Küreselleşen Dünya Ünitesi Ders Notu Konu Özeti

A. SOVYET SOSYALİST CUMHURİYETLER BİRLİĞİ’NİN DAĞILMASI: YENİ DÜNYA DÜZENİ 

1. SSCB’nin Dağılması (1991)

1991 yılı dünya tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren Avrupa ve Asya’nın siyasi hari­tası değişmiştir. 1917’de temelleri atılan ve 1922’de kurulan Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yerini Bağım­sız Devletler Topluluğu (BDT)’na bırakması dönemin en önemli olaylarındandır.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Avrasya’nın merkezinde jeopolitik bir boşluk yarattı. Yakınçağ’ın bu güçlü devletinin içine düştüğü durum Batı Avrupa ve Uzak Asya uçları arasında kalan bölgede yeni sıkıntıları ve be­lirsizlikleri de beraberinde getirdi. Bölgenin yakın geleceği tıpkı yakın geçmişi gibi tartışma konularına sahne oldu. Doğu Bloku’nda meydana gelen bu boşluk, Batı Avrupa ülkeleri üzerindeki tehdidi kaldırırken, uzun dö­nemde ciddi politik gelişmelerin olabileceğinin de bir işaretiydi.

Stalin’den Gorbaçov a

Stalin 5 Mart 1953’te ölünce yerine, Kruşçev geçti. Kruşçev döneminde Doğu – Batı ilişkileri çok sert ve tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. 1958’de baş­layan Mao-Kruşçev mücadelesi, Kruşçev’in bir darbeyle iktidardan düşü­rülmesi ile sonuçlandı. Yerine 18 yıl iktidarda kalacak olan Brejnev geçti. Brejnev döneminin en önemli olayı ise, 1 Ağustos 1975’te 35 ülkenin im­zaladığı Helsinki Nihai Senedi veya diğer adıyla Helsinki Deklarasyonu oldu.

Glasnost (Açıklık) ve Perestroyka (Siyasal Sistemin Yenilenmesi)

Sosyalist Blok’un temellerini sarsan Helsinki Nihai Senedi; Mart 1985’te iktidara gelen Gorbaçov’un or­taya attığı Glasnost (Açıklık) ve Perestroyka (Siyasi sistemin, devlet örgütünün ve hükümet organlarının yeni­den yapılanması) fikir ve uygulamaları ile bütünleşince dağılma kaçınılmaz oldu. Çünkü Doğu-Batı ilişkilerine bir yumuşama ve yakınlık getirilmek istenen Helsinki Nihai Senedi’nin yürürlüğe girmesi, Doğu Avrupa’daki tüm Sovyet uydusu ülkelerinde aydınları ve milliyetçileri harekete geçirdi. İnsan hakları ve hürriyet hareketleri şeklinde başlayan gelişmeler zamanla Moskova’nın hegemonyasına karşı bağımsızlık mücadelesine dönüştü. Ancak, bunlar patlama şeklinde değil, yavaş yavaş gelişti.

Kısacası, Gorbaçov iktidara geldiğinde Sovyet komünizminin yapısını değiştirmeye karar vermişti. Bu değişme veya yeniden yapılanma iki kol­dan olacaktı.

  • Bunlardan birincisi, siyasal iktidarın veya devlet yapısının değiştirilmesiydi. Hedef, komünist iktidarın tepki çeken baskıcılığını demok­ratik bazı uygulamalarla halk egemenliğine yaklaştırmaktı.
  • İkinci hedef ise; ekonomik yapıda köklü değişikliklerin gerçekleştiril­mesiydi. Bu amaçla Sovyet Sistemi’ni güçlendirmeyi düşünen Gor­baçov, ABD ile rekabet düzeyine ulaşacağını umuyordu. Bu iki ana hedefin yanında silahsızlanma gayretlerini de göz ardı etmedi. Bir bakıma Sovyetler Birliği’ni kurtarmak için her yolu denedi. Ancak, tüm çabalarına rağmen başlamış olan çöküşü engelleyemedi. 

Dağılma Süreci

Gorbaçov iktidarının dördüncü yılı bittiğinde, Sovyetler Birliği’nin siyasal yapısında çözülmeler başlamıştı. Bu çözülmeler, 1991 yılı sonunda dağılmaya dönüştü. “Glasnost” ve “Perestroyka” ilkelerinin 1987 yılından itibaren uygulanmaya konulmasından hemen sonra Baltık Devletleri başta olmak üzere bağımsızlık ilanları başladı.

Baltık ülkeleri 23 Ağustos 1939’da Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan tarafsızlık ve sal­dırmazlık antlaşması ile Sovyet Rusya’ya terk edilmişti. Bu ülkelerden Litvanya 11 Mart 1990’da; Letonya4 Mayıs 1990’da; Estonya da 8 Mayıs 1990’da bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ancak, bağımsızlık ilanları Sovyet­lerin dağılmasını istemeyen Gorbaçov başta olmak üzere Rus yöneticileri tarafından tepki ile karşılandı. Mü­cadele 21 Ağustos 1991 ‘de Gorbaçov’u devirmek için girişilen darbe gününe kadar devam etti. Bu ülkeler aynı gün bir kere daha bağımsızlık ilanında bulundular.

Bu arada 23 Ağustos 1990’da da Ermenistan, Sovyetler Birliği içinde kalmakla birlikte, bağımsızlığını ilan etti. Gorbaçov, ülkede gerginliğin giderek artması üzerine 16 Mart 1991’de bir halk oylaması yaptırdı. Oyla­mada halkın, “eşit egemenlik ilkesi içerisinde bir federasyon” isteyip istemediği soruldu. Üç Baltık ülkesi ile Gürcistan, Ermenistan ve Moldova’nın boykot ettiği halk oylamasına katılan diğer 8 ülkeden evet oyu çıktı. 11 Haziran 1991 ‘de, Rusya Federasyonu Cumhuriyeti, Rusya Anayasası’nın Birlik Anayasası’ndan üstün ol­duğu iddiası ile egemenliğini ilan etti. Boris Yeltsin Rusya Federasyonu Başkanı seçildi.

Türk Cumhuriyetlerinin Bağımsızlığını Kazanma Süreçleri

Radikal komünistler 16 Ağustos 1991’de Gorbaçov’a karşı bir hükümet darbesi yaptılar. Gorbaçov, Kırım’da otur­mak zorunda bırakıldı. Ancak Yeltsin karşı bir hareketle Gorbaçov’un Moskova’ya gelmesini ve görevine devam etmesini sağladı. 19 Ağustos 1991’de Kremlin Sarayı’na 1917’den önceki Rus bayrağı çe­kildi. Gorbaçov gelişmeler üzerine Komünist Parti Genel Sekreterliği’ni bıraktı ve 24 Ağustos 1991’den itibaren sadece Devlet Başkanlığı görevini üstlendi.

Gelişmeleri yeni bağımsızlık ilanları takip etti. Sovyetler Birliği’nin dağılmasın­dan en büyük gelişme Ukrayna’nın bir halk oylaması ile 24 Ağustos 1991 ‘de bağımsızlığını açıklaması oldu. 25 Ağustos 1991 ‘de de Beyaz Rusya’nın bağımsızlık ilanı birliğin tamamen dağılmasına neden oldu. 29 Ağus­tos 1991’de, Sovyet Komünist Partisi Yüksek Sovyet kararı ile resmen kaldırıldı. Bu karardan sonra Türk Cumhuriyetleri’nden Azerbaycan 18 Ekim 1991’de; Özbekistan ve Kırgızistan 31 Ağustos 1991’de; Türkme­nistan 27 Ekim 1991 ‘de; Kazakistan 16 Aralık 1991 ‘de bağımsızlıkla ilgili halk oylamaları yaptılar ve oylama sonunda ülkelerin büyük çoğunluğu bağımsızlıklarını istediler. 

2. Bağımsız Devletler Topluluğu’nun Kurulması (1991)

Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT), Sov­yetler Birliği’nin dağılmasının ardından, Rus­ya’nın eski etki alanını yeniden kazanma amacının ağırlıklı olarak hissedildiği, 12 dev­letten oluşan birliktir.

Topluluk, 21 Aralık 1991 tarihinde (Alma-Ata Zirvesi) kurulmuştur. Katılımcı ülke sayısı 11 olan Topluluğa Baltık Devletleri ve Türkmenistan (25 Ağustos 2005’ten beri tam üye değil) hariç, tüm eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri üye bulunmaktadır. Üye ül­keler sırasıyla; Azerbaycan, Beyaz Rusya, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Özbekistan, Tacikistan, Rusya Fede­rasyonu ve Ukrayna‘dır. 2008 Güney Osetya Savaşı ile başlayan ve Rusya’yla aralarında çıkan savaş sonrası Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili, Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan çıkmaya karar verdiklerini açıkladı. 15 Ağustos 2008 tarihinde Gürcistan Meclisi, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’ndan ayrılma kararını onayladı.

BDT pazarı yaklaşık 240 milyonluk nüfusu ile dünyanın en büyük pazarları arasında yer almaktadır.

BDT İçerisindeki bazı önemli oluşumlar şunlardır: 

Ortak Ekonomik Alan Antlaşması (OEA)

Beyaz Rusya, Kazakistan, Rusya ve Ukrayna arasında Ortak Ekonomik Alan Kurulmasına Dair Antlaşma, anılan ülkelerin devlet başkanları tarafından 19 Eylül 2003 tarihinde Ukrayna’nın Yalta şehrinde imzalanmıştı. Söz konusu antlaşma üye ülkeler arasında serbest ticaret bölgeleri kurulmasını, mal ve hizmet ticaretinde sınırlamaların kaldırılarak, ortak gümrük ve ticaret politikaları uygulanmasını hedeflemektedir.

Avrasya Ekonomik Topluluğu (AET)

Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya ve Tacikistan arasında gümrük birliğinin sağlanmasını takiben ortak ekonomik alanın kurulması hedef alınmıştır.

Topluluğu kuruluş antlaşması 10 Ekim 2000 tarihinde imzalanmış, Mayıs 2001 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Mayıs 2002 tarihinde Moldova ve Ukrayna, Nisan 2003’te ise Ermenistan AET’ye gözlemci olarak katılmışlardır. Entegrasyon Komitesi Rusya’nın başkenti Moskova’da ve Kazakistan’ın Almata şehrinde faaliyet göstermektedir. Mayıs 2002 tarihinde AET Devletlerarası Konseyi tarafından alınan karar gereğince (DTÖ’ye üye olan Kırgızistan hariç olmak üzere) Topluluk üyeleri devlet başkanları seviyesinde Dünya Ticaret Örgütü’ne katılım konularını koordine etmektedirler. AET’nin faaliyetlerinin iyileştirmesi ile ilgili güncel konuları ele alan 27 Nisan 2003 tarihli AET Duşanbe Zirvesi’nde onaylanan Avrasya Ekonomik Topluluğun 2003 – 2006 yılları için öncelikli geliştirme programı uyarınca enerji, ulaştırma, tarım gibi reel sektör işbirliğinin hızlandırılmasını hedef alınan konular arasında bulunmaktadır.

BDT’nin Organları

  • Devlet Başkanları Konseyi
  • Parlamentolar arası Asamble
  • Dışişleri Bakanları Konseyi
  • Ekonomik Konsey
  • İcra Komitesi
  • Savunma Bakanları Konseyi
  • Sınır Muhafız Komutanları Konseyi
  • Antiterör Merkezi
  • Devletlerarası Banka

3.TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığının) Kuruluşu ve Amaçları

Bakanlar Kurulu kararıyla Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir teşkilat olarak kurulan TİKA, 28 Mayıs 1999 tari­hinde Başbakanlığa bağlanmıştır.

Amacı: Başta Türk dilinin konuşulduğu ülkeler ve Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere, gelişme yolun­daki ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak, bu ülkelerle; ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel, eğitim alanlarında işbirliğini projeler ve programlar aracılığı ile geliştirmek amacıyla kurulmuştur.

4668 sayılı yasa TİKA’ya, ilgili ülke ve topluluklar;

  • Kalkınma ihtiyaç ve hedeflerini, ülkemizin önceliklerini göz önüne alarak, yapılabilecek işbirliği ve yar­dım konularını belirlemek,
  • Gerekli program ve projeleri hazırlamak, özel kuruluşlara hazırlatmak,
  • Bağımsız devlet yapılarını güçlendirmek,
  • Pazar ekonomisine geçiş çabalarını desteklemek, görev ve sorumluluklarını vermiştir.

TİKA bu amaçla;

  • Bütün sektörlerde kurumsal yapıların oluşturulması,
  • Tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi,
  • Alt yapıların iyileştirilmesi,
  • Sosyal kalkınma ve yaşam standartlarının iyileştirilmesi,
  • Meslek edindirme ve istihdam sağlanması,
  • Ortak tarih ve kültür varlıklarının korunması,
  • Türkçenin kullanımının yaygınlaştırılması,
  • Kültürel ilişkilerin geliştirilmesi,
  • Enformasyon, tanıtım ve yayın faaliyetleri ile bilgilenmenin sağlanması, projelerini yürütmektedir.

TİKA’nın görevleri şunlardır:

  • Gelişme yolundaki ülkelerle ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim işbirliğini, bu ülkelerin kalkınmalarına katkıda bulunacak projelerle geliştirmek
  • Gelişme yolundaki ülkelerin kalkınma hedefleri ve ihtiyaçlarını da göz önüne alarak, ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim işbirliği ve yardım konularını belirlemek ve bu amaçla gerekli proje ve programları hazırlamak veya özel kuruluşlara hazırlatmak
  • Eğitim ve kültür alanlarındaki işbirliği programlarının, yurtdışında, Türk Kültür Merkezleri aracılığıyla yürütülmesi için gerekli düzenlemeleri yapmak
  • Ana hizmet ve görevleriyle ilgili konularda diğer kamu kurum ve kuruluşları ile gerekli işbirliği ve koor­dinasyonu sağlamak

Görev Alanı

TİKA, Avrupa, Asya ve Afrika olmak üzere, 3 kıta ve 37 ülkede görev yapan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tek “Teknik Yardım Kuruluşu” dur.

TİKA’nın görev alanı, gerek coğrafi, gerekse sosyolojik zemin açısından, birbirine kıyasla büyük farklılık­lar göstermektedir.

B.DOĞU AVRUPA 

1.AET’den Avrupa Birliği’ne (1993)

Avrupa Birliği ya da kısaca AB, yirmi yedi üye ül­keden oluşan ve toprakları büyük ölçüde Avrupa kı­tasında bulunan siyasi ve ekonomik bir örgütlenmedir. 1993 yılında, Maastricht Antlaşması olarak da bilinen Avrupa Birliği Antlaşması’nın imza­lanması sonucu, var olan Avrupa Ekonomik Toplu-luğu’na yeni görev ve sorumluluk alanları yüklenmesiyle kurulmuştur. Avrupa Birliği, yaklaşık 500 milyonluk nüfusa sahiptir.

Avrupa Birliği, tüm üye ülkeleri bağlayan stan­dart yasalar aracılığıyla, insan, eşya, hizmet ve ser­maye dolaşımı özgürlüklerini kapsayan bir tek pazar geliştirmiştir. Birlik içinde tarım, balıkçılık ve bölgesel kalkınma politikalarından oluşan ortak bir ticaret po­litikası izlenir. Birliğe üye ülkelerin on beşi, avro adıyla anılan ortak para birimini kullanmaya başla­mıştır. Avrupa Birliği, üye ülkelerini Dünya Ticaret Örgütü’nde, G8 zirvelerinde ve Birleşmiş Milletlerde temsil ederek dış politikalarında da rol oynamakta­dır. Birliğin yirmi yedi üyesinden yirmi biri NATO’nun da üyesidir. 

Avrupa Birliği, devletlerarası ve çok uluslu bir oluşumdur. Avrupa Birliği yirmi yedi bağımsız devletten olu­şur. Bunlar üye devletler olarak bilinen Almanya, Avusturya, Birleşik Krallık, Belçika, Bulgaristan, Çek Cum­huriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Kıbrıs, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsveç, İtalya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Yunanis­tan’dır.

Birliğe katılmayı bekleyen üç aday ülke vardır bunlar: Hırvatistan, Makedonya Cumhuriyeti ve Türkiye’dir. Batı Balkan ülkeleri Arnavutluk, Bosna – Hersek, Karadağ ve Sırbistan olası resmî adaylar olarak tanımlan­mıştır.

AB’nin Genişlemesi (Maastricht ve Kopenhag Kriterleri) Maastricht Antlaşması

Maastricht Antlaşması, 7 Şubat 1992 de imzalanan ve AET’nin AB olması yolundaki son adım olan eko­nomik ve parasal birliği de gerçekleştirme yoluna girdiği antlaşmadır.

Antlaşmanın imzalanması 10 Aralık 1991 tarihinde Maastricht’te düzenlenen Zirve’de Topluluk, daha önce toplanmış olan Hükümetler arası iki konferans çerçevesinde varılan sonuçları temel alarak yeni bir Avrupa Toplulukları Antlaşması yapılmasına karar vermiştir. 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan ve Kasım 1993’te yü­rürlüğe giren Maastricht Antlaşması ile Avrupa Topluluğu, adını almıştır. AB’ni kuran Maastricht Antlaşması’yla Avrupa Topluluklarına yeni boyutlar kazandırılmış ve AB’nin “üç temel direği” oluşturularak, yeni bir hukuksal yapı düzenlenmiştir.

Kopenhag Kriterleri

22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi’nde, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nin genişleme­sinin Merkezi Doğu Avrupa ülkelerini kapsayacağını kabul etmiş ve aynı zamanda adaylık için başvuruda bu­lunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterleri de belirtmiştir. Bu kriterler siyasi, ekonomik ve topluluk alanları olarak üçe ayrılmıştır.

AB’ye girmeye aday ülkeler;

  • İstikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması,
  • Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü,
  • İnsan haklarına saygı,
  • Azınlıkların korunması

gibi dört ana kriter açısından değerlendirmeye alınacaktır. Genel olarak; ülkenin çok partili bir demokra­tik sistemle yönetiliyor olması, hukukun üstünlüğüne saygı, idam cezasının olmaması, azınlıklara ilişkin her­hangi bir ayrımcılığın bulunmaması, ırk ayrımcılığının olmaması, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın yasaklanmış olması, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tüm maddeleri ile kabul edilmiş olması, Av­rupa Konseyi Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin kabul edilmiş olması gibi özellikler dikkate alınmaktadır. Ancak, bu ilkelerin varlığı tek başına yeterli olmamakta, aynı zamanda kesintisiz uygulanıyor olması gerekmektedir. 

Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) (1997)

25 Mart 1957’de, Roma’da imzalanan antlaşmalar ile kurulmuştur. EURATOM’un amacı, atom enerjisinin barışçı amaçlarla kullanımını geliştirmektir. EURATOM’un temel hedefi, nükleer endüstrinin süratle kurulması ve gelişmesi için gerekli şartların gerçekleştirilmesi yolu ile üye ülkelerin hayat seviyelerinin yükseltilmesi ve diğer ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi olarak özetlenmektedir. 

AVRUPA KONSEYİ (1949) 

Avrupa Konseyi’nin Kuruluşu ve Üyeleri

Avrupa Konseyi’nin oluşturulması fikri, İkinci Dünya Savaşı’ndan maddi ve manevi büyük kayıplarla çıkan Avrupa’da bir daha aynı trajedilerin yaşanmamasını sağlamak amacıyla ortaya atılmıştır. Avrupa’da gerginli­ğin ve çatışmanın yerini güven ve işbirliğinin alması hedeflenmiştir.

5 Mayıs 1949’da 10 Avrupa ülkesi, Belçika, Danimarka, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İsveç, İtalya, Lüksemburg ve Norveç Avrupa Konseyi’ni kuran antlaşmayı imza­lamışlardır. Kuruluşunu izleyen yıl Türkiye ve Yunanistan Avrupa Konseyi’ne kurucu üye sıfatıyla katılmışlardır.

Sonraki yıllarda bugünkü 46 üyeli şeklini almıştır. Avrupa Konseyi Parlamenterleri Meclisi’nde (AKPM’de) şu anda 315 asil, 315 yedek üye vardır. Ülkelere düşen üye sayısı ülkelerin nüfusu ile orantılı olarak belirlenmektedir.

Kanada, İsrail ve Meksika gözlemci statüsüne sahiptir­ler.

Avrupa Konseyi’nin statüsü gereği, hukukun üstünlüğü, temel insan hakları ve özgürlüklerine saygı ilke­lerine bağlı tüm Avrupa ülkeleri Avrupa Konseyi’ne üye olabilirler.

Kuruluşunu izleyen 15- 20 yıllık dönem zarfında, bünyesinde çeşitli alanlarda teknik işbirliği gerçekleştiri­len ve aynı zamanda siyasi istişare olanağı da sağlayan Avrupa Konseyi’nin önemi gittikçe artmıştır. Ancak 70’li yıllardan itibaren Konsey Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) güçlü rekabetiyle karşılaşmıştır.

AET, sahip olduğu geniş ekonomik imkânların da etkisiyle, Avrupa ülkeleri için öncelikli hedef haline gel­miştir. Bunun paralelinde siyasi ağırlığı da artmıştır. 70’li yıllardan 90’lı yıllara kadar Avrupa Konseyi AET’nin gölgesinde kalmıştır. Bu süre boyunca siyasi ağırlığını iyice kaybetmiş ve teknik çalışmalarla yetinmiştir.

Amaçları

  • İnsanları hakları, çoğulcu demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerini korumak ve güçlendirmek
  • Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, uyuşturucu madde ve çevre sorunlarına çözüm aramak
  • Avrupa kültürel benliğinin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmak
  • Üye ülkelerin vatandaşlarının daha iyi yaşam koşullarına kavuşmalarını sağlamak 

Ülkemizin de Taraf Bulunduğu Avrupa Konseyi Sözleşmeleri Çerçevesindeki Mekanizmalar 

a.Avrupa insan Hakları Sözleşmesi (AİHS) (1950)

AİHS, Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlanmış ve 4 Kasım 1950 tarihinde aralarında Türkiye’nin de bu­lunduğu 15 ülke tarafından imzalanmış ve 3 Eylül 1953 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, temel insan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını sağlamak amacıyla oluşturulmuştur.

Sözleşmenin Güvence Altına Aldığı Hak ve Özgürlükler

  • Yaşama hakkı, 2. Madde
  • Özgürlük ve kişi güvenliği hakkı, 5. madde
  • Adil şekilde yargılanma hakkı, 6. madde
  • Özel yaşantıya, aile yaşantısına, konut ve haberleşme özgürlüklerine saygı gösterilmesi hakkı 8. madde
  • Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü ve buna dahil olarak sendika kurma ve bunlara üye olma özgürlüğü, 11. madde
  • Evlenme ve aile kurma hakkı, 12. madde

Sözleşmenin Getirdiği Yasaklar

  • İşkence yapmak, insanlık dışı muamele veya ceza uygulamak, 3. madde
  • Kölelik ve zorla çalıştırma, 4. madde
  • Sözleşme ile güvence altına alınan hak ve özgürlüklerden yararlananlar arasında ayırım yapma, 14. madde

Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na yapılan başvurularda, Komisyon, müracaatı şekil ve süre bakımından ön incelemeye tabi tutmakta, bu incelemenin sonucunda başvurunun kabul edilebilirliği konusunda karar ver­mektedir.

Komisyonun bir başvuruyu kabul edilebilir bulmasının başlıca koşulları, iç hukuk yollarının tüketilmiş ol­ması ve ülkenin yargı organlarınca verilmiş kararın üzerinden 6 ay geçmemiş olmasıdır. Komisyon, söz ko­nusu kararı vermeden önce, -istisnai durumlar hariç- taraflardan ilk görüşlerini sunmalarını da talep etmektedir.

Başvurunun kabul edilebilir bulunması halinde dosyanın esas açısından incelenmesine geçilmektedir. Bu in­celeme sırasında gerekli görülürse tanık dinleme duruşması düzenlemekte ve esasa ilişkin inceleme sonu­cunda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlal edilip edilmediği hususunda rapor yayınlanmaktadır. Dostane çözüm yöntemi de bir başvuru dosyasının kapatılmasında kullanılabilmektedir. Başvurunun bu yolla sonuçlanması, ilgili devletin ihlalin kabul etmesi anlamına gelmemektedir.

Ülkemiz 1987 yılında Komisyon’a bireysel başvuru hakkını, 1990 yılında da zorunlu yargı yetkisini tanı mıştır.

Sözleşme çerçevesindeki denetim mekanizması, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve bunun bir üst org olan Avrupa İnsan Hakları Divanı tarafından yürütülmüştür. 1 Kasım 1998 tarihinden itibaren bu iki organ y rine tek bir Mahkeme kurulmuştur (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi).

b.İşkence ve İnsanlık Dışı veya Küçültücü Ceza veya Muamelenin Önlenmesi Avrupa Sözleşmesi

26 Haziran 1987 tarihinde kabul edilerek 1 Şubat 1988 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu sözleşme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni esas almıştır. AİHS’nin 3. maddesinde yer alan “Hiç kimse işkence veya in sanlık dışı veya küçültücü ceza ve muameleye tabi tutulamaz” hükmüne dayanmaktadır. Ülkemiz, İşkenceni Önlenmesi Sözleşmesi’ne 1988 yılında taraf olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi de taraf olduğumuz diğer Avrupa Konseyi Sözleşmeleri gibi ülkemiz açısından bağlayıcı niteliktedir.

Sözleşmenin 1. maddesi çerçevesinde, Görevi sözleşme’nin uygulanmasını Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi (AİÖK) denetlemektedir.

AİÖK, taraf ülkelerde özgürlüğünden alıkonulmuş kişilerin konulduğu tüm bölgeleri ziyaret etmeye yetkilidir. Bu ziyaretler planlanmış dönemsel ziyaretler olabileceği gibi, ilgili ülkeye son anda haber verilmek sür­üyle gerçekleştirilen ziyaretler de olabilmektedir.

AİÖK yargı organı değildir. Görevi işkencenin ve kötü muamelenin önlenmesine yönelik olarak tespitler yapmaktır. AİÖK, yaptığı ziyaretler sonrasında gözlemlerini, eleştirilerini ve tavsiyelerini ilgili ülkeye bir raporl iletir. Sözleşme gereği Komite’nin yürüttüğü bu süreç gizlidir. Yine sözleşmeye göre taraf ülkenin Komite il işbirliği yapmaması veya Komite’nin iyileştirme tavsiyelerini uygulamayı reddetmesi halinde, o ülke hakkında Komitenin üyelerinin üçte ikisinin oylarıyla bir kamu açıklaması yapması müeyyidesi mevcuttur.

Batı Avrupa Birliği (BAB) (1948)

Batı Avrupa Birliği (BAB) 1948’de Brüksel Antlaşması ile kurulmuştur. Bir savunma sistemi olarak düşü­nülmüştür. Ancak 1949 yılında NATO’nun kurulmasıyla daha örgütlenemeden önemini yitirmiş, ancak buna rağmen lağvedilmemiştir. Almanya ve İtalya 1954 yılında BAB’a katıldı. Londra’da kurulan sekretaryası, BAB’ın 1980’li yıllarda Alman- Fransız işbirliği çerçevesinde yeniden canlandırılmasına karar verilinceye kadar Batı’dan komünist ülkelere yapılan satışlarını denetleyen bir kuruluş olarak kalmıştır.

1991’de Maastricht’te kabul edilen bir kararla BAB’ın Topluluklara bağlı bir Avrupa Savunması sistemi olarak yeniden yapılandırılması kararlaştırılmış ve sekretaryası Brüksel’e alınmıştır. BAB esas itibariyle NATO sınırlarının dışında, insani yardım ve kurtarma, barışı koruma ve kriz bunalımlarını (gerektiğinde kuvvet de kul­lanarak) çözme ile görevlidir. BAB üyelerinin hem AB hem de NATO üyesi olma zorunluluğu vardır.

İki kuruluş arasında varılan bir antlaşmaya BAB gerektiğinde NATO’nun askeri olanaklarını kullanabile­cektir. BAB’ın asıl üyeleri İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya, Portekiz, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve Yunanistan’dır. İzlanda, Norveç ve Türkiye ortak üyelerdir. Avusturya, Danimarka, Finlandiya, İrlanda ve İsveç gözlemci statüsündedir. Avrupa Birliği Antlaşması, BAB’ı Avrupa Birliği’nin gelişmesinin ayrılmaz par­çası düzeyine yükseltmiştir. Bu çerçevede savunma alanına giren karar ve girişimlerin hazırlanması ve yürür­lüğe konulması BAB’ın görevidir. 

AB VE TÜRKİYE – AB İLİŞKİLERİ

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya dengeleri değişmişti. 1990’lı yıllara kadar Sovyetler Birliği’yle be­raber dünya siyasetinde söz sahibi olmuş ABD; SSCB’nin de dağılmasıyla tek güç olarak bu dönemi günü­müze kadar devam ettirmiştir.

19 Eylül 1946 Zürih’te Winston Churchill ‘Avrupa Birleşik Devletlerinin’ kurulmasını ve bir ‘Avrupa Konseyi’ oluşturulmasını istedi. 1948 yılında Lahey’de Avrupa yanlısı çeşitli örgütler ‘Avrupa için Kongre’ düzenleye­rek Avrupa Birliği’nin kurulmasını talep ettiler. 5 Mayıs 1949 yılında Avrupa Konseyi’nin statüsü imzalanarak kabul edildi.

Bugün Avrupa Birliği diye bilinen oluşumun temelleri 1951’de Paris’te Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’nin (AKÇT) ve 1957’de Roma’da Avrupa Ekonomi Topluluğu’nun (AET) kurulmasıyla atılmıştır. Benelüx’ü oluştu­ran üç ülke (Belçika, Hollanda ve Lüksemburg) ile Fransa, Almanya ve İtalya tarafından imzalanmıştır. AET antlaşmasının 2. maddesinde topluluğun amacı:

Üye ülkeler arasında topluluk yoluyla ekonomik faaliyetlerin uyumlu bir biçimde geliştirilmesi, sürekli ve dengeli bir genişleme, istikrar arttırma, yaşam standartlarının hızla yükselmesi ve daha yakın ilişkilerin des­teklenmesi olarak açıklanmıştır.

31 Temmuz 1959’da Türkiye AET’ye ortaklık için resmen başvurdu. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri süre­cinde, genel olarak iddia edilenin aksine 1959 yılında Ankara AET’ye ilk defa başvuru yaptığı zaman hem yaptığı başvurunun anlamının farkındaydı hem de Avrupa’da bütünleşme hareketlerinden haberdardı.

1961 yılında AET’ye olan ilgi arttı. Yunanistan ortaklık antlaşması imzaladı. Sırasıyla İrlanda, İngiltere, Da­nimarka, Norveç üyelik başvurusunda bulundu. Türkiye’nin müzakereleri Yunanistan ile paralel götürme is­teğinin aksine Türkiye ile bu süreç 4 yılı bulacak ve ancak 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Antlaşması imzalanacaktı. Bu gecikmenin çeşitli sebepleri vardı. Bunlar;

  • Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en kötü ekonomik ve siyasi krizleri yaşaması,
  • İç politikadaki düşmanlığın had safhaya ulaşması,
  • 27 Mayıs 1960 askeri darbesi

Özellikle 1970’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan hem içsel, hem de dışsal faktörler nedeniyle Türkiye-AT ilişkileri, bugün bile olumsuz etkileri hissedilecek ölçüde, ciddi bir erozyona uğramıştır. İlişkileri olumsuz yönde etkileyen faktörler sadece konunun Türkiye tarafı değildir. Topluluğun değişken yapısı ve uluslararası sisteminden kaynaklanan birtakım sorunlarda bu ilişkileri, ister istemez olumsuz yönde etkilemiştir. Hem ulu­sal, hem de bölgesel ve uluslararası sistem kaynaklı sorunlar Türk dış politikasında 12 Eylül 1980 Askeri Dar­besine kadar süren bir dönem içerisinde dalgalanmalara sebep olmuştur. Askeri müdahale sistemi değiştirmek şöyle dursun sorunları derinleştirmiştir. 1970 – 80 yılları arasında kurulan 14 farklı hükümeti de­ğişik görüşleri benimsemelerin ilişkileri daha da çıkmaza sokmuştur.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı AT’nin ilişkileri dondurmasına sebep olmuştur. Fakat amacın işgal olmadığı anlaşılınca görüşmeler tekrar başlamıştır. 1977’de Türkiye AB’ye davet edilmiştir.

12 Eylül 1980 askeri darbesi üzerine Avrupa Birliği Türkiye’yle olan ilişkilerini dondurmuş ve darbenin sona ereceği güne kadar görüşmelerin başlamayacağını açıklamıştı. En kısa zamanda seçim yapılmasını ve demokrasiye geri dönülmesi gerektiğini vurguluyordu, tam olarak Avrupa’nın istediği zaman ve şartlarda olmasa da Generaller bu sese kulak verip 1983 Kasımda yapıla­cak bir seçimi kabul ettiler. Partilerin kurulmasına da 12 Eylül’ü eleştirmemek ve Kemalist ilkeler dışına çıkmamak şartıyla izin verdiler. Seçimi sürpriz bir şekilde ve açık farkla Turgut Özal’ın partisi Anavatan Partisi kazanmıştı. Turgut Özal iktidara geldiği zaman Avrupa Birliği’yle ilişkiler hemen hemen donmuş durum­daydı, 14 Nisan 1987 yılında Türkiye AT’ye tam üyelik için baş­vurdu.

1991 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Amerika Başkası George W. Bush Türkiye’nin üyeliğini destekleye­ceklerini açıkladı. 1991 yılının Mart ayında genel konuşmalardan bir sonuç çıkmayacağı anlaşılınca, Özal bir başka adım atarak AT ülkeleri Başbakanlarına tek tek birer mektup göndermiştir. İlişkilerin durumu ve gele­ceği hakkında Batılı ülkeleri uyaran Özal bazı hususlarında altını çizme gereğini hissetmiştir.

1 Ocak 1996’da AB ile Türkiye arasında Gümrük Birliği yürürlüğe girdi. Gümrük Birliği’ne girmemiz kimi çevrelerce ise tam üyeliğe uzanan yolda önemli bir adım kimi çevrelerce ise Türk ekonomisine vurulmuş bir darbe olarak adlandırıldı. Avrupa aslında Türkiye’yi Gümrük Birliği’yle kendine bağlayıp kendi nüfuz alanının içinde tutmak istemektedir. Yanı başında büyüyen 70 milyonluk bir pazarı elinde tutmak ve onun ucuz iş gü­cünden yararlanmak hem de bu pazara mal satmak istemektedir.

12-13 Aralık1997 tarihinde Lüksemburg’ta Avrupa Birliği Zirvesi’nde genişleme süreci ile ekonomik ve parasal birlik konuları incelenmiş, Türkiye ağır bir şekilde eleştirilmiştir. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz Avrupa’nın bu yaklaşımı değişmedikçe ilişkilerde bir ilerleme beklenemeyeceğini söylemiştir.

17 Ağustos depremi AB’ye ve Yunanistan’a Türkiye’yi hatırlattı ve depremden sonra ılımlı bir süreç baş­ladı. Maddi, insani yardımlar ve AB’nin kredileri Türkiye’ye felakette büyük yardımı oldu. Dönemin Dışişleri İs­mail Cem bu ortamdan oluşan ılımlı havayı iyi değerlendirmiştir. 18-19 Kasım’da İstanbul’da yapılan AGİT Zirvesi Türkiye’nin kendini anlatması için çok iyi bir fırsat olmuştur.

Birliğin 10-11 Aralık 1999 tarihleri arasında yaptığı Helsinki Zirvesi’nde de Türkiye’nin ‘aday ülke’ olduğu resmen ilan edildi. Dönemin Başbakanı Ecevit’e göre ‘Türkiye’ye, Avrupa Birliği’nde tam üyelik kapısı ön ko­şulsuz olarak açılmış olmaktaydı. Oysaki büyük pazarlıklar sonucu ortaya çıkan belgeye bir bütün olarak ba­kıldığı zaman ise Helsinki’de söylenenlerle Lüksemburg’ta söyleneler arasında, Helsinki’de ifade edilen ‘Türkiye diğer aday ülkelere uygulanan aynı kriterler temelinde Birliğe katılmaya aday bir ülkedir’ cümlesi dı­şında aslında fazlaca bir fark yoktu. Helsinki’de Türkiye aday ülke olarak tanımlandıktan sonra Türkiye’nin de­mokratikleşme süreci hızlanmış, hükümetler programlarında AB Uyum Yasaları’nın çıkartılmasına daha geniş yer ayırmışlardır.

Avrupa Birliği 2002 Aralık’ındaki Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’nin henüz bazı kriterleri karşılayamadığı için tam üyelik müzakerelerinin başlayamayacağını belirtmiş, ancak kararını 2004 sonunda vereceğini açıklamış­tır. Avrupa Birliği şu nedenlerden dolayı 2004’ten önce Türkiye hakkında karar vermek istememiştir; Avrupa Birliği, yeni gelen on tane üyeyi aldıktan sonra kendi durumunu bir gözden geçirmek ve buna göre karar ver­mek isteyecektir, Avrupa Birliği, kendi geleceğini tartışmaktadır, bütün üye ülke meclislerinden görüş alın­makta ve Birliğin gelecekte nasıl bir yapıya kavuşturulacağı tartışılmaktadır ve burada Türkiye’nin yerinin olup olmadığına karar verilecektir. 2003 yılında genel olarak AB siyasi kriterlerini karşılama amacına yönelik ola­rak uyum paketleri hayata geçirilmiştir.

Avrupa Parlamentosu da 15 Aralık 2004 tarihinde kabul ettiği raporla Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılmasına dair onayını, 262 ret oyuna karşılık 407 kabul oyu ile yani ezici bir çoğunluk ile vermiştir. AB konseyi ise 17 Aralık 2004 tarihinde verdiği karar ile Türkiye – AB arasında katılım müzakerelerin 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılacağını tüm dünyaya duyurmuştur. Bu olay, ülkemizin adaylığının ilan edildiği 1999 Helsinki Zirvesi’nden sonra Türkiye – AB ilişkilerinde ikinci dönüm noktasıdır. Artık müzakereler başlamış hedef en kısa zamanda tam üyeliktir.

DOĞU BLOĞU’NUN DAĞILMASI VE BALKANLAR 

BALKANLAR 

1990’lı yılların başlarına kadar altı ülkeyi (Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Romanya ve Yu­goslavya) kapsayan, güney ucu Yunanistan’ı içine alacak şekilde Adriyatik Denizi, Ege Denizi ve Trakya’yı içine alarak Karadeniz ile sınırlı bölge olan ve üç tarafı denizle çevrili olan Balkan Yarımadası, Avrupa’nın kapısı ve önemli bir geçidi olması nedeniyle son derece stratejik bir öneme sahiptir. Bu nedenle bölge, tarihin hemen her döneminde, büyük devletlerin ilgisini çekmiştir.

Beş asırdan fazla bir süre Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde kalan bölge, 1789 yılında Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı milliyetçilik akımından fazlasıyla etkilenmiş ve XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden bazı Av­rupa devletlerinin de desteğini alan Balkan ulusları, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmışlardır. Bu ulusların Osmanlı Devleti’nden ayrılması, 1829 Edirne Antlaşması’yla Yunanistan’ın bağımsızlığı ile başlamış ve 1913 yılında Arnavutluk’un bağımsız olmasıyla sona ermiştir. 

YUGOSLAVYA’NIN DAĞILMASI (1991)

Yugoslavya 1941 yılında Almanlar tarafından işgal edildi. Ülke içinde gerilla harpleri baş gösterdi. Rus­ya’dan destek alan Mareşal Tito, 1943 yılında ülkenin kontrolünü eline geçirdi. İkinci Dünya Savaşı sonunda Almanlar, Yugoslavya’dan geri çekildiler. Tito, iç harp esnasında muhalifi olan Mikallaviç’i 1946 yılında idam ettirdi. Bu arada Yugoslavya 1945 yılında cumhuriyet oldu. Ardından 1946 yılında birleşik cumhuriyet haline geldi. Tito, hükümet başkanlığına getirildi.

Tito, Stalin’den farklı bir sosyalist siyaset takip etti. 1968 Çekoslovak hareketinde, Rusya’ya muhalefet etti. Batılı ül­kelerle ticari ilişkiler başlattı. 1972 yılında Hırvatistan Cumhuriyeti’nde olaylar çıktıysa da kısa sürede bastırıldı. Tito, 1979 yılında yapılan altı zirve toplantısı neticesinde Castro ile olan mücadelesini kazandı ve Üçüncü Dünya diye bilinen bağlantısızlar teşkilatını Rusya’nın nüfuzundan kurtardı.

Başkan Tito, 1980 yılında ölünce yerine Kolektif Baş­kanlık idaresi geldi. 1984 yılında devlet başkanlığı Veselin Djuranoviç’e verildi. 1989’da görülen ekonomik ve siyasal bunalım, Hırvatistan ve Slovenya cumhuriyetleri arasında ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Aynı yıl doğu bloğunda görülen yenileşme hareketleri Yugoslavya’ya da yansıdı ve 1990’da çok partili düzene geçildi.

1991 ‘de başlayan cumhuriyetler arasındaki iç savaşın neticesinde aynı senenin sonlarında Slovenya, Hır­vatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Karadağ ve Sırbistan birleşerek Yeni Yu­goslavya Federal Cumhuriyeti’ni kurdular. Ancak bu birliktelik Karadağ’ın bağımsızlık ilanı ile son bulmuştur.

Ülke 6 Sosyalist Cumhuriyet ve 2 Sosyalist Özerk cumhuriyete bölünmüştür. Sırbistan Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti Belgrat’tır.

Ülkeyi oluşturan cumhuriyetler ve başkentleri şunlardır:

  1. Bosna-Hersek Sosyalist Cumhuriyeti, başkenti Saraybosna;
  2. Hırvatistan Sosyalist Cumhuriyeti, başkenti Zagreb;
  3. Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti, başkenti Üsküp;
  4. Karadağ Sosyalist Cumhuriyeti, başkenti Titograd (şimdiki Podgorica);
  5. Sırbistan Sosyalist Cumhuriyeti, başkenti Belgrat;
  6. a) Kosova Özerk Sosyalist Cumhuriyeti, başkenti Pristine;

Kosova Özerk Sosyalist Cumhuriyeti, 2008 yılı başlarında Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan et­miştir.

  • Voyvodina Özerk Sosyalist Cumhuriyeti, başkenti Novi Sad;
  • Slovenya Sosyalist Cumhuriyeti, başkenti 

Birinci Körfez Savaşı (1991 -1993) 

Savaşın Sebepleri

  • Irak Devlet başkanı Saddam Hüseyin’in, İranla yaptığı savaşın ekonomik kayıplarını telafi etmek iste­mesi
  • Irak’ın Kuveyt topraklarında tarihi hak iddiasında bu­lunması
  • Irak’ın; İran savaşı sırasında Kuveyt’in yaptığı para yardımının silinmesini istemesi

Bu savaşa Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in çı­kardığı Körfez Krizi sebep olmuştur. Kuveyt ile ilgili iddiala­rının Kuveyt tarafından kabul edilmemesi üzerine, Saddam Hüseyin, meseleyi bir oldu-bitti ile çözümlemek istemiş ve 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal ederek Körfez Krizi’nin çıkmasına sebep olmuştur. Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Irak birliklerinin Kuveyt topraklarından şartsız ve derhal çekilmesini isteyen bir karar almıştır.

ABD öncülüğünde onu destekleyen Müttefik ülkeler, Irak’ın Suudi Arabistan’a veya diğer bir Orta Doğu ülkesine muhtemel taarruzunu önlemek üzere Çöl Kalkanı adı verilen bir harekâtı uygulayarak Basra Körfezi ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgeye deniz, hava ve kara birlikleri göndermeye başlamışlardır. 33 ülke kuvvet göndererek veya yardım yaparak, Irak’a karşı oluşturulan bu koalisyon kuvvetlerine katılmış ve bu kuvvetleri desteklemiştir. Bunlar arasında sekiz Arap ülkesi de vardır.

Arap ülkeleri;

  • Saddam’a karşı olanlar,
  • Saddam’ı destekleyenler ve çekimser kalanlar olmak üzere üç gruba ayrılmışlardır.
  • Ancak Arap Birliği, Irak’ı kınamış ve derhal Kuveyt’ten çekilmesini istemiş ve Irak saldırısına karşı Çok Uluslu Arap Ordusu kurulmasını oy çoğunluğuyla kararlaştırmıştır. Bu sebepten dolayı Mısır ve Suriye, Saddam’a karşı olanların başında gelerek, Suudi Arabistan’a kuvvet göndermişlerdir. Ürdün, Yemen ve FKÖ, Saddam’ı desteklemişlerdir. Bu arada Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, oy çoğunluğuyla Irak’a karşı ekonomik yaptırım ve silah ambargosu kararı almıştır.

Saddam’ın vazgeçilmez tutumu karşısında BM Güven­lik Konseyi, Eylül 1990 ayı içerisinde Irak’a karşı hava am­bargosu uygulama kararı almış ve daha sonra bunu deniz ablukası şeklinde bir kararla genişletmiştir. Ayrıca 29 Kasım 1990 tarihinde almış olduğu bir kararla, Irak’ın 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt’i terk etmemesi halinde güç kullanılmasını kabul etmiştir. Birleşmiş Milletler, ABD ve Müttefik ülkelerin ısrarlarına rağmen, Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i terk etmemekte kararlı olduğunun anlaşılması üze­rine 17 Ocak 1991 tarihinde, Irak’a Müttefik Çok Uluslu Hava Güçleri’nin taarruzları ile Körfez Savaşı başlamıştır.

Savaş

Savaşın başlamasıyla Irak ve Kuveyt’te özellikle stratejik hedefler bombalandı. Çöl Fırtınası adı verilen bu harekât, 24 – 28 Şubat 1991 tarihlerinde 100 Saatlik Kara Harekâtı ile Kuveyt’te Irak Kara Kuvvetlerinin büyük bir kısmının imhası ve kalanlarının esir veya Kuveyt’i terk etmeleri ile sonuçlandırıldı.

Körfez Savaşı’na katılan Koalisyon Kuvvetleri ve Irak askeri heyetleri arasında 3 Mart 1991 günü Kuveyt-Suudi sınırının kuzeyindeki Safven kasabası yakınında çölde bir çadır içinde ateşkes görüşmeleri yapıldı. Irak, Kuveyt’i ilhak kararını kaldırmak ve tazminat ödemek başta olmak üzere bütün şartları kabul etmek zorunda kaldı. Bu şekilde Körfez Savaşı fiilen sona ermiş oldu. 1991 yılı Nisan ayının ilk haftasında, Irak’ın BM Güvenlik Konseyi tarafından ortaya konan ateşkes şartlarını kabul ettiğine dair yazılı müracaatı ile de Körfez Savaşı res­men sona erdi.

Körfez Savaşı fiilen sona ermesine rağmen Amerika bazı bahanelerle zaman zaman Irak’ı bombalamaya devam etmiştir. 23 Ocak 1993 gecesi Güney Irak’ı; ABD eski Devlet Başkanı George Bush’a Kuveyt’te bulunduğu sırada suikast planladıkları gerekçesiyle 26 Haziran 1993 gecesi de Bağdat’ı bombalamıştır.

Türkiye, Körfez Savaşı’na fiili olarak katıl­madı. İncirlik Hava Üssü’ndeki Amerikan uçaklarının kullanılmasına izin verdi ve Birleş­miş Milletlerin aldığı bütün kararlara uydu. Ay­rıca, Kerkük – Yumurtalık petrol boru hattını kapattı.

Irak’ın Yenilmesinin Sebepleri

  • Irak, dünyanın beşinci büyük kara ordusuna sahip olmasına rağmen Amerika Birleşik Devletleri ve müttefik ordularının nitelik (eğitim ve donanım) bakımından Irak ordularına kıyasla çok üstün olmasın­dan dolayı ağır bir yenilgi aldı. Müttefik orduları, hızla hareket edebilen ve yüksek teknolojiyi etkin bi­çimde kullanabilen ordulardı. Buna karşılık Irak orduları, 8 yıl süren Irak – İran Savaşı’ndan yorgun çıkmış, savaşma iradesi düşük ve klasik piyade savaşına göre eğitilmiş ordulardı.
  • Irak’ın yenilmesinde pay sahibi olan ikinci önemli etken, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bilinen bir savaş gerçeğiydi. Savaşılan bölgede hava üstünlüğünü sağlamak ve hava ile kara güçleri arasında etkin bir uyum sağlamak; karşı konulmaz bir üstünlük getirir. Müttefikler hava – kara koordinasyonunu başarılı bir biçimde gerçekleştirirken Irak güçleri bu avantajdan yoksundu. Çölde saklanamayan ve havadan korunamayan Irak ordusu, müttefik saldırıları karşısında yok oldular.
  • Nedenlerden üçüncüsü, vurucu gücü ne olursa olsun, tek bir silaha dayanmanın yarattığı aşırı güven duygusudur. Saddam, Sovyetlerden aldığı Scud füzelerine ve bu füzelerin ucuna yerleştirmeyi plan­ladığı kimyasal/biyolojik başlıklara güveniyordu. Ancak, bu füzeler savaş sırasında istenilen başarıyı gösteremedi. Füzeler Amerikan Pathot Hava Savunma Sistemi tarafından havada yok edildiler. 

Savaşın Sonuçları

Birinci Körfez Savaşı’nın en önemli ve en uzun vadeli sonucu, tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde köktenci akımların güçlenmesidir. Bölgede 1945’den beri üzerinde çok konuşulan ve tüm siyasal partilerin programlarının başında yer alan Arap Birliği fikri, büyük bir darbe almıştır. Körfez Savaşı’nda Arapların ayrı ayrı saflarda toplanmaları ve kendi ulusal devletlerinin olduğu kadar Batı’nın da çıkarlarını korumak için savaş­maları, Arap Birliği hayalini çok zayıflatmıştır.

Savaşın bir önemli başka bir sonucu da, Irak’ın zayıflamasıyla beraber, İran’ın bölgedeki ağırlığının art­masıdır. 

İkinci Körfez Savaşı / Irak Savaşı (20 Mart 2003)

ABD, 2003 yılında Irak’a savaş ilan etti. Savaşın temel nedenleri; Saddam Hüseyin’in elinde bulunduğu iddia edilen Kitle İmha Silahlarını yok etme ve Irak’a demokrasiyi götürmektir.

George Bush yönetiminin, 2003 yılında Irak’a karşı başlattığı savaşın temel sebebi olarak öne sürdüğü un­surların hepsinin yanıltıcı olduğu savaş başladıktan kısa bir süre sonra ortaya çıkınca, dünya kamuoyunun il­gisi bu savaşın gerçek nedenlerine yöneldi. Savaşın arkasında, ABD yönetiminde üst düzey görevlerde bulunan ve 90’lardan beri Saddam rejiminin devrilmesini açıkça savunan yeni muhafazakârların olduğu iddia edildi. Kimi savaşın gerçek nedenine “petrol” derken, kimi de işgalin geniş çaplı “Orta Doğu’nun yeniden şe­killendirilmesi” (BOP) projesinin bir parçası olduğunu ifade ediyordu.

Bush yönetiminin birinci dönem Savunma Bakanlığı Müs­teşarı Douglas Fetih, Irak Savaşı’nın gerekçelerini şöyle sıralı­yordu:

  1. Saddam Hüseyin rejiminin elinde bulunan Kitle İmha Si­lahlarını (KİS) yok etmek
  2. Irak’ın teröre desteğini kesmek ve terör altyapısını çö­kertmek
  3. Irak halkını özgürleştirmek, Irak’ta toprak bütünlüğü içe­risinde demokrasi, barış ve ekonomik kalkınma sürecini başlatmak

Kısa bir süre sonra bunların hepsinin yalan olduğu anlaşıldı:

  1. Irak’ın işgalinden sonra bu ülkenin topraklarını karış karış arayan ABD ve İngiliz askerleri herhangi bir Kitle İmha Silahı bulamayınca, Bush yönetimi bu konudaki CIA istihbaratının yanlış olduğunu en üst düzeyden itiraf etmek zorunda kaldı, ingiliz istihbaratı da Irak’la ilgili KİS istihbaratının yanlış olduğunu savaştan kısa bir süre sonra ilan etti.
  2. Saddam Hüseyin rejiminin El Kaide terör örgütüyle bağlantısı olduğu konusunda ABD tarafından her­hangi bir inandırıcı delil ortaya konamadı.
  3. Ronald Reagan döneminde İran’a karşı Irak’taki baskıcı Baas rejimine destek veren, 90’larda önayak olduğu ambargolarla Irak halkının sefalet içerisinde acı çekmesine sebep olan Amerika Birleşik Devletleri’nin, Irak halkını özgürleştirmek için Amerikan askerlerinin hayatını tehlikeye atarak Saddam Hü­seyin rejimine savaş açacağı fikri kimseye inandırıcı gelmedi.

Ayrıca Amerika’nın Irak’ta yaptıkları, bir dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’un meşhur bildirisinde ifade ettiği “ulusların kendi kaderini tayin” hakkıyla pek de bağdaşmamaktaydı.

Gerçek Nedenler

  1. yüzyılın emperyalist devletleri, işgal ettikleri Afrika ve Orta Doğu topraklarına “medeniyet” götürdüklerini iddia edi­yor, bu bölgelerin kaynaklarını sömürmek yönündeki asıl he­deflerini böylece örtbas etmeyi amaçlıyorlardı.
  2. Orta Doğu bölgesinin (doğal kaynak ve zenginlikleriyle) bölge içinden veya dışından herhangi ABD karşıtı bir dev­letin kontrol düşüncesi
  3. Bölge petrolünün kontrol altına alınması

İsrail’in varlığının ve güvenliğinin korunması

  1. Irak’ın bu hedeflerin kesiştiği kavşak noktasında yer alması

Savaşın Sonuçları

  1. On binlerce insan öldü.
  2. Saddam Hüseyin yönetimi sona erdi. 

Filistin Devleti’nin Kuruluşu

395’te Bizanslılara geçen Filistin, 637 yıllarını takiben tümüyle İslam hâkimiyetine girdi. Sırayla Emeviler, Abbasiler, Fatımiler ve Selçuklular dönemlerini geçirdi ve 1516’da Osmanlı toprağı oldu.

1896’dan sonra aslen gazeteci olan Theodor Herzl’in önderliği altında, dünyaya yayılan Yahudilerin tekrar Filistin’de toplanıp bir devlet kurması için çalışmalara başlandı. Herzl, 21 – 31 Ağustos 1897’de Basle’de topladığı I. Si­yonist Kongresi’nde temel hedef ve yöntemleri tespit etti. Bu amaçla Avru­pa’da örgütler kuruldu, fonlar oluşturuldu. Toplanan paralarla Filistin’de yaşayan Araplardan geniş topraklar satın alındı ancak; asıl amaç için bunlar yeterli olmadı.

Theodor Herzl, 19 Mayıs 1901 tarihinde II. Abdülhamit ile yaptığı bir gö­rüşmede, “Avrupa borsasını ellerinde tutan Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün borçlarını ödemesi karşılığında Filistin’de bir yurt verilmesini” (gizli kalmak şartıyla) teklif etti, ancak kabul edilmedi.

Meşrutiyet ile birlikte azınlıklara verilen haklar, Yahudilerin de işine yaradı ve özellikle 1914 yılından sonra Filistin’deki Araplardan geniş topraklar satın alıp yerleşmeye başladılar. 1916’da İngiltere temsilcisi Sir Mark Sykes ile Theodor Herzl

Fransa temsilcisi M.F. George Picot arasında imzalanan Sykes-Picot Antlaş­ması, Osmanlı topraklarını İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaştırırken Filistin için de uluslararası bir statü öngörüyordu.

1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı James Balfour, Yahudilerin lideri Edmond De Rothshild’e gönderdiği bir mektupla; “Yahudilerin Filistin’de yurt kurmalarını desteklediğini” ifade ederek İsrail Devleti yolunu açtı. 1918 yılında Osmanlı askerleri Filistin’den çekildi ve bölge İngiliz hâkimiyetine girdi. 1880 ile 1918 arasında Filis­tin’deki Yahudilerin sayısı 24 binden 65 bine, nüfusun %10’una çıktı. Ardından Araplar ile Yahudiler arasında gerginlikler başladı.

1933 yılıyla birlikte Nazilerden kaçan Yahudi göçmenler de Filistin’e gelmeye başladılar. 3 yıl İçinde Ya­hudi sayısı toplam nüfusun dörtte birine ulaştı ve 335 bin kişi oldu. 1938 yılına kadar Atatürk yönetimindeki Türkiye’den çekinen İngilizler bölgede bir Yahudi Devleti kurulması yönünde açık bir girişimde bulunamadı­lar. Hatta 1937 yılındaki ünlü Peel Paylaşım Planı’na göre Yafa ve Tel Aviv, İngilizlerce Araplara terk edilirken, Yahudilere verilen önemli bir yerleşim merkezi bulunmuyordu.

Filistinliler, bu şekilde bir yandan Araplar bir yandan Batı tarafından yalnız bırakılıyordu. İngilizlerin payla­şımda Araplara karşı bu kadar tavizkar davranmasında Atatürk’ün dış politikasının ve Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni’nin büyük tesiri vardı. Emin Hüseyin Türk asıllıydı ve Filistin politikasında büyük bir ağırlığa sahipti. Atatürk’ün ölümünden sonra İngilizler Peel paylaşma planından vazgeçtiler. Takiben de Filistin’de İsrail dev­letinin kurulması yolunda birbiri ardınca adımlar atıldı. Fakat II. Dünya Savaşı’na rastlayan yıllarda Yahudiler daha çok Hitler zulmü ile uğraşmak durumunda kaldılar.

Araplar, İngilizler ve Yahudiler arasında yıllar süren mücadeleler, 1947 yılında Birleşmiş Milletlere yansıdı. Kurulan Filistin özel Komisyonu;

  • Filistin’in Yahudi ve Araplar arasında ikiye bölünmesini,
  • Kudüs’ün ise uluslararası bir statüye kavuşturulmasını önerdi. Ancak öneri Arap ülkeleri tarafından kabul edilmeyince, Yahudiler 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan ettiler. İsrail’in kuru­luşu ile birlikte Arap – İsrail Savaşları başladı.

Savaş sonunda Batı Şeria Ürdün, Gazze Şe­ridi Mısır, kalan topraklar da İsrail tarafından işgal edildi. Tabiatıyla olan yine Filistin halkına oldu ve durumdan komşu Arap ülkeleri ve İsrail kazançlı çıktı. Takip eden yıllarda pek çok Filistin kurtuluş örgütleri kuruldu.

Bunlardan en önemlisi gizli olarak 1950’de kurulan Yaser Arafat öncülüğündeki El-Fetih idi. Bu arada Arap ülkeleri, 1964’te Kudüs’te Filistin Kurtuluş örgütü ve buna bağlı olarak Filistin Kur­tuluş Ordusu’nun kuruluşuna yardımcı oldular. Ancak Ahmet Şukayri önderliğindeki FKÖ, 1967 yenilgisi ile etkinliğini yitirdi.

Gazze, Batı Şeria, Sina Yarımadası ve Suriye’ye ait Golan Tepeleri İsrail’in eline geçti. 1 milyondan fazla Filistinli komşu Arap ülkelerine ve özellikle de Ürdün’e kaçtı. 1967 Kasım’ında George Habbaş’ın Filistin Halk Cephesi kuruldu. 1968 Haziran’ında el-Fetih hareketi FKÖ’ye hakim oldu. El-Fetih, Müslüman, Yahudi ve Hı­ristiyanların eşit haklara sahip olduğu demokratik, laik bir Filistin Devleti kurulmasını önerdi.

1973 Arap-İsrail Savaşı sonrasında İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’dan çekilme eğilimine girmesi üzerine FKÖ, bu bölgelerde bir devlet kuracağını açıkladı. Ancak, İsrail’in bölgedeki varlığını da kabul eden bu tavır, Suriye desteğindeki örgütler ve Arap ülkeleri tarafından reddedildi ve Ret Cephesi oluşturuldu, Filistin Kurtu­luş Hareketi parçalandı.

Suriye’nin bölgeye müdahale etmeye başladığı bu dönemden sonra, çatışmalar daha da hızlandı. Lüb­nan’a da giren Suriye, barış yaparak bölgedeki etkinliğini yitirmek istemiyordu. Bu yüzden Yaser Arafat baş­kanlığındaki FKÖ, Suriye ve Libya karşıtı Arap ülkelerinin desteğini aldı ve aynı tavrını sürdürerek Filistin’in tek yasal temsilcisi olduğunu belgeledi.

1978 Eylül ayında Enver Sedat İsrail ile Camp David Antlaşması’™ imzaladı. 1985 Şubat ayında bu kez Ürdün Kralı Hüseyin ile Yaser Arafat ortak harekette anlaştılar. İsrail ile FKÖ arasındaki karşılıklı terör eylem­lerinin ardından Arafat, aynı yılın Kasım ayında Filistin mücadelesinin sadece işgal edilen topraklarda süre­ceğini açıkladı. FKÖ, bir yandan Lübnan’da Suriye yanlısı örgütlerle, diğer yandan işgal altındaki topraklarda İsrail ile mücadeleye girişti. 15 Kasım 1988’de bağımsız Filistin Devleti Cezayir’de ilan edildi. Yaser Arafat devlet başkanı seçildi. 1988’de Filistinliler, işgal altındaki bölgelerde silah kullanmadan taşlarla İntifada ha­reketini başlattılar.

13 Eylül 1993 tarihinde İshak Rabin ve Yaser Arafat arasında Washington’da imzalanan “Filistin Özerklik İlkeleri Deklarasyonu” ile 5 yıllık bir süre içerisinde Gazze ve Eriha’da “Özerk Filistin Devleti” kurulması ka­rarlaştırıldı. Bölgede başlayan normalleşme sürecinde, 26 Ekim 1994 tarihinde bu kez İsrail ile Ürdün ara­sında bir barış antlaşması imzalandı. 4 Kasım 1994 tarihinde barışa imza atan İshak Rabin, İsrail Gizli Servisi’nin bir şubesi tarafından öldürüldü.

Afganistan Savaşı (2001) 

Afganistan Savaşı, 2001 Ekim’inin 7. gününde başlamıştır. Amerika tarafından, 11 Eylül Saldırıları’na mi­silleme olarak yapılmıştır. ABD Başkanı George Bush’un “terörle mücadele” politikası kapsamında yaptığı bir savaştır.

Amaç; Usame Bin Ladin’in yakalanmasıdır.

ABD ve Birleşik Krallık önce hava bom­bardımanı daha sonrada takviye güçlerle beraber Afganistan’a asker indirmişlerdir. 2002’de Amerikan ve İngiliz askerleri Kuzey İttifak’ı ile savaşa katılmıştır. Daha sonra gerginlikler üzerine NATO güçleri (Koalisyon güçleri) Afganistan’a asker in­dirdiler. Daha sonra Amerikan hükümeti kalıcı barışı sağlamak amacı ile bölgede asker bulundurup varlıklarını hissettirecek­lerini açıkladı.

Başlangıçtaki hücum Taliban’ı güçten düşürdü, fakat Taliban kuvvetleri yeniden toparlandılar. 2006’dan bu yana artan Ta­liban kaynaklı isyancı hareketler, gelişen yasadışı uyuşturucu üretimi ve zayıf yöne­timin Kabil’in dışındaki zayıflığından dolayı Afganistan’ın istikrarı tehlikededir.

Orta Doğu’da Su Sorunu

Dünya üzerindeki mevcut tatlı su kaynaklarının ih­tiyaçları karşılayamayacak hale gelmesi üzerine tatlı su kaynaklarını (akarsular) paylaşan devletlerarasında yaşanan soruna denir. Genellikle iki veya daha fazla devletin topraklarından geçen akar­sular (bir diğer deyişle sınır aşan sular) üzerinde ya­şanır.

Su sorunu özellikle Orta Doğu bölgesinde kendini hissettirmekte; Fırat ve Dicle nehirleri dolayısıyla Tür­kiye’yi de etkilemektedir. Su sorunu Birleşmiş Millet­ler başta olmak üzere birçok uluslararası kuruluşta ele alınmaktadır.

Devletlerin ülkelerinde bulunan sınır aşan sular veya su sistemleri ile ilgili hak ve yükümlülüklerini belirle­yen kurallar henüz tam olarak oluşmamıştır. Hükümet dışı bir kuruluş olan Uluslararası Hukuk Derneği ve BM Uluslararası Hukuk Komisyonu başta olmak üzere çeşitli kurum ve kuruluşlar su konusunda uluslararası uyuş­mazlıkları giderebilecek ve uzlaşma ortamı yaratabilecek özelliklere sahip hukuk kurallarının oluşması için çaba sarf etmektedir. Türkiye bu konuda en tasarruflu ülkedir.

Önlemler

Su sorununu azaltmak ve bu konuda yaşanan anlaşmazlıkları en aza indirmek için alınabilecek önlemler şunlardır:

  • Devletlerin su ile ilgili kendi iç politikalarını gözden geçirerek israfı azaltmaları
  • Atık suların tasfiye edilerek yeniden kullanıma sokulması (Bu yöntem halen petrol zengini ülkeler ve İsrail’de uygulanmakta olup ekonomik nedenler başta olmak üzere çeşitli nedenlerle yaygınlaşamamıştır)
  • Tarımda ilkel sulama metotlarının israfa neden olması nedeniyle sulamada yüksek teknoloji kullanılması Su kaynaklarına uygun tarım ürünü ekimi yapılması
  • Devletlerin su sorunu konusundaki anlaşmazlıkları tırmandırmaktan kaçınması
  • Tarımsal sulamada damlama ve yağmurlama sulama yapılmalı
  • Su tasarrufu (deniz)
  • Sanayide su kullanımı yeniden kullanımlı dönüşümlü olmalıdır. 

 

KEİT (1992)

Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (KEİT) 5 Haziran 1992 günü İstanbul’da düzenlenen zirve ile imza­lanan Karadeniz çevresindeki ülkelerin ekonomik işbirliği projesidir.

KEİT’in İlkeleri, Amaçları ve Kapsamı

KEİT’in kuruluş aşamasındaki hazırlık çalışmalarında temel amaç; katılan devletlerin coğrafi yakınlıkların­dan ve ekonomilerinin birbirlerini tamamlayıcı özelliklerinden yararlanılarak ticari, ekonomik, bilimsel ve tek­nolojik işbirliğini geliştirmeleri ve Karadeniz Bölgesi’nin bir barış, işbirliği ve refah bölgesi haline gelmesi öngörülmektedir. Bu amaç doğrultusunda; bölge ülkeleriyle işbirliği için uygun ortam oluşturulması, taraflar arasında mal ve hizmet ticaretinin arttırılması hedeflendirilmiştir.

Uzun dönemde ise amaç; bölge ülkeleri arasında ekonomik ilişkileri daha fazla geliştirebilmek için kişile­rin, malların, sermayenin ve hizmetlerin serbest dolaşımını sağlamaktır. Bu amaçların gerçekleştirilmesi için uzun dönemde, aşamalı olarak katılan devletlerarasında bir serbest ticaret bölgesinin kurulması amaçlan­mıştır.

Batı Trakya Türk Sorunu

14.yüzyılın ilk yarısından başlayarak, yaklaşık 650 yıl boyunca Osmanlı sınırları içinde kaldıktan sonra, Yunanis­tan’ın kuzeydoğusunda yer alan Batı Trakya bölgesi, Yunan idaresine geçmişti. O günden bu yana, Batı Trakya Türkleri Yunanistan yönetimlerince baskı altına alınmıştır. Günü­müzde de Yunanistan’da, Türkler ve diğer azınlıkların so­runları halen devam etmektedir.

15-17 Eylül tarihleri arasında, Batı Trakya Türkleri Da­yanışma Derneği tarafından düzenlenen “5. Uluslararası Batı Trakya Türkleri Kurultayı”, görünüşteki bazı olumlu geliş­melere rağmen, Batı Trakya’nın sorunlar yumağı olarak kal- Batı Trakya maya devam ettiğini göstermiştir. Aralarında Türkiye Cum­huriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da yer aldığı kurultayın açılış konuşmaları, TRT – INT yayınların­dan da izlenebilmiştir.

5.Uluslararası Batı Trakya Türkleri Kurultayı’nın önemli sonuçlarından biri, Batı Trakya’daki Türklerin bu­günkü durumunun, 1990 öncesi yıllarda içinde bulundukları şartlarla karşılaştırılamayacak ölçüde iyi olduğu yönündedir. Her şeyden önce;

  • Yaklaşık 40 bin Türk’ün yıllarca dolaşım hakkından mahrum kaldığı “Yasak Bölge” uygulamasının sona erdirilmesi
  • Batı Trakya’daki Türklerin sayısının azaltılması maksadıyla, Türklerin Yunan vatandaşlığından atılma­sını sağlayan Yunanistan vatandaşlık yasasının “19. madde”sinin kaldırılması
  • Türkleri fakirleştirme amacı güden ekonomik baskıların hafifletilmesi
  • Yunan üniversitelerinde azınlıklara sabit bir giriş kontenjanının sağlanmış olması, en önemli gelişme­ler arasında sayılabilir.

Günümüzde Batı Trakya’daki temel sorunlar, “Türk” adının kullanılması sorunu, müftülük sorunu, eğitim sorunu, siyasal haklara ilişkin sorunlar, yurttaşlık ve dürüst yargılanma hakkına ilişkin sorunlar, ekonomik alandaki sorunlar” şeklinde sıralanabilir. Yunanistan’ın Türklerin dinî kimliklerini tanıması yanında, etnik kim­liklerini “Türk azınlık yoktur, Müslüman Yunanlılar vardır” söylemiyle reddetmesi, “Türk” ve “Türkçe” terimle­rinin kullanılmasına ciddi kısıtlamalar getirmesi Türklerin şikâyetleri arasında yer almaktadır.

Batı Trakyalı Türklerin “anayasası” sayılan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması gereğince, Türk azın­lığının eğitiminin önemli ölçüde özerk bir statüye sahip olması gerekiyor. Uygulamada ise Türk öğrenciler ger­çek bir eğitimden mahrum bırakılıyor, değişik idari ve bürokratik engellerle eğitim imkânları kısıtlanıyor.

Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen 1990 sonrası dönemde Batı Trakya Türklerine yönelik izlenen poli­tikalarda az da olsa olumlu bir değişim yaşanmıştır. Örneğin, Yunanistan Batı Trakya’nın kalkındırılmasına yönelik, mali kaynak ayırmaya başlanmış, Batı Trakyalı Türklerinin taşınır ve taşınmaz mal edinmesine yöne­lik kısıtlamalar da ortadan kaldırılmıştır.

AB’nin bazı yanlış politikaları Batı Trakya Türklerini ekonomik olarak zor durumda bırakmaktadır. (Tütün üretimi sorunu). 

TÜRK ORDUSU’NUN BARIŞ VE GÜVENLİĞİ SAĞLAMAK İÇİN YAPTIĞI FAALİYETLER

Uluslararası barışın sağlanması amacıyla, BM ve NATO kararlarıyla, 63 bin 686 Türk askeri, bugüne kadar 13 kez yurt dışında görev yapmıştır. Halen Kabil, Bosna-Hersek, Kosova, Letonya’da 1045 askerimiz görev yapmaktadır.

NATO ve BM’nin kararları doğrultusunda Türkiye, TBMM’den çıkan yasalarla birçok ülkeye asker gönder­miştir.

Dünya barışının korunmasına yönelik BM barışı koruma faaliyetlerine Türkiye’nin katkısı, 1950 yılında Kore Savaşı ile başladı. Daha sonra Türk askeri Somali, Bosna Hersek, Adriyatik Denizi, Arnavutluk, İran – Irak, Kuveyt, Doğu Timor, Gürcistan ve Afganistan’da görev almıştır. 

Türk Askerlerinin Aldığı Görevler

  • Tugay seviyesindeki bir birlikle Kore Savaşı’na katılan TSK, 1950 yılında başladığı görevini 1953’de ba­şarıyla tamamladı. Kore’de, BM’nin kararı uyarınca TBMM’nin aldığı karara dayanarak, dönüşümlü olarak toplam 52 bin Türk askeri görev aldı.
  • Somali’de, 1993-1994 yıllarında düşmanlıkların durdurulması ve insani yardım harekâtı için güvenli bir ortam sağlanması amacıyla Ümit Operasyonu adı altında başlatılan insani yardım ve barışı koruma harekâtında, 1 mekanize bölük (300 asker) görev aldı.
  • Bosna-Hersek’te, United National Profor Harekâtı’na görev kuvveti olarak 1464 kişi, 18 uçak, Ağus­tos 1993’ten Aralık 1995’e kadar görev yaptı. Daha sonra NATO Harekâtı olarak 1995’ten Aralık 2004’e kadar bir tugay görev yaptı.
  • Mehmetçik, eski Yugoslavya hava sahasının kontrolü için tesis edilen “Deny Flight” harekâtına ise İtal­ya’da konuşlandırdığı bir F-16 filosuyla katıldı.
  • Adriyatik Denizi’nde düzenlenen SHARPGUAR Harekâtı’na (NATO harekâtı) Temmuz 1992’den Ekim 1996’ya kadar Türkiye’den 18 firkateyn, muharip gemi, 2 denizaltı, 4 akaryakıt gemisi ve yaklaşık 5 bin personel katıldı.
  • Arnavutluk’ta yaşanan olaylar üzerine, bu ülkeye yapılacak insani yardımların dağıtılması amacıyla başlatılan ALBA Harekâtı, Nisan 1997’den Ağustos 1997’ye kadar devam etti. Harekâta, Türkiye’den, 779 kişiden oluşan 1 deniz piyade tabur kuvveti katıldı.
  • İran-lrak Harekâtı’nda, dönemler halinde 10’ar asker personel, BM Harekâtı’na katıldı. Kuveyt’te Irak’ın saldırısından sonra, BM Harekâtı olarak, dönemler halinde 75 Türk askeri görev yaptı.
  • Doğu Timor’da, Şubat 2000’den Mayıs 2004’e kadar dönemler halinde 8 subay görev yaptı.
  • Gürcistan’da, AGİT Harekâtı olarak, Şubat 2000’den Aralık 2004’e kadar 10 subay görev aldı.
  • Afganistan’da, Uluslararası Güvenlik ve Yardım Harekâtı olarak 2002’den 2005’e kadar 3 bin 350 asker görev yaptı.
  • Son olarak AB tarafından Kongo Demokratik Cumhuri-yeti’nde 30 Temmuz 2006’da yapılan seçimlerde, bölgedeki BM Çokuluslu Barış Gücü’ne destek vermek amacıyla 15 askeri personel görev aldı.
  • Makedonya’daki silahlı militanları silahsızlandırmak için NA-TO’nun Ağustos 2001 ‘de başlatılan Essential Harvest Ha­rekâtı için oluşturulan çokuluslu tugaya, Türkiye, bir bölük timi ile Ağustos ve. Ekim 2001 tarihleri arasında katıldı. 

Devam Eden Görevler

  • Halen 4 Mayıs 2006’dan beri, Kabil Çokuluslu Tugayı SEEBRlGde dahil olmak üzere Kabil’de 260 Türk askeri görev yapıyor.
  • Önce BM Harekâtı olarak başlayan ve daha sonra AB hare­kâtı olarak Bosna Hersek’te devam eden ALTHEA Harekâ-tı’nda300 kişi bulunuyor.
  • Kosova’da, NATO – Sofa Antlaşması gereğince 400 kişi gö­rev yapıyor.
  • Letonya’da ise 4 F-16 uçağı, 85 personeliyle görev yapıyor.  

Katrina Kasırgası, Pakistan Depremi (2005)

Mehmetçik, askeri görevlerinin yanı sıra dünyada yaşanan doğal afetler sonrasında da uluslararası ope­rasyonlarda görev alıyor.

Katrina Kasırgası sonrası NATO’nun insani yardım amaçlı ABD’ye desteği kapsamında 30 Eylül – 8 Ekim 2005 tarihleri arasında, bir C -130 uçağı görevlendirildi.

Pakistan’da yaşanan 8 Ekim 2005 depreminin ardından bölgeye gönderilen yardım malzemeleri, Türk Hava Kuvvetleri’ne ait kargo uçaklarıyla bölgeye aktarıldı.

Aynı zamanda iki hava üssü, İleri Lojistik Merkezi olarak, iki C-130 Kargo uçağı NATO’nun .hava köprüsü için ve gerektiğinde kullanılmak üzere bir firkateyn, NATO deniz köprüsü için tahsis edildi.

Türk Kızılayı 

1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile adını almıştır,1935 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından uygun görülen Türkiye Kızılay Cemiyeti adını almıştır. 

İlkeleri

Kızılay Uluslararası Kızılay – Kızılhaç hareketi temel ilkeleri olan;

  • İnsaniyetçilik: Kızılay savaşlarda yaralılara ayırım gözetmeksizin yardım etmek ister. Gerek ulusal ge­rekse uluslararası alanda insanların acılarını koşullara bakmaksızın önlemek veya hafifletmek, insan­ların yaşamını ve sağlığını korumak, insan kişiliğine saygı göstermek Kızılay’ın amaçlarıdır. Uluslar arasında anlayış ve dostluğun geliştirilmesini, ulusların işbirliği yaparak barışın sürekli olmasını hedef alır.
  • Ayırım gözetmemek: Kızılay ırk, din, cinsiyet, milliyet, sosyal sınıf ve siyasal görüş farklarını gözetme­den, insanların izdıraplarını göz önüne alarak yardım eder ve öncelikli gereksinimleri gidermek i£in ça­lışır.
  • Tarafsızlık: Kızılay düşmanlıklarda taraf tutmaz, taraf olmaz, dini, felsefi, siyasi ve ırksal tartışmalara ka­tılmaz.
  • Bağımsızlık: Kızılay Türkiye Cumhuriyeti Devleti yasalarına ve ilgili uluslararası kurallara uyarak ba­ğımsız olarak insancıl faaliyetler yapar ve kamuya yardımcı olur.
  • Hayır kurumu niteliği: Kızılay çalışmalarından ve yardımlarından çıkar amacı gözetmez gönüllü olarak yardım etmeye çalışır.
  • Birlik: Türkiye’de aynı amaçla ve herhangi bir isim ile başka bir kuruluş kurulamaz, herkese açıktır, bütün yurtta çalışmalar yapar.
  • Evrensellik: Kızılay aynı amaçla çalışan yabancı ulusal kuruluşlarla aynı haklara sahip ve karşılıklı yar­dımlaşma ile görevli evrensel bir kuruluştur.

İlkelerine bağlı tâbi bir kurumdur.

Kızılay, insan kişiliğine saygıyı, karşılıklı anlayış, dostluğu, yardımlaşmayı, iş birliği ve sürekli barışı destekler.

Kızılay’ın amacı, her nerede görülür ise, hiçbir ayrım yap­maksızın insanın acısını önlemeye veya hafifletmeye çalışmak, insanın hayatını ve sağlığını korumak, onun kişiliğine saygı gös­terilmesini sağlamak ve insanlar arasındaki karşılıklı anlayışı, dostluğu saygıyı, işbirliğini ve sürekli barışı getirmeye uğraş­maktır. Kızılay ihtiyaç anında dayanışmanın, ıstırap anında eşit­liğin, savaşın en kızgın anında insancıllığın, tarafsızlığın ve barışın simgesidir.

Amaçları

  • Kızılay savaşta felâkete uğrayanları koruyan 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleriyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin taraf bulunduğu uluslararası antlaşmaların kendisine yüklediği hizmetleri görür veya yerine getirilmesine yardımcı olur,
  • Kızılay barışta yurt içinde ve yurt dışında vukua gelen her türlü afet ve felâketlere karşı Tüzüğü dâhi­linde üzerine düşen hizmetleri yerine getirir,
  • Kızılay insaniyetçi hukuk ilkelerine bağlı kalır, sağlık ve sosyal dayanışmayı destekler, sosyal refahın geliştirilmesine yardımcı olur,
  • Kızılay Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Kızılay – Kızılhaç Dernekleri Federasyonu ve bu federasyona dâhil ulusal kuruluşlarla amaç ve işbirliği yapar.

Görevleri

Savaşta veya hükümetin ilan ettiği olağanüstü hallerde

  • Hükümetin gösterdiği lüzum ve ihtiyaca göre cephede ve cephe gerisinde Türk Milleti ve Silâhlı Kuv­vetlerine Kızılay amacına uygun yardımlarda bulunur.
  • Savaş görevlerini yerine getirecek araç ve gereçlerle ilaçları sürekli kontrol altında bulundurur, bo­zulma ve eksilmeye mahal bırakmadan gerekenleri elden çıkarır; yerine tazelerini, yenilerini koymak su­retiyle stok seviyesini korumaya çalışır.
  • Silâhlı Kuvvetlerle bağlantı kurmak ve iş birliği sağlamak için gerektiği kadar Genel Merkez Kurulu Üyesini veya duruma göre Genel Merkez Kurulu’nun atayacağı diğer görevlileri Silâhlı Kuvvetler yanına delege olarak gönderir.
  • Türk, dost ve düşman savaş tutsakları ile gözaltına alınanların ve mültecilerin değiştirilmesine ve aile­leriyle haberleşmelerine, bunlara para ve eşya ulaştırılmasını sağlamaya aracılık eder; bunun için ge­rekli araştırma ve haberleşme örgütünü kurar.
  • Tehlikeli bölgelerde bulunan çocukların ve korunmaları gerekenlerin hükümetin göstereceği yerlere taşınmalarına ve yerleştirilmelerine yardım eder. 

Barışta

  • Hemşireler, gönüllü hemşireler ve hasta bakıcılar yetiştirir. Dispanserler, sağlık merkezleri, hastaneler, amaçlarına uygun öğretici merkezler ve iyileştirme merkezleri açar ve yönetir.
  • Kan yardımı ile kan türevleri sağlayacak teşkilâtı kurar, yönetir ve teşkilâtın yurt düzeyinde gelişmesi için gereken önlemleri alır.
  • Salgın hastalıklara, halk sağlığını ilgilendiren benzer afetlere ve çocuk ölümlerine karşı mücadeleye katılır ve yardım eder.
  • Muhtaç hastalara tedavi yardımı yapar; güçsüz ve fiziksel özürlülere noksan veya arızalı organlarının fonksiyonlarını tamamlayıcı, destekleyici veya rehabilite edici nitelikte araç temin etmeye çalışır.
  • Türk Medeni Kanunu’na göre gerçek ve tüzel kişiler tarafından Kızılay eliyle kurulmak istenilen vakıf ve tesisleri kabul eder ve işletir. 

Uluslararası yardımlaşmalarda

  • Kızılay, Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Kızılay – Kızılhaç Dernekleri Federasyonu ve bu federasyona dâhil ulusal kuruluşların afet, felâket ve acil yardım çalışmalarına katılır. Ekipler gönderir, acil yardım malzemesi ve para yardımlarında bulunur.
  • Savaşta ve barışta Uluslararası Kızılhaç Komitesi’yle Kızılay – Kızılhaç Dernekleri Federasyonu ve bu federasyona dâhil ulusal kuruluşlarla ortak çalışmalara katılır ve bunlara temsilci gönderir. Onların tem­silcilerini kabul eder, yabancı heyetlerin sivil ve askerî makamlarla olan ilişkilerini kolaylaştırır.

Kızılay, Orta Doğu ve Balkanlarda yakın dönemlerde meydana gelen savaş ve doğal afetlerde mağdur durumda olan insanlara her türlü yardımı yapmış, yapmaya da devam etmektedir.

TERÖR

İç ve Dış Tehdit

İç Tehdit: iç tehdidin esasını, yıkıcı ve bölücü unsurlar oluşturmaktadır. Yıkıcı ve bölücü unsurların he­defi, ülkede anarşi ve terör ortamı yaratarak devlet otoritesini sarsmaktır.

İç tehdit unsurları şunlardır:

  • Dil, din, ırk ve mezhep ayrılıkları konusunda yapılan kışkırtmalar
  • Siyasi rejimi ve devlet düzenini zorla değiştirmek için meydana getirilen anarşik olaylar
  • Sosyal rahatsızlıkları fırsat bilerek devlet aleyhine çıkartılan ayaklanmalar
  • Ülke ve millet bütünlüğünü bozmak için yapılan eylemler

Dış Tehdit: Dış tehdidin esasını, Türkiye’nin jeopolitik öneminden dolayı yabancı ülkelerin, ülkemiz üzerindeki emelleri oluşturmaktadır.

Dış tehdit unsurları şunlardır:

  • Türkiye’nin çevresinde ortaya çıkan savaşlar
  • Türk topraklarını parçalamaya yönelik planlar
  • Uluslararası alanda etkili olan siyasi gelişmeler
  • Komşu ülkelerin Türkiye üzerindeki hedefleri
  • Sanayileşmiş ülkelerin Orta Doğu ve Türkiye’ye yönelik politikaları

Azınlıklar Sorunu ve Ermeni Soykırımı Yalanı

Dünya kamuoyundaki Ermeni soykırımı iddiaları bugüne kadar doğruluğu ispatlanmamış olan rivayete (söylentiye) dayalı bazı yayınlardan kaynaklanmatadır. Hâlbuki “Tarih belge ile yazılır” hükmü, dünya bilim dünyasınca kabul edilen bir gerçektir. Çünkü arşivlere dayalı bilimsel çalışmalar, önyargı ve siyasi yaklaşım­ları ortadan kaldıracaktır. Arşivler, diğer tarihi kaynaklar arasında gerçeği en objektif şekilde yansıtan ger­çeğe dayalı belgelerdir. Bu nedenle Batı ülkelerinde siyasi bir yaklaşımla ele alınan Ermeni konusunun tarihin asıl kaynaklarına inilerek değerlendirilmesi gerekir. Tarihi konular ve olaylar hakkında hüküm verebilmek için, tarihin aslına dayalı kaynakları olan arşivler, tarih araştırmacıları için gerçek belge niteliğindedir.

Ermeni konusu hakkında Batı ülkelerinde yapılan yayınlar birinci elden kaynaklara dayanmadığı için, ne yazık ki eksik, hatalı ve taraflı olmuşlardır. Oysa Türk arşivlerinde (Başbakanlık Arşivi) Ermeni konusu ile ilgili milyonlarca belge vardır. Bu belgeler, olayları objektif bir şekilde aydınlatacak mahiyettedir.

Tarihte Türk – Ermeni Münasebetleri ve Ermeni Tehciri (27 Mayıs 1915)

Tarihte ilk Türk-Ermeni münasebetleri, 1048 yılında Büyük Selçuklularla Bizans arasında yapılan Pasinler Savaşı’yla başlamıştır. Bu tarihten itibaren gerek Selçuklular gerekse Osmanlıların bünyesinde varlığını devam ettiren Ermeniler, devlete sadakatlerinden dolayı “millet-i sadıka” diye isimlendirilmişlerdir.

Osmanlının en sorunsuz toplumu olan Ermeniler, 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması’yla Batılı dev­letlerce kışkırtılmış ve bu gelişmeyle tarihte Ermeni Sorunu ortaya çıkmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Batılı devletlerin oyununa gelen bazı Ermeni grupları, Anadolu’da katliam­larda bulundular. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti, ayaklanan ve Türk birlikleriyle çatışmaya giren Ermeni­leri Suriye – Filistin dolaylarına tehcire (zorunlu göçe) tabi tuttu (27 Mayıs 1915).

 KANLI ERMENİ TERÖRÜ ASALA

1975-1985 yılları arasında faaliyet gösteren Ermeni silahlı terör örgütüdür.

“Ermenistan’ın özgürlüğü için Gizli Ermeni Ordusu” anlamına gelen İngilizce “Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia” ifadesinin kısaltmasıdır. Bağımsız bir Ermenistan’ın kurulması ve 1915 yılında ger­çekleştiği iddia edilen sözde Ermeni soykırımının kabul ettirilmesi için çalışmıştır.

1975 yılında Lübnan’daki iç savaş esnasında, Beyrut şehrinde, Agop Agopyan ve Agop Tarakçıyan tara­fından kurulmuştur. Fransa ve Yunanistan ASALA’nın üsleri olmuştur.

ASALA 70’li ve 80’li yılların en çok tanınan, en iyi organize olmuş Ermeni terörist grubudur.

Amerikan hükümet kaynaklarına göre 1968’den günümüze Asala, 84 olayda 299 kişiyi yaralamış 46 kişiyi öldürmüştür.

Paris’te Türk Hava Yolları’nı bombalayan örgüt üyelerine 30 ay ceza verilmiştir. 1983 Temmuz’unda ger­çekleşen Orly Havaalanı katliamında 8 kişiyi öldürüp 52 kişiyi yaralamışlardır.

1985 ve 1997 yılları arasında Asala tarafından kayda değer bir terör eylemi gerçekleştirilmemiştir. 1997 yı­lında Brüksel’deki Türk Konsolosluğu bombalanmış, bir kişi yetkilileri arayarak olayı ASALA’nın gerçekleştir­diğini iddia etmiş, ancak bu iddiayı doğrular bir kanıt ele geçirilememiştir.

İç Terör

Terör, tanım olarak, insanları yıldırmak, sindirmek yoluyla onlara belli düşünce ve davranışları benimset­mek için zor kullanma ya da tehdit etme eylemidir.

Terör, büyük çaplı korku veren ve bireylerde yılgınlık yaratan bir eylem durumunu ifade ederken; terö­rizm, siyasal amaçlar için mevcut durumu yasadışı yollardan değiştirmek amacıyla örgütlü, sistemli ve sürekli terör eylemlerini kullanmayı bir yöntem olarak benimseme durumudur.

ORTA ASYA’DAN BATI’YA ENERJİ HATTI                                                       

Kafkasya 20. yüzyıla kadar doğudan batıya uzanan tarihi İpek Yolu ticaretinin ana güzergâhıydı. 20. ve 21. yüzyılda enerji kaynaklarının egemenliğine dayalı bir siyasi anlayışın dünya siyasetine yerleşmesiyle, Hazar havzası ve Orta Asya’dan Avrupa’ya nakledilen doğalgaz ve petrolün, ciddi bir enerji koridoru oluşturması böl­geyi önemli konuma getirmiştir.

Sovyetler birliği dağıldıktan sonra bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya Cumhuriyetleri’nin sahip oldukları, petrol ve doğal gaz kaynakları tüm devletlerin dikkatini bu yöne çekmiş ve bu kaynakların Avrasya bölgesin­den dağıtımı yapılacak yolları kontrol etme çabası soğuk savaş sonrası siyasetin temel konularından birisi haline gelmiştir. Günümüzde evrensel ekonominin itici gücü haline gelen enerjiye olan ihtiyaç ve bu ihtiyacın uzun vadede daha da büyük boyutlara ulaşacağı göz önünde bulundurulursa, bölgeye olan büyük ilginin ne­deni de anlaşılmış olur.

Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin Aralık 2001 tarihli raporuna göre, Hazar Bölgesi’nin doğal gaz ve petrol rezerv miktarları 16 ile 32.5 milyar varildir. Doğal gaz rezervlerine bakacak olursak, Kazakistan, Türk­menistan ve Özbekistan doğal gaz zengini en önemli 20 ülke arasında yer almaktadır. Dünyanın en büyük üçüncü doğal gaz rezervine sahip olan Türkmenistan, 97 milyar m3, Özbekistan 62,5 milyar m3 doğal gaz üre­timiyle doğal gaz zengini ülkelerdir. Bölgenin sahip olduğu yer altı kaynaklarına dünya devletlerinin ihtiyacı ol­dukça büyüktür.

Amerika ile Türkiye arasında oluşturulan stratejik işbirliği sonucunda Bakü – Tiflis –

Ceyhan Petrol Boru Hattı ya da kısaca BTC, Azerbaycan petrolünü Gürcistan üzerinden Türkiye’nin Akdeniz kıyılarına taşıyan pet­rol boru hattı Temmuz 2006 tarihinde hizmete gir­miştir. Tüm Dünya’da ucuz ve istikrarlı enerji kaynaklarına sahip olabilmek için yoğun bir mü­cadelenin yaşandığı ve Sovyetler Birliği’nin 1991 yılının sonunda resmen dağılmasının ardından Kafkaslar ve Hazar Denizi çevresinin bu mücade­lenin en çok hissedildiği bölge olduğu düşünül­düğünde BTC Boru Hattı oldukça stratejik bir öneme sahiptir.

Ayrıca bu hat, Karadeniz altından Türkiye’ye doğal gaz taşınmasını sağlayacak olan Rus Mavi Akım projesinden sonraki önemli enerji hatların­dan biri olmuştur.

Doğu – Batı Enerji koridorunun ayrılmaz parçası olan bu hat, Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan gibi ülkeleri Rusya’nın tekelinden kurtaran yaşamsal bir projedir. Böylece kesintisiz ihraç olanağına kavuşan ül­keler, doğal kaynaklarını gerçek değerleri ile pazarlama imkânına kavuşmuşlardır.

Ayrıca bu boru hattıyla,.Rusya’nın petrolün Boğazlar yoluyla taşınmasını öngören planı saf dışı bırakılıp Bo­ğazların güvenliği ile ilgili, Boğazlardaki olası bir Rus varlığını önlemiştir.

Bu tablo ve buna bağlı gelişmeler, bölgeyi önemli bir enerji koridoru durumuna getirmiş; bölgede hâkimiyet mücadelesi kızışmıştır. Bu durum, 2008 Ağustos’unda Gürcistan’ın Güney Osetya bölgesine saldırısını bahane eden Rusya’nın, Gürcistan topraklarına girmesi sonucu Rus – Gürcü Savaşına (Osetya Savaşı) neden olmuş­tur. Yani savaşın asıl nedeni, enerji hatlarına egemen olmak istemesi ve bu anlamda Batı’ya gözdağı vermek is­temesidir. 

Enerji Koridoru Türkiye

Enerji koridoru olan coğrafyaların siyasi istikrarı, enerjiyi üreten ve tüketen ülkeler için hayati önem taşı­maktadır. Petrol ve doğalgazın üretimi için güvenlik ve istikrara ne kadar ihtiyaç varsa, onun tüketicisi olan gelişmiş ülkelere ulaştırılmasını sağlayan ülkelerin iç politik istikrarı da o kadar önem taşımaktadır.

Türkiye, enerji kaynakları son derece zengin olan ülkelerle komşu ve oldukça yakın durumdadır. Dünya üzerinde belirlenmiş petrol ve gaz rezervlerinin dörtte üçü Türkiye’nin çevresindedir. Doğalgaz ve petrol re­zervleri bakımından oldukça zengin olan Orta Asya ve Orta Doğu ülkeleri ile enerji ihtiyacı olan sanayileşmiş Batı ülkeleri arasında, Anadolu’nun en güvenli koridor olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Bu da Tür­kiye’yi 21. yüzyılın “enerji koridorunun anahtan” yapmaktadır. Türkiye’nin, enerji geçiş kapısı olma özelliğine sahip olması, kendisine ekonomik sorunları aşma fırsatını da sunmaktadır. 

Nabucco Boru Hata Projesi

Nabucco boru hattı Türkiye’den AB ülkelerine doğal gaz taşımak amacıyla yapılması planlanan uzun ge­çişli bir boru hattı projesidir. Avrupa’nın en büyük doğal gaz sağlayıcısı konumundaki Rusya’dan yapılan sevkiyata alternatif olması amacıyla ABD ve AB tarafından desteklenmektedir.

Hattın Güzergâhı ve Proje Özellikleri

Hattın güzergâhı ve diğer hatlarla bağlantısı Türkiye’den başlayacak olan 3,300 km’lik bir boru hattının in­şasına 2010’da başlanacağı duyurulmuştur. Proje 2002 yılında BOTAŞ (Türkiye) tarafından başlatılmıştır. Tür­kiye’den çıktıktan sonra istasyon ülke Avusturya’ya kadar sırasıyla Bulgaristan, Romanya ve Macaristan’dan geçecek boru hattı ortakları eşit hisse ile BOTAŞ (Türkiye), Bulgargaz (Bulgaristan), Transgaz (Romanya), MOL (Macaristan), OMV (Avusturya ve RWE (Almanya)’dır. 2020 yılında 31 milyar m3 doğalgaz taşıyacağı hesaplanan hat, aynı zamanda AB’nin Trans – Avrupa Enerji Hattı’nın bir parçası olarak öngörülmekte olup yapılabilirlik ve mühendislik çalışmaları için AB fonlarından da faydalanılmıştır. ilk hesaplara göre toplam ma­liyet 4.6 milyar Euro’dur.

Hat Erzurum’da Türkiye – İran Doğalgaz Hattı ile birleşerek, yine yapımı düşünülen Trans -Kafkas Gaz Hattı ile bağlanacaktır. Bu özellikleriyle hat, hem Orta Asya’yı hem de Orta Doğu’yu gaz hatları olarak bağlayacak ve batı ucunda Avusturya’nın temel doğal gaz taşıyıcısı hattı olan Baumgarten an der March Hattı ile birle­şecektir. 

GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi)

Güneydoğu Anadolu Projesi, kısaca GAP, Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinde yapımı amaçlanan barajlar, hidroelektrik santralleri ve sulama tesislerinin yanı sıra kentsel ve kırsal altyapı, ulaştırma, sanayi, eğitim, sağ­lık ve diğer sektörlerin gelişmesini ve hizmetlerini kap­sayan bütünleşmiş projedir.

 Projenin önemi

Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)’ın amacı; “Yukarı Mezopotamya” olarak bilinen ve eski çağlarda uy­garlığın beşiği olan Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin, sosyal ve ekonomik gelişimini sağlamaktır. Türkiye’yi böl­gesel kalkınma konusunda dünyaya örnek konuma getiren GAP; Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yapımı süren baraj ve hidroelektrik santralleri ile sulama tesislerinin yanı sıra kentsel ve kırsal altyapı, tarım, ulaştırma, sa­nayi, eğitim, sağlık, konut, turizm ve diğer sektörlerdeki yatırımları da kapsayan bütünleşmiş ve sürdürülebi­lir bir kalkınma yaklaşımı içinde devam ettirilmektedir. İnsan odaklı bir kalkınma projesi olarak GAP, bölge halkının daha iyi bir yaşam kalitesine ulaşmasını ve diğer bölgelerle arasındaki gelişmişlik farkının ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir. Teknik özellikleri ile fiziki büyüklüklerinin yanı sıra GAP, insani ve yenilikçi yak­laşımları ile de tüm dünyanın haklı ilgisini çekmektedir. Proje, istihdam yaratarak, gelir düzeyini yükselterek, kentsel ve kırsal merkezlerin hizmet kapasitelerini geliştirerek bölge halkının yaşamını daha şimdiden olumlu yönde etkilemiştir. Proje henüz tamamlanmamasına rağmen, bugüne kadar elde edilen sonuçlar; tarihin ilk uygarlıklarına tanıklık etmiş bu bölgede, yeni ve daha parlak bir uygarlık yaratılabileceği konusunda Türkiye’ye ve Dünya’ya olumlu mesajlar vermektedir.

 Teknik detaylar

Güneydoğu Anadolu Bölgesi, büyük bir tarım potansiyeline sahiptir. Ancak tarımda karşılaşılan en önemli sorun, su yetersizliğidir. GAP’ın tamamlanmasıyla sulanabilecek alanlar genişleyecektir. Böylece tarımsal ürün artacak, bazı alanlarda yılda birden fazla ürün alınabilecektir. GAP, ülkemiz ekonomisinin kalkınması için büyük önem taşımaktadır. GAP, 25 büyük sulama projesini kapsayan ve tamamlandığında 1,7 milyon hektar tarım alanının sulamasını gerçekleştirecek olan dev bir projedir. Ülkemizde sulanabilir potansiyele sahip olan alanların 8,5 milyon hektar civarında olduğu düşünülürse bu projenin büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Projenin top­lam tutarı 32 Milyar ABD Dolan’dır. Projenin, 2010 yılına kadar tamamlanmış olması planlanmaktadır.

GAP’ın tamamlanmasıyla ülkemizde bölgeler arası ekonomik ve sosyal farklılıkların azaltılması amaç­lanmıştır. 

Gölcük Depremi (1999)

1999 Gölcük Depremi, 17 Ağustos 1999 sabahı, yerel saatle 03.02’de gerçekleşmiştir. Kocaeli Gölcük merkezli olan deprem 7,5 büyüklüğünde hissedilmiştir. Bu deprem, büyük çapta can ve mal kaybına neden olmuştur.

17 Ağustos depremi, tüm Marmara Bölgesi’nde, Ankara’dan İzmir’e kadar geniş bir alanda hissedildi. Resmi raporlara göre, 17.840 ölüm, 43.953 yaralı oldu. 505 kişi sakat kaldı. 285.211 konut, 42.902 işyeri hasar gördü. Resmi olmayan bilgilere göre ise yaklaşık 50.000 ölüm, ağır-hafif 100.000 e yakın yaralı olmuş­tur. Ayrıca 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600.000 kişiyi evsiz bırakmıştır. Yaklaşık 16 milyon insan, dep­remden değişik düzeylerde etkilenmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin yakın tarihini derinden etkileyen en önemli olaylardan biridir. Bu deprem maddi kayıplar açısından son yüzyılın en büyük depremlerinden biridir.

Yapım hatalarından dolayı çöken binaların müteahhitlerine birçok dava açılmıştır. Bu davalardan bazıları sonuçsuz kalmıştır.

Resmi rakamlara göre Gölcük depremi

İllere göre ölü sayısı:

Bolu: 270

Bursa: 268

Eskişehir: 86

İstanbul: 981

Kocaeli: 9.477

Sakarya: 3.891

Yalova: 2.504

Zonguldak: 3

olmak üzere toplam 17.480 kişi ölmüştür.

Yaralı sayısı: 23 bin 781

Sakat kalan: 505

Yıkılan ve ağır hasarlı bina: 16 bin 649

Orta hasarlı konut: 90 bin 536

Orta hasarlı işyeri: 14 bin 133

Az hasarlı konut: 102 bin 822

Az hasarlı işyeri: 13 bin 344

Prefabrik talep sayısı: 43 bin 264

Dağıtılan prefabrik sayısı: 40 bin 786 

DÜNYANIN ÇEŞİTLİ SORUNLARI

(Küresel Isınma – Çevre Kirliliği – Terör – Açlık Yoksulluk – Hızlı Nüfus Artışı – Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar) (Çernobil – Dünya Sağlık Örgütü – Kyoto Protokolü) 

Küresel Isınma

Küresel ısınma, insan faaliyetleri sonucu atmosfere verilen gazların sera etkisi yaratması sonucunda, dünya atmosferi ve okyanuslarının ortalama sıcaklıklarında belirlenen artışa verilen isimdir.

Küresel ısınmaya, atmosferde artan sera gazlarının neden olduğu düşünülmektedir. Karbondioksit, su bu­harı, metan gibi bazı gazların, güneşten gelen radyasyonun, ısıyı soğutarak yerkürenin fazlaca ısınmasına yol açtığı ileri sürülmektedir.

Günümüzde bilim çevreleri, küresel ısınmada başrolü atmosferdeki karbondioksit oranının artmasının oy­nadığı ifade edilmektedir. 

Çevre Kirliliği

Çeşitli kaynaklardan çıkan katı, sıvı ve gaz halindeki maddelerin hava, su ve toprakta yüksek oranda bi­rikmesi, çevre kirliliği oluşmasına neden olmaktadır. Hızla artan dünya nüfusunun ihtiyaçlarının karşılanması için teknolojinin gelişmesine bağlı olarak endüstrileşmenin de artması gerekmektedir. Bu artış beraberinde var olan doğal kaynakların hızla tükenmesine neden olmaktadır.

Çevre Kirliliğinin Genel Nedenleri

  • Hızlı nüfus artışı,
  • Plansız kentleşme,
  • Plansız endüstrileşme
  • Doğal kaynakların hoyratça kullanılması

Son yıllarda teknoloji ve sanayinin hızla gelişmesi, çevre sorunlarının da artmasına sebep olmuştur. Artan nüfusla bir­likte devreye giren altyapılar, faaliyete geçtikleri günde bile yetersiz kalmaktadır. Bu plansız endüstrileşme ve sağlıksız kentleşme, nükleer denemeler, bölgesel savaşlar, verimi ar­tırmak amacıyla tarımda kimyasal maddelerin bilinçsizce kullanılmasıyla birlikte, gerekli çevresel önlemler alınmadan ve arıtma tesisleri kurulmadan yoğun üretime geçen sanayi tesisleri, çevre kirliliğini tehlikeli boyutlara çıkarmıştır. Yapı­lan araştırmalar dünyadaki mevcut çevre kirliliğinin % 50′ sinin, son 35 yılda meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Hızlı nüfus artışı, çevre sorunlarına önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek nü­fus artış oranına sahiptir.

Birleşmiş Milletler’in yaptığı nüfus tahminlerine göre, Türkiye nüfusunun 2025 yılında 92 milyona yüksel­mesi beklenmektedir. Bu durum ülkemizin bugün olduğu kadar, gelecekte de çevre sorunları ile karşı karşıya kalacağının bir göstergesidir.

Çevre Sorunları Nelerden Kaynaklanmaktadır?

  • Göçler ve düzensiz şehirleşme,
  • Kişi başına kullanılan enerji, su, kağıt, kömür vb. artışı,
  • Ormanların tahribi, yangınlar ve erozyon,
  • Aşırı otlatma ve doğal bitki örtüsünün tahribi,
  • Konutlardaki ve işyerlerindeki ısınmadan kaynaklanan (özellikle kalitesiz kömür kullanımı) hava kirliliği,
  • Motorlu araçlar ve deniz araçları, Maden, kireç, taş ve kum ocakları,
  • Gübre ve zirai mücadele ilaçları,
  • Atmosferik olaylar ve doğal afetler
  • Kanalizasyon sularının arıtılmaksızın alıcı ortamlara verilmesi ve sulamada kullanılması,
  • Katı atıklar ve çöp,
  • Sulak alanların ve göllerin kurutulması,
  • Arazilerin yanlış kullanımı, Kaçak avlanma,
  • Televizyon, bilgisayar, röntgen ve tıbbi cihazların yaygınlaşması ile meydana gelen radyasyon,
  • Endüstriyel ve kentsel kaynaklı gürültü

Açlık ve Yoksulluk

Dünyada her yıl 11 milyon kişinin açlık veya yetersiz bes­lenme yüzünden öldüğü tahmin edilmektedir. 300 milyonu çocuk olmak üzere, 800 milyon açlığa maruz insanın 203 milyonu Güney Afrika’da, 519 milyonu Asya ve Pasifik’te, 53 milyonu Latin Amerika ve Karayipler’de, 33 milyonu ise Yakın Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşamaktadır.

İnsanoğlunun tarih boyunca en büyük endişelerinden birini açlık sorunu oluşturmuştur. Dünyada açlık sorunu­nun giderek derinleşmesinin ve bu konudaki endişelerin artmasının en önemli iki nedeni, küresel iklim değişikliğine bağlı olarak artan kuraklık ve bölgesel anlaşmazlıklardan doğan çatışmalardır. Dünyada açlıktan en çok etkilenen ülkelerin dörtte üçü savaşların tahrip ettiği ülkelerdir.

Sorunun Çözümüne Yönelik Öneriler

Açlık sorununun çözümü de, öteki tüm sorunlarda olduğu gibi, nedenlerin ortadan kaldırılmasına bağlı­dır. Sorunun nedenleri arasında küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliği ve kuraklık gibi, mücadele etmesi kolay olmayan, tek tek ülkelerin gücünü aşan, uluslararası kolektif çabalar gerektiren sorunlar olduğu kadar; kabile savaşları, iç çatışmalar, ülkeler arası savaşlar, kaynak israfı, silahlanma yarışı, içe kapanma ve koru­macılık politikaları gibi nispeten daha kolay çözüm bulunabilir meseleler de bulunmaktadır.

 Bulaşıcı Hastalıklar

Dünya Sağlık Örgütü, bulaşıcı hastalıkların tarihte görülmedik ölçüde hızlı yayıldıklarını bildirmektedir. Örgüt, “Daha Güvenli Bir Gelecek” adlı raporunda 1967’den bu yana hastalığa sebep olan 32 yeni mikrop ya da virüsün bulunduğunu belirtmektedir. HIV / AİDS, Ebola, Marburg, SARS, Kuş Gribi bunlardan bazılarıdır.

Dünya Sağlık Örgütü, ülkelerden, salgın hastalıkları gizlenmemesi, virüs örnekleriyle tedavi yöntemlerinin paylaşılmasını istediği raporda, dayanışma sağlanmaması halinde, büyük bir salgın hastalığın yıkıcı sonuçları olabileceği uyarısında da bulunmuştur.  

Çernobil Nükleer Reaktör Kazası ve Türkiye Üzerindeki Etkileri

26 Nisan 1986 günü Ukrayna’nın Kiev kenti yakınlarındaki Çernobil Nükleer Güç Reaktörünün 4. ünitesinde meydana gelen nükleer kaza sonrasında atmosfere büyük miktarda rad­yasyonun salındığı, dünya tarafından ancak 30 Nisan 1986 günü öğrenildi. Kazadan kaynaklanan radyoaktif salınım, 28 Nisan ta­rihinde kuzey-batı yönünde esen rüzgârlarla İskandinavya’nın güney ve orta bölgelerine yönelmişti. 3 Mayıs Cumartesi günü bu radyasyonlu hava kütlesi Avrupa’nın büyük bir kısmı ile bir­likte Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Trakya’yı etkisi altına aldı. İkinci bir salınımla Çernobil’den doğuya sürüklenen hava kütlesi kısa sürede Kırım Yarımadası’nın kuzeyinden Karadeniz üzerinden geçerek Türkiye’nin kuzeydoğu kıyılarına ulaştı.

Radyoaktif bulutun meydana getirdiği hareket atmosferik koşullardan ve hâkim rüzgâr yönlerinden kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle, şimdiye kadar meydana gelmiş en büyük nükleer reaktör kazasından büyük bir şans eseri Türkiye büyük bir etki­lenme yaşamadı. Ancak, tüm dünyada ekonomik, sosyal ve si­yasal sorunlar yaratan etkileri kazanın üzerinden geçen yıllara rağmen halen süregelmektedir.

Bulutun geçtiği sırada etkisi altındaki ülkelerde yağış olması durumu o ülkenin radyoaktif bulaşmaya maruz kalmasındaki en önemli nedeni teşkil etmektedir. Bu nedenle bu tarihlerde Tür­kiye Trakya ve Doğu Karadeniz bölgelerinde yağış alan yer­lerde, özellikle Karadeniz Bölgesi’nin fındık, tütün ve çay üretimi yapılan bir kısım alanlarında yağış alması sebebiyle Çernobil re­aktöründen kaynaklanan radyoaktivitenin etkisini ağırlıklı olarak hissetti. Radyoaktif bulutun geçiş döneminde Trakya’da etkile­nen bölgelerde, meradaki hayvanların radyoaktif yağıştan etki­lenmiş otları yemesini önlemek üzere ahırlarda tutularak bulaşmamış kuru ve suni yem ile beslenmesi; bulaşmış bir kısım sütün (Edirne ve yöresinde) toplatılarak beyaz peynir yapılması gibi bir dizi önlemle müdahale edildi. Türk insanının büyük bir kısmının vazgeçilmez alışkanlığı olan çay, kontrol edilerek sağ­lığa zararlı olmamakla beraber halkta paniğe ve farklı yorumlara yol açmaması için büyük bir ekonomik kayıp göze alınarak, 58.000 ton çayın imhası ile sonuçlanan bu denetim programı sonucunda radyoaktif bulaşmanın etkilerinin giderilmesi başarı ile sağlandı.

Doğu Karadeniz Bölgesi’nin diğer iki önemli ürünü olan fın­dık ve tütün ise Türkiye’nin bu iki tarım ürünü bakımından dünya toplam üretimine önemli katkı sağlaması sebebiyle hiçbir zor­lukla karşılaşılmadan, tütün başta ABD olmak üzere, ithalatta değişik limitler uygulayan ülkelere ihraç edildi.

Diğer Avrupa ülkeleri arasında kazanın etkisi en az düzeyde hisssedilen Türkiye’de çay dahil akla gelebi­lecek tüm tarım ürünleri ile ithal edilen gıda maddeleri ve hayvan yemleri ile solunum ya da sindirim yolu ile Türk insanına ek risk getirecek tüm maddeler radyoaktif bulaşma yönünden titizlikle denetlendi.

Meydana gelebilecek bir nükleer kazanın etkilerinin sınır tanımazlığı Çernobil kazası ile açık bir şe­kilde ortaya çıkmıştır. 1000-1500 metre yükseklikteki hava hareketlerine göre aktive olan radyoaktif bulutun atmosfer hareketlerine bağlı olarak serbest dolaşımını engelleyebilecek herhangi bir meka­nizma yoktur. Ancak alınacak bir dizi önlem ile radyasyon etkilerinin hafifletilebilmesi mümkündür. Bu ise bir nükleer kaza durumunda ortak mücadele verebilecek ilgili kuruluşların etkin koordinasyonu ile sağlanabilir. Böyle bir kaza durumunda halkın sağduyu ile davranarak mevcut durumun ciddiyetinin hafifletilebilmesi için işbirliğini desteklemeleri ve söylentilere ve dedikodulara önem vermemeleri bek­lenir. Çernobil Nükleer Kazası’nın ardından geçen 10 yıl dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Tür­kiye’ye de benzeri tehlike durumlarına yönelik tavır almada çok şey öğretmiştir.

DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ 

Kuruluşu

1945 yılında ABD’nin San Francisco kentinde toplanan Birleşmiş Milletler Konferansı, bu dönemde bütün halkların sağlığının, dünyada barış ve güvenliğin sağlanması açısından temel önem arz ettiğini kabul ederek Çin ve Brezilya’lı delegelerin bir “Uluslararası Sağlık Örgütü” kurulması amacıyla toplantı düzenlenmesi oy­birliğiyle kabul edilmiştir.

Birleşmiş Milletler (BM) Ekonomik ve Sosyal Konseyi, söz konusu toplantının hazırlanması için Belçikalı Prof.Dr. Rene Sard başkanlığında 15 kişilik bir teknik komite oluşturmuştur. Teknik komite kısa bir süre içinde toplantının gündemini saptamış, kurulacak uluslararası sağlık örgütü için Anayasa taslağını hazırlamış ve alın­ması gereken kararları belirlemiştir.

19-22 Temmuz 1946 tarihlerinde New York’a dü­zenlenen Uluslararası Sağlık Konferansı’nda BM üye 51 ülkenin temsilcisi ile Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Çalışma örgütü (ILO), Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür örgütü (UNESCO), OIHP (Merkezi Pa­ris’te bulunan Uluslararası Halk Sağlığı Bürosu), PAHO, Kızılhaç, Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu ve Roc­kefeller Vakfı temsilcileri Dünya Sağlık Örgütü, DSÖ Anayasası’nın yürürlüğe girdiği 7 Nisan her yıl “Dünya Sağlık Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır.

DSÖ’ne, Mayıs 2000 itibariyle 191 ülke üyedir ve 2 ülke de ortak üye statüsündedir.

Görevleri

  • Sağlık alanında uluslararası nitelik taşıyan çalışmalarda yönetici ve koordinatör makam sıfatıyla hare­ket etmek
  • BM, ihtisas kuruluşları, sağlık idareleri, meslek grupları ve keza uygun görülecek diğer örgütlerle fiili bir işbirliği kurmak ve sürdürmek
  • Hükümetlere, istek üzerine, sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi için yardım yapmak
  • Uygun teknik yardım yapmak ve acil durumlarda, hükümetlerin istekleri ya da kabulleri ile gereken yardımı yapmak
  • BM’in isteği üzerine, manda altındaki ülkeler halkı gibi özelliği olan topluluklara sağlık hizmetleri gö­türmek ve acil yardımlar yapmak ya da bunların sağlanmasına yardım etmek
  • Epidemiyoloji ve istatistik hizmetleri de dâhil olmak üzere gerekli görülecek idari ve teknik hizmetleri kurmak ve sürdürmek
  • Gerektiğinde diğer ihtisas kuruluşları ile işbirliği yaparak kazalardan doğan zararları önleyebilecek ön­lemlerin alınmasını teşvik etmek
  • Gerektiğinde diğer ihtisas kuruluşları ile işbirliği yaparak, beslenme, mesken, eğlence, ekonomik ve ça­lışma koşullarının ve çevre sağlığı ile ilgili diğer bütün unsurların iyileştirilmesini kolaylaştırmak
  • Uluslararası sağlık sorunlarına ilişkin sözleşmeler, antlaşmalar ve tüzükler teklif etmek, tavsiyelerde bu­lunmak ve bunlardan dolayı Örgüt’e düşebilecek ve amacına uygun görevleri yerine getirmek
  • Ana ve çocuk sağlığı ve refahı lehindeki hareketleri geliştirmek, ana ve çocuğun tam bir değişme ha­linde bulunan bir çevre ile uyumlu halde yaşamaya olan kabiliyetlerini artırmak
  • Ruh sağlığı alanında özellikle insanlar arasında uyumlu ilişkilerin kurulmasına ilişkin her türlü faaliyet­leri kolaylaştırmak
  • Sağlık alanında araştırmaları teşvik ve rehberlik etmek
  • Sağlık, tıp ve yardımcı personelin öğretim ve yetiştirilme normlarının iyileştirilmesini kolaylaştırmak
  • Gerekirse diğer ihtisas kuruluşları ile işbirliği yaparak kamu sağlığı, hastane hizmetleriyle sosyal gü­venlik de dâhil koruyucu ve tedavi edici tıbbi bakıma ilişkin idari ve sosyal teknikleri incelemek ve ta­nıtmak

Kyoto Protokolü

Kyoto Protokolü, iklim değişikliğine ya da halk arasında bilinen adıyla küresel ısınmaya yol açan sera gaz­larının atmosfere bırakılmasına kısıtlama getiren uluslararası sözleşmedir. Protokol, taraf olan ülkelerin, at­mosfere bıraktıkları karbondioksit gibi sera gazlarını 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki seviyelerinin yüzde 5,2’si oranında azaltılmasını öngörüyor. Bu protokolü imzalayan ülkeler, karbondioksit ve sera etkisine neden olan gazların salınımını azaltmaya söz vermişlerdir.

Küresel ısınmayı durdurmak için 1997 yılında ortaya çıkan ve 2008 yılında yükümlülükleriyle birlikte hayata geçen Kyoto Protokolü’ne Türkiye de 5 Şubat 2009’da dâhil oldu. Türkiye’nin Kyoto Protokolü’ne taraf ol­masını sağlayan yasanın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 5 Şubat 2009’da kabul edilmesiyle Türkiye proto­kole taraf olan 185. ülke oldu. Yasa, Türkiye’ye 2012 yılına kadar parasal, maddi bir yükümlülük getirmiyor.

Böylece, büyük ekonomiler içerisinde protokole taraf olmayan tek ülke ABD kaldı, ABD – protokole imza atmış olmasına rağmen Bush yönetiminin iktidara gelmesiyle taraf olmaktan vazgeçip daha sonraki süreçte gelişmeleri baltalayan bir tavır almıştı. Ancak ABD’nin, Barrack Obama iktidarında protokole katılmasa bile, ülkenin sera gazı salanımını azaltmak için hazırlık içerisinde olduğu ilgili çevrelerce dile getirilmektedir.

İnsanlık her geçen gün artarak devam eden küresel sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Küresel ısınma, terör, açlık ve çevre kirliliği bu sorunların başlıcalarıdır. Dünya ülkeleri bu sorunların çözümü için bazı faali­yetlerde bulunsalar da bunlar yeterli olmamaktadır.

Türkiye Kyoto Sözleşmesi’ni 5 Şubat 2009’da imzalamıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.