BÜYÜK SELÇUKLULAR

BÜYÜK SELÇUKLULAR (1040-1157)

 Dandanakan zaferinin ardından Tuğrul Bey, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ilk hükümdarı oldu (1040-1063). Sultan Tuğrul devrin geleneklerine uygun olarak çevredeki ülke hükümdarlarına fetihnâmeler gönderdi. Merv’de yapılan kurultayda alınan kararla Ebû İshak el-Fukkāî, Tuğrul Bey’in elçisi sıfatıyla Bağdat’a gönderildi. Tuğrul Bey halifeye yazdığı mektupta Horasan’da adaletle hükmedeceğini ve emîrü’l-mü’minîne sadâkatten ayrılmayacağını ifade ediyordu. Eski Türk devlet geleneğine göre Selçuklular’ın hâkim olduğu topraklarla ileride fethedilmesi planlanan ülke ve şehirler hânedan mensupları arasında paylaştırıldı. Serahs ve Belh’in dahil olduğu Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge, merkezi Merv olmak üzere Çağrı Bey’e, Herat merkez olmak üzere Büst ve Sîstan yöresi Mûsâ Yabgu’ya verildi. Başşehir Nîşâbur’da kalan Tuğrul Bey, Irak ve batı topraklarını aldı.

İbrâhim Yinal’a Kuhistan, Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’a Cürcân ve Damgan, Çağrı Bey’in oğlu Kavurd Bey’e Kirman ayrıldı. Bunlar Tuğrul Bey’e tâbi olacaktı. Çağrı Bey ile Tuğrul Bey hayatlarının sonuna kadar birbirleriyle iyi geçindiler. Bunda en önemli etken Tuğrul Bey’in çocuğunun olmamasıdır.

Bulunduğu bölgede uzun süre Gazneliler’le mücadele eden Çağrı Bey bu mücadele sonucunda Belh, Tohâristan, Tirmiz, Velvâliç, Kubâdiyan, Vahş şehirlerini ülkesine kattı ve Gazneli Hükümdarı İbrâhim ile barış antlaşması imzaladı (451/1059). Buna göre her iki taraf ellerinde bulunan yerleri koruyacak ve birbirlerinin topraklarına saldırmayacaktı. Gazne Hükümdarı Mevdûd’un teşvikiyle Tirmiz’i eline geçirip Belh’i almak için Ceyhun’u geçen Karahanlı Hükümdarı Arslan Han, Çağrı Bey’in oğlu Alparslan’a yenilip geri döndü. Daha sonra Çağrı Bey ile Arslan Han arasında barış yapıldı.

Hârizmşah Altuntaş’ın oğlu İsmâil, Hârizm’i Emîr Şah Melik’in elinden kurtarmak için Çağrı ve Tuğrul beylerden yardım istedi. Şah Melik’in Çağrı Bey ve İsmâil’i Hârizm’de yenilgiye uğratması üzerine Tuğrul Bey, Şah Melik’e karşı yürüyerek onu mağlûp etti (434/1042-43). Şah Melik, metbuu Gazne Hükümdarı Mevdûd’un yanına giderken yakalanıp Çağrı Bey’e teslim edildi. Çağrı Bey, Selçuklu hânedanının bu acımasız düşmanını öldürttü (1043). Hârizm, sonraları Gazne Hükümdarı Mevdûd’un vasıtasıyla Kıpçak Emîri Haşkâ (?) adlı birinin eline geçti. Ancak Çağrı Bey’e mukavemet edemeyip kaçınca burası da Çağrı Bey’in ülkesine katıldı. Ardından Çağrı Bey oğullarından Kavurd’u Kirman’ın fethiyle görevlendirdi. Bir rivayete göre Receb 451’de (Ağustos-Eylül 1059), diğer bir rivayete göre Safer 452’de (Mart-Nisan 1060) yetmiş yaşlarında vefat eden Çağrı Bey büyük bir kumandan, dirayetli bir siyaset adamıydı.

433 (1041-42) yılında Cürcân’ı alan Tuğrul Bey 434’te (1042-43) Hârizm’i Şah Melik’in elinden kurtardı ve aynı yıl Rey’i devletinin merkezi yaptı. Daha sonra Hemedan’ı aldı, İsfahan hâkimini vergiye bağladı. 439 (1047-48) yılında Büveyhî Hükümdarı Ebû Kâlîcâr ile barış antlaşması imzaladı ve onun kızıyla evlendi. Çağrı Bey’in kızlarından birini de Ebû Kâlîcâr’ın oğlu Ebû Mansûr ile evlendirdi. Mûsâ Yabgu’nun oğlu Hasan 1047’de yılı Bizans ucunda pusuya düşerek şehid olmuştu. Ertesi yıl Tuğrul Bey’in anne bir kardeşi İbrâhim Yinal, Pasinler ovasında Bizans ordusunu yenip Hasan’ın öcünü aldı ve zengin bir ganimetle geri döndü. 443’te (1051) İsfahan’ı ülkesine katan Tuğrul Bey, 446 (1054) yılında Azerbaycan ve Arrân emîrlerini kendine tâbi kıldıktan sonra Bizans topraklarına girerek Malazgirt Kalesi’ni kuşattı. Ancak kışın yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırıp Azerbaycan’a döndü. Kuşatma esnasında Selçuklu akıncıları Bayburt üzerinden Trabzon’a kadar ulaştı.

Tuğrul Bey, Halife Kāim-Biemrillâh’ın davetiyle Bağdat’a gitti (25 Ramazan 447 / 18 Aralık 1055). Tuğrul Bey Bağdat’a varmadan halife onun adını hutbelerde okutmaya başlamıştı. Bu sırada Bağdat’ta bulunan Büveyhîler’e mensup Türk memlükleri, Deylemliler ve halk Selçuklu askerlerine karşı düşmanca davrandılar. Sultan, bu olayları Büveyhî Hükümdarı el-Melikü’r-Rahîm Hüsrev Fîrûz’un tahrik ettiğini düşünerek onu yakalatıp bir kalede hapsettirdi, ardından Rey’e gönderdi. el-Melikü’r-Rahîm’in aynı yıl bu şehirde vefat etmesiyle Büveyhîler hânedanının siyasî hâkimiyeti sona ermiş oldu. Muharrem 448’de (Nisan 1056) halife ile Çağrı Bey’in kızı Hatice’nin nikâhları kıyıldı. Zilkade 449’da (Ocak 1058) halife yapılan bir törende Tuğrul Bey’e yedi siyah hil‘at giydirdi; bu, cihan hükümdarlığının Selçuklu hükümdarına tevcihi demekti. Ayrıca ona “melikü’l-meşrik ve’l-mağrib” unvanını verdi. Aynı yıl İbrâhim Yinal sultana isyan etti. Tuğrul Bey, Yinal’ın sekiz aydan fazla süren isyanını yeğenleri Alparslan ve Kavurd Bey’in yardımlarıyla bastırabildi. İbrâhim Yinal yayının kirişi ile boğularak öldürüldü (9 Cemâziyelâhir 451 / 23 Temmuz 1059). Bu sırada Bağdat, halifeye isyan etmiş olan Büveyhî kumandanı Türk asıllı Arslan Besâsîrî ile müttefiki Musul Emîri Kureyş b. Bedrân tarafından işgal edildi. Halife Hadîse şehrine götürüldü ve sarayı yağmalandı. Bağdat’ta Fâtımî halifesi adına hutbe okutuldu. Tuğrul Bey harekete geçip halifenin Bağdat’a getirilmesini sağladı, Arslan Besâsîri yakalanıp öldürüldü (Zilhicce 451 / Ocak 1060). Tuğrul Bey, Halife Kāim-Billâh’ın kızı Seyyide Hatun ile Şâban 454’te (Ağustos 1062) nikâhlandı, ancak düğün ertesi yıl yapılabildi (Safer 455 / Şubat 1063). Sultan aynı yıl Rey’de vefat etti (8 Ramazan 455 / 4 Eylül 1063). Tuğrul Bey âdil, şefkatli, dürüst, cömert ve dindar bir hükümdardı.

Tuğrul Bey çocuğu olmadığı için Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ı veliaht tayin etmişti. Ölümünde Vezir Amîdülmülk el-Kündürî, Süleyman’ı hükümdar ilân etti. Ancak Alparslan kardeşinin hükümdarlığını tanımayıp Merv’den ayrıldı ve Kazvin’de kendini sultan ilân edip adına hutbe okuttu. Başşehir Rey’e gelerek kendini sultan ilân etmiş olan Kutalmış’ı Damgan civarında mağlûp etti ve Rey’e gidip tahta oturdu. Kündürî’nin yerine Nizâmülmülk’ü vezir tayin etti. Alparslan, babası Çağrı Bey’in hâkim olduğu topraklarla amcası Tuğrul Bey’in hâkimiyetindeki yerleri birleştirerek Ceyhun’dan Dicle’ye kadar uzanan büyük bir imparatorluğun hükümdarı oldu. Ardından amcasının evlendiği Seyyide Hatun’u Bağdat’a gönderdi. Gerek bundan gerek şahsî isteklerinin kabul edilmesinden çok memnun kalan halife topladığı bir mecliste Alparslan’ı tantanalı bir şekilde sultan ilân etti (7 Cemâziyelevvel 456 / 27 Nisan 1064). Bu sırada Doğu Anadolu’da bulunan Sultan Alparslan, oradaki ve Gürcistan’daki birçok kale ve şehirle Bizans’a tâbi Arpaçayı kıyısındaki müstahkem Ani şehrini alıp Gürcü Kralı Bagrat’ı vergiye bağladıktan sonra geri döndü. Halife, bu başarılarından dolayı Alparslan’a ve yanındaki askerlere teşekkür içeren bir beyannâme neşretti. Sultan, 458 (1066) yılında Hazar deniziyle Aral gölü arasındaki Üstyurt’ta güvenliği sağlamak ve Hârizm’den İtil (İdil) havzasına gidip gelen ticaret kervanlarını korumak için sefere çıktı. Başarılı bir seferin ardından Hârizm’e döndü. Alparslan 1067 yılında yeniden Bizans ve Gürcistan sınırlarında göründü. Bizans’a ait Kars fethedildi. Gürcü kralı Selçuklular’a tâbi oldu. Sultan Alparslan devrinde Anadolu’ya akınlar daha çok Sâlâr-ı Horasan unvanlı kumandanın idaresinde yapılıyordu. Bizans’ta imparatorluğun başına, gittikçe artan Türk akınlarına son vereceğine inanılan kumandanlardan Romanos Diogenes getirildi.

462 (1070) yılında Fâtımî halifesinin veziri Mısır’ı teslim edeceğini bildirerek Alparslan’ı bu ülkeye davet etti. Alparslan, Diyarbekir yoluyla Suriye’ye giderken Halep Hükümdarı Mirdas oğlu Mahmud şehrin kadısını sultanı karşılamak için gönderdi. Alparslan, Halep önünden ayrılıp Mısır’a gitmekte olduğu sırada Romanos Diogenes’in çok kalabalık bir orduyla sefere çıktığı haberi geldi. İki hükümdar Malazgirt ovasında karşılaştı (27 Zilkade 463 / 26 Ağustos 1071). Alparslan, Bizans ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Malazgirt zaferi Anadolu’nun Türkler tarafından fethini sağladı ve burası Oğuz Türkleri’nin yurdu oldu (bk. MALAZGİRT MUHAREBESİ). Sultan ertesi yıl Ceyhun taraflarında bir cinayete kurban gitti (24 Kasım 1072). Çağdaşı tarihçiler Alparslan’ı tarihin en büyük hükümdarlarından biri olarak nitelemişler, onu kudret ve haşmetin gerçek temsilcisi saymışlardır.

Alparslan’ın ölümünün ardından yerine veliaht tayin ettiği oğlu Melikşah geçti. Abbâsî halifesi 8 Receb 465’te (20 Mart 1073) Sultan Melikşah adına hutbe okuttu. Melikşah’ın genç yaşta tahta çıkmasını fırsat bilen Karahanlılar ve Gazneliler, Selçuklu topraklarına saldırırken başta Kavurd olmak üzere bazı hânedan mensupları tahtta hak iddia ederek ayaklandılar. İsyanların bastırılmasından sonra Melikşah’ın itibarı bir kat daha arttı. Halife Kāim-Biemrillâh ona hükümdarlığını tasdik ettiğini bildiren bir menşur ve sancak gönderdi (2 Safer 466 / 7 Ekim 1073). Sultan Melikşah, Alamut Kalesi’ni işgal ederek orada bir Nizârî-İsmâilî devleti kuran (483/ 1090) Hasan Sabbah ve Bâtınîler’le mücadeleyi bir devlet politikası haline getirdi. Ancak Alamut’u ele geçirip ülkedeki Bâtınî faaliyetlerine son veremedi. Veziri Nizâmülmülk hem askerî hem ilmî açıdan mücadele ettiği Bâtınîler tarafından öldürüldü (485/1092). Sultan bu olaydan yaklaşık bir ay sonra Bağdat’ta vefat etti (16 Şevval 485/19 Kasım 1092). Melikşah dönemi Selçuklu İmparatorluğu’nun sınırlarının en geniş olduğu devirdir. Selçuklu İmparatorluğu Kâşgar’dan Ege adalarına, Aral gölü ve Kafkasya’dan Yemen ve Aden’e kadar uzanıyordu. Karahanlılar gibi büyük bir devlet de imparatorluğa bağlı bulunuyordu. Melikşah devri müslüman ve gayri müslim tarihçiler tarafından bir adalet devri olarak nitelendirilir. Urfalı Ermeni tarihçisi Mateos onun ölümünün bütün dünyayı mateme boğduğunu söylemektedir. Selçuklu devlet teşkilâtı Melikşah zamanında Nizâmülmülk’ün de gayretiyle mükemmel bir şekil aldı, ilmî ve kültürel faaliyetler zirveye ulaştı. Nizâmiye medreseleri dünya çapında şöhrete kavuştu. İktisadî ve ticarî hayatta büyük gelişmeler oldu, imar faaliyetleri yaygınlaştı.

Melikşah’ın ölümünün ardından hânedan mensupları arasında saltanat mücadelesi başladı. Melikşah’ın en büyük oğlu Berkyaruk, Nizâmülmülk’e bağlı gulâmlar tarafından Rey’de sultan ilân edildi (485/ 1092). Berkyaruk taraftarlarının gayretleri sonucunda, çocuk yaştaki oğlu Mahmud’u tahta çıkarmak isteyen ve parayla Türk emîrlerinin önemli bir kısmını elde eden Terken Hatun barışa mecbur bırakıldı. Buna göre İsfahan ve Fars eyaletleri Terken Hatun ile oğlu Mahmud’a bırakılıyor, Berkyaruk diğer eyaletlerde sultan olarak tanınıyordu (486/1093). Berkyaruk’un dayısı Azerbaycan Meliki İsmâil b. Yâkūtî, Terken Hatun’un kışkırtmasıyla yeğenine karşı isyan etti, ancak başarılı olamayıp hayatını kaybetti (Şâban 486 / Eylül 1093). Bu olaydan sonra Bağdat’a giden Berkyaruk, Halife Muktedî-Biemrillâh tarafından “Rükneddin” lakabıyla sultan ilân edildi ve adına hutbe okundu (487/1094). Terken Hatun ile oğlu Mahmud’un aynı yıl içinde ölümlerinin ardından Berkyaruk, Suriye Selçuklu hükümdarı amcası Tutuş ile mücadeleye girişti. Tutuş, Rey civarında meydana gelen savaşta askerlerinden bir kısmının karşı tarafa geçmesi yüzünden yenildi ve savaş meydanında hayatını kaybetti (Safer 488 / Şubat 1095). Horasan’da bazı isyan girişimleri olduysa da bunlar kolaylıkla bastırıldı. Bu saltanat mücadeleleri sırasında Haçlılar, Kılıcarslan’ı Anadolu’da (1097), Kürboğa’yı Antakya önünde (1098) bozguna uğrattıktan sonra Suriye kıyılarını geçip Kudüs’ü ele geçirdiler (1099). Tutuş’un bertaraf edilmesinin ardından Berkyaruk’un karşısına bu sefer Arrân meliki olan kardeşi Muhammed Tapar çıktı. İki kardeş birbiriyle beş defa çatıştı. Hoy şehrinin önündeki son çatışmada (8 Cemâziyelâhir 496 / 19 Mart 1103) Tapar yenilip Ahlat’a gitti. Ertesi yıl taraflar arasında barış imzalandı. Buna göre Hârizm, Horasan Muhammed Tapar’ın öz kardeşi Sencer’in, Irâk-ı Arab ve Irâk-ı Acem, Fars, Hûzistan Berkyaruk’un, Arrân, Azerbaycan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, el-Cezîre ve Suriye Muhammed Tapar’ın hâkimiyeti altında bulunacaktı. On iki yıl süren bu saltanat mücadelesi yüzünden Haçlılar amaçlarına ulaşmış, Anadolu Selçuklu Devleti önemli toprak kayıplarına uğramış, Bâtınîler ortadan kaldırılmayacak bir kuvvet haline gelmiş, memlük asıllı beylerin hükümdarlarına karşı bağlılıkları zayıflamış ve imparatorluk çöküş devrine girmiştir.

Rebîülâhir 498’de (Aralık 1104) vefat eden Berkyaruk’un küçük yaştaki oğlu Melikşah’ı bertaraf ederek tahta geçen Muhammed Tapar, Selçuklu İmparatorluğu’nu yeniden birleştirmeyi başardı. Muhammed Tapar, 500 (1107) yılında İsfahan civarındaki Şahdiz (Dizkûh) Kalesi’ni zaptederek içindeki Bâtınîler’in hepsini öldürttü. Bâtınî merkezi Alamut, Anuş Tegin Şîrgîr tarafından kuşatıldı, ancak alınamadı. Bu dönemde Karahanlılar’la Selçuklular arasındaki münasebetler zaman zaman bozulmakla beraber Karahanlılar Selçuklular’ı metbu tanımaya devam etti. Gazneli Sultanı III. Mesud devrinde (1099-1115) Gazneli-Selçuklu ilişkilerine barış hâkim oldu. Muhammed Tapar, Gazneliler arasındaki taht kavgalarına müdahale ederek Behram Şah’ın sultan ilân edilmesini sağladı, böylece Gazneliler’i de kendine tâbi kıldı (511/1117). Sultan Muhammed Tapar 24 Zilhicce 511’de (18 Nisan 1118) vefat etti. Kendisine Alparslan’ı örnek alan sultan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na eski itibarını kazandıran hükümdar olarak kabul edilir.

Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine yerine geçen oğlu Mahmud, 13 Muharrem 512’de (6 Mayıs 1118) Abbâsî Halifesi Müstazhir-Billâh tarafından sultan ilân edildi ve adına hutbe okundu. Ancak Horasan meliki olan amcası Sencer onun hükümdarlığını tanımayıp Haziran 1118’de sultanlığını ilân etti. Sâve civarında yapılan meydan savaşında Mahmud yenildi (2 Cemâziyelâhir 513 / 10 Eylül 1119). Halife Müsterşid-Billâh, Bağdat’ta Sultan Sencer adına hutbe okutmaya başladı. Sultan Sencer özellikle annesi Seferiyye Hatun’un ricasıyla Mahmud’u bağışladı ve Şâban 513’te (Kasım 1119) yapılan antlaşmayla babası Muhammed Tapar’ın doğrudan yönettiği toprakların bir kısmını ona bıraktı. Böylece Irak Selçuklu Devleti kurulmuş oldu.

Sultan Sencer, Selçuklular arasındaki saltanat mücadelelerini fırsat bilerek halifeliği siyasî olarak güçlendirmek isteyen Müsterşid-Billâh ve oğlu Râşid-Billâh’ın başarısızlığa uğratılmasında önemli rol oynadı. Gazneliler Devleti’ni tekrar Büyük Selçuklular’a tâbi kıldı. Fakat Budist Karahıtaylar’ın Mâverâünnehir’de hâkimiyet kurmalarına engel olamadı. Yirmi yılı meliklik olmak üzere altmış yıla yakın hüküm süren Sencer, hükümdarlığının son yıllarında kendi öz kavmi Oğuzlar’ı cezalandırmak isterken yenilgiye uğrayıp (Muharrem 548 / Nisan 1153) onların elinde üç yıl esir kaldı. Ramazan 551’de (Ekim-Kasım 1156) esaretten kurtulduktan kısa bir süre sonra öldü (14 veya 24 Rebîülevvel 552 / 26 Nisan veya 6 Mayıs 1157). Sencer’in ölümüyle Büyük Selçuklu Devleti tarih sahnesinden çekilmiş oldu. Büyük Selçuklu devlet teşkilâtı onun döneminde en ileri seviyeye ulaşmış, Sencer, Sultan Melikşah ile birlikte örnek hükümdar olarak gösterilmiştir. Devlet teşkilâtına dair resmî vesikaları içeren münşeat mecmualarının çoğu bu döneme aittir.

Ön Asya’yı Orta Asyalı kavimlere Selçuklular açmıştır. Moğol devri tarihçilerinden bazıları Moğollar’ın Ön Asya’ya Oğuz Türkleri’nin açtığı kapıdan girdiklerini belirtir. Selçuklular, Anadolu’yu Oğuz Türkleri’nin vatanı yapmışlardır. Böylece, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu müslümanlardan alarak sınırlarını doğuda Arpaçayı’na, güneyde Suriye’de Lazkiye şehrinin ötesine kadar götürmüş olan Bizans’ın Suriye’nin geri kalan kısmıyla Mısır’ı ülkesine katması tehlikesi Selçuklular sayesinde tamamen ortadan kaldırılmıştır. Getirdikleri siyasî istikrar ve uyguladıkları âdil idare sayesinde Selçuklu hâkimiyeti altındaki İran, Irak, Suriye ve Anadolu sosyal ve ekonomik açıdan ileri bir duruma yükselmiştir. Anadolu’nun İslâm dünyasına katılması ve Selçuklular’ın ticarî politikalarıyla Karadeniz’in kuzeyindeki ülkelerin ticaret yolu açılmış, İpek yolu ticareti çok gelişmiştir. Anadolu’dan, Horasan’dan ve Irâk-ı Acem’den Kirman’a gelen kervanlar mallarını Kirman limanlarından Hindistan, Çin ve diğer yerlere götürüyordu. Sünnîlik, İran’da Selçuklular sayesinde hâkim bir mezhep durumuna gelmiştir. Selçuklular, çeşitli şehirlerde medreseler inşa ederek ve âlimlere değer vererek ilmin ve kültürün gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

İbnü’l-Esîr, Selçuklu sultanlarının ölümü dolayısıyla değerlendirme yaparken onlardan övgüyle söz eder. Kirman tarihi müellifi Efdalüddin Ebû Hâmid, Selçuklu hânedanını “hânedân-ı mübârek” diye tanımladıktan sonra, “Kocamış dünya onların bayraklarının görünmesiyle gençlik tazeliğine kavuştu, dünya ekinliği onların dirliği olunca en mükemmel şekilde mâmur oldu” der. Zahîrüddîn-i Nîsâbûrî, Sadreddin Ali b. Nâsır el-Hüseynî, Muhammed b. Ali er-Râvendî, Reşîdüddin Fazlullah ve Hamdullah el-Müstevfî de Selçuklular’ı över. Hamdullah el-Müstevfî, İslâm hânedanından her birinin birkaç ayıba bulaşmış olduğunu, Selçuklular’ın ise bütün bu ayıplardan uzak bulunduğunu ifade ettikten sonra onların temiz inançlı, hayır sahibi ve halka karşı şefkatli olduklarını söyler.

BÜYÜK ŞELÇUKLU DEVLETİ HÜKÜMDARLARI

Tuğrul Bey 431/1040

Süleyman 455/1063

Alparslan 455/1063

I. Melikşah 465/1072

Berkyaruk 485/1092

II. Melikşah 498/1104

Muhammed Tapar 498/1105

Sencer 511-552/1118-1157

 

Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat. Selçuklular’da devlet hazinesinden faydalanan zümreler dışında kalan bütün halk reâyâ diye adlandırılıyordu. Reâyâ vergi ödemek, devlet otoritesine ve onu temsil edenlere itaat etmekle mükellefti. Devletçe resmen tanınmış mezhep ve tarikatlar dışındaki dinî zümrelere katılması, farklı akîdeler benimsemesi, nizam ve asayişi bozması ağır suçtu. Buna karşılık hükümdar da reâyânın can, mal ve namusunu korumakla mükellefti. Birçok resmî belgede reâyânın hükümdara Allah’ın bir emaneti olduğu vurgulanmış, bürokrat ve emîrlerden onlara karşı âdil davranmaları, kendilerinden haksız taleplerde bulunmamaları istenmiştir (Müntecebüddin Bedî‘, s. 20, 23-24, 29, 41, 56). Siyasî hukuk bakımından birbirinden farksız olan bu çok geniş kitle içerisinde ekonomik ve sosyal bakımdan farklı sınıflar mevcuttu. Büyük Selçuklu Devleti üç büyük toplum katmanından oluşuyordu.

1. Göçebeler. Kalabalık kitleler halinde Ceyhun nehrini geçerek İran coğrafyasına giren Türkler’in önemli bir kısmını Oğuz boylarına mensup göçebe kabileler oluşturuyordu. Muhtemelen XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’da hazırlanan anonim Oğuzca bir sözlükte Türk kelimesinin “köylü, göçebe, kır insanı, çadırda yaşayan kimse”, Türklik kelimesinin “köylülük, kır hayatı, çadır hayatı” mânasında kullanılması dikkat çekicidir (Eski Oğuzca Sözlük, s. 105, 169). Sayıları az da olsa Karluk, Uygur ve Kıpçak gibi diğer Türk boyları da Oğuzlar’la birlikte İran coğrafyasına girmişti. Göçebeler kabilelere ayrılmaktaydı. Kabilelerin devletle ilişkileri, ödedikleri vergilerin mahiyet ve miktarı birbirinden farklıydı. Hayvancılıkla uğraşan göçebeler kullandıkları meralar için devlete özel mera vergisi ödüyordu. Kabileler üzerine düzen ve asayişten sorumlu bir şahne tayin edilmekteydi (Müntecebüddin Bedî‘, s. 80-82, 84-85).

Göçebe Türkler, İran coğrafyasında kendi hayat tarzlarına en uygun alanlar olan Horasan’ın doğu ve kuzeyi, Elburz dağlarının güney etekleri, Irâk-ı Acem’in kuzeybatısı ve Azerbaycan’da toplanmıştı. En önemli mal varlıkları koyun ve at sürüleriydi. Bir Ermeni kaynağına göre Selçuklu savaş atları sert tırnakları ve kartalı andıran hızlarıyla hayranlık uyandırmaktaydı. Göçebelerin çift hörgüçlü deve yetiştirdikleri de bilinmektedir. Muhammed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin Türkmenler’den “deve çobanları” diye bahsetmesi onların mal varlıkları arasında devenin önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir. Göçebelerin başlıca üretimleri et, süt ve yündü. Keçe, yünlü elbise ve halı gibi mâmullerin yapımında kullanılan yün ticaret malzemesi olarak değer taşımaktaydı. Hayvancılığın yanı sıra avcılığın da göçebe ekonomisinde belli bir yeri vardı.

Selçuklular’ın kazandığı askerî başarılar yeni Türkmen kabilelerinin İran coğrafyasına girmesine vesile olmuşsa da kalabalık kitleler halinde yerleşik bir coğrafyaya girmeleri köy ve şehir hayatına önemli ölçüde zarar vermiştir. Selçuklu devri şairi Am‘ak-ı Buhârî, Sultan Alparslan için kaleme aldığı bir methiyede İran’ın Türkmenler tarafından harap edildiğine dikkat çekerek ülkenin şimdi şah tarafından yeniden bayındır hale getirilmekte olduğunu kaydeder (Dîvân, s. 188). Selçuklu sultanları, Türkmen kabilelerini bundan dolayı ya Horasan’ın doğusunda tutmaya veya şehir kültürüne en az zarar verecek şekilde Azerbaycan yoluyla Bizans üzerine yönlendirmeye çalışmıştır. Selçuklular’ın göçebe soydaşlarına karşı yerleşik İran kültürünü koruyucu tutumları Türkmenler’in zamanla Selçuklu Devleti’ne karşı cephe almasına yol açmış, Oğuzlar’ın Sultan Sencer zamanındaki isyanında ve daha sonra Horasan’ın tahrip edilmesinde önemli rol oynamıştır (Enverî, I, 201-205; Hâkānî-i Şirvânî, s. 105-107, 179-180). Öte yandan Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’sindeki bazı kayıtlar da (s. 139) Türkmenler’den duyulan rahatsızlığı ortaya koymaktadır. Bununla birlikte Türkmenler’in batıya yönlendirilmesi Azerbaycan ve Anadolu coğrafyasında toplanmalarına yardımcı olmuş ve onlara yeni yurtlarının kapılarını açmıştır.

2. Köylüler. Köylüler ve çiftçiler Selçuklu toplumunun en kalabalık kesimini oluşturuyordu. Büyük Selçuklu hâkimiyetinin yol açtığı göçler Horasan ve Orta İran coğrafyasında ziraatla meşgul olan köylüleri olumsuz etkilemiş, bunun yanı sıra Selçuklu-Gazneli savaşları da Horasan’da ziraî hayatın önemli ölçüde zarar görmesine sebep olmuştur. Ali b. Zeyd el-Beyhakī, Beyhak ve çevresindeki fıstık (peste) ağaçlarının Gazneli kumandan Emîr Hâcib Subaşı tarafından kış mevsiminde “iyi yandığı için” develere yükletilerek Gazne şehrine götürüldüğünü belirtir (Târîħ, s. 273). Köylülerin hayat şartları, ülkede siyasî istikrarın kurulması ve iktâ sisteminin uygulanmasından sonra nisbeten iyileşmiştir. Çiftçilerin hukukî ve iktisadî durumları coğrafî bölgelere göre önemli farklılıklar göstermekteydi. Selçuklular’dan önce köylerde geniş arazilere sahip olan ve “dihkan” adı verilen varlıklı kişiler imtiyazlı yerlerini korumuştur. Köylülerin büyük çoğunluğunu topraktan mahrum gündelikçiler, ortakçılar veya küçük toprak sahipleri oluşturuyordu.

Toprak harâcî, öşrî ve mîrî gibi kısımlara ayrılmıştı. Hazineye ait olan ve büyük iktâlar halinde idare edilen mîrî arazi Nizâmülmülk zamanında parçalanarak süvari dirlikleri durumuna getirilmişti. Bu sistemde toprak ve üzerinde çalışan halk daha önce olduğu gibi devletin denetimi altındaydı. Toprağı işleyen reâyâ toprağa geçici tapuyla ve ancak ekip biçme şartıyla sahip olabiliyor, bu toprak ölümünden sonra erkek evlâdına intikal ediyordu. Köylü topraktan aldığı ürünün vergisini iktâ sahibine, arazi vakfedilmişse ilgili vakfa ödüyordu. Emîrler ve ileri gelenlere ait iktâlar ancak bir hizmet karşılığı verilmekte, iktâ sahibi hizmetten azledildiğinde iktâı elinden alınmaktaydı. Hükümdar öldüğü veya değiştiğinde bütün iktâların beratları yeni hükümdar tarafından yenileniyordu. Toprağa bağlı halk hukukî yönden şehir halkı gibi hürdü. İktâ sahipleri halktan muayyen miktardaki vergiden fazlasını talep edemezdi. Halk her zaman sultan veya büyük divana müracaat edebilirdi. İktâ sahibinin kanunlara uymadığı durumlarda iktâı elinden alınmaktaydı (bk. İKTÂ). Selçuklu vergi sisteminin esasını ziraî üretimden alınan vergiler teşkil etmekteydi. Ziraî alanda yeni tesislerin kurulması ve bunların işletilmesi yeni bir ziraî hukukun doğmasına yol açmıştır. Horasan ve Irak’taki âlimler mahallî örfleri ve ziraî meseleleri İslâm hukuku esaslarına göre tekrar düzenlemiş, böylece bu alanda uzun süre geçerliliğini koruyacak yeni bir hukuk oluşturulmuştur.

Ziraat eski dönemlere dayanan gelişmiş bir sulama sistemi üzerine kurulmuştu. Akarsular kanallara ayrılıyor ve her akarsudan âzami ölçüde faydalanılıyordu. Sultan Melikşah ve Sencer döneminde Irak, Horasan ve Hârizm’de yeni sulama kanalları açılmıştır. Bir kayda göre, Merv ve çevresinde suların tanzimi işine bakan mîrâbın maiyetinde 12.000 kişi çalışıyordu. Yeni sulama kanalları sayesinde ziraî üretim artmış, üretimin artması köy ve şehirlerin büyümesine, şehirlerde ticarî hayatın gelişmesine yardımcı olmuştur. Horasan’da özellikle Murgab Kanalı’nın suladığı Merv ovalarından alınan ürün bölgenin iskânını büyük ölçüde etkilemiş, burada yapılan pamuk ziraatı, şehir ve kasabalarda dokuma sanayiinin gelişmesine katkıda bulunmuştur.

3. Şehirliler. Selçuklular, şehir kültürünün geliştiği Horasan’da devletlerini ancak yerleşik hayatı ve şehir kültürünü koruyucu bir tavır almaya karar verdikten sonra kurabilmiştir. Selçuklu Devleti’nin ilk siyasî merkezi Horasan’ın en önemli şehri olan Nîşâbur’du. Bu dönemde yaklaşık 1680 hektarlık bir alana yayılan Nîşâbur’un nüfusu 110-220.000 arasındaydı. Nîşâbur, Tuğrul Bey zamanında devletin batı yönündeki genişleme siyasetinin bir sonucu olarak yerini Rey şehrine bırakmış, Sultan Melikşah zamanında başşehir Rey’den İsfahan’a nakledilmiştir. Bu dönemde İsfahan, Selçuklu Devleti’nin en büyük şehri haline gelmiştir. Sultan Sencer’in Selçuklu tahtına müdahalesinin ardından devletin merkezi Merv şehrine taşınırken İsfahan bir süre daha Irak Selçuklu Devleti’nin başşehri olarak kalmıştır. Sultan Sencer zamanında Merv şehri Selçuklu kültür hayatının en önemli merkezi durumundaydı. Bu dönemde gelişiminin doruğuna ulaşan Merv’in nüfusu 150.000 kişi civarındaydı. Bu şehirlerin yanı sıra Herat, Belh, Kazvin, Hemedan, Yezd, Kum, Merâga, Bağdat, Ahvaz ve Musul başlıca büyük yerleşim merkezleriydi. Bunlara Selçuklular’a tâbi devletlerin sınırları içerisinde yer alan Buhara, Semerkant, Gazne, Dımaşk, Halep ve Urfa gibi önemli şehirleri de eklemek mümkündür.

Selçuklu şehirleri başlıca üç kısımdan oluşuyordu: İç kale (kûhandiz), asıl şehir (şehristan) ve dış mahalleler (rabaz). Pazar ve alışveriş merkezlerinin çoğu şehir merkezinden ziyade dış mahallelerde toplanmıştı. Büyük şehirlerde her sokağın belli bir esnaf grubuna tahsis edildiği kapalı mekânlardan oluşan büyük pazarlar bulunmaktaydı. Vakıflar, hastahaneler ve zâviyeler şehirlerde oldukça yaygındı. Büyük şehirlerde daha Selçuklular’dan önce idarî vazifelerle ya da zenginliğin sağladığı imkânlarla büyük güç ve nüfuz sahibi olan İranlı yahut Arap asıllı olup İranlılaşmış zengin aristokrat aileler (âyan) oluşmuştu. Olağan üstü durumlarda şehrin kaderini bu aileler belirliyordu. Muhammed b. Hüseyin el-Beyhakī, Nîşâbur ileri gelenlerinin şehir halkını Gazneliler’e karşı Selçuklu hâkimiyetini kabule nasıl teşvik ettiğini anlatmaktadır (Târîħ, s. 728). Kasaba ve köylerde de mülk sahibi olan ve birbirleriyle akrabalık ilişkisi kuran bu aileler Selçuklular zamanında güçlü konumlarını korumayı başarmıştır. Bu dönemde İsfahan’da Şâfiîler’in rehberi olan Hucendî, Nîşâbur’da Hanefîler’in rehberi olan Sâidî, Buhara’da güç sahibi olan Âl-i Burhân ailelerinde olduğu gibi şehir aristokrasisine yeni aileler eklenmiştir. Bu ailelerden pek azı Türk asıllıydı. Petruşevsky’nin bir incelemesi, XII. yüzyıl ortalarında Horasan’daki Sebzevâr şehrinde bulunan kırk bir aristokrat aileden yirmi dördünün Arap, on ikisinin İran, sadece bir ailenin Türk asıllı olduğunu ortaya koymaktadır. Benzer bir sonuç Bulliet’in Nîşâbur şehriyle ilgili incelemesinde de görülmektedir. Bu ailelerden bazıları, Selçuklu merkezî hâkimiyetinin zayıflamasıyla siyasî hadiselerde belirleyici bir güç haline gelmiştir. İdarî, ilmî ve hukukî vazifeler genellikle hânedan değişikliklerinden sonra da mevkilerini koruyabilen aristokrat ailelerin elinde bulunmaktaydı. Bu durum, siyasî hâkimiyetin zayıfladığı zamanlarda şehrin idaresinde söz sahibi hale gelen ve meşruiyetlerini siyasallaştıran reisler için de geçerliydi.

Büyük şehirlerde dış ülkelerle büyük miktarda ticaret yapan zengin ve nüfuzlu bir tâcirler sınıfı teşekkül etmişti. Devlet ricâlinden ve hânedan mensuplarından bazıları paralarını işletmek için tâcirlere vermekteydi. Çok debdebeli bir hayat sürmelerine ve büyük bir güce sahip bulunmalarına rağmen tâcirlerin devlet protokolünde hemen hemen hiçbir yeri yoktu. Orta ve küçük ölçekte ticaret yapan tâcirler, orta halli esnaf, küçük dükkân sahipleri ve kalabalık zanaat erbabı şehirlerde ayrı ayrı loncalar halinde teşkilâtlanmıştı. Zanaatlar şehrin ekonomik hayatı içerisinde önemli bir yer tutmaktaydı. Çinicilik, demir işçiliği, boya sanayii ve kâğıt imalâtı oldukça gelişmişti. Dokuma tezgâhları, demir fırınları, deri işleme atölyeleri, kâğıt imalâthaneleri, çini, cam gibi maddeler üreten fırın ve imalâthaneler ülkede yayılmıştı. Pamuklu ve ipekli dokumacılık şehirlerdeki iş kollarının başında geliyordu. Bilhassa Horasan ile Mâverâünnehir’in pamuklu ve yünlü dokumaları bu dönemde şöhret kazanmıştı ve bunlar ihraç edilmekteydi.

Şehirlerde fakirlerden, işsizlerden ve serserilerden oluşan kalabalık zümrelere de rastlanmaktaydı. Kendi aralarında özel bir teşkilât meydana getiren bu zümreler fırsat buldukça karışıklık çıkarmaktan geri durmuyordu. Bununla birlikte dâhilî mücadeleler ve âni hücumlar karşısında bu zümrelerden zaman zaman ücretli asker olarak istifade edilmekteydi. XII. yüzyılda Herat’ta bunlara “rind”, Tûs gibi diğer bazı Horasan şehirlerinde “ayyâr” deniliyordu. Ortaçağ İslâm dünyasında ise “şuttâr” ve “fityân” gibi isimler verildiği bilinmektedir.

Selçuklu şehirleri din ve mezhep faaliyetleri açısından oldukça canlıydı. Halk umumiyetle mensup olduğu dine, hatta bazan mezhebe göre farklı mahallelerde oturuyordu. Mezhepler dinî ve ilmî işleri yürüten nüfuzlu ailelerin etrafında örgütlenmişti. Sünnî İslâm mezheplerinin yanı sıra XI. yüzyılın sonlarına doğru İran’da faaliyetlerini arttıran İsmâilîler de Selçuklu hânedan üyeleri arasındaki taht kavgalarından istifade ederek büyük şehirlerde iyice güçlenmiştir. Zahîrüddîn-i Nîsâbûrî ve Râvendî, İsmâilîler’in propagandaları neticesinde sadece İsfahan’da bu mezhebe girenlerin sayısının 30.000 kişiyi bulduğunu bildirmektedir. Selçuklu şehirlerinde müslümanların yanı sıra Mecûsî, hıristiyan ve yahudiler diğer önemli dinî zümreleri oluşturuyordu.

Büyük şehirlerde bayramlarda zafer şenlikleri sırasında ve hükümdarların cülûsunda çarşı ve pazarlar donatılmakta, her tarafta zafer takları kurulmaktaydı (İbnü’l-Esîr, X, 174). Dinî bayramların yanı sıra eski İran kültürünün önemli günleri olan Nevruz ve Mihrican da halk arasında canlı bir şekilde yaşıyor ve büyük törenlerle kutlanıyordu (Muhtârî, s. 115-121, 284, 290, 309; Muizzî, s. 623, 630).

İktisadî hayat geniş bir coğrafyada siyasî istikrarın sağlanabilmesi, yeni su kanalları inşa edilmesi, üretimin arttırılması ve ticaretin gelişmesi sayesinde parlak bir seviyeye erişmişti. Ticaret kervanları Mâverâünnehir, Hârizm, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu’da güvenli bir şekilde sefer yapabiliyordu. Şehirlerde üretilen mallar ticaret yolları vasıtasıyla pek çok yere kolayca pazarlanmaktaydı. Kervanların güvenliği genellikle askerî muhafızlar tarafından sağlanıyordu. Selçuklular’ın ticaret yollarına vermiş olduğu önem özellikle Anadolu’da daha ileri bir seviyeye ulaşmış ve milletlerarası ticaretin gelişmesine yardımcı olmuştur.

Sultan Melikşah zamanında ticarî vergiler ve gümrük vergilerinin yekünü 600.000 dinarı bulmuştu. Eyaletlerin merkeze ödedikleri vergi, İlhanlı devri müellifi Hamdullah el-Müstevfî’nin Risâle-i Melikşâhî adlı eserden yaptığı nakle göre 215 milyon dinara ulaşmıştı (Nüzhetü’l-ķulûb, s. 27). Bu miktarın, XIV. yüzyıl başlarında yaklaşık aynı coğrafyaya hükmeden ve Gāzân Han tarafından uygulanan reformlardan sonra ancak 21 milyon dinara çıkarılabilen İlhanlı Devleti vergi gelirlerinin on katından daha fazla olması XI. yüzyılın son çeyreğinde Selçuklu ekonomik gücünün hangi noktaya eriştiğini göstermektedir. Bu mukayesede İlhanlı dinarının gümüş, Selçuklu dinarının altın parayı ifade ettiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Eyaletler ve tâbi devletlerden gelen vergilerin yanı sıra Sultan Melikşah zamanında Bizans Devleti de Selçuklular’a haraç ödemekteydi (İbnü’l-Esîr, X, 154). Vergilerin bir kısmıyla ülke imar edilmiş, büyük vakıf ve hayır eserleri kurulmuştur. Yâkūt el-Hamevî, Sultan Sencer’in Merv’de inşa ettirdiği, içerisinde sultanın türbesinin yanı sıra pek çok imaretin yer aldığı büyük bir külliyeden bahsetmektedir (MuǾcemü’l-büldân, IV/1, s. 509). Selçuklular zamanında sağlanan ekonomik canlılık sayesinde toplumsal refah artmış, sağlık, eğitim ve kültür faaliyetlerinde büyük gelişme kaydedilmiştir. İlk Selçuklu hastahanesi Nizâmülmülk zamanında Nîşâbur’da açılmış, bunu başka hastahaneler takip etmiştir. Selçuklu sultanları, hatunlar ve önemli devlet adamları pek çok hastahane inşa ettirmiştir. Bu dönemde dârüşşifâların yanı sıra ordu bünyesinde seyyar hastahaneler kurulmuştur (bk. BÎMÂRİSTAN).

Eğitim faaliyetleri şehirlerde hızla yayılan medreselerde yürütülmekteydi. Merv, Nîşâbur Bağdat, İsfahan, Rey gibi şehirlerde çok sayıda medrese ve büyük kütüphane mevcuttu. Yâkūt el-Hamevî, Merv’de on büyük kütüphanenin olduğunu, dünyada bir eşi görülmeyen bu kütüphanelerden 200 cilt kadar kitabın okunmak üzere eve götürülebildiğini kaydetmektedir (a.g.e., IV/1, s. 509-510). Ayrıca Selçuklu sultanlarının saraylarında özel kütüphanelerinin bulunduğu anlaşılmaktadır (bk. KÜTÜPHANE). Selçuklular zamanında resmî yazışmalarda Amîdülmülk el-Kündürî ve Nizâmülmülk’ün vezirliği döneminden itibaren Farsça kullanılmış, resmî yazışmaların yanı sıra birçok edebî eser de bu dilde yazılmıştır. XII. yüzyıl Farsça makāmât yazarı Hamîdî okuyucunun ilgisine göre eserini Farsça kaleme aldığını kaydetmekte, Ömer b. Sehlân es-Sâvî de Sultan Sencer’in isteğiyle yazdığı er-Risâletü’s-Senceriyye adlı eserin girişinde devlet erkânı ve hassa kıtaları kumandanlarının anlayabilmesi için eserini Farsça telif ettiğini söylemektedir. Arapça ise önceki dönemlere göre etkinliğini kaybetmekle birlikte ilim, hukuk ve eğitim dili olarak yerini korumuştur.

Büyük Selçuklu sultanlarının teşvik ve desteğiyle İran edebiyatının seçkin simaları bu dönemde önemli eserler vermiştir. Günümüzde İran edebiyatının önde gelen eserleri arasında yer alan birçok kitap Selçuklu sultanlarının himayesiyle kaleme alınmıştır. Nizâmülmülk’ün Sultan Melikşah için yazdığı Siyâsetnâme İslâm dünyasında türünün en iyi örneklerinden biridir. Gazzâlî, Naśîhatü’l-mülûk adlı eserini Sultan Muhammed Tapar adına kaleme almıştır. Sultan Sencer zamanında Ebü’l-Muzaffer Hibetullah b. Erdeşîr b. Keykubad tarafından kaleme alınan Tuĥfetü’l-mülk fi’l-bâh Selçuklu sultanlarının isteğiyle yazılmıştır. Bu eserlerin yanı sıra Selçuklular’ın menşeinden bahseden ve müellifi bilinmeyen Farsça manzum Meliknâme, Sultan Melikşah adına kaleme alınan, müellifi meçhul Risâle-i Melikşâhî, şair Ebû Tâhir-i Hâtûnî tarafından yazılan Târîħ-i Âl-i Selçûķ, Alî-yi Kazvînî tarafından Sultan Sencer adına kaleme alınan Mefâħirü’l-Etrâk, şair Muizzî tarafından Sultan Sencer adına yazılan manzum Siyer-i Fütûĥ-i Sulŧân Sencer, yine Sultan Sencer adına kaleme alınan ve müellifi bilinmeyen Sencernâme gibi eserler ise zamanımıza ulaşmamıştır. Ayrıca yalnız Selçuklu tarihine dair eserler de yazılmıştır (bk. SELÇUKNÂME).

Kaynaklar Sultan Melikşah, Sencer, Süleyman Şah, II. Tuğrul ve Melik Togan Şah gibi hânedan üyelerinin İran şiirinden hoşlandığını ve bu alanda edebî bir zevke sahip olduğunu ortaya koymaktadır (Nizâmî-i Arûzî, s. 43; Enverî, II, 610; Avfî, I, 34; Devletşah, s. 58-59). Melikşah, Sencer, Süleyman Şah ve II. Tuğrul gibi sultanlara ait bazı Farsça rubâîler günümüze ulaşmıştır. Bir rivayete göre son Irak Selçuklu hükümdarı II. Tuğrul, Hârizmşahlar’a karşı yenilgiye uğramasının ardından savaş meydanında Şâhnâme okurken öldürülmüştür. Sultan Alparslan devrinde Burhânî, Sultan Melikşah ve Sencer zamanında Emîr Muizzî “melikü’ş-şuarâ” unvanıyla tanınmış, bu dönemde İran edebiyatının birçok önemli şairi Selçuklu sultanlarının meclislerinde bulunmuştur. Sultan Sencer’in, kızı Mâhmelek Hatun’un vefatından sonra mersiye yazması için Am‘ak-ı Buhârî’yi Mâverâünnehir’den huzuruna davet ettiği bilinmektedir. Bu esnada şair yaşlandığını bildirerek yazdığı mersiyeyi oğlu Hâmidî ile Selçuklu başşehri Merv’e göndermiştir (Dîvân, s. 14-15). Selçuklu sultanlarının yanı sıra Selçuklu melikleri de şair ve edipleri himaye etmiştir. Nizâmî-i Arûzî, şiire ilgisiyle tanınan Selçuklu şehzadesi Melik Togan Şah b. Alparslan’ın şair Ezrakī-i Herevî’ye bir şiiri için 500 dinar verdiğini kaydetmektedir (Çehâr Maķāle, s. 44). Devrin önde gelen şairleri Emîr Muizzî, Ömer Hayyâm, Edîb Sâbir, Am‘ak-ı Buhârî, Enverî, Senâî, Abdülvâsi-i Cebelî, Eşref-i Gaznevî ve Ezrakī’nin Selçuklu sarayı ile ilişki içerisinde olduğu bilinmektedir. Bu şairlerin yanı sıra Selçuklular zamanında yetişen diğer önemli şair ve edipler arasında Lâmiî-i Gürgânî, Nâsır-ı Hüsrev, Mes‘ûd-i Sa’d-i Selmân, Nizâmî-i Gencevî, Hâkānî-i Şirvânî, Ebû Tâhir-i Hâtûnî, Ebîverdî, Evhadüddîn-i Enverî, Esîrüddîn-i Ahsîkesî, Zahîr-i Fâryâbî, Cemâleddîn-i İsfahânî, Refîuddîn-i Lunbânî ve Şerefeddin Şefrevih-i İsfahânî’yi saymak mümkündür. Vezir ve devlet adamları da edip ve şairleri himaye ederek edebî faaliyetlerin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Daha Selçuklu Devleti’nin kuruluş döneminde İbn Hassûl, Kitâbü Tafżîli’l-Etrâk Ǿalâ sâǿiri’l-ecnâd adlı risâlesini Tuğrul Bey’e okunmak üzere Vezir Amîdülmülk el-Kündürî’ye takdim etmiştir. Vîs ü Râmîn isimli manzum eserini 446 (1054-55) yılında Selçuklu Veziri Amîdülmülk el-Kündürî adına kaleme alan Fahreddîn-i Gürgânî, eserinin giriş kısmında Tuğrul Bey’e bir methiye yazmıştır. Vezir Nizâmülmülk’ün devrin âlim, şair ve ediplerini himaye ettiği bilinmektedir. Ali b. Hasan el-Bâharzî, Dümyetü’l-ķaśr adlı eserinde devrin tanınmış şairlerinin Nizâmülmülk için kaleme aldığı pek çok methiyeye yer vermiştir. Sultan Sencer’in vasalı Hârizmşah Atsız, Muhammed b. Ömer er-Râdûyânî’nin Tercümânü’l-belâġa’sına ilgi duymuş ve benzer eserlerin kaleme alınmasını teşvik etmiş, bütün bu gelişmeler, Selçuklular döneminde İran edebiyatında “sebk-i Selçûkī” denilen yeni bir edebî tarzın ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

 

Dinî, İlmî, Fikrî ve Tasavvufî Hayat. Dinî ve İlmî Hayat. Selçuklular, İslâm dünyasının siyasî liderliğini ele aldıktan sonra iç politikada Şiî Fâtımîler, dış politikada Bizanslılar’la mücadele etmeyi temel ilke kabul etmişlerdi. Şiî Fâtımîler’e karşı Sünnîliğin hâmisi olmuşlardı ve Sünnîlik ülkenin her yerinde gelişip yayılmıştı. Türkler’in büyük çoğunluğu gibi Selçuklu sultanları da Sünnîliğin Hanefî yorumunu tercih etmişler ve bu konuda son derece titiz davranmışlardır. Mezheplerine olan bağlılıkları 1055’te Bağdat’a geldiklerinde kādılkudât tayininde de kendini göstermiş, vefat eden Şâfiî âlimi İbn Mâkûlâ’nın yerine Hanefî âlimi Ebû Abdullah ed-Dâmegānî kādılkudâtlığa getirilmiştir. Otuz yıl boyunca bu görevi yürüten Dâmegānî ile Hanefîlik önemli bir gelişme göstermiş, ülkenin değişik yerlerine tayin edilen Hanefî kadıları mezheplerinin yayılması için çalışmışlardır. Melikşah’ın son dönemlerine kadar hilâfet merkezi Bağdat’ta Hanefî bir kādılkudâtın bulunması bu konuda Selçuklular’ın etkinliğini göstermektedir. Tuğrul Bey’in Nîşâbur’da inşa ettirdiği medreseden sonra Sultan Alparslan, Bağdat’ta Ebû Hanîfe’nin kabrinin yanında Hanefîler için bir medrese yaptırmıştır. Bu medresede ilk dersi Hanefîler’in önemli şahsiyetlerinden Ebû Tâhir İlyâs ed-Deylemî vermiş, Ebû Tâlib Hüseyin ez-Zeynebî de elli yıl boyunca müderrislik yapmıştır. Hanefî mezhebinin asıl yayılma sahası Belh, Rey, Buhara, Semerkant, İsbîcâb ve Nîşâbur gibi Horasan ve Mâverâünnehir’in önemli şehirleridir. Selçuklular döneminde Ebû Nasr Ahmed b. Mansûr el-İsbîcâbî, Ebü’l-Usr el-Pezdevî, Ebû Bekir Hâherzâde ve Şemsüleimme es-Serahsî gibi önemli âlimler bu bölgelerden yetişmiştir. Irak bölgesi de Hanefîliğin yayıldığı alan olmuştur. İkinci büyük Sünnî mezhep olan Şâfiîlik daha çok Hicaz ve Mısır’da yayılmakla birlikte sonraları Suriye ve Irak bölgelerinde de etkin bir konuma gelmiştir. Şâfiîler’in bu bölgelerde Hanefîler’le beraber fetva ve öğretim işlerini paylaşmaya başlamaları Selçuklular dönemine denk gelir. Fâtımîler’in açmış olduğu Ezher Medresesi’nden yetişen Şiî-Bâtınî dâîlerin çalışmalarına karşı Selçuklular, Nizâmiye medreselerini inşa ettirmişlerdir. Şiîlik propagandaları Hicaz ve Suriye gibi halkı Arap olan bölgelerde yaygın olduğu için Selçuklular, Arap topluluklarının daha çok benimsediği Şâfiî mezhebi esaslarına göre eğitim yapan medreselerin açılmasını sağlamışlardır. Böylece Şiî propagandalarının etkisiz hale getirilmesi amaçlanmıştır. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Ebû İshak eş-Şîrâzî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed eş-Şâşî, İmam Gazzâlî, İlkiyâ el-Herrâsî ve Muhammed b. Yahyâ en-Nîsâbûrî gibi şahsiyetler bu medreselerde müderrislik yapmıştır. Endülüs’ten Mâverâünnehir’e, Kafkaslar’dan Yemen’e kadar çeşitli bölgelerden gelen öğrenciler Bağdat, Nîşâbur, Merv, Herat ve İsfahan gibi şehirlerde nizâmiyelerde okuyarak memleketlerine dönmüş ve Sünnîlik üzerinde ortak bir kültürün gelişmesine hizmet etmiştir. Hanbelî mezhebi ise gerek arkasında siyasî desteğin olmaması gerekse Hanbelîler’in kendi mezhep anlayışları yüzünden fazla yayılma imkânı bulamamıştır. Daha çok Bağdat ve çevresinde görülen Hanbelî mezhebinin Selçuklular dönemindeki en büyük temsilcisi Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, Suriye ve Harran’daki diğer önemli temsilcisi sûfî müellif Hâce Abdullah-ı Herevî’dir. Mâlikî mezhebi de Selçuklular’ın hâkim olduğu Irak, Bağdat ve Suriye’de mensupları az olmakla beraber varlığını sürdürmüştür. Ebü’l-Fazl Muhammed b. Abdullah el-Mâlikî ve Ebû Ya‘lâ Ahmed b. Muhammed el-Abdî dönemin önemli Mâlikî âlimleridir. Bu dört Sünnî mezhebin yanında Evzâî ve Zâhirî mezhepleri de varlıklarını kısmen devam ettirmiştir.

Selçuklular döneminde açılan medreselerde dinî ilimlerin yanı sıra edebiyat, riyâziye, astronomi ve felsefe okutulmuş, Ebû İshak eş-Şîrâzî, Cüveynî, Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî gibi din âlimleri yanında diğer ilimlerde de söz sahibi âlimler yetişmiştir. Bu dönem edebiyat sahasında büyük şahsiyetlerin yetiştiği çağ olmuştur. Tuğrul Bey’in divanında görev alan Ali b. Hasan el-Bâharzî, Alparslan ve Melikşah’a hizmet eden Tuğrâî gibi edipler bunlar arasında sayılabilir. Hatîb et-Tebrîzî ve

Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī gibi edipler aynı zamanda müderrislik görevi yapmıştır. Abdülkāhir el-Cürcânî gibi edebiyatçılar yanında el-Muĥîŧ fî luġāti’l-Ķurǿân’ın müellifi Ebû Ca‘fer Ahmed b. Ali el-Beyhakī ve Zemahşerî gibi edip ve din âlimleri de yetişmiştir. Fars yazı dili ve edebiyatı Selçuklular devrinde altın çağını yaşamış; Muizzî, Enverî, Hâkānî ve Nizâmî gibi şairler Fars edebiyatının en güzel örneklerini vermiştir. Selçuklular dönemi fen bilimleri alanında da önemli başarıların elde edildiği bir devirdir. Ömer Hayyâm, Melikşah’ın emriyle kurduğu rasathânede astronomi çalışmalarını yürütmüş, Melikşah’ın lakabına nisbetle güneş yılını esas alan Celâlî takvimini hazırlamıştır. Bu alandaki çalışmalar Muhammed b. Ahmed el-Beyhakī tarafından Sultan Muhammed Tapar döneminde İsfahan rasathânesinde sürdürülmüş, Bedî‘ el-Usturlâbî çalışmaları tamamlayıp zîcleri tesbit etmiştir. Sultan Sencer döneminde Abdurrahman el-Hâzinî, Selçuklu ülkesinin enlem ve boylamlarını gösteren “Zîc-i Sencerî”yi hazırlamış ve sahasında önemli bir çalışma olan Mîzânü’l-ĥikme adlı kitabı kaleme almıştır. Bu gelişmeler Nasîrüddîn-i Tûsî’nin Merâga’daki rasathânesini kurmasına zemin hazırlamıştır. Selçuklular devrinde tıp sahasında da önemli gelişmeler olmuştur. Sultan Alparslan zamanında yeni hastahaneler açılmış, Sâbûr b. Sehl ve İbnü’t-Tilmîz gibi ünlü hekimler burada hizmet vermiştir. Sefer esnasında askerlerin tedavileri için 100 deve ile taşınan seyyar hastahanelerin kurulduğu belirtilmektedir. Bu dönemde Bağdat’a gelen Constantin Africanus müslüman hekimlerin eserlerini Salerno’ya götürerek Latince’ye çevirmiş, bu eserler Avrupa tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Eczacılık, kimya, botanik ve biyoloji gibi fen bilimleri yanında mimarlık ve güzel sanatlar konusunda da Selçuklular devrinde önemli başarılara tanık olunmaktadır.

Fikrî Hayat

Selçuklular döneminde özellikle Mu‘tezile düşüncesinden kaynaklanan fikrî hareketlerin toplumu etkilediği görülmektedir. Selçuklular amelde Hanefîliği, itikadda Mâtürîdîliği benimsemişti. Hanefîliğin aklı ve nakli ayrı ayrı birer bilgi kaynağı kabul etmesinden dolayı Mu‘tezile mezhebi mensuplarının bir kısmı amelde Hanefîliği kabul etmişti. Tuğrul Bey ve Alparslan’ın vezirliğini yapan Amîdülmülk el-Kündürî amelde Hanefî, itikadda Mu‘tezilî idi. Şâfiî ve Eş‘arî olan Ebû Sehl Muhammed b. Hibetullah’ın (İbnü’l-Muvaffak) Nîşâbur Şâfiîleri’nin reisliğine tayini Kündürî’yi rahatsız etmiş, onun vezirlik makamına getirilmesi ihtimalini ortadan kaldırmak amacıyla Tuğrul Bey’den ehl-i bid‘ata minberlerden lânet edilmesi için izin aldıktan sonra lânete Eş‘arîler’i de katmıştır. Böylece ülkede uzun yıllar sürecek bir fikrî çatışma ve kargaşa başlamıştır. Bu durum Eş‘arî âlimlerini rahatsız etmiş, Tuğrul Bey’le görüşüp bu haksız uygulamanın kaldırılmasını talep etmişlerdir. Abdülkerîm el-Kuşeyrî yapılanların yanlışlığını göstermek için bir risâle kaleme almış, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, Kündürî’ye bir mektup yazarak baskıların kaldırılmasını istemiştir. Bu girişimlerden bir sonuç alınamadığı gibi uygulama daha da genişletilmiş, Şâfiîler de ehl-i bid‘at sayılmış, kitap yazma, vaaz, hutbe ve ders verme gibi faaliyetleri yasaklanmıştır. Bazı Eş‘arîler yakalanarak hapsedilmiş, İmam Cüveynî ve Beyhakī gibi âlimler memleketlerini terketmek zorunda kalmıştır. Ancak bu uygulama diğer Sünnî âlimlerince tepkiyle karşılanmış, Şâfiî Ebû İshak eş-Şîrâzî ve Hanefî Ebû Abdullah ed-Dâmegānî uygulamanın câiz olmadığına ve sorumluların cezalandırılması gerektiğine dair fetva vermiştir. Eş‘arîler’e lânet edilmesi olayı Sultan Alparslan’ın tahta geçmesine kadar devam etmiş, Alparslan, Kündürî’nin yerine Şâfiî ve Eş‘arî olan Nizâmülmülk’ü getirmiştir. Nizâmiye medreselerinin açılması ve Şâfiî-Eş‘arî ulemâsına geniş imkânlar tanınmasıyla mesele tarihe karışmıştır. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Eş‘arîliğe te’vil metodunu getirmiş, öğrencisi Gazzâlî kelâmın kapılarını felsefe ve mantığa açmış, Ehl-i sünnet dışı fikirlerle mücadele etmiş, aklın çözemediği meselelerde vahye dayanmak gerektiğini söyleyerek mutasavvıf kişiliğini ortaya koymuştur. Eş‘arî kelâmının nihaî zaferi Gazzâlî ile temin edilmiş, daha sonra gelen Fahreddin er-Râzî gibi âlimler de aynı yolda yürümüştür. Özellikle Râzî kelâmı iyice aklîleştirerek Eş‘arî kelâmına yeni ufuklar açmış, felsefeyi kelâmla birleştirip felsefî kelâm dönemini başlatmıştır. Bu devirde Hanbelîler’le Eş‘arîler arasında da fikrî ihtilâflar yaşanmış, bu ihtilâflar Sultan Melikşah döneminde devam etmiştir. Mu‘tezilî Ebû Ali b. Velîd’in mezhebin görüşlerini yaymaya çalıştığı sırada benzer durumlar yaşanmış, tartışmalar halk kesimlerine yayılınca olaylar çıkmış, halifenin ve Nizâmülmülk’ün araya girmesiyle bu olaylar yatıştırılmıştır. Bütün bunlara rağmen Mu‘tezile’nin varlığını devam ettirebilmesi kısmen Selçuklular’ın hoşgörüsü sayesinde olmuştur. Nitekim Sultan Sencer’in dostlarından Şehristânî ve müfessir Zemahşerî, Mu‘tezilî olup itibar görmüşlerdir. Selçuklular sadece Mu‘tezile’ye değil diğer felsefî düşüncelere de hoşgörüyle yaklaşmışlardır. Türkler’in Bağdat’a intikali ve bir siyasî güç olarak ortaya çıkmasıyla birlikte uygulamadaki halifelik ve saltanat kurumlarının meşruiyet meselesi dönemin âlimlerini meşgul etmiş ve konu siyaset bağlamında ele alınarak iki kurumun hukukî durumları, yetki ve sorumlulukları belirlenmeye çalışılmıştır. Mâverdî, İslâm tarihinde kapsamlı bir devlet teorisi geliştirme konusunda ilk teşebbüs olan el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye’de İslâm amme hukukunun teorik meseleleri üzerinde durarak halifenin gerekliliğini delillerle savunmuş, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî Ġıyâŝü’l-ümem (el-Ġıyâŝî) adlı eserinde Şiîler’in hilâfet konusundaki görüşlerini reddetmiş ve, “İmam Kureyş’tendir” şeklindeki klasik görüşü devam ettirmiştir. Nizâmülmülk’ün, Siyâsetnâme adlı eserinde saltanatın meşruiyetini savunurken hilâfet kurumundan hiç bahsetmemesi dikkat çekicidir. Gazzâlî hilâfeti kabul eden, fakat saltanatı da benimseyen yeni bir görüş ortaya koymuş, ulemâyı halife ve sultan arasında üçüncü bir güç kaynağı kabul etmiş, devlet yönetiminde bilginlerin yol gösterici niteliğine vurgu yapmıştır.

Tasavvufî Hayat

Selçuklular, İslâm dünyasının siyasî liderliğini ele aldıktan sonra Kitap ve Sünnet’e dayalı tasavvuf anlayışını koruma ve gelişmesine yardım etme hususunda gayret göstermişlerdir. Tuğrul Bey’den itibaren Selçuklu sultanları mutasavvıflara karşı büyük saygı göstermiştir. Tuğrul Bey dönemin şeyhlerinden Baba Tâhir-i Uryân’ın nasihatlerini dinler, Melikşah âlimlere ve şeyhlere bol ikramlarda bulunur, onların gönüllerini hoş tutmayı severdi. Nizâmülmülk de ulemâya ve sûfîlere büyük itibar gösterirdi. Horasan sûfîliğinin görüşlerini temsil eden Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, hocası Nasrâbâdî’nin, “Tasavvufun aslı Kitap ve Sünnet’e dört elle sarılmaktır” şeklindeki görüşünü devam ettirerek Selçuklular döneminin önemli âlim ve sûfîsi Abdülkerîm el-Kuşeyrî’yi etkilemiştir. Kuşeyrî önce Ebû Ali ed-Dekkāk’tan, daha sonra Horasan’ın ünlü şeyhi Sülemî’den tasavvuf terbiyesi alarak yetişmiştir. Kuşeyrî’nin öğrencisi ve daha sonra Nakşibendiyye adıyla anılan Hâcegân silsilesinin önemli bir halkası olan Ebû Ali el-Fârmedî, Kuşeyrî ile Gazzâlî’yi birbirine bağlayan köprü vazifesi görmüştür. Nîşâbur’da iken Ebû Ali el-Fârmedî’nin sohbetlerine katılan Gazzâlî hayatının son zamanlarında tam mânasıyla tasavvufa yönelmiştir. Tasavvuf onunla birlikte yeni bir döneme girmiş ve İslâm kültüründe âdeta resmî bir hüviyet kazanmıştır. Nizâmiye medreselerinin müderrisleri ve öğrencileri arasında sayıları çok az olmakla birlikte tasavvufa yönelenler de olmuştur. Bu müderrislerden biri olan Ahmed el-Gazzâlî tasavvufî yönü kardeşinden çok daha ileride önemli bir şahsiyettir. Bağdat Nizâmiye Medresesi’nde Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin talebesi olan Yûsuf el-Hemedânî, Ebû Ali el-Fârmedî’ye intisap edip onun müridi olmuş, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir’de halkı irşad etmiştir. Yûsuf el-Hemedânî, Abdullah-ı Berkî, Hasan-ı Endâkī, Ahmed Yesevî ve Abdülhâliķ-ī Gucdüvânî gibi dört büyük halife yetiştirmiştir. Yeseviyye tarikatını kurarak Türkler arasında İslâm’ı yayan Ahmed Yesevî, Haydarîlik ve Bektaşîlik üzerinde etkili olmuştur. Abdülhâliķ-ī Gucdüvânî yine bir Türk tarikatı olan Hâcegân tarikatının kurucusudur. Bu tarikat XIV. yüzyıldan sonra Bahâeddin Nakşibend’e nisbet edilerek Nakşibendiyye adını almış, Türkler arasında en yaygın tarikat haline gelmiştir. Kādiriyye tarikatının pîri Abdülkādir-i Geylânî, Selçuklular devrinde Bağdat’ta yaşamıştır. Kurduğu tarikat sonraki dönemlerde Kuzey Afrika’dan Çin’e ve Anadolu’ya kadar İslâm dünyasının hemen her tarafına yayılmıştır. Selçuklular devrinde ülkenin çeşitli yerlerinde zâviye ve hankahlar inşa edilerek sûfîlerin hizmetine verilmiştir. Aynı amaç için kullanılan ribâtlar, sûfîlerin barınma ve eğitim merkezleri olmanın yanında seyahat eden âlimler ve talebeler için konaklama mekânları görevini de sürdürmüştür. Selçuklular döneminde inşa edilenlerle birlikte sûfîlere ait ribâtların sayıları artmıştır. Sadece Sultan Melikşah devri ve sonrasında yapılan ribâtların sayısı otuz beş civarındadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.