Soğuk Savaş Döneminde Türkiye

E. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE 

1. Soğuk Savaş Döneminde Türk Dış Politikası

ABD Soğuk Savaş Döneminde SSCB yayılmacılığına karşı jeostratejik konumundan dolayı Türkiye’yi yanında görmek istiyordu. Türkiye ise SSCB’nin baskılarına karşı aBd ve Batılı devletlerle iş birliği yaparak kendi güvenlik alanını genişletmeye yönelik siyaset izlemeye yönelmiştir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin yeni bir güç olarak ortaya çıkması ve Kore Savaşı, Türkiye’nin izlediği politikanın haklılığını ortaya koymuştur. Bu doğrultuda Türkiye, Avrupa Konseyine ve NATO’ya girmiş, Balkan ve Bağdat paktlarının kurulmasında etkili rol oynamıştır.

a. Türkiye’nin Avrupa Konseyine Girişi 

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’nın Sovyetler Birliği tehdidi altında kalması üzerine İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Danimarka, İrlanda, İtalya, Norveç, İsveç 5 Mayıs 1949’da Londra’da antlaşma imzalayarak Avrupa Konseyini kurmuşlardı.

Batı ile siyasi, ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesi ve güvenliğini arttırma adına Türkiye ittifaklar sistemine yönelik önemli bir adım atarak askerî niteliği olmayan bu teşkilata 8 Ağustos 1949’da üye oldu.

b. Türkiye’nin NATO’ya Girişi 

Ekonomi ve güvenlik arayışı Türkiye’nin Soğuk Savaş Döneminde Batı ile ilişkilerinde belirleyici etkenler olmuştu. Türkiye’nin modernleşme sürecini devam ettirmek istemesi de Batı ile ilişkilerin geliştirilmesinde bir etkendi. Bu dönemde Türkiye’nin dış politikada en önemli hedeflerinden biri de NATO’ya üyelikti. Türkiye, kurulduğu andan itibaren NATO’ya dâhil olmaya çalışmıştı. Truman Doktrini’nden sonra Amerikan yardımının NATO vasıtasıyla Batı Avrupa’ya yayılması, Türkiye’de kendine yapılan yardımın azalacağı endişesi doğurmuştu.

Türkiye NATO’ya ilk müracaatını Mayıs 1950’de, ikinci müracaatını ise Ağustos 1950’de yaptı. ABD, Türkiye’nin bu isteğine itiraz etmedi. Fakat İngiltere ve bazı Avrupa devletleri, Türkiye NATO’ya alınırsa bunun SSCB tarafından tepki ile karşılanacağı hatta savaşa neden olacağı düşüncesiyle Türkiye’nin başvurusuna karşı çıktılar.

25 Haziran 1950’de başlayan Kore Savaşı, Türkiye’nin Batı Bloku içinde yer alması için bir fırsat oldu. Türkiye, Kore Savaşı’nın başlaması üzerine Birleşmiş Milletler Teşkilatının davetine olumlu cevap vererek 4.500 kişilik bir kuvvetle BM gücünde yer aldı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez yurt dışına asker yollandı. Türkiye, bu girişimi ile Amerika’yı etkileyerek NATO konusunda bu devletin desteğini almak istiyordu.

Kore Savaşı’nın meydana getirdiği kaygı verici ortam ve Türkiye’nin Kore Savaşı’nda gösterdiği başarı, Türkiye ile ilgili itirazları azaltmıştı. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin Avrupa’ya saldırma ihtimaline karşı SSCB’ye yakın bir üs gerektiği, bunun için en uygun yerin Türkiye olduğu strateji uzmanlarınca belirtilmiş, bu da Türkiye’ye ilgiyi arttırmıştı.

15 Eylül 1951’de Ottowa’da toplanan NATO Bakanlar Konseyi, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte kabul edilmesine karar verdi.

TBMM, 18 Şubat 1952 tarihinde Kuzey Atlantik Antlaşması ve Protokolünü kabul etti. Türkiye’nin NATO’ya girişi ile Türkiye-ABD ilişkileri daha da gelişti. Türk topraklarının güvencesi NATO güvencesi altına alınmış oldu.

c. Balkan Paktı’nın Kurulması 

Türkiye’nin NATO’ya üye olması Sovyetler Birliği ve onun nüfuzu altındaki Bulgaristan tarafından tepki ile karşılanmıştı. NATO’nun yanında Balkanlarda aktif politika izlemenin gerektiğine inanan Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan arasında 28 Şubat 1953’te “Dostluk ve İş Birliği Anlaşması” imzalanarak Balkan Paktı kurulmuştur. Bu belgeyle üç devlet aralarında ekonomik ve kültürel iş birliği yapacaklar, sorunlarını barışçı yollarla çözecekler, ortak savunma konusunda iş birliğini sürdüreceklerdi. Bu anlaşmadan sonra bu üç devlet arasında ilişkiler daha da gelişti ve 9 Ağustos 1954’te “Siyasi İş Birliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması” imzalanarak Üçlü Balkan İttifakı kuruldu. Bu gelişme ABD ve İngiltere tarafından memnuniyetle karşılandı. Fakat zamanla İttifakı oluşturan devletler arasındaki görüş farklılıkları ve sorunlar ittifakın ömrünün uzun süreli olmasını engelledi. Stalin’in ölümünden sonra 1954’ten itibaren Yugoslavya’nın SSCB ile tekrar yakınlaşması ve Türk-Yunan ilişkilerinin Kıbrıs meselesinden dolayı bozulmasıyla Pakt, gücünü kaybetmeye başladı.

d. Bağdat Paktı’nın Kurulması 

Türkiye’nin NATO’ya girişi ile ilgili müzakereler yapılırken Orta Doğu’nun müdafaası sık sık dile getirilmiş ve İngiliz temsilcileri Türk heyetine, NATO’ya girdikten sonra Türkiye’nin Orta Doğu’nun savunmasında kendine düşen rolü oynamasını hassasiyetle beklediklerini ifade etmişlerdir. Bunun üzerine, Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ise TBMM’de yaptığı konuşmada Orta Doğu savunmasının gerek stratejik, gerek ekonomik bakımlardan Avrupa’nın korunması için zorunlu olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle Türkiye, Atlantik Paktına katılınca Orta Doğu’da üzerine düşen rolü etkin biçimde yerine getirmek ve gerekli tedbirleri birlikte almak için ilgili ülkelerle derhâl müzakereye girmeye hazır olduğunu söylemiştir.

Türkiye, NATO’ya girişinin ardından hem Balkanlarda hem de Orta Doğu’da savunma sistemi arayışına girmişti. Bu tarihlerde Arap-İsrail gerginliği, İngiliz-Mısır anlaşmazlığı Orta Doğu’da gergin bir hava oluşturmuştu. Bu ortamda bölgede savunma ve güvenlik amaçlı kurulan, Bağdat Paktının temeli Türkiye-Irak arasında atılmış (24 Şubat 1955), daha sonra Pakta İngiltere, Iran, Pakistan da katılmıştır. Arap Birliğini kurmak isteyen Arap ülkeleri ile bu ülkeleri yanına çekmek isteyen SSCB de bu Pakta tepki göstermiştir.

1958 Temmuzunda Irak’ta krallık rejiminin yıkılması sonucu yeni yönetim 24 Mart 1959’da, Bağdat Paktından çekildiğini resmen açıkladı. ABD bu gelişmelere rağmen Paktın devamından yana tavır sergiledi. Irak’ın ayrılmasından sonra Paktın merkezi Ankara oldu. Paktın adı 18 Ağustos 1959’da Merkezî Antlaşma Örgütü (CENTO) olarak değiştirildi. Bu şekliyle yirmi yıl devam eden örgüt, Pakistan ve İran’ın ayrılmasıyla hukuken olmasa bile fiilen sona ermiş oldu.

2. Türkiye’de Hayat 

a. Siyaset

Türkiye’de demokrasi alanındaki gelişmeler Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar gitmektedir. Türk toplumu I. Meşrutiyetle ilk kez seçme hakkını kullanırken II. Meşrutiyetle beraber çok partili hayat ile tanışmıştı.

Atatürk, tam bağımsızlık sağlandıktan sonra egemenliğin millete ait olması gerektiğine inanmış ve cumhuriyeti ilan etmiş, daha sonra da çok partili hayata geçiş denemelerinde bulunmuştur. Fakat şartların yeterince olgunlaşmadığını görüp denemelerden vaz geçmiştir.

II. Dünya Savaşın’dan sonra uluslararası ortamın elverişli olması, Batı’nın demokratik fikirlerinden etkilenmiş bir kuşağın ve halkın demokrasi talepleri, çok partili hayata geçişte etkili olmuştur. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Ankara’da 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nda (1945) demokratik gelişmeden bahsetmiş ve “Siyasi hayatımızda demokratik prensipler daha büyük ölçüde hâkim olacaktır.” demişti. İnönü’nün bu açıklamalarından sonra ilk muhalefet partisi, Temmuz 1945’te Nuri Demirağ tarafından Millî Kalkınma Partisi adıyla kuruldu. Diğer taraftan bir grup CHP milletvekili (Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü) parti programı ve kanunlardaki bazı değişiklik tekliflerinin (dörtlü takrir) CHP grup toplantısında reddedilmesi üzerine partiden ayrılarak 7 Ocak 1946’da Demokrat Partiyi (DP) kurdular. Aynı yıl içinde İç İşleri Bakanlığından izin alınarak 13 parti kurulmuştur.

1946-1960 arasında TBMM’de temsil edilen siyasi partiler

Genel

Seçim

Demokrat

Parti

Cumhuriyet Halk Partisi Millet

Partisi

Cumhuriyetçi Millet Partisi Hürriyet

Partisi

Bağımsız
MS % MS % MS % MS % MS % MS %
1946 61 397 7
1950 408 55,2 69 39,6 1 4,6 2 0,6
1954 503 58,4 31 35,1 5 5,3 2 0,6
1957 424 48,6 178 41,4 4 6,5 4 3,5

MS: Milletvekili sayısı %: Oy oranı TÜİK

Birden fazla parti ile 1946 yılında seçimlere gidildi. Tabloda da görüldüğü gibi bu seçimde CHP 397, DP 69, Bağımsızlar da 7 milletvekilliği kazandı. 1948 yılında DP’nin iktidara karşı muhalefetini yetersiz gören bir grup milletvekili DP’den istifa ederek Millet Partisi (MP)’ni kurdular. Böylece Mecliste üç parti yer aldı (CHP, DP, MP). 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerden Demokrat Parti aldığı % 55,2 oy oranı ile birinci parti olarak çıktı. Seçimlere katılım % 89 ile yüksek bir orana ulaşmıştı. Böylece 27 yıl süren CHP iktidarı sona ermiş ve DP iktidarı başlamıştı.

22 Mayıs 1950’de DP Genel Başkanı Celal Bayar cumhurbaşkanı seçilerek hükûmet kurma görevini Adnan Menderes’e vermiştir. Uyguladığı sosyal politikalar (ücretli hafta sonu tatili, işçilere sendika kurma izni, genel af vb.), 1947’de başlayan ABD yardımlarının bu dönemde artması ve II. Dünya Savaşı’nın ekonomik etkilerinin azalması 1954’te yapılan seçimlerde DP’yi 1950 seçimlerinden daha yüksek bir oyla (% 58,4) tekrar iktidara taşımıştır. Ekonomi alanında CHP’nin devletçilik modeline karşı daha liberal bir ekonomi modelini benimseyen DP aralıksız on yıl iktidarda kalmıştır.


b. Ekonomi 

1946 seçimlerinden sonra yeni kurulan hükûmet ekonomik problemlerin çözümü için yeni kararlar alınmasına ve ekonomide liberalleşmenin gerektiğine, inanıyordu. 1947 yılı, ekonomi alanında da değişimlerin yaşandığı bir yıl oldu. “7 Eylül 1947 Kararları” ile Türk lirasının değeri % 50 (1 ABD doları = 280 kuruş) düşürülerek ithalat kolaylaştırılmış, bankaların altın satmalarına izin verilmişti. Türkiye’de devletçi ekonomiden liberal serbest pazar ekonomisine geçişin ilk adımı bu kararlarla gerçekleşmiştir.

DP döneminde tarım

DP iktidarının ilk yıllarında Marshall yardımlarıyla desteklenen tarım, hızlı gelişme gösteren en önemli alanlardan biri olmuştur. Dışarıdan alınan krediler, ithal makinelerin alınmasında kullanılmıştı.  Grafikte de görüldüğü gibi traktör sayısındaki artış, ekilip biçilen toprak miktarının da artmasına sebep olmuştur. Çok iyi giden hava koşulları da eklenince Demokrat Parti yönetiminin ilk üç yılında tarım ürünleri üretimi ve çiftçinin geliri oldukça artmıştı. Tarımdaki bu büyümenin öncülüğünde, ekonomi bir bütün olarak % 11-13 oranda büyüdü.

1951’de hükûmet, Türkiye’de yabancı yatırımı teşvik etmek için bir yasa hazırladı. Böylece yabancı sermayenin Türkiye’de yatırım yapacağı bekleniyordu. Fakat bütün teşviklere rağmen yabancı yatırımlar da beklenen sonuç alınamadı. Liberalizme ilişkin bütün beklentilere rağmen devlet yatırımların % 40-50’sini yapmak zorunda kaldı. 1950-60 arasında 17 kamu iktisadi teşekkülü kuruldu. 1950-1954 yıllarında yatırımlar karayolu, inşaat, sanayi ve tarım alanlarında yoğunlaştı.

Kara yolu yapımındaki hızlı gelişmeyle beraber, artan ithal otomobil ve kamyon sayısı, daha etkin bir pazarlama ve dağıtım olanağı sağladı. Demir yolları yapımı ise neredeyse tamamıyla durdu. Özel yatırımcıların isteksizliği ve sermaye yetersizliği büyük devlet işletmelerinin özelleştirilmesini engelledi.

Seçilmiş gıda maddelerinin ortalama perakende fiyatları (Ankara) (TL/kg)

Ekmek Pirinç Toz

şeker

Koyun

eti

Zeytin

yağı

1950 0,36 1,24 1,56 1,95 2,25
1952 0,33 1,23 1,40 2,35 2,30
1954 0,33 1,18 1,41 2,74 3,08
1956 0,34 2,07 1,74 3,40 4,49
1958 0,52 2,10 2,38 4,71 4,49
1960 0,70 3,07 3,25 5,53 6,43

1950-60 yıllarında enflasyon

1946-1960 yılları arasına ait ekonomik veriler (* bin dolar, ** milyon TL)
YIL İthalat* İhracat* Hizmetler** Tarım** Sanayi** Büyüme (%)
1946 118.889 214.580 2.724 3.127 1.007 -15,3
1950 285.664 263.424 4.232 4.044 1.419 -10,2
1955 497.637 313.346 8.608 7.455 3.055 7,9
1960 468.186 320.731 20.951 17.668 8.046 4,4

Türk ekonomisinin zayıflama eğilimi ilk kez Eylül 1953’te alınan ekonomik önlemlerde kendisini gösterdi. Bu önlemlerle dışa açılma ve dünya ekonomisiyle hızlı bütünleşme dönemi sona erdirilerek ithalat ve döviz denetim altına alınmaya çalışıldı. Ekonomik canlanma dönemi 1954’te sona erdi. Tarımda büyüme modern tarım yöntemlerinin kullanılmasından çok ekili alanların genişletilmesine bağlı olduğundan,yaşanan kuraklıklar tarım üretimini düşürdü ve Türkiye yeniden buğday ithal etmek zorunda kaldı. Ekonomik büyüme % 4’e kadar düşerken dış ticaret açığı büyük bir hızla arttı. Hükûmet buna rağmen ithalatı ve yatırımları devam ettirdi. Ancak Ağustos 1958’de hükûmetin dış borca duyduğu gereksinim sonucu IMF’den borç alındı.

c. Sosyal ve Kültürel Hayat 

Türkiye’de II. Dünya Savaşı’ndan sonra birçok alanda yaşanan değişim, kültürel alanda da kendisini göstermiştir. Bu değişim iç ve dış sebeplerin etkisiyle gelişmiş ve yayılmıştır. Dış sebepler bağlamında dışarıdan alınan kredi ve yardımlarla ülkenin refah seviyesi yükselmiştir. İç sebepler ise refah seviyesinin artmasına bağlı olarak tüketimdeki artış ve alışkanlıkların değişmesi, tarım politikaları nedeni ile kırsal kesimden yeni bir sınıfın yükselmesi gösterilebilir. Bu dönemde insanlar tarımda hızlı makineleşmeyle beraber köyden kente göç etmeye başlamışlardır. Kara yollarının gelişmesi ile kentleşme hızlanmış, kente gelenler kentin tüketim alışkanlıklarını benimsemiş ve tüketim kültürü toplumun alt katmanlarına doğru yayılmıştır.

Bu dönemde başta caz olmak üzere Rock and Roll ve diğer müzik türleri Türkiye’yi etkisi altına almaya başlamıştır. Özellikle gençler radyolar ve plaklar aracılığıyla bu yeni müzik akımlarını takip ediyorlardı. Bu dönemin en önemli çıkışını önce bir radyo sanatçısı olarak ünlenen ve sonradan sahnelere geçen Zeki Müren yaptı. Müzeyyen Senar, Neşet Ertaş gibi isimler dönemin diğer ünlü sanatçıları arasında gösterilebilir.

Batı etkisi savaştan sonra sinemada da hissedilmeye başlandı. Bu dönemde çevrilen Ö. Lütfi Akad’ın “Vurun Kahpeye” filminde Batı sinemasının izleri görülmüştür. 1949-1959 arasında çoğu edebiyat eserleri ve yabancı filmlerden uyarlama 553 film çekildiği saptanmıştır. Bu dönemde Hollywood sineması dünyada olduğu gibi Türkiye’de de etkisini hissettirmiştir.

Tiyatroda ise ekonomik durum ile ahlak ilişkisi, sarsılan değer yargıları, orta sınıfın sıkıntıları, aydınların toplumdan kopukluğu bu dönem oyunlarının başlıca temalarıdır.

1940’tan sonraki yazar ve şairlerin daha çok sosyal gerçekçilik akımına bağlı kaldıkları görülür. Ülkenin içinde bulunduğu sosyal değişim ve gelişme bütün yönleriyle bu dönemin eserlerine yansıdı. Roman ve hikâye yazarları, II. Dünya Savaşı’nın toplumumuzda sebep olduğu çeşitli olumsuzlukları, çevrelerindeki yoksulluğu, geri kalmışlığı, köyden kente göçü ve bunun getirdiği sorunları, tarım sanayi ilişkilerini ve gelir dağılımındaki dengesizlikleri eserlerinde sıkça işlediler. Dilde özleşmenin yaşandığı bu dönemde sanatçılar eserlerine kendi siyasi düşüncelerini de yansıttılar.

1940’lı yıllarda ilk edebi hareket şiir alanında Garip Akımı ile başladı. Orhan Veli’nin öncülüğünü yaptığı grup, şiiri kurallardan soyutlamayı, anlatımda yeni bir dil kullanmayı ve gelenekçiliği bırakarak yenilikçilik ilkesini benimsedi. Garipçiler akımına karşı oluşan “İkinci Yeniler”in şiir anlayışının temelini konuşma dilinden uzaklaşarak edebi sanatı bolca kullanmak gibi ilkeler oluşturmuştur. Bu dönemin diğer bir akımı ise 1950’de ortaya çıkan Hisarcılar Grubu’dur. Bu grubu birleştiren temel amaç; toplumsal değerleri korumaktır. Sanatçı bağımsızlığı, yaşayan dil ve millî sanat temel ilkeleridir.

Genel sağlık konusunda ise bu dönemde başta verem olmak üzere salgın hastalıklarla mücadele millî bir dava olarak kabul edilmiştir. Kırsalda yaşayan halkın sağlık hizmetlerinden yararlanabilmesi, sağlık personeli sayısının artırılması, personelin eğitim amacıyla yurt dışına gönderilmesi, genel bütçeden sağlığa ayrılan payın arttırılması sağlık politikasının temelini oluşturmuştur. Bu nedenle birçok sağlık merkezi, verem dispanserinin yanında Verem Hastaneleri ile Ankara Ebe ve Hemşire Okulu hizmete açılmıştır. Bu dönemde bütçeden sağlık alanına ayrılan pay 1950-1957 arasında on iki kat arttırılmıştır.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.