İnsani Sorunlar

İnsani Sorunlar

a. Nüfus Artışı, Göç ve Mülteciler

 

Dünyanın karşı karşıya olduğu temel sorunlardan biri de nüfus artışı, buna bağlı göç ve sonucunda yaşanan mülteci sorunlarıdır. Nüfus artışı, yeterli refah seviyesini yakalayamamış ülkelerde ciddi sorunlara yol açabilmektedir. Kişi başına milli gelir hesaplanırken toplam milli gelir o ülkedeki nüfusa bölünmektedir. Aşın nüfus artışı yeterli düzeyde artmayan milli gelirle birleştiğinde ülkenin geri kalmasına yol açmaktadır. Ayrıca ülkede yaşayan nüfusa yeterli refah seviyesini sağlayamayan; alt yapı, eğitim ve sağlık sorunlarını çözemeyen ülkeler yoksul ya da geri kalmış ülkeler olarak nitelenmektedir. Bu tür ülkelerde sosyal sorunlar artmakta, ülke diğer ülkelere göç vermektedir. Bu durum; yalnız göç veren ülkeleri etkilemekle kalmamakta, diğer ülkelerin de demografik yapısını bozmakta, o ülkelerde istihdam sorunlarına yol açmakta, işçi ücretlerinin düşmesine ve refah seviyesinin azalmasına neden olmaktadır. Göçün yol açtığı sorunların başında mülteci sorunu gelmektedir. Mülteci sorunu genellikle işgal ve savaşlar sonunda ortaya çıksa da bir ülkede ekonomik, siyasal ve kültürel sorunlar o ülkeyi kendi vatandaşları için yaşanmaz hale getirebilmektedir. Bu durum da diğer ülkelere çoğu zaman meşru ya da kaçak yollarla göçlerin artmasına ve ilgili ülkelerin ciddi mülteci sorunları yaşamasına yol açmaktadır.

Ülkelerin gelişme seviyeleri ve büyüme oranları hesap edilirken nüfus artış hızının oranı da önemlidir. % 5’lik büyüme sağlanan bir ülkede yaklaşık % 2 oranında nüfus artışı söz konusu ise net büyüme oranı sadece % 3 olarak hesaplanmaktadır. Klasik iktisadın önemli bir ilkesi olan bu kurala göre milli gelirde büyüme sağlamak için nüfus artışını düşürmek gerekmektedir. Ancak bu ilişki her zaman doğru değildir. Esas olan nüfus artışı değil çalışan nüfus artışıdır. Çalışan nüfus artış hızının yüksek olması bir öncekinin durumun tersine büyümeye olumlu etki yapmaktadır.

Nüfus artışlarında asıl ilgi odağı olan konu nüfusun yaş ortalamasıdır. Sürekli yaşlanan ve verimliliği azalan bir nüfusa göre eğitimli ve genç bir nüfusa sahip olmak her zaman avantajdır. Bu nedenle artık ülkeler nüfusla ilgili nicel unsurlardan çok nitel unsurla ilgilenmektedir. Diğer bir ifadeyle önemli olan nüfusun büyüklüğünden çok kalitesidir.

Ülkelerin nüfus artışından şikâyetçi olmaları o ülkelerde artan nüfusa gerekli imkânların sağlanamaması ve sosyal, siyasal, ekonomik sorunlara yol açmasından kaynaklanmaktadır. İşsiz insan topluluklarının oluşturduğu sorunlar ülkenin istikrarını bozmakta ve sürekli iç çatışmaların yaşanmasına yol açmaktadır. Devletlerin fazla nüfusu bir güç unsuru olarak değerlendirmeleri ancak onlara yeterli istihdam, eğitim ve sağlık hizmetlerini sunabilmeleri durumunda mümkün olmaktadır.

Diğer taraftan çoğu zaman göçmen ile mülteci kavramları birbirine karıştırılmaktadır. Mülteci; ülkesinde zulüm, işkence ya da başka nedenlerden dolayı bir zorlama ile karşı karşıya bulunan ve bu nedenlerden dolayı ülkesini terk ederek bir başka ülkeye iltica eden kişidir. Göçmen de ülkesini terk etmiş olabilir. Ama göçmen durumundaki kişiler için ülkesinde hayati bir tehlike bulunmayabilir ve daha iyi çalışma ya da yaşam koşulları için ülkesini terk etmiş olabilir.

Göçmen ile mülteci tamamen farklı statülerdir. BM’ye göre mülteci; ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti, siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan, korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişidir. 1948, 1967 ve 1973 savaşları sonunda İsrail tarafından yurtları işgal edildiği için ülkesini terk etmek zorunda kalan Filistinli mültecilerin 1,5 milyonu komşu ülkelerde veya Filistin’de çadırlarda ve kamplarda olmak üzere toplam 5 milyon dolayında olduğu tahmin edilmektedir.

 

b. Irk, Etnik Grup, Dil, Din ve Mezhep Sorunları

Günümüzde uluslararası sisteme egemen olan temel niteliklerden biri de küreselleşme olgusudur. Küreselleşme, herhangi bir yerel sorunun kısa sürede küresel bir sorun haline gelmesine yol açmaktadır. Dünyanın herhangi bir yerinde söz konusu olan bir güvenlik sorunu ya da bir toplumsal, siyasal ve ekonomik sorun; ilgili bölgeye veya ülkeye özgü kalmamakta, bundan tüm insanlık belli derecelerde etkilenmektedir. Küreselleşme; açık toplum, demokrasi, insan hakları ve liberalizm gibi değerleri evrensel değerler haline getirmiştir. İletişim ve teknolojiyi üretenler ile tüketenler arasındaki sınır yapay hale gelmiştir. Küresel alışkanlık ve kültürler ortaya çıkmış, bunlar yerel kültürleri baskıları altına almış, hatta onların yaşam alanlarını daraltmıştır. İnsanlık, sanattan spora kadar her alanda yeni paylaşım sürecinin içine girmiş fakat bu paylaşım beraberinde küresel bir rekabeti de kaçınılmaz kılmıştır.

Artık insanların ırk, dil, din ve mezheplerinden dolayı ayrımcılığa uğramamaları gerektiği konusunda insanlık ortak bir yaklaşıma sahip olmaya başlamıştır. Bu konuda özellikle 1994’te Güney Afrika Cumhuriyetinde beyaz azınlık yönetiminin sona ermesi ile o güne kadar bir devlet politikası olarak yıllarca uygulanmış olan “apartheid” ya da ırk ayrımcılığına son verilmiştir. Ayrımcılık, halen birçok gelişmiş ülkede bile farklı görüntülerle örneğin yabancı düşmanlığı şeklinde de olsa uygulanmaya devam etmektedir. Son zamanlarda Avrupa’da Müslümanlara karşı ayrımcı uygulamalar yabancı düşmanlığı şeklindedir. Müslümanlar, dışlanmayla ve ayrımcı uygulamalarla karşı karşıya kalmaktadır.

Küreselleşme olgusu, insan hakları ve özgürlük gibi evrensel değerleri yeniden tüm devletler ve toplumlar için önemli hale getirmiştir. Bu sayede insan hakları sorunu, bu alanda yaşanan insan hakları ihlalleri ve her türlü ayrımcılık çağdaş uluslararası ilişkilerin önemli gündem maddelerinden biri haline gelmiştir. İnsanlığın ortak değeri olan insan hakları ve özgürlüklere ilişkin uluslararası alandaki çalışmaları oldukça geriye götürmek mümkündür. Bu konudaki bilimsel ve felsefi çalışmalar aydınlanma dönemine kadar geri götürülebilir. Uygulamadaki gelişmeler açısından 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 Fransız Devrimi önemli kilometre taşlarıdır. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın galibi olan devletlerin çabaları sonucu Alman savaş suçlularının Nurenberg Mahkemesi’nde yargılanmaları ile insanlığa karşı işlenen suçların cezalandırılmasına da başlanmış oldu. Bu gelişmelerin ardından insan hakları, ikili ve çok taraflı antlaşmalara girmeye başladı. Bu çabalardan en önemlisi, BM Kurucu Antlaşmasında bu konuyla ilgili hükümler bulunmasıdır. BM’nin kurucuları insan haklarının BM için temel bir ilke olduğunu ilan etmekteydiler.

II.Dünya Savaşı’ndan itibaren insan hakları konusu BM’nin ve uluslararası politikanın temel gündem konularından biri haline gelmiştir. 1945 BM Antlaşmasının ardından 9 Aralık 1948’de kabul edilen Soykırım Sözleşmesi ilk uluslararası insan hakları anlaşması olmuştur. Genel Kurul tarafından 10 Aralık 1948’de kabul edilen BM İnsan Haklan Evrensel Bildirisi o güne kadarki en önemli uluslararası insan hakları belgesi niteliğindeydi. Genel Kurul, Evrensel Bildiri’nin tüm halklar ve uluslar için ulaşılması gereken bir ortak standart olduğunu ilan etmekteydi. Gerçi bu bir anlaşma olmayıp sadece ortak standartları ifade eden bir bildiriydi ve hukuki bir bağlayıcılığı bulunmamaktaydı. Fakat devletleri ve halkları bu hakları geliştirmeye ve saygı duymaya davet etmekteydi. Evrensel Bildiri’nin etkisiyle bu tarihten itibaren insan hakları düşüncesi evrenselleşti ve birçok devlet bu doğrultuda adımlar atmaya, birçoğu ise anayasa ve yasalarına bundan esinlenerek yeni maddeler koymaya başladılar.

Evrensel Bildiri’de belirtilen haklar kısmen uygulanmaya kısmen de ulusal hukuk sistemlerine girmeye başladı. Evrensel Bildiri’nin kabul edilmesiyle insan hakları, uluslararası politikanın temel gündem maddelerinden biri ve sistemin önemli bir değeri haline gelmiştir. Bundan sonra devletler, diğer devletlerin bu konudaki uygulamalarına bakarak insan hakları ihlalinde bulunan devletleri ve ihlali söz konusu olan hakları uluslararası platforma taşımaya başlamışlardır.

Üye ülkeler arasındaki siyasi dayanışmayı güçlendirmek için kurulmuş olmakla beraber insan hakları konusunda faaliyetleriyle öne çıkan Avrupa Konseyi’nin 1949’da kurulması ve insan hakları konusunda faaliyet göstermesi bu süreçte önemli bir gelişmedir. Avrupa Konseyi üyelerinin 1950’de kabul ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve teşkilat bünyesinde 1959’da kurulan Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi bu yolda atılmış önemli adımlardır.

Özellikle üye ülkelerin kabul etmesi halinde bireylere de başvuru yolunu açması önemli bir gelişme olmuştur. Bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine hem devletlerin hem de birey ve devlet uygulamaları karşısında hak kaybına uğrayan bireylerin başvurusunun yolu açılmıştır.

Evrensel Bildiri ile belli bir aşama kaydeden insan hakları alanındaki çabalar, BM Genel Kurulu tarafından 1966’da kabul edilen ve 1976’da yürürlüğe giren “Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ve “Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi” ile daha ileri bir noktaya taşınmıştır.

Helsinki Nihai Senedi olarak da bilinen 1 Ağustos 1975 tarihli AGİK belgesi de insan hakları alanında çok önemli bir metin niteliğindedir. Herhangi bir hukuki mekanizma öngörmemesi ve insan hakları ihlalleri karşısında bir müeyyide getirmemesi dolayısıyla eksiklikleri bulunan, ayrıca bir antlaşma niteliği taşımayan Helsinki Belgesi; sonuçta o günün koşullarında Doğu ve Batı Bloku’na mensup 35 ülke tarafından imzalanan bir belge olduğu için insan haklarının gelişimi sürecinde etkili olmuştur. Aslında Helsinki Belgesi sadece insan hakları konusunu ele almamakta bunun yanında savunma, güvenlik, silahsızlanma ve barışın korunması gibi konularda temel ilkeleri belirlemekteydi. Bu nedenle 1990 Paris Şartı’na giden süreçte önemli bir kilometre taşı olmuştur.

Paris Şartı olarak bilinen ve AGİK’in 21 Kasım 1990’da gerçekleştirdiği Paris Zirvesi’nde kabul edilen ilkeler ise hem Helsinki İlkeleri’nin içeriğini genişleten bir belge olması hem de Soğuk Savaş’ın sona erdiğinin bir ilanı olması açısından önemlidir. Paris Şartı; Helsinki Belgesi gibi insan hakları ve temel özgürlüklerin geliştirilmesinin yanında güvenlik, barışın korunması, çevre sorunları, ekonomik ve kültürel ilişkilere kadar pek çok konuyu ele almaktaydı. Paris Şartı’nın Helsinki’den farkı AGİK’e daha kurumsal bir yapı kazandırarak bundan sonraki faaliyetlerini AĞIT olarak sürdürmesinin yolunu açmış olmasıdır.

 

c. Yoksulluk ve Sağlık ile İlgili Sorunlar

Küresel sorunlardan biri de yoksulluğun artması ve Kuzey-Güney çatışmasının yeni bir boyut kazanarak dünyayı istikrarsızlaştırmasıdır. Dünyada gelir dağılımının yoksul Güney Ülkeleri aleyhine hızla bozulmasının en olumsuz etkisi, Güney’de Batı karşıtı radikalleşmeyi arttırması ve radikal grupların güç kazanmasına yol açması olmuştur. Güney’in karşı karşıya olduğu sorunların büyük bir kısmı sömürge geçmişine sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Büyük bir çoğunluğunun bugün de gelişmiş Kuzey Ülkelerine bağımlılıklarının devam etmesi bu ortak geçmişe sahip olmalarından ileri gelmektedir.

Maalesef dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan Doğu Avrupa Ülkeleri de dâhil Kuzey Ülkeleri dünya genelindeki toplam gelirin beşte dördüne sahip bulunmaktadır. Çin’in dışındaki ve çoğunluğu Afrika ve Asya’da bulunan Güney Ülkeleri ise nüfusun yarısını oluştururken gelirden kendilerine düşen pay beşte bir bile değildir. Kuzey Ülkelerinde bir insanın açlık sorunu olmadığı gibi ortalama yaşam süresinin 70 yıl ve en azından bir orta öğretim imkânına sahip olduğu görülürken nüfusun çoğunluğunun açlık sorunuyla karşı karşıya olduğu Güney Ülkelerinde ise ortalama ömrün 50 yıl olduğu, her dört çocuktan birinin beş yaşını doldurmadan öldüğü ve eğitim açısından da nüfusun yaklaşık yarısının böyle bir imkâna sahip olmadığı dikkati çekmektedir.

Bunların dışında ekonomik açıdan da büyük bir dengesizliğin olduğu görülmektedir. Az gelişmiş Güney Ülkelerinin durumu zenginlik açısından sanayileşmiş Kuzey Ülkeleri ile karşılaştırılamayacak ölçülerde kötü durumdadır. Maalesef dünyadaki toplam sanayinin % 90’ı Kuzey Ülkelerinin elindedir. Patentlerin çoğu ve yeni teknolojilerin sahipleri de yine Kuzey Ülkelerinin çok uluslu şirketleridir ki böylece gerek dünyadaki üretim yapısını, gerekse ham madde ve mamul madde ticaretini kontrol etme imkânına sahip olmaktadırlar. Bu ekonomik güce sahip olan Kuzey Ülkeleri; uluslararası ekonomik sistemi istedikleri gibi yönlendirebilmekte ve egemen oldukları uluslararası mali, finansal ve ticari örgütler sayesinde de kuralları kendi çıkarları doğrultusunda belirleyebilmektedirler.

Soğuk Savaş sonrasında liberal ekonominin temel ideoloji haline gelmesinin ve ekonomik rekabetin uluslararası ilişkilerin ana gündemini oluşturmasının bu rekabete ayak uyduramayan ülkeler açısından olumsuz yansımaları olmuştur. Bu rekabete ayak uyduramayan, gelişmiş ülkelere ham madde sağlayan ve bu ülkelerin mamul mallarının temel alıcısı durumunda olan az gelişmiş Güney Ülkeleri, giderek yoksullaşmakta ve yaşam düzeyleri göreceli olarak bozulmaktadır. Soğuk Savaş döneminin ideolojik rekabet ortamından yararlanarak daha kolay borç bulabilen bu ülkelerin büyük çoğunluğu ya yeni borç bulmakta büyük zorluklar yaşamakta ya da Batı Ülkelerinin denetiminde olan IMF ve Dünya Bankası’nın kıskacında bulunmaktadır. Güney Ülkeleri, içinde bulundukları yoksulluğu ve geri kalmışlığı yeni borçlarla aşmaya çalışırken ekonomik yapıları ve dış politikaları daha fazla dışarıya bağımlı hale gelmektedir. ABD başta olmak üzere gelişmiş Kuzey Ülkeleri, bu ülkelerin durumunu düzeltmek için radikal önlemler almak yerine pazarlık güçlerini kaybetmiş Güney’in durumundan daha fazla yararlanma yoluna gitmektedirler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.