Cihan Hakimiyeti Dönemi

OSMANLI DEVLETİ

Osmanlı Devletinin Doğuşu | İmparatorluğa Doğru | Cihan Hakimiyeti Dönemi | Duraklama Dönemi

Gerileme ve Çöküş | Devlet Teşkilâtı, Kültür ve Medeniyet

 

 

Cihan Hakimiyeti Dönemi (1451-1566)

Diğer taraftan köylüler arasında, timar sisteminin meydana getirdiği huzur ve âhengi, şehirde sınaî, ticarî ve iktisadî faaliyetleri düzenleyen esnaf teşekkülleri sağlıyordu. Ahîlik adı verilen teşkilatlar sayesinde, şehir esnafı ve halkı, devletin hiç bir tesiri olmadan kendi kendisini idare ediyor, en küçük bir mesleki suiistimal, yolsuzluk ve geleneğe aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu.

 

4.Cihan hakimiyeti ve dünya düzeni davasını gaye edinen Osmanlılar, hukuk sahasında da yüksek bir seviyeye ulaşmışlardı. Osmanlılar, hudutsuz İmparatorluk ülkesinde yaşayan çeşitli kavim, din, kültür ve örflere sahip toplulukları idarede, İslâm hukukuna aykırı hareket etmiyor, çıkardıkları kanun ve fetvalarla İmparatorluk nizamını sağlıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğuna kudret, istikrar ve uzun bir ömür veren unsurlardan biri hukukî anlayış ve nizam idi. Bu sebeple Osmanlılarda çok kuvvetli olan kanun ve nizam şuuru, devlet gibi kutsaldı. Bu hususta yabancı seyyah ve elçilerin müşahedeleri ve eserleri hayranlık verici misallerle doludur. Osmanlı hukuk ve kanun nizamına bağlılıkta birinci vazife padişahlara âit olup, bunlar dini emirlere aykırı en küçük bir tasarrufta bulunamazlardı. Neticede, sağlam bir devlet kuruldu. Normal veya zayıf padişahlar zamanında bile devlet makinesi, asırlarca hayatiyetini devam ettirmiştir.

 

“İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ve ordu, ne mükemmel insanlardır.”

 

Peygamber efendimizin 800 küsur sene önce verdiği müjde, 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti. Bu durumda 1000 yıllık Şarkî Roma (Bizans) tarihe karışıyordu. Fatih Sultan Mehmed’e kadar Bizans, Osmanlı Devletinin toprakları arasında bir fitne çıbanı durumunda idi. Nihayet Fatih Sultan Mehmed, bu duruma son verdi ve ülke toprakları birleşerek, İmparatorluk vücuda geldi. Fetihten üç gün sonra, beyaz at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı’dan şehre giren Fatih Sultan Mehmed, doğruca İslâm mefkûresinin kalbi olan Ayasofya’ya gitti ve şükür secdesine kapandı. Tasvirlerden temizlediği bu büyük mabedde, ilk cuma namazını kıldı. Daha sonra Ayasofya’yı yeriyle birlikte satın alan Fatih, burayı vakıf yaparak, kıyamete kadar cami olarak kalması için evlatlarına vasiyet etti.

 

“Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihânın payitahtı olmalıdır” diyen Fatih Sultan Mehmed, bundan sonra cihan hakimiyeti projesini gerçekleştirmek üzere, sistemli bir teşebbüse girişti. Kısa zamanda Anadolu’da İsfendiyar, Trabzon, Akkoyunlu memleketleriyle Karamanoğlu Beyliğini topraklarına kattı. Dulkadır Beyliği ile Kırım Hanlığını tabiiyeti altına aldı. Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Eflak-Boğdan ve sâir ülkeleri fethetti. Böylece bir çok imparatorluk, hanlık ve beylik ortadan kaldırılmış oldu ve Osmanlı İmparatorluğu Fırat’tan Tuna’ya kadar yayıldı. 6 Mayıs 1481’de, bütün Hıristiyan ve İslâm dünyalarını birleştirmek üzere başladığı İtalya seferi sırasında, Gebze civarında ölümü, Türk-İslâm dünyasını mâteme, Hıristiyan dünyasını ise büyük bir sevince boğdu.

 

Fatih Sultan Mehmed’in yerine geçen, oğlu II. Bayezid’in 31 yıllık hükümdarlık dönemi (1481-1512) iki bölümde incelenebilir. Sultan Bayezid, saltanatının ilk 14 yıllık devresinde, Şehzade Cem meselesiyle uğraştı ve devletin parçalanması ihtimalini göz önünde tutarak, Avrupa’ya karşı büyük seferlere girişmedi. Bayezid Han, niyetlerini ancak Cem’in ölümünden sonra gerçekleştirmeye çalıştı. Bu düşünce ile Macaristan, Arnavutluk ve Venedik seferleri sonunda, Akkerman, Modon, Koron, Navarin ve İnebahtı kalelerini devletine kazandırdı. Denizciliğe çok önem verdi. Oğlu Korkut, denizcilerin hâmisiydi. II. Bayezid Hanın son dönemlerinde, Akkoyunlu Devletini ele geçiren Safeviler, Anadolu için de büyük tehlike arz etmeye başladılar. Bu arada, Padişahın oğulları arasında başlayan taht mücadeleleri, Şah İsmail’i cesaretlendirdi ve Osmanlı ülkesine gönderdiği adamları vasıtasıyla, cahiller arasında kendisine pek çok taraftar topladı. Taraftarları vasıtasıyla, Antalya’dan Bursa’ya kadar büyük bir sahada isyanlar çıkarttırdı. Şiî ayaklanmalarının büyümesi ve önlenememesi, Yeniçerilerin de, oğlu Selim’i tahta çıkarması için padişaha baskı yapması neticesinde, Bayezid Han, oğlu lehine tahttan feragat etti.

 

Henüz beş yaşındayken, dedesi Fatih Sultan Mehmed’in huzuruna çıkarılan, istikbalin Yavuz’u, büyük bir edep ve hürmet içinde padişahın elini öpmüştü. Torununu dikkatle süzen Fatih, oğlu Bayezid’e dönerek; “Bayezid! Bu çocuğa mukayyed ol, umarım ki, bu büyük bir cihangir olacak” demişti. Bu emirle yetişen Selim, kudreti, cesareti, iman ve mefkûresiyle, cihangir Osmanlı padişahları arasında müstesna bir mevkie sahip oldu.

 

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı tahtına geçince (1512), ilk seferini Anadolu’yu ve hattâ devleti tehdit eden Şah İsmail üzerine yaptı. Sahabeden Hazret-i Ebu Eyyub el-Ensarî’nin, babası Bayezid ve dedesi Fatih’in türbelerini ziyaret ederek zafer duaları eden Yavuz, uzun bir yolculuk sonunda Çaldıran Ovasında karşılaştığı Şah İsmail’in ordusunu, kısa bir sürede imha etti (1514). Tarihin en büyük meydan Savaşlarından birini kazanan Osmanlı-Türk hakanı Yavuz, bu seferinde rakibi Şah İsmail’i bertaraf etmekle kalmadı, Adana, Antep, Hatay, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Muş, Bingöl, Bitlis, Tunceli, Musul, Kerkük ve Erbil vilayetleriyle Dulkadıroğulları topraklarını içine alan 220.000 kilometrekarelik bir toprağı da devletine kattı.

 

Din ve devletin saldırıya uğraması sebebiyle İstanbul, Halep, Şam ve Kahire’deki din adamlarının fetvası üzerine İran seferine çıkan Yavuz Sultan Selim, yine mülhid Safevilerle işbirliği yapmaları dolayısıyla, bu defa da Mısır seferine çıktı. Yıldırım hızıyla, Mısır ordularını, 24 Ağustos 1516’da Mercidâbık’ta ve 26 Mart 1517’de Ridaniye’de kazandığı zaferlerle ortadan kaldırdı. İki meydan muharebesi sonunda, Memlûk Devleti tarihe karışırken, bütün Arap ülkeleri Yavuz’un hakimiyetine girdi. Bu durum üzerine, Mekke ve Medine emîri, mukaddes şehirlerin anahtarlarını “Sahib’ül-haremeyn” unvanı ile Yavuz Sultan Selim’e teslim etti. Fakat dindar padişah, bu unvanı, yüce makamlara saygısızlık sayarak, onu “Hâdim’ül-haremeyn” şekline çevirerek aldı ve evlat ve torunlarına böylece miras bıraktı.

 

Çıktığı iki seferden birinde Safevîleri felç eden, diğerinde ise Mısır Memlûklarını ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim’in iki hedefi daha vardı. Bunlardan birincisi, Efrenciye yani Avrupa’nın, diğeri de Hindistan’ın fethiydi. Bilhassa Portekizlilerin Hind Denizine hakim olmaya ve İslâm’ın mukaddes şehirlerini tehdide başlamaları, Yavuz’u endişeye sevk etmişti. Bu itibarla, öncelikle tersanenin sayı kapasitesini arttırmak için faaliyetlere girişti.

 

1520 yılı Temmuzunda, Avrupa seferine çıkan cihangir padişah, yakalanmış olduğu şirpençe hastalığından kurtulamayarak Çorlu civarında vefat etti. Zamanın şeyhülislâmı ve büyük İslâm âlimi Ahmed ibni Kemal Paşa, onun için yazdığı mersiyede şöyle demektedir. “Şems-i asr idi, asrda şemsin/Zıllı memdûd olur, ömrü kasîr”, yani “o padişah ikindi güneşi idi, bu vakitte güneşin gölgesi uzun, ömrü de kısa olur”.

 

Gerçekten o bir ikindi güneşi gibi çabuk, sekiz sene içinde bu dünyadan göçüp gitti, ama muazzam gölgesi, Kırım’dan Hicaz’a, Tebriz’den Dalmaçya sahillerine kadar uzanıyordu.

 

Yavuz Sultan Selim’in vefatı üzerine, hayattaki tek oğlu Süleyman, Osmanlı tahtına oturdu (1520). Henüz 26 yaşında bulunan sultan, iyi bir eğitim görmüş, kılıçta ve kalemde usta olarak yetişmişti. Gerek yaptığı kanunlar, gerekse kanun ve nizamlara gösterdiği fevkalâde riâyet yüzünden, “Kanunî” unvanıyla anılmış, bu unvan âdeta ona isim olmuştur.

 

Kanunî Sultan Süleyman, bizzat ordusunun başında çıktığı on üç büyük sefer sonunda, babasından devraldığı 6.557.000 kilometrekarelik Osmanlı toprağını, 14.893.000 kilometrekareye ulaştırdı. Yaşadığı asır, dünya tarihine, Türk asrı olarak geçti. 45 yıl 11 ay 7 gün Türk-Osmanlı tahtında oturan Kanunî, tarihçilerin ittifakı ile “Cihan Padişahı”dır. O, pek çok bakımdan eşine ender rastlanan bir devlet başkanıydı. Bütün dünyanın servetleri ayak ucuna hediye diye getirilen, bir savaşla bir devleti ortadan kaldıran, dünyanın bütün devlet reislerine emirlerini dikte eden bir padişahtı. 46 yıllık saltanatını, sarayların zevk ve sefasıyla değil, savaş meydanlarının cevr ve cefasıyla geçirdi. Bütün saltanat süresinin en az on yılını kar, kış, yağmur, tehlike altında çadırlarda harcadı. Batılılar ona, “Muhteşem Süleyman” diyorlardı. Ama o, kendinden çok devletine ve milletine ihtişam verdi.

 

Zigetvar Kalesi’nin fethi sırasında, 6-7 Eylül 1566’da, bu büyük cihan padişahının ölümüyle, Osmanlı-Türk tarihinde bir devir kapanıyordu. Türk milletinin binlerce yıllık hayatında erişebildiği en yüksek noktayı temsil eden Kanunî Sultan Süleyman Han, birbiri ardına dâhiler çıkaran Osmanoğlu ailesinin de zirvesini teşkil ediyordu. Ondan sonra da zaman zaman kudretli padişahlar çıkacak, fakat kuruluştan bu yana devam edip gelen dehâ zinciri, artık gevşemiş olacaktı.

 

Kanunî devrinin parlaklığı, yalnız, fetihlerinin azametine münhasır değildir. Türk-İslâm medeniyeti de her alanda en yüksek seviyesine bu devirde çıkmıştır. İlimde Zenbilli Ali Efendi, Kemal Paşazâde, Ebussuud Efendi; edebiyatta, kendisi başta olmak üzere, Bâkî, Fuzulî; sanatta, Mîmar Sinan; tarihte, Mustafa Selanikî, Celalzâde, Nişancı Mehmed Paşa; coğrafyada Pirî Reis; denizcilikte Barbaros Hayreddin Paşa, Seydi Ali Reis, Pirî Reis ve Turgut Reis; devlet adamlığında Lütfi Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa, asrın dev simalarıdır.

 

Kültür hareketleri, bu devirde ziyadesiyle canlıydı. Osmanlı-Türk edebiyatında ilk defa görülecek olan tezkere vadisi, bu padişah zamanında ortaya çıktı. Sehî ve Latifî gibi tezkireciler, eserlerini ilk ona sundular. Bu, imparatorluğun dört bir yanındaki ses veren şâirleri bir arada görmek demekti. Bizzat kendisi de şâir olup, Muhibbî mahlâsı ile şiirler yazdı ve dîvanı, 2800’ü aşkın gazeli ile, devrinde, Zâtî’den sonra ikinci büyük dîvan olarak ortaya çıktı.

 

Osmanlı Devletinin, bir cihan imparatorluğu durumuna gelmesine ve yüzyıllarca dünya siyasetinde baş rolü oynamasına sebep olan maddî ve manevî kaynaklar nelerdi?

1.Kuruluş ve yükselme devrinde görülen dâhi padişahlar, cihan hakimiyeti devresinde de devam etti.

 

İtalyan Longosto, Fatih hakkında; “İnce yüzlü, uzunca boylu, hürmetten fazla korku telkin eder, seyrek güler, şiddetli bir öğrenme arzusuna sahip ve âlicenaptır. Daima kendinden emindir. Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, Slavca, İtalyanca ve İbranice konuşur, harp sanatından çok hoşlanırdı. Her şeyi öğrenmek isteyen, zekî bir araştırıcı idi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa dayanıklı idi” demektedir.

 

Ömrü devlet ve milleti için savaşmakla geçen Fatih, Trabzon Seferine giderken, Zigana dağlarını yaya geçmek zorunda kalmış ve bu sırada büyük güçlük ve sıkıntılarla karşılaşmıştı. Sefer sırasında yanında bulunan Uzun Hasan’ın annesi, onun çektiği bu eziyetleri gördükten sonra, kendisini seferden alıkoymak kasdıyla; “Ey Oğul! Bir Trabzon için bunca zahmet değer mi?” deyince, Yüce Hakan; “Hey ana, zahmete katlanmazsak, bize gazi demek yalan olur” diye cevap vermiştir.

 

Fatih Sultan Mehmed’in sadece, dünyanın incisi olan İstanbul’u Türk milletine hediye etmesi, bu milletin ona minnettar olması için yeter.

 

Sultan II. Bayezid ise, şair, âlim ve aynı zamanda hattattı. Fatih gibi bir baba ve Yavuz gibi bir oğul arasında saltanat sürmesi ve onlarla kıyaslanması sebebiyle saltanat devresi sönük görünmektedir. Halbuki o, kendinden önce ve sonra gelenlerle her bakımdan karşılaştırılabilecek bir padişahtı. İkinci Bayezid döneminde Osmanlı İmparatorluğu, türlü isyanlara, iç karışıklıklara, batı devletleriyle güney ve doğu komşularının, Türklere karşı daha tehditkâr bir tavır takınmalarına, deprem ve sel gibi âfetlere, salgın hastalıklar gibi felaketlere rağmen, dünyanın en güçlü devletlerinden birisi olarak teessüs etti.

 

Yavuz Sultan Selim Han ise, cihan hakimiyeti davasında çok kudretli bir simadır. Kendisini Rodos seferine teşvik edenlere; “Ben cihangirliğe alışmışken, siz himmetimi küçük bir adanın fethine hasretmek istiyorsunuz” cevabı, kendisini en iyi şekilde anlatmaktadır.

 

İki büyük meydan savaşıyla Memlûk Devletini ortadan kaldıran, mübarek makamlara hizmetle şereflenen ve ‘Müslümanların halifesi’ unvanını alan Yavuz Sultan Selim, 25 Temmuz 1518 günü İstanbul’a ulaşmıştı. Ancak, İstanbul’da halkın büyük bir karşılama hazırlığı yaptığını işitince, gece vakti yanında bir kaç kişiyle kayığa binerek gizlice Topkapı Sarayı’na çıktı. Ertesi gün, padişahın sarayda olduğu öğrenilince hiç bir merasim yapılamadı. “Biz ne yaptık ki bu kadar rağbet edilir!” diyen cihan padişahı, gâyet sâde giyinir, devlet işleri dışında gösterişe rağbet etmezdi.

 

Her bakımdan büyük bir îtina ile büyütülen Şehzade Süleyman, 25 yaşını geçerken Osmanlı tahtına oturduğunda, dünyanın en güçlü ordu ve donanması, en düzenli devlet teşkilatı, zengin ülkeler, muntazam maliye ve kabiliyetli bir millet emrinde idi. Bu muazzam kaynakları kullanarak zaferden zafere koşan Kanunî Sultan Süleyman, Osmanlı ihtişam ve azametinin en yüksek temsilcisidir. Kaynaklarda Kanunî, hareket ve sözleri güzel, aklı kâmil, âlim, hakîm ve şairlere dost, bütün maddî-manevî iyilikleri şahsında toplamış, emsalsiz bir padişah olarak vasıflandırılmaktadır. Devletin bu devirdeki büyüklüğü, dış dünyanın merakını gitgide arttırmış, Rusya ile Avrupa’dan, görünüşte hac için Kudüs’e giden seyyahlar, Osmanlı ülkesine akın etmişlerdir. Bu seyyahlar kendi hükümdarlarına sundukları arizalarda, Osmanlının büyüklük sırlarını anlatmaya çalışmışlardır.

2.Osmanlı padişahlarının büyük ilim, din, kültür ve sanat adamlarını ülkelerinde toplayarak, medeniyetin ilerlemesine ve müsbet ilimlerin gelişmesine çalışmaları. Nitekim Fatih devrinde İstanbul, medeniyetin ve dünyanın en yüksek merkezi haline geldi. Molla Gürani, Akşemseddin, Hocazâde, Molla Husrev ve Hızır Bey gibi dinî ilimlerdeki âlimlerin yanında, matematik ve astronomi âlimi Ali Kuşçu, Yusuf Sinan Paşa, tıp dalında Muhammed bin Hamza, Sabuncuoğlu Şerefeddin ve Altuncuzâde, bu devre mensup en mühim simalar idi. Fatih Sultan Mehmed, Türk-İslâm âlimleri gibi Rum ve İtalyan âlimlerini de himayesine alarak, çalışmalarına destek verdi. Rum bilgin Yorgo Amirukis’i, Batlamyus coğrafyasına göre bir dünya haritası yapmağa memur etti. Harita üzerine ülke, şehir ve mevkilerin Türkçe isimlerini de koydurdu. Fatih’in bilime olan hizmetlerine işaret eden eserlerden en önemlisi, hiç şüphesiz, camiinin etrafında yaptırdığı medreselerdir. Sahn-ı semân denilen bu medreselerden dinî ilimlerin yanısıra matematik, astronomi ve tıp okutulduğu ilmiye salnamelerinde yazılıdır.

 

Fatih Sultan Mehmed devrinde İstanbul’un ilim merkezi yapılması için başlatılan çalışmalar; Bayezid Han, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman devirlerinde de devam etti. İkinci Bayezid Han, kendi ülkesinde olduğu gibi, doğu İslâm ülkelerindeki âlimlere dahî maaşlar dağıttı. Yavuz Sultan Selim’in etrafı âlim ve şairlerle doluydu. Seferleri bir görev sayarak, bütün kudretini onlara harcıyor, fakat bu zamanlarda bile ilim ve edebiyatı terk etmiyordu. Yanında bulunan âlimleri dâima telif ve tercümelere memur etti. Kendisi de her fırsatta kitap okur ve şiir yazardı. Kemal Paşazâde bir gün atını sürerken, Padişahın üzerine çamur sıçratınca çok üzülmüş, fakat Yavuz; “Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür. Vasiyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben öldükten sonra, kabrimin üzerine örtülsün” diyerek ilim adamlarının, yanındaki değerine işaret etmiştir.

 

Kanunî Sultan Süleyman da âlimlere çok saygı gösterir, her birine hallerine göre izzet ve ikramlarda bulunurdu. Onlara danışmadan hiç bir işe girişmezdi. İstanbul’da kendi camii etrafında yaptırdığı Sahn-ı Süleymaniye adındaki tıp ve riyaziye fakülteleri dünyanın en ileri ilim merkezleriydi. Devrinde kültür ve sanat faaliyetleri doruk noktasındaydı. Kanunî’nin himayesinde değerli şahsiyetler yetişip, her biri eşsiz eserler verdiler. Sultan İkinci Murad’la temeli atılıp büyüyen ve genişleyen bu ilim ve kültür hareketleri, ondan sonraki padişahlar tarafından da en iyi şekilde devam ettirildi. Bu durum, Osmanlılarda ilmin gelişmesi ve ilim adamlarının yetişmesinde başlıca âmil olmuştur.

3.Osmanlı ordusunun, padişah ve komutanlara itaat, düzen, disiplin, kabiliyet, ahlâk, nefse hakimiyet, silaha alışkanlık ve kahramanlıkta en yüksek noktada bulunması. Nitekim yabancıların söyledikleri şu sözler, Türk ordusunun durumunu göstermesi bakımından önemlidir:

 

“Bizde (Fransız ordusunda) 10 kişi, Türklerde 1000 kişinin yapacağından fazla gürültü yapar.” (Bertrandon de la Brocquiere)

 

“Mâhir bir kumandan, Türk askeriyle dünyayı kutuptan kutba kadar katedebilir.” (Vandal)

 

“Seleflerinin gayretleri sayesinde, Sultan Süleyman öyle bir orduyu emri altında bulunduruyordu ki, kuruluşu ve silahları bakımından bu ordu, dünyanın bütün diğer ordularından dört asır ilerideydi… Her Türk askeri, yalnız başına, seçkin bir Avrupa taburuna bedeldi.” (Benoist Mechin)

 

“Kudretli Türk ordusu, bir tek emirle, tek vücut ve iyi kurulmuş bir makine halinde harekete geçiyordu.” (Henri Hauser)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.