaşmanın artmasına yol açmış, iki ülke 17 Aralık 1925’te Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması’nı imzalamışlardır. Taraflar, bu antlaşmanın bir gereği olarak Milletler Cemiyeti’ne girerken iş birliği içinde olmuşlardır. Milletler Cemiyeti’ne Türkiye 1932’de, Sovyetler Birliği ise 1934’te üye olmuştur.

ABD ile İlişkiler

Bu dönemde ABD izolasyon politikasına geri dönmüş, Batı dünyası ile daha az ilgilenmeye başlamıştı. Bu çerçevede kendi öncülüğünde 1919’da hazırlanan ve Milletler Cemiyeti’ni kuran (1920 Ocak ayında yürürlüğe giren) Antlaşma, Amerikan Senatosu’nda onaylanmamış ve söz konusu örgütün dışında kalmıştır. ABD, Paris Konferansıyla ortaya konan yapılanmanın içerisinde yer almamıştır.

Orta Doğu ile İlişkiler

Bu dönemdeki Türk Dış politikası; Milletler Cemiyeti içerisinde Batı ile ilişkileri tamir etme, rayına sokma, Sovyetler Birliği ile mevcut ilişkileri sürdürme ve Doğu’ya açılma şeklinde olmuştur. Türkiye’nin bu yıllarda Afganistan, İran ve diğer Orta Doğu Ülkeleri’yle ilişki kurma çabaları söz konusudur. Bu dönemde Pakistan hâlâ İngiliz egemenliğindedir. Irak, Mısır ve Ürdün İngiliz etkisinde; Lübnan ve Suriye ise Fransız denetiminde bulunmaktaydı. 1932’de bağımsız bir devlet haline gelen Suudi Arabistan ise önce İngiltere’nin, 1940’tan sonra ise ABD’nin etkisine girmiştir. Bu döneme genel olarak bakıldığında Irak ve Suudi Arabistan 1932’de, Mısır 1936’da, Ürdün ise 1946’da bağımsızlığını kazanmıştır. Körfez bölgesinde ise Kuveyt 1961’de, BAE, Katar ve Bahreyn ise oldukça geç bir tarihte (1971’de) bağımsızlıklarını elde etmişlerdir.

İki dünya savaşı arası dönemde Orta Doğu genelinde İngiliz egemenliğinin devam etmesi nedeniyle Türkiye’nin bölgeyle ilgisi en alt düzeyde olmuştur. 1937’de Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında oluşturulan Sadabat Paktı ile bu devletler, olası bir Sovyet tehdidi karşısında iş birliği yapmayı kararlaştırmışlardır. Bu dönemde Fransız etkisi altındaki Suriye ile ilişkilerde ise Hatay sorunu belirleyiciliğini korumuştur.

İçeride Durum

Bu dönemde Türkiye’de birkaç kez çok partili hayata geçme denemesi yaşanmıştır. 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1932’da ise Serbest Cumhuriyet Fırkası söz konusu olduysa da kısa bir süre sonra kapatılmalarıyla bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu çabalardan bir sonuç alınamasa da Türkiye’nin demokrasi tercihini göstermesi açısından önemli girişimlerdi. Sovyetler Birliği ile ikili ilişkileri çok iyi olmasma rağmen Türkiye, Sovyetlerin etkisi altına girmemiştir. Bu yıllarda komünist partisi yasaklanmış, sol hareketler kontrol altına alınmıştır. Birkaç başarısız çok parti denemesinden sonra zamanın bu iş için uygun olmadığı görülmüştür.

Uluslararası Ortam

1930’lu yıllara bakıldığında dışarıda savaşa varan gelişmeler yaşanmaktaydı. Bir taraftan Mussolini’nin, diğer taraftan Hitler’in revizyonist yayılmacı girişimleri ve Almanya’nın Versay’ın kayıtlarından kurtulma yönünde attığı adımların etkisiyle uluslararası ortam gerginleşmeye başlamıştı. Almanya, I. Dünya Savaşı’nda kendi aleyhine oluşturulan statükoyu değiştirmeye çalışmaktaydı. Bu durumda Avrupa, II. Dünya Savaşı’na doğru hızla ilerlemekteydi. I. Dünya Savaşı öncesinde görülen kutuplaşmaya benzer bir kutuplaşmanın başladığı görülmekteydi. Bu çerçevede bir tarafta Almanya, İtalya ve Japonya’nın yer aldığı mihver ülkelerinin oluşumu; diğer tarafta Fransa ve İngiltere’nin başını çektiği bir ittifak söz konusuydu. İşte bu noktada Türkiye’nin tercihi önem kazanmıştı.

Montrö Sözleşmesi

Lozan Anlaşması Boğazların askerileştirilmesini engelleyerek Boğazlar üzerinde Türkiye’nin egemenliğini sınırlamaktaydı. Bu, Türkiye’nin güvenliği açısından risk oluşturmaktaydı. Türkiye bunu 20 Temmuz 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirmiştir. Askersizlik statüsünü kaldırtarak Boğazlar üzerindeki egemenliğini tam anlamıyla sağlamıştır. Montrö Sözleşmesinin bir diğer önemli sonucu da Boğazların denetimi ile ilgili Komisyon’un kaldırılmış olmasıydı.

Gemilerin geçiş rejimiyle ilgili olarak aşağıdaki düzenlemeler yapılmıştır:

Ticaret gemilerine ilişkin olarak:

Barış zamanında tüm devletlerin ticaret gemilerine açık olacaktı.

Savaş zamanında Türkiye tarafsız ise barış koşulları geçerli olacaktı.

Savaş zamanında Türkiye savaşın içinde ise sadece tarafsız devletlerin gemileri geçebilecekti. Türkiye savaş tehlikesi algılıyorsa yine barış koşulları geçerli olacaktı. Ancak son iki durumda gemiler gündüz ve Türkiye’nin gösterdiği güzergâhtan geçeceklerdi.

Savaş gemilerine ilişkin ise:

Barış zamanında Karadeniz’e sahildar olmayan devletler için Boğazlardan transit geçiş halindeki gemiler 15 bin tondan büyük olamayacaktı. Karadeniz’de sahili olmayan devletlerin Karadeniz’de bulundurabilecekleri gemilerin maksimum tonajları 30 bin ton olacak ancak 45 bin tonu da geçemeyecek ve 21 günden fazla kalamayacaktı. Bu devletlerin denizaltılarının Karadeniz’e girmesine izin verilmeyecekti.

Savaş zamanında Türkiye savaş dışında ise sadece tarafsız devletlerin gemileri barış zamanındaki koşullara uyarak Boğazlardan geçebilecekti.

Savaş zamanında Türkiye savaş halindeyse ya da savaş tehlikesi görüyorsa Boğazları istediği devlete açmak ya da kapamakta serbest olacaktı.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Yunanistan tarafından imzalanmış İtalya ise sonradan katılmıştır. Sözleşme 20 yıllığına yapılmıştır ancak taraflar bu sürenin bitiminden iki yıl önce sözleşmenin feshini talep edebileceklerdir. Henüz böyle bir talep gelmediği için sözleşme yürürlükte bulunuyor. Montrö ile Türkiye, Boğazlar üzerindeki egemenliğini ve kontrolünü diplomatik bir süreç sonunda tesis etmiştir.

Hatay Sorunu

Fransa’nın 1936’da Suriye ve Lübnan’a bağımsızlık vermeyi öngören açıklaması Türkiye’nin bölgeyle daha yakından ilgilenmesini gerektirmiştir. Söz konusu açıklamaya göre İskenderun Sancağı da Suriye topraklarının bir parçası sayılmakta ve Fransa’nın bölgedeki egemenlik yetkileri Suriye’ye geçmekteydi. Musul gibi Misak-ı Milli sınırları içinde olmakla beraber Milli Mücadele esnasında alınamayan yerlerden biri olan İskenderun Sancağı’nın Suriye’nin egemenliğine geçmesi Türkiye’yi harekete geçirmiştir.

Türkiye, 1937-1939 arası dönemde Avrupa’daki revizyonist-anti revizyonist kamplaşmasından da yararlanarak sorunu diplomatik yolla çözümlemeyi başarmış ve İskenderun Sancağı’nın Hatay adıyla 1938’de bağımsızlığını kazanması sağlanmıştır. Hatay, bir yıl sonra (1939’da) Türkiye’ye bağlanma kararı almıştır. Ancak bu, Fransa’nın 1946’de Suriye ve Lübnan’dan çekilmesiyle birlikte Türkiye ile Suriye arasında sorun olmaya başlayacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.