II. Dünya Savaşı Dönemi ve Türkiye’nin Dış Politikası

II. DÜNYA SAVAŞI DÖNEMİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI

Savaşın Başlaması

Hitler Almanya’sı ile Sovyetler Birliği, 1939 Ağustos’unda aralarında imzaladıkları Saldırmazlık Paktı ile Polonya’yı paylaşmışlardı. Almanya’nın 1 Eylül’de Polonya’ya saldırması üzerine, daha önce Polonya’ya garanti vermiş olan İngiltere ve Fransa’nın Almanya’ya 3 Eylül’de savaş ilan etmeleriyle II. Dünya Savaşı başlamıştır. 1940 Mayıs’ında Almanya’nın Paris’i işgal etmesiyle Fransa savaş dışı kalmıştır. Savaşta dengeyi değiştiren asıl gelişme, aralarındaki ittifaka rağmen Hitler’in 1941 Haziran’ında Sovyetler Birliği’ne saldırması olmuştur. Bu gelişmenin arkasından Sovyetler Birliği ile İngiltere arasında yakınlaşma başlamış, taraflar arasında 1941 Temmuz’unda yapılan anlaşmadan bir yıl sonra bir de ittifak antlaşması imzalanmıştır.

ABD’nin Savaşa Girmesi

Savaşta dengeyi değiştiren bir diğer gelişme ise Japonya’nın 1941 Aralık ayında ABD’ye (Pearl Harbour’a) saldırmasıyla ABD’nin tarafsızlığına son vermesi, Japonya ve Almanya’ya savaş ilan etmesi olmuştur. Bu durum, en fazla İngiltere’yi mutlu etmiştir. Savaş esnasındaki yeni durumda Almanya, İtalya ve Japonya karşısında İngiltere, Fransa, ABD ve Sovyetler Birliği bulunmaktaydı. Fransa savaşın başında çökmüş olsa da İngiltere, ABD ve Sovyetler Birliği’nin aynı cephede yer alması duruma denge getirmişti. Savaş esnasındaki dengede 1943 ortalarına kadar belirgin bir değişiklik söz konusu olmadı. 1943 Haziran’ından itibaren ABD, Pasifik’te Japonya karşısında kaybettiği toprakları önce geri almış, arkasından üstünlüğü ele geçirerek Avrupa cephesindeki müttefiklerine daha fazla yardım yapacak hale gelmiştir. Müttefik güçlerin 1943 Temmuz’unda İtalya’nın Sicilya bölgesini işgal etmesi İtalya’da Mussolini’nin devrilmesine yol açmıştır. İtalya’nın Almanya cephesinden ayrılması (şeklen de olsa 13 Ekim’de de Almanya’ya savaş ilan etmesi) bu cepheyi iyice zayıflatırken müttefikleri güçlendirmiştir.

Türkiye’nin Savaş Dışında Kalma Çabası

Savaş esnasında İngiltere, ABD ve Rusya tarafından kendi yanlarında savaşa girmesini sağlamak için Türkiye’ye bir baskı uygulamıştır. Söz konusu baskılara rağmen Türkiye tarafsızlığını korumuştur. Türkiye, 1939 İttifak Antlaşması dolayısıyla savaşa girmesi için İngiltere ve Fransa’nın taleplerine maruz kalmış ancak bu konuda Sovyet ve Alman tehditlerini gerekçe göstererek savaşa girmemiştir. ABD’nin İngiltere yanında savaşa girmesi ve SSCB’nin müttefiklerin safına geçmesi üzerine Türkiye’ye savaşa girmesi konusunda baskı yapan ülkeler arasına SSCB ve ABD de katılmıştı. Bunlar, ilk defa 1943 Şubat’ında Cumhurbaşkanı İnönü ile İngiltere Başbakanı Churchill arasında Adana’da yapılan görüşmede dile gelmiş; Türkiye, Sovyetlerden emin olmadığı ve gerekli askerî teçhizata sahip olmadığı için savaşa giremeyeceğini bildirmiştir.

Bundan sonraki toplantı Türk Dışişleri Bakam Menemencioğlu ile İngiliz Dışişleri Bakanı Eden arasında 1943 Ekim’inde Kahire’de yapılmıştır. Bu görüşmede de Türkiye gerekli askerî yardımın yapılmadığı sürece savaşa katılmayacağını İngiltere’ye bildirmiştir. Bundan sonraki son görüşme İnönü ile Churchill arasında 1943 Aralık ayında yine Kahire’de gerçekleşmiştir. Türkiye bu görüşmede prensipte savaşa katılmayı kabul etmekle beraber gerekli askerî teçhizatın sağlanmasının bekleneceğini ifade etmiştir. Türkiye’nin istediği malzeme yardımı çok bulunduğu için yapılmayınca Türkiye fiilen savaş dışı kalmıştır. Bu durum, Türkiye’nin müttefiklerle ilişkisinde belirli bir gerginliğe yol açmıştır. Asıl gerginlik ise Türk-Sovyet ilişkilerinde yaşanmıştır.

Türk-Sovyet ilişkileri gerginleşirken özellikle Montrö’nün değiştirilmesi konusunda Türkiye’ye baskı yapmaya çalışan Sovyet hükümeti, durumu 1945 Şubatındaki Yalta Konferansı’na ve 1945 Ağustos’undaki Potsdam Konferansı’na getirmiştir. Yalta’da Sovyetlerin Montrö’nün değiştirilmesi talebi ile ilgili bir karar almak yerine tarafların kendi görüşlerini Türkiye’ye ayrı ayrı bildirmeleri fikri benimsenmiştir. Yalta’nın bir başka önemli tarafı da burada alman karar uyarınca 1945 Nisan’ında BM Antlaşmasının imzalanacağı San Fransisko Konferansı’na davet edilebilmesi için 1 Mart 1945’e kadar Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan etmesinin istenmesidir. Türk Boğazları meselesini Sovyetler Potsdam’da da gündeme getirmiş, Moskova yönetiminin kara ve deniz üssü talebi tartışmaya yol açmış ancak Boğazlarla ilgili bir karar alınmamıştır.

Savaşın Sona Ermesi

1944 Haziranındaki Normandiya Çıkarması hem Fransa’daki Alman işgalinin sona erdirilmesi hem de savaşta Almanya karşısındaki cephenin üstünlüğü tamamen sağlaması anlamına gelmekteydi. 7 Mayıs 1945’te Almanya’nın teslim belgesini imzalamasının ardından ABD’nin 1945 Ağustos’unda Japonya’ya karşı atom bombası kullanması, Japonya’nın 2 Eylül 1945’te teslim belgesini imzalamasıyla sonuçlanmıştır.

Birleşmiş Milletlerin Kurulması

İngiltere, ABD ve SSCB arasındaki görüşmelerle savaş sonunda Milletler Cemiyeti’nin yerini alacak olan Birleşmiş Milletlerin kurulması söz konusu olmuştur. Birleşmiş Milletlerin kurucu antlaşmasının imzalanacağı 1945 Nisan’ında San Fransisko’da toplanacak konferansa katılabilmenin temel koşulu 1945 Martina kadar Almanya’ya savaş ilan etmiş olmaktı. Bu, aynı zamanda BM’nin kurucu üyeleri arasında yer almanın da temel koşuluydu. Türkiye, bu şartı yerine getirebilmek için 1945 Şubat’ında Almanya’ya savaş ilan etmiştir.

II. Dünya Savaşı’nın sonucunda artık yeni bir durum söz konusuydu. Milletler Cemiyeti yerine 1945’te Birleşmiş Milletler kurulmuştu. Bu organizasyonu oluşturanlar İngiltere, ABD ve Sovyetler Birliği üçlüsüydü. Bu üçlünün yanma Çin Halk Cumhuriyeti ve Fransa dâhil edilerek Güvenlik Konseyi’nde beşli bir daimi üye kompozisyonu oluşturulmuştur. Bu yapı, savaştan sonra bir daha yeni bir savaş yaşanmaması için ortak çaba sergileneceği varsayımına dayanmaktaydı. Ancak savaştan sonraki gelişmeler hiç de öyle olmamıştır.

SSCB-ABD dostluğunun çok uzun sürmeyeceği Yalta Konferansı sırasında anlaşılmaya başlamıştı. Batılı ülkeler Yalta ve Potsdam Konferanslarında öngörüldüğü üzere Doğu Avrupa’da serbest seçimlerin yapılmasını isterken Sovyetler bu bölgeyi bir güvenlik kuşağı olarak gördüğünden kızıl ordunun desteği ile bu ülkelerde komünist partilerin işbaşına gelmesini sağlamışlardır.

Türk-Sovyet İlişkileri

Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi Türkiye’nin Sovyetler lehine savaşa girmekten ısrarla kaçınmasıyla başlamıştır. Sovyetler, Yalta ve Potsdam Konferanslarında Montrö’yü ve Boğazların statüsünü tartışmaya açmış fakat diğer müttefik ülkelerden bu konuda tam bir destek alamamıştır.

Savaşın sona ermesiyle beraber Moskova ile Ankara arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan gerginlik iyice belirgin hale geldi. 19 Mart 1945’te Türkiye’ye verilen notada Sovyetler, 1945 Kasımında süresi dolacak olan 17 Aralık 1925 tarihli Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşmasının uzatılmasını belli koşullara bağlamaktaydı. Bunlar; Doğu Anadolu’da Kars ve Ardahan’ı da içeren bazı toprakların kendilerine bırakılması, Montrö’de değişiklik yapılması ve Boğazların ortak savunulması için üs verilmesi konularını içeriyordu. Sovyetler, bu taleplerini ilk defa 1945 Şubat’ında müttefikler arasında gerçekleşen Yalta Konferansında dile getirmiş fakat yeterli desteği alamamıştır. Sovyetlere verilen notada bu taleplerin karşılanmasının imkânsız olduğu bildirilmiştir. Konuyu 1945 Temmuz’unda müttefikler arasında gerçekleşen Potsdam Konferansı’na taşıyan Sovyetler Birliği, İngiltere ve ABD arasında özellikle Boğazlar konusunda ciddi tartışmalar çıkmış ancak bir sonuca varılamadığı için bu konuyla ilgili görüşlerin Türkiye’ye ayrı ayrı iletilmesine, toprak konusunun ise Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında çözülmesine karar verilmiştir.

Potsdam’da alınan karar doğrultusunda ABD, 2 Kasım 1945 tarihinde verdiği nota ile Montrö ile ilgili görüşlerini Türkiye’ye bildirmiştir. Bu konuda Türkiye’yi asıl rahatsız eden Sovyetler Birliği’nin 7 Ağustos 1945 tarihli notası olmuştur. Söz konusu notada Boğazların bütün devletlerin ticaret gemilerine sürekli açık olması, Karadeniz’e sahili olmayan ülkelerin savaş gemilerine sürekli kapalı olması, Montrö’de değişikliği öngören bir konferansa sadece Karadeniz’e sahili olan ülkelerin katılması ve son olarak Boğazların güvenliğinin Türkiye ve Sovyetlerin birlikte sağlaması istenmekteydi. Sovyetler aynı notayı ABD ve İngiltere’ye de vermişti. ABD ve Türkiye’nin Moskova’ya verdiği karşı notalarda benzerlik bulunuyordu. İlk iki maddenin görüşülebileceği ifade edilirken son iki maddeye karşı çıkılmaktaydı. Sovyetlerin 24 Eylül 1946’da verdiği ikinci notaya da Türkiye ve ABD aynı kararlılıkla cevap vermişlerdir.

E. SOĞUK SAVAŞ’IN İLK DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI (1945-1960)

Soğuk Savaş’ın Başlaması ve Batı ile İlişkiler

II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan gelişmeler, 1990’a kadar devam edecek olan ve Soğuk Savaş adı verilen yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Soğuk Savaş ile Sovyetler Birliği’nin Doğu Bloku’nun, ABD’nin ise Batı Bloku’nun liderliğini yaptığı “iki bloklu” bir yapı ortaya çıkmıştır. Bu yapıda Türkiye’nin tercihi Batı Bloku ile birlikte hareket etmek biçiminde olmuştur. Türkiye, bu yeni yapı içerisinde Batı’nın oluşturduğu tüm organizasyonlara üye olmuştur. Örneğin Türkiye, Marshall Planı ile gündeme gelen OEEC’ye 1948’de, Avrupa Konseyi’ne 1949’da, NATO’ya ise 1952’de üye olmuştur. Türkiye ile Batı arasında NATO bağlamındaki anlaşmaların yanı sıra ikili bir takım anlaşmalar da yapılmış, böylece Batı’nın oluşturduğu blok ve onun oluşturduğu güvenlik yapılanması içerisinde Türkiye yerini almıştır. Türkiye bu dönemde Batı’ya aşırı bağımlı bir ülke görünümü sergilemiş, BatTnın ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket ediyor görünümü öne çıkmıştır.

ABD ile İlişkiler: II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türk-Amerikan ilişkilerini belirleyen asıl unsur, konjonktürel faktörler olmuştur. Bu bağlamda Savaş sırasında başlayıp Savaş’tan sonra giderek somutlaşan Sovyet tehdidi, Türk-Amerikan ilişkilerinin gidişatını da belirlemiştir. Sovyetler Birliği; Savaş sırasında Türkiye’den Boğazların ortak kontrolünü ve bu bağlamda üs talep etmekte, ayrıca Doğu Anadolu’daki bir kısım toprakların (Kars ve Ardahan) kendisine bırakılmasını istemekteydi.

Sovyetlerin Savaş’tan sonra İran’ı terk etmek istememesi ve Yunanistan’daki iç savaşta komünist unsurları desteklemesi de Amerikan politikasının yeni uluslararası angajmanlarında kuşkusuz önemli rol oynamıştır. İngiltere’nin Savaş’tan ağır hasarla çıkması ve Orta Doğu’daki geleneksel Batı çıkarlarını koruyacak durumda olmaması ABD’yi yalnızcılık politikasına geri dönme ile Batı’nın liderliğini oynama politikası arasında bir tercih yapmak durumunda bırakmıştır. 1947’de ilan edilen, Türkiye ve Yunanistan’a askerî yardım yapılmasını öngören Truman Doktrini ile Batı Avrupa’nın yeniden inşasını öngören Marshall Planı Amerika’nın tercihini ikinci yönde yaptığının açık işaretleriydi. Truman Doktrini her ne kadar sadece Türkiye ve Yunanistan’a odaklanmış gibi görünse de ABD’nin olası Sovyet tehdidi karşısında benzer politikayı sürdüreceğini ifade etmekteydi. Önceleri Marshall Planı kapsamına alınmayan Türkiye, İnönü hükümetinin girişimleri sonucunda 4 Kasım 1948’de plan kapsamına alınarak bu programdan diğer Avrupa ülkeleriyle beraber ekonomik yardım almaya başlamıştır.

Türkiye, II. Dünya Savaşı’nı izleyen iki kutuplu yapıda tercihini Batı Bloku içinde yer almak isteyerek ortaya koymuştur. Türkiye’nin NATO’ya alınmasına ilk başta üye ülkelerin büyük bir kısmı karşı çıkmışlardır. Nitekim 1949 Nisan’ında kurulan NATO’ya ilk müracaat, 5 Mayıs 1950’de İnönü hükümeti tarafından yapılmıştır. Türkiye’de 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimleri kazanan Menderes hükümeti, 11 Ağustos 1950’de başvuruyu yenilemiştir. Bu arada 25 Haziran 1950’de Kuzey Kore kuvvetlerinin Güney Kore’ye saldırısıyla Kore Savaşı başlamıştır. Türkiye, bu çerçevede oluşturulan uluslararası güce 4.500 kişilik bir kuvvetle katılmasına rağmen NATO Konseyi 1950 Ağustos’unda Türkiye’nin başvurusunu reddetmiştir. Türkiye’nin üyeliği, uzun tartışmalar sonucunda ABD’nin diğer NATO üyesi ülkeleri ikna etmesiyle 1952 Şubat’ında gerçekleşmiştir.

Orta Doğu ile İlişkiler: 1947’de BM Genel Kurulu’ndaki Filistin’in Yahudiler lehine bölünmesinin oylandığı toplantıda Araplar ile birlikte hareket eden Türkiye, 1949 Mart’ında İsrail’i tanıyan ilk ve tek Müslüman ülke olarak Orta Doğu’dan ve İslam dünyasından uzaklaşmıştır. Türkiye’nin bölge politikasına ters düşmesi ve uzaklaşma süreci 1951 Ekim’inde ABD, İngiltere ve Fransa ile birlikte Mısır’a Orta Doğu komutanlığı teklifini götürmesi, monarşinin işbaşında olduğu Mısır hükümeti tarafından kabul edilmeyen bu projenin ardından Türkiye’nin 1952 Şubat’ında NATO’ya alınmasıyla yeni bir aşamaya gelmiştir.

1954’te Yunanistan ve Yugoslavya ile Balkan Paktı’nı oluşturan Türkiye, 1955’te de Irak, İran ve Pakistan ile birlikte İngiltere’nin de katıldığı Bağdat Paktı’nın kurulmasına öncülük etmiştir. Türkiye, Bağdat Paktı’nda yer alırken bunun tüm Orta Doğu Ülkeleri’nin yer alacağı bir örgüt olacağını, böylece Türkiye’nin Orta Doğu Ülkeleri ile ilişkilerinin gelişeceğini düşünmüştü. Mısır’ın bu örgütlenmeyi kendine yönelik bir yapılanma olarak değerlendirmesi üzerine diğer Orta Doğu Ülkeleri de örgüte tereddütle yaklaşmışlardır. Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı Bağdat Paktı, bir anda Batı’nın emperyalist amaçlarının bir aracı gibi görünmüştür. Türkiye, kendini hiç arzu etmediği bir sürecin içerisinde bulmuştur. Irak’ta 1958 Temmuz’undaki askerî darbe sonucu monarşinin devrilmesiyle iktidara gelen General Kasım hükümetinin 1959 Mart’ında Irak’ın Bağdat Paktı’ndan ayrıldığını açıklamasıyla ittifakın adı CENTO olarak değiştirilmiş, merkezi de Ankara’ya taşınmıştır. 1979’da İran’da Şah’ın devrilmesiyle iktidara gelen Tahran yönetiminin de ayrıldığını açıklaması üzerine ittifak dağılmıştır. Türkiye tarafından hem Sovyet yayılmacılığına karşı bir savunma ittifakı hem de bölge ülkeleri arasında birliğin sağlanmasına hizmet edeceği düşünülen ittifak, özellikle İkincisini gerçekleştirmede başarısız olmuştur. Birincisinin de monarşinin yıkıldığı ve Irak’ın Sovyet etkisine girdiği düşünülecek olursa pek başarılı olmadığı söylenebilir.

Türkiye 1956 Süveyş Krizi sırasında İsrail, İngiltere ve Fransa’nın 29-30 Ekim’de Mısır’ı işgal etmesi üzerine İsrail ile diplomatik ilişkilerini 1956 Kasım’ında maslahatgüzar seviyesine indirmiştir. Bu jest, o günlerin Orta Doğu’sunun tozlu ve bulutlu ortamında kaybolup gitmiş ve hiçbir olumlu etki yapmamıştır.

Türkiye, Süveyş Krizi sonrasında bölgede Sovyet etkisinin artmaya başlamasına bir tepki olarak Amerikan yönetimince gündeme getirilen Eisenhower Doktrini’ni destekleyen az sayıdaki ülkeden biri olmuştur. Amacı, Sovyetler Birliği’nin doğrudan ya da dolaylı tehdidi ile karşı karşıya kalan bölge ülkelerinden talep gelmesi halinde askerî güç de dâhil her türlü yardımın yapılmasını öngörmekteydi. Sovyetlerle girdiği ilişkiler yüzünden aşırı silahlandırılan Suriye ile Türkiye’nin ilişkileri 1957 Ekim’inde gerginleşmiş hatta bir savaşın eşiğine kadar gelinmiştir.

SSCB ile İlişkiler

1953’te Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev’in işbaşına gelmesiyle bu devletin Türkiye’ye karşı tutumu yumuşamıştır. Bunun sonuçları ancak 1960’ın başında meydana gelen bazı olaylardan sonra görülmüştür. Kruşçev’in iktidara geldiğinde yaptığı ilk açıklamada Sovyetler Birliği’nin Stalin dönemindeki politikasının değiştiği, Türkiye’den toprak ve benzeri taleplerinin artık gündemde olmadığı ifade edilmiştir. Türkiye, bu açıklamaları ihtiyatla karşılamış ve bu yaklaşımı ilişkilerin düzeltilmesi için yeterli bulmamıştır. 1950’lerin sonlarına doğru özellikle 1959’da Sovyetlerle bir yakınlaşma başlamıştır. 1960 askerî darbesiyle iktidardan düşürülmesinden hemen önce Menderes’in planladığı Moskova gezisi gerçekleştirilmemiş olsa da bir parlamenter heyeti Moskova’ya gönderilmişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.