Sultan II. Osman (Genç Osman)

İKİNCİ OSMAN (Genç Osman)

(1618-1622)
16-Sultan II. Osman

Sultan Mustafa’nın haksız olarak gelişi, haklı olarak gönderilişi ve yerine İkinci Osman’ın tahta çıkarılışı üç ayda üçüncü pâdişâhın görülmesi demekti. Biraz da el çabukluğunun marifetine şahid olduğumuz bu günler büyük olayların sancılarını taşıyordu.
Ondördüne yeni giren Osman, Dârüssaade Ağası’nın gayretiyle tahta otururken, hiç kimsenin kaldıramıyacağı ateş dağının da altına girmişti.
Geleneğe uyularak gidilen Eyüb Sultan’da kılıç kuşanılır, dönüşte ecdad kabirleri ziyaret edilir. Sultan Mustafa’nın yaptığı anormal hareketler görülmez. Balıklara ve sokakta gezen insanlara al¬tınlar saçılmaz. Sultan Osman’ın çocuk yaşı, büyükler gibi davranmasına engel değildir! “Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca gibi Şark ve Garp dillerini klasiklerden tercüme yapacak kadar güzel öğrenen” II. Osman, kendisine “cimri” dedirtecek derecede paranın kıymetini biliyordu.
Genç Osman ataları gibi şiire de meraklıydı. Fârisi mahlasıyla şiirler yazardı. Önce şiirinden örnek verelim.

Gülsen içre bitmedi bir gönce cânâ harsız
Dünyâda hasıl değil nev-cüvân ağyârsız
Kimi ol yârı benüm der kimisi dâhi benüm
Orta yerde “fârisi” âvâre kaldı yarsız

Birçok pâdişâh da görüldüğü üzere, Genç Osman da erken olgunlaşmış, bu olgunluğu şiirine de yansıtmıştır. Büyük divân şâirleriyle boy ölçüşecek değerdeki bir gazelini okuyunca anlıyoruz ki o onsekizine değene kadar bir onsekiz daha yaşamıştır. İşte gazel:

Nevruz olucak diller şâd olmağa yaklaşdı
Dilde gam-u gussa ber-bâd olmağa yaklaşdı
Virane gönül varsa vecr-ü gam-i dilberden
Müsde ana ol mülk âbâd olmağa yaklaşdı
Üstada çıkup dilber öğrendi vefa resmin
Aşıklara lütfa mu’tâd olmağa yaklaşdı
Seyr i güle olduk da ol ruhları gülrengün
Kârı dil-i zârunferyad olmağa yaklaşdı
Çok aşık-u meftunu var sen gibi şirinim
Faris kulun emmâferhad olmağa yaklaşdı

Mehmet Giray’ın Firarı

Kırım Hanı Selâmet Giray’ın kardeşi Mehmet Giray ağabeyinden kaçıp padişaha sığınmıştı. Birinci Ahmet, Mehmet Giray’ı Edirne seyahatinde kabul etmişti. Ondan sonra da hapse atılmış olan misafirin durumunu bilmiyoruz. Hammer tarihinde nasıl kaçtığı şöyle anlatılıyor:
Sultan Osman’ın cülus günü, kılıç alayı yapılacak. Mehmed Giray Mirzâları atlandırmak bahanesiyle otuz kırk at ödünç almış ve bunlara kendi adamlarını bindirmişti. Bu küçük birliğe Yedikule Zindanı avlusunda manevralar yaptıran Giray kule komutanına lâtife yollu: “Kaçacak olsam ne dersin” dedi.
Kale dizdarı sözün manasını kavramaya uğraşırken Mehmet Giray ve adamları kapıdan fırladılar. Kaçtılar ama kurtulamadılar. Peşlerine takılanlar daha becerikli çıktı ve daha sıkı hapis cezasıyla Mehmed Giray Yedikule’ye kapatıldı.
Başlamışken, bir Giray hikâyesi daha okuyalım. Selâmet Giray’ın diğer kardeşi Şahin Giray da İran’da sığınmacı olarak bulunuyordu. O da Sultan Ahmed’in öldüğü gün Şâh Abbas’tan Kırım’a dönmek için ruhsat istedi. İran Şahı Giray’a olağanüstü itibar ediyordu. Dileğini rica saydı, merasimle yola çıkardı ve hatta atının üzengisini tuttu. Şâh’n Giray ata binerken Şahin lâtife yapacağı tuttu:
“Hanzâdem, dedi. Eğer Osmanlılar seni serdar ederse Acemlerle muharebe eder misin?”
“Şüphesiz” dedi Şahin Giray.
Şâh biraz şaşırdı. Bu kadar hürmete, saygıya boğduğu Giray’dan daha yumuşak cevap bekliyordu. Şâh duramadı bir sual daha yöneltti:
“Bana kılıç çeker misin?”
Şahin Giray kurulmuş gibi; aynı ses tonuyla aynı sözü tekrarladı:
“Şüphesiz!”
Kırımlıların Osmanlı Devleti’ne bağlılığının çok önemli işaretlerinden sayılan bu düşünceler iki taraf için de faydalıydı; keşke hiç bozulmasaydı!

Pül-i Şikeste Bozgunu (10 Eylül 1618)

Sultan Osman saltanata başladığında Osmanlı Ordusu İran sınırındaydı. Kırım Hanı, Defterdar Baki Paşa’nın tecrübesini reddedip Diyarbakır, Van, Sivas, Rumeli, Halep ve Erzurum Beylerbeyi ile Van’dan, hareket etti. Hareket o kadar süratli yapılıyordu ki, askerin ne hale düşeceği hesabı hiç akla gelmeden sadece varılacak yere bir an evvel ulaşılması hedeflenmişti. Normalde sekiz günlük olan yol iki buçuk günde alınmış, hiç kimsede savaşacak güç kalmamıştı. Serav sahrasına varan ordu Tebriz kumandanının tuzağına düştü. Kanlı bir muharebe başladı. Birçok askerle beraber Rumeli, Diyarbakır ve Van Beylerbeyi de şehit düştü. Kırım Han’ı yeniçerilerin savaşçılığı sayesinde hayatını kurtarabildi. Tebriz kumandanı Karçgay Han İran Şâhı’na zaferinin alâmeti olarak 500 esir başı gönderdi.
Yenilginin en müessir sebebi tecrübeli Baki Paşa’ya kulak verilmeyip, ganimet hırsıyla acele hareket edilmesiydi. Garp cephesi tatsız boğuşmalarla Türklüğün şanını hasır ederken, Şark cephesinde de böyle bir ezilme yaşandı. Pül-i Şikeste Bozgunu denen bu yenilginin ardından barış görüşmelerine geçildi.
Kırım Hanı aceleciğiyle başına dert açtı, esas Osmanlı Ordusu Serasker Sadrâzam Halil Paşa’nın buyruğu altında idi. Yenilmiş vaziyette kaçmanın askerde mânevi yıkıntıya yol açacağını düşünen Halil Paşa Endebil üzerine yürüme kararı aldı.
İran Şahı, Halil Paşa’nın bu hareketinden sonra sulh müzakereleri için teşebbüse geçti.
Halil Paşa Şah’tan zahire istemiş ve Şah 800 deve yükü ihtiyaç maddesi göndermiştir. Bir de elçi yollamıştı. Şah ki, bu elçi büyük burnu ile meşhur Burun Kaasım adlı biriydi. İki taraf konuşmaya başlamıştı. Bulunulan mekân çok rüzgârlı bir yer, İran elçisi biraz böbürlenerek konuşuyor. Vezir Dilâver Paşa mevzuu yumuşatmak niyetiyle:
“Bu taraflar hep böyle rüzgârlı mı olur?” diye sordu. Osmanlı-İran arasında geçen bütün görüşmeler biraz da gösterişe dayanıyordu. İki taraf da üstünlüğünü sergilemeye çalışır, bundan büyük zevk alınırdı. Sözle üstünlük sağlamak da gösterişin bir parçasıdır. Baki Paşa nükteden hoşlanan ve yeri geldiğinde kelimeleri iyi kullanan bir kişidir: Rüzgâr meselesini duyunca dedi ki: “Hayır Sultanım, bu şiddetli rüzgâr Kaasım Bey’in burnunun yelidir.” O zamanın anlayışına göre çok zarif olan bu nükte uzun gülüşmelere yol açtı. İran Şah’ı da nükteden hazzederdi. Baki Paşa’nın nüktesi kulağına eriştiğinde, duyduğu memnuniyeti keten yüklü üç katar deve göndermekle gösterdi. Bunlar işin lâtife tarafıdır. Ciddi meselelerin görüşülmesi ciddi bir hava içerisinde cereyan etti.
Yapılan anlaşmadan sonra “Şah Osmanlı Ordusu’na zahire yüklü 1800 deve hediye etti. Vezir-i Âzam helvalar, şekerlemeler, meyveler ve bilhassa limon ve nar hassül hâs un, pirinç yüklü dokuz kadar deve aldı. Diğer ileri gelen erkâna çeşitli hediyeler verildi.
Osmanlı ordusu yenilir; fakat devlet hâlâ antlaşmalarda kendini hissettirecek kadar güçlüdür. Sulh görüşmelerinde, İran’ın işgal ettiği yerlere karşılık, her sene 100 yük ipek kumaş vesair hediyeler vermeye ve Ashaba “Sebb-ü Şetm” etmeyeceklerine dair imza verirler.
Devletin ehemmiyetine bakın ki, ordusu mağlub olduğu halde, sulh andlaşmasına kendi istediği maddeleri koydurabiliyor… Yalnız, Avrupa’da bunun aksi olduğu görülmüştü. Sultan Osman’ın ilk zamanlarında Fas ve Merâkeş’den de elçiler geldi. Bunların esas amacı yeni pâdişâhı tebrik idi ve bir hayli hediyelerle gelmiştiler. Bu küçük İslâm ülkeleri genç Sultan’dan Bosna körfezinde Araplarla kâfirler tarafından yapılan haydutluğun önlenmesini istediler.
Biz Yavuz ve Kanunî zamanlarının parlayan yıldızını göremediğimiz için Osmanlı göğünü kararmış saysak da onda hâlâ kıpırdayan aydınlıklar vardı; vardı ki, mağlûpken bile galip rolü oynuyordu.
İlk heyecanlı günler geçtikten sonra Sultan Osman etrafına bakmaya başladı. Gördüğü insanlardan Halil Paşa gözüne batıyordu. Bu sevimsizliğin sebebi şu idi. Sultan Ahmed’in ölümünde tahtın vârisi Osman olması gerekirken, Halil Paşa’nın gayretkeşliği yüzünden Mustafa tahta getirilmişti. Bu, Osman’ın üç ay ertelenen saltanatının yanında, hazineye üç ayda iki defa cülus ödeme yükü demekti. İki sebep de Sultan Osman’ı Halil Paşa’ya karşı kinlendirmişti. Durumunun vahim olduğunu hisseden Halil Paşa Şeyh Aziz Mahmud Hüdai’nin Üsküdar’daki tekkesine sığındı. Şeyhin şefaatiyle hayatına dokunulmadığı gibi ikinci vezirlikle Derya Kaptanlığı’na tayin edildi. Vezir-i Âzamlık Kara Mehmed Paşa’ya verildi. (18 Ocak 1619)
Genç Osman’ın cimriliğinden bahsedecektik, araya İran savaşı-sulhu ve diğer olaylar girdi. Şimdi Güzelce Ali Paşa’nın Derya Kaptanı olarak çıktığı bir sefer sonrasını ve gelişen olayları göreceğiz. Buradan da Sultan Genç Osman’ın paraya olan tutkusuna ışık tutulacak. Ayrıca Ali Paşa’nın işbilirliği de sergilenecek:
Kapdan-ı Derya İslamköylü Ali Paşa seferden döner. Getirdiği ganimetlere göre Paşa’nın seferi çok bereketli geçmişe benzer. İslâmköylü, iş adamı mantığı taşıyor olduğundan, kazandığının bir kısmını padişaha takdim edip, padişahın gönlünü fetheder. II. Osman altında kalmaz bu güzel hediyelerin, Ali Paşa’ya sadâret mühürünü veriverir. Aniden yapılan sadâret değişikliği, alan tarafı sevinçten uçururken, veren taran da gayrete getirir, yani, Dâmad Mehmed Paşa gayrete gelir, araştırır ve bulur aradığını.
Venedik elçisi, Ali Paşa’nın savaşa girmediğini, getirdiği malların savaş ganimeti olmadığını, işkence ile kendilerinden alındığını, hem de Ali Paşa’nın zorla aldığı malların saadetli pâdişâha takdim edilenden kat kat fazla olduğunu söyler…
Ali Paşa çok maharetlidir. Bir yandan, susturmak için Mehmed Paşa’nın eteğini öper, hediyelere boğar, bir yandan da pâdişâhın hediyelerini artırır ve işi kapatır. Başına, ileride bir iş açmasın diye Mehmed Paşa’yı Halep Valiliği’ne atayan Sadrâzam Peçevi’nin yazdığına göre verdiği hediyelerin çok fazlasını geri alır. Ondan sonra başka devletlilere de “birer bahane bularak” sataşır, alabildiklerinden haraçlar alır, alamadıklarını sürgüne gönderir.
Bu arada pâdişâha “Pişkeş”i hiç eksik etmez, hattâ “Kul aylıklarını verdikten sonra pâdişâha bir kaç kese göndermeyi kararlaştırır.”
Sultan Genç Osman’ın ilk saltanat zamanı maalesef, böyle. Çocuk yaşta olmasından ötürü, önce, annesi Mahuruz Sultan’ın tesiri altında iş yapmaya çalışırken, amcası Mustafa’nın hal’i ile kendisine saltanat yolunu açan Dârüssaade Ağası Mustafa Ağa’nın ve hocası Ömer Efendi’nin de mânevi baskısı altında idi. Şimdi ise Güzelce Ali Paşa güzelce planlarla Dârüssaade Ağası Mustafa Ağa’yı Mısır’a sürüp malına el koymuş, Hoca Ömer Efendi’ye de Mekke’ye gitmesi için emir çıkartmış, padişahla aralarına girecek kimseyi bırakmamış. Fakat, Ömer Efendi hemen değil, hazırlanıp gidecektir. Hazırlık bitip Üsküdar’a geçtiğinde ise Sadrâzam Güzelce Ali Paşa ölür, Ömer Efendi sürgünden kurtulur.
Haleb’e sürgüne giden Dâmad Mehmed Paşa’nın adının başında şimdiye kadar söylemediğimiz bir isim daha vardı. “Öküz” Dâmad Mehmed Paşa denen bu zatın babasının nalbantlığından kinaye böyle anıldığı söylenirken, bazıları da tevile giderek, “Aslında, yazının yanlış okunması var; Öküz değil, Oğuz olması lâzım” derler.
Her ne ise, Dâmad Mehmed Paşa Haleb’e hareketinden evvel yeni sadrazam bütün servetini zabtettiği için, yeni vazifesine “Uryan-u Nâlan” gitmiş ve orada teessüründen ölmüştür.

Lehlilere Karşı Kazanılan Zafer (20 Eylül 1620)

Genç Osman’ın saltanatı üçüncü yaşında. Askere de, millete de heyecan lâzım. Paşaların, beylerin, ağaların menfaat çekişmeleri kimsenin yüreğini kabartmıyor. Savaş lâzım! Zafer lâzım! Bu savaş, Kırım Hanı Canbey Giray’ın da içinde bulunduğu Osmanlı ordusunun zaferiyle neticelenen kahramanlar resmigeçididir. İskender Paşa komutasında: Rumeli Beylerbeyi Yusuf Paşa, Niğbolu Sancakbeyi Tiryaki Mehmed Paşa, Vidin Sancakbeyi İhtiyar Hızır Paşa, Hızır Paşa: Osman Gazi zamanında Müslüman olan Köse Mihal’in torununun torununun… torunudur.
Mihaloğlu Hızır Paşa öncü akıncıları kumandanıdır; düştüğü büyük tehlikeden Tiryaki Mehmed Paşa kurtarır. Şiddetli vuruşmalarda Lehliler perişan edilir. “Tatarlar ve Nogaylar” kazanılan zaferde büyük pay sahibi olurlar. Lehistan ordusu da savaşta yok edilir.
Düşman başkomutanının gövdesiz başı padişah sarayının kapısında teşhir edilir. Halk bununla moral bulmaya çalışırken, bir şair de iki mısra ile olayı kıymetlendirmek ister.

Asıldı seri dergeh-i şahda
O da buldu rıfat bu dergâhda.

(Komutanın başı pâdişâhın sarayına gelerek değer kazandı.)

Halk, şairin diliyle, Pâdişâhın sarayına gelebilen düşman kellesine bile yücelik atfederken, padişahından da yücelikler bekler. Padişahsa, hüsran yaşatır milletine, tebaasına.

Şehzade Mehmed’in İdamı (12 Ocak 1621)

Genç Osman’ın kafasında bir sefer var, gönlünde kahramanlık hülyaları yüzüyor. Lehistan seferi düşünülüyor ya! Gönlündeki kahramanlık hülyalarına karşı, kafasında kırk tane tilkinin yarışı var. Onlar da muhtemel aksilikler üzerine tasarı üretiyorlar. Darüssaade Ağası Süleyman Ağa’nn söylediği, Genç Osman’ın zihnini kemiriyordu. “Fitneyi defetmek lâzım.” demiş, bununla da taht için tehlike saydığı Şehzade Mehmed’i kastetmişti. Sultan Osman İstanbul dışına çıkmadan evvel bu meseleyi halletmek durumundaydı. Sultan Osman, padişah olarak milletine bir “oh” dedirtememiş idi. Şehzade Mehmet’ten, Genç Osman’ın yapmadığı ve yapamadığı her şeyi bekliyorlardı. Mehmed çok zekidir, anlayışı, kavrayışı çok muhkemdir. İnsanların ümididir.
Genç Osman “fitneyi defetmeyi” kafasına koyar, Şeyhülislâm’dan fetva ister, red cevabı alır. “Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzâde Kemâleddin Efendi Şeyhülislâm olmak ümidiyle fetvayı verir.” Padişahın tehdidi ile fetva verdiği “suçlu ise” diye kayıd koyduğu da söylenir. İki iddiadan biri doğrudur da, idam meselesinde kimsenin itirazı yoktur. İdam yapılmıştır.
Aşağıdakiler Şehzade Mehmed’in son sözleridir:
“Osman, dilerim Allah’tan ömrü devletin berbat olup, beni ömrümden nice mahrum eyledin ise sen dahi behremend olmayasın.” (12 Ocak 1621)
16 yaşındaki Şehzade Mehmed’in hayatına kıyılınca veliaht olma sırası Şehzade Murad’a gelmişti. Kösem Sultan’ın ikbâl güneşi bulutları yırtmaya başlıyordu. Sultan Osman’ın önünde, kardeşinin bedduasından çekeceği günler vardı!

İstanbul Boğazı’nın Donması (9 Şubat 1621)

Şehzade Mehmed’in boğularak öldürülüşü, pâdişâhı halkın nazarında küçültmüş, herkes ona nefretle bakmaya başlamıştı. Ta ki, kendi feci akıbetine kadar birçok insanın buğzu devam edecektir. Cenab-ı Allah da sanki Sultan Osman’ın nefret kazanmasına katkıda bulunuyordu. Halk tarafından uğursuzluğuna inanılan bir olay yaşanıyordu. Şiddetli kışta, önce Haliç baştanbaşa, sonra da Üsküdar’la beri yaka arası boğaz donmuştu.
Boğazın kışa teslimi hayat pahalılığına, dolayısıyla insanların huzursuzluğuna sebep oluyordu. Fetihten beribenzeri görülmemiş olan bu hadiseyi halk Sultan Osman’ın uğursuzluğuna yorup, ondan uzaklaşıyor, bir an evvel baştan gitmesi için dua ediyordu.
Halk kendisine beddua ededursun, o da içindeki hayallerle, hırslarla büyük pâdişahların yapabileceği işleri tasarlıyordu.
“Avrupa’nın otuz yıl savaşlarına başladığı bu yıllar, yeni bir Türk hamlesi için en müsait zamandı.” Amma, Osmanlı Devleti’nin düzeni buna müsait miydi? Tecrübesiz padişah, askerini darıltmış, kendi itibarını sarsmış bulunuyordu. “Dediğim dedik” anlayışıyla yeniçerilere hükmedemeyeceğini kavrayamamıştı; kumandanlara rütbelerine göre davranmıyor, en ufak itaatsizliği görüleni ağır cezalara çarptırıyor, halkın ve askerin güneş tutulmasını uğursuz saydıklarını bilerek seferi bir gün ertelemiyordu.
“Bu seferde niyet fevkalâde, tedbir zayıftı.” diyen İsmail Hami Danişmend’in Ma-dame de Gamez’den aldığı bu seferle ilgili bahsi aktarıyoruz.
“Onun maksadı Lehistan’ı yarıp Baltık Denizi’ne çıkmak, orada bir donanma kurmak ve bu suretle Atlas Okyanus’una geçip Avrupa Hıristiyanlığını hem Akdeniz, hem Okyanus donanmalarıyla çember içine alarak ve Almanya İmparatorluğu’na karşı Türkiye’ye temayül göstermede olan Protestanlığı da himayesi altına alıp Hıristiyanlığı parçalayarak bütün kıtaya hakim olmaktır.”
Madam’m zannı doğru ise, bu kadar önemli hedefleri olan bir sefere çıkacak padişahın, savaşacak askerinin moral durumunu hesaba katmaması, ancak tecrübe eksikliğiyle izah edilebilir. Osmanlı ordusuna “savaş makinesi” deniyordu ama bu makinenin ruhu ve kalbi de vardı. Sultan onu unutmuş görünüp, lüzumsuz işlere girişiyor, dinlenmelerde bazı askerleri canlı hedef yaparak okluyordu. Yeniçerilerin firarı mevzu olunca sayım işiyle uğraşıyor ve cimriliğini de devam ettiriyordu. Yılmaz Öztuna’nın, “İstanbul’daki Kapıkulu Ocakları doymak bilmez bir milis haline gelmişti. Her olayı, kendilerine temin edeceği menfaate göre muhakeme ediyordu.” sözü isabetli ise, mevcut durumdan iyi bir sonuç, hele de yukarda anlatılan projenin gerçekleşeceği bir sonuç nasıl beklenebilirdi? Genç padişah ilmiye sınıfını, ulemayı bile darıltmıştı.
Pâdişâh Sultan Osman’ın ordusu 2 Eylül 1621’de Hotin Kalesi yakınına gelir, 3 Eylül’de savaş başlar. Kalede başarı sağlanamaz, yalnız Lehistan içine yapılan akınlarda Ulu Nogay mirzalarından Kantemir Bey’in ve Nureddin Sultan’ın kahramanlıkları görülür.
Nureddin Sultan’ın 100 bin esirle ordugâha dönmesi Türk askerinde sevinci yükseltir, köle fiyatlarını düşürür.
Bir zafer kazanılmamış olsa da; Sultan Osman muzaffer olmuş gibi etrafa fetihnameler yollayıp, bir sulh yaparak 28 Ocak 1622’de İstanbul’a döner.
Ortada başarısız biten bir savaş ve suçu birbirine atan iki taraf var. Padişah, isteksiz savaşan askere, asker idaresiz padişaha dargın. Padişahın işi zor. Padişahın idealleriyle tecrübesi denk değil. İyi müşavirleri değerlendiremiyor; gerçeklerden çok o anda hoş görünen sözlere kanıyor. Bu mühim savaşın kaybına sebep olarak gösterilenlerden biri de Ve-zir-i Âzam Hüseyin Paşa’nın kıskançlığıdır ki, gerçek olması muhtemeldir. “Bu şiddetli taarruzun kahramanı olan Budin Valisi Karakaş Mehmed Paşa Avusturya muharebelerindeki muvaffakiyetleriyle meşhur olduğu için, kendisinin düşman ordugâhına girip bayrak diktiğini gören Vezir-i Âzam Arnavut Hüseyin Paşa’nın kıskançlık damarlan kabarmış. Karakaş Paşa muvaffak olduğu takdirde sadaret mührünün ona verileceğinden korkarak harbin en şiddetli anında taarruza memur ettiği zavallı kahramanı düşman ordusunun ortasında yardımsız bırakıp seyirci kalmış ve nihayet işte bu yüzden Karakaş Paşa göğsünün iki yerinden kurşunla vurulduğu için pek çok zayiata uğrayan askeri geri çekilmiş.”
Neticesi zafer olmayan Lehistan zaferi, bazılarıca öyle görülmüyor. Meşhur Şâir Nef’i

Aferin ey rüzigânn şehsuvâr-i safderi
Arşa as şiimdengirü tiği Süreyya gevheri

demiştir.
Savaş sonrası aklı başında vezirlerle oturup durum muhakemesi yapmak, görülen yanlışların düzeltilmesi yoluna bakmak lâzımken, tam aksi hareketlere devam edilir. Bir padişahın doğruları, bir de yaşanan hayatın doğruları var; Sultan Osman kendi doğrularında ısrarlıdır. Yalnız, o doğruların tatbiki, yanlış gördüğü insanların kılıçlarıyla kabildir. O kılıçlar ise sahiplerine daha yakındır, işte, bu inceliğin hesabını yapamayan Genç Osman maceradan maceraya atılır. Hâlbuki ataları olan namlı padişahlar askerini hoş tutarak zaferden zafere koşuyordu. Onları darıltarak bir şey yapabilmenin mümkünatı yoktu. Belki olurdu ama olağanüstü güçlü bir padişahla ve olağanüstü siyasetle olabilirdi. O da genç padişahımızın sahibi olmadığı bir şey idi.
Hata üstüne hata yapmaya devam eden padişah, kıyafet değiştirip gece hafiyeliğine başlar; meyhanelerde kahvehanelerde yeniçeri avcılığı yapar. Yasakladığı fiilleri işleyen yeniçerilerin, sipahilerin cezası çok ağır olur. Ölenin sesi kesilir fakat kalanlar pâdişâha diş biler. Bir de emsali olmadığı halde, Genç Osman evlenme usulünü değiştirir. Kendisinden önceki bütün padişahlar cariyelerle evlenmiş iken, o hür kızlarla evlenmeye başlamıştı.
Atalarının cariyelerle evlenmesindeki inceliği belki anlayamamıştı, belki de her şeyde olduğu gibi, bu müessesede de bir yenilik yapma hevesindeydi. Lâkin asker arasında hoş karşılanmıyordu Sultan Osman’ın yaptıkları.
Sade giyimi tercihi, basit koşumlu atlara binip sıradan insanlar gibi görünmeye çalışması, para konusunda oldukça tutumlu davranışı, Türk kızlarını pâdişâh eşi yapması, yeniçerilerin disiplinden uzak, sadece para için ve canları isterse savaşacak hale gelmeleri dolayısıyla, ıslahını düşünmesi ve benzer birçok arzuları…
Sultan Genç Osman’ı, çok büyük kahramanlardan yapabilirdi. Ama başarsa idi ki başaramadı…
Keşke, kendisinden daha akıllı, daha güçlü ecdadının taklitçisi olsaydı, onları anlamaya çalışsaydı, tecrübelerin ortaya koyduğu kânunun kuvvetini kavrasaydı…
Hiçbir padişah, askeri kendisine düşman ederek, yerleşmiş kuralları tepeleyerek tek başına yenilikler icat edememiştir. Yaptığı hataların göz yumulmayacak derecede ehemmiyetli olduğu yerli-yabancı herkes tarafından anlatılmaktadır. Cimriliğinden savaşta kesilen düşman başı ücretini bir altına indirmiş, neferler homurdanmışlardı. Söyledikleri şuydu: “Kendi başımızı tehlikeye atarak bir altın almak ne demek?”
İşte bu gibi cimri davranışı, askere, almaya alıştığının çok azını verip, hizmetin azamisini beklemesi haksızlık sayıldı. Geceleri polis gibi, bekçi gibi sokaklarda dolaşması yasak ettiği filleri işleyen askeri görünce ölüm cezasına uğratması, ahaliden sarhoş yakalananların taş gemisine konması düşman sayısını artırıyordu. Ne asker kalmıştı hakiki sevgiyle bağlı olan, ne de sivil kesim çoğunluk onu sevmiyordu.
Sultan Osman’ın harem hayatını benimseyen yoktu; bu da mühim eksilerinden biri. “Aslen Rus olan Haseki Sultan’ın padişah üzerinde pek büyük nüfuzu vardı. Haseki’nin memnuniyeti celbedilmek için şenlikler yapılıyordu. Lehistan Muharebesi’nden bazı sahneler canlandırılmakla kadın gönlüne yol aralanıyordu. Bütün bunları yapan cimriliğiyle meşhur pâdişâh olunca, doğal olarak göze batıyordu.
Sultan Osman’ın başına dert açmaya müheyya en geçerli sebeplerden biri, yaptığı aykırı evlilikler idi. Yabancı kadınlarla evlenen ecdadının aksine yerli kızları tercihi iyi karşılanmıyor, bunun akla gelen mahzurlarından halk rahatsız oluyordu. Devlet erkânı ve ordu rahatsızdı bu yerli kızların saraya girişinden evlilikleriyle ilgili yorum yapmaya girişmeden, yapılmış kısa bir yorumu buraya alalım; bir yabancı gözü ve mantığıyla anlamaya çalışalım, dersek: “Sultan Osman üç zevce daha seçti. Fakat mütâd olduğu veçhile cariyelerden değil, tebaasının hür kızlarından. Bu ise, tehlikeli ve kanuna aykırı bir şeydi. Çünkü Padişahın akrabalık kurduğu kudretli ailelerin sonradan saltanat davasında bulunmalarından korkuluyordu. Osmanlı kanunu ister ki, Padişahın zevcesi çocukluğunda ailesinden alınmış, hamisiz akrabasız bir cariye olsun; bu zevce ancak Haseki Sultan, yani veliahdın validesi ve sonra Valide Sultan, yani Pâdişahın validesi olmakla bir imtiyaz kazanabilirdi. Padişah da, hür bir kadının değil, bir cariyenin oğlu olmak lâzım gelir; ta ki hükümranlık iradelerinde hiçbir aile nüfuzunun rolü ve tesiri olmasın…”
Genç Osman’ın en büyük hatası olarak takdim edilen Türk kızlarıyla yaptığı evlilik bir başka ve iyi olan yoruma da müsaidtir. Bu bir millileşme hareketinin saraya da yansımasıdır. Yavuz devrine kadar yabancı prenseslerle evlenilirken, ondan sonra cariyelerle evlenmeler başlamış, “Osmanlı hanedanı ana tarafından bir cariye sülâlesi haline gelmiş ve bilhassa Türk ailelerinin sıhriyet nüfûziyle kuvvetlenmelerinden korkulduğu için saraya artık Türk kızları alınmamasından dolayı da Birinci Ahmed devrinde üç bini bulan ecnebi halayık yüzünden “Harem-i Hümâyun” tamamıyla kozmopolit bir kütle hâlini almıştır.”
Bu durum karşısında Genç Osman sarayı yerlileştirme hamlesini başlatmıştı. Geçmiş asırların yerleştirdiği kuvvetli bir anane olan böyle bir düzen varken hem sarayda hem orduda bir yığın gayrı Türk unsur söz sahibi iken, düşünülen işin gerçekleşmesi kolay değildi. Amma her büyük işin fedaileri olmak gerekirdi. Genç Osman bilerek yahut bilmeyerek fedai olmuştu.
Genç Osman’la yeniçerilerin arasının iyi olmayışı normal sayılsa da, sevgisizliğin Pâdişâh tarafından aleniyete vurulması siyasi bir hata olabilir. Yavuz Sultan Selim onların kahrını çekmiş ancak uygun pozisyona geçtiği zaman kesilecek başların yerinde durmasına müsaade etmemişti. Ve Yavuz hiçbir zaman için bütün yeniçeri sınıfını karşısına almamıştı. Genç Osman ondan zayıf olduğu halde, onun gösterdiği sabırdan uzaktı.

Hac Niyeti

İstanbul’da pâdişâh huzursuz, vezirler huzursuz, askerler huzursuz, halk huzursuz. Devletin semasında karabulutlar dolaşıyor; Sultan Osman’ın beyninde yenilik şimşekleri çakıyor. Bir şeylerin aniden yağacağı belli oluyorsa da bunun rahmet mi, azap mı olacağını bilen yok. Yeniçeri Ocağı, çok şanlı bir tarihin şerefini üzerinde taşıyor olmasına rağmen, o şana uygun amel ve davranışlardan bir hayli uzak görünüyor. Genç Osman sayım yaparak bir hileyi meydana çıkarıyor ki, maaş alanla mevcut olan arasında uçurum var. Rakam göremedik ama her halde bütçeyi sarsacak miktarda bir hile olmalıydı! 20000 kişi kayıtlı görünüp adlarına maaş tanzim edilir, bu maaşı 15000 kişiye dağıtırsanız, geri kalanı komutan makamındakilerin cebine gider. Bunun açığa çıkarılması, bu cürmü işleyecek kadar tiynetsiz adamları her yola sevkeder. İşte Sultan Osman karşısına bu adamları alıyor. Devletin en önemli silahlı gücü de bunlardır.
Canı sıkılınca vezir kellesi isteyen, pâdişâh değiştirmeye kalkan bu askeri, Genç Osman istemiyordu. Anadolu’dan, Şam’dan, Halep’ten yeni askerler tedârik edip köhnemiş ocağın kökünü kazıyacaktı. Hacc’a gitmeye teşebbüs etti. Darüssade Ağasıyla, Hocası Ömer Efendi gitmesini teşvik ederken Vezir-i Âzam Dilâver Paşa aksine kanaat beyan ediyordu. Sultan kararını vermişti. Sonra bir rüya gördü, endişeye kapıldı. Bu rüya şöyle imiş.
Sultan Osman tam savaş kıyafetiyle tahtına oturmuş, Kur’an-ı Kerim okuyorken Peygamber Efendimiz gelir, elinden Kur’an’ı, sırtından zırhı alarak bir tokat vurur. Sultan tahtından düşer, perişandır. Hazret-i Peygamberin ayaklarına kapanmak ister, olmaz, onu başaramaz ve dehşet içerisinde uyanır.
Hocası Ömer Efendi’nin bu rüyayı yorumu biraz madrabazca görünüyor, niyetini bilemeyiz. Der ki: Pâdişâhım, Hacca gitmekteki tereddüdünüz için tokatı hakkettiğinize, Peygamberin ayağına yüz süremeyişiniz de, mübarek kabirlerine yüz süreceğinize işarettir.
Genç Osman tedirgindir. Ömer Efendi’nin yorumu rahatlatmaz. Bir gün namazdan sonra İmam Efendi’ye anlatır rüyayı ve yorumunu ister; akıllı imam ona doğru adresi verir. Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüdâi bir mürşid-i kâmildir, Sultanım, der. Ona anlatın. Şeyh Efendi’nin yorumunda hiç bir müjde yok, sadece korku var. Der ki Aziz Mahmud Hüdâi:
“Okuduğunuz hükm-i şer-i şeriftir, uyulması lâzım. Oturulan taht vücût cübbesidir, yani alemi vücûttur” ve bu rüyanın korkulu olduğunu, tövbe istiğfar etmesini ve başka tenbihleri olur Şeyh Efendi’nin. Sultan Osman da ne yapacağını bilememe halinin rahatsızlığı hakimdir. Sıkıntısı ziyadedir.
Şeyhin kafadan atmayacağını bilir. Şeyhülislâm’ın fetvasından medet umar. Aynı zamanda kayınpederi olan Şeyhülislâm Esat Efendi’nin fetvası da arzusuna uymaz.
Demektedir ki: Fitne çıkması muhtemelken Hacca gitmek caiz değildir. Sultan, Şeyhülislâmı da, Aziz Mahmud Hüdâi’yi de dinlemek istemez, yalnız içinde şüpheli korku tohumlan çoğalır, Eyüp Sultan’a gidip dua etmek, fakirlere sadaka dağıtmak ve kurban kesmek ister.
Padişah gitmeden Eyüp’te kurbanlar hazırlanmalıydı ama ne gezer; böyle istiğfar edilip sadakalar dağıtılırken kurbanlık teminine gidilir, bir kaç koyun bulunur, fakat büyük baş kurbanlık bulunamaz. Ne gam? Bostancılar, kağnılardan boşalttıkları öküzleri sürerler kurbanlıklar diye. Sahiplerine de değerlerinin çok altında ödeme yaparlar ve padişaha bol bol beddua aldırırlar.
Pâdişâh, kayınbabası Şeyhülislâm’ın “Padişahlara hac lâzım değüldür. Yerinde oturup adl eylemek evlâdır.” sözünün neresine uymuş oluyordu? Haccdan vazgeçmediği gibi, adl’ede muvaffak olamamış, sipahilerinin sayesinde kurbanı bile haram maldan kesmişti. Bir insana talih karanlık yüzünü göstermek isterse, her şey nafile!
Sultan Genç Osman’ın şevki kırılmıştı. İnadını da kırabilseydi, belki faydası olurdu; ancak, bunu şimdilik yapamıyordu. Mütereddit halde iken, Otağı Hümâyun Üsküdar’a kuruldu; asker, İstanbul’dan ayrılacak olan padişahın, yeni bir orduyla geri dönüp, kendilerinin hayatlarına son verileceğine inanıyordu.

Hâile-i Osmaniye’nin Birinci Günü (18 Mayıs 1622)

Yeniçerilerle sipahiler Sultanahmet Meydanı’na bir sel gibi akmaya, felâket saatleri çalmaya başlamıştır. Padişahın Hacc bahanesiyle yeni bir ordu kurma arzusunun protestosudur bu selin gayesi. Oradan padişaha bir haber gönderirler.
“Hacc-ı Şerife gitmek istemüşsün, gitmiyesüz! ve dahi eski kulları cümleten kırup yerlerine Halep’ten ve Şam’dan cedîden kullar yazup Şam-ı Şerife’de taht-ı sultani kurmak istemisüz, biz ona râzi değilüz!”
Pâdişâhın cevabı:
“Bildükleründen kalmasunlar. Ben Hacc-ı Şerife gitmekten vazgeçmezem!”
Âsileri yola getirmek için büyük Hoca efendiler vazifeliydi. Bunlar Şeyhülislâm Esad Efendi, Nakibüleşrâf Gabari, Ayasofya Vaizi Ömer Efendi, Cerrah Mehmed Paşa Camii vaizi İbrahim Efendi ve diğerleriyle beraber oniki kişi. Asilerin yaptığı gösteriş değil blöf değil, bir şeyler istiyorlar onu alacak güçte olduklarına inanıyorlar. Bir de padişahın kendilerini yok etme arzusu taşıdığına inandıkları için mesele onlara göre olmak yahut olmamak noktasındaydı. Var güçleriyle saldırdılar. Yaptıkları neye uyarsa uysun şer’i bir dayanak istiyorlardı. Pâdişâhı birilerinin yanlış yola sürüklediğini, bu kişilerin suçlu olduğunu, haklarında şer’an ölüm kararı verilmesi gerektiğini düşündüler. Hammer’in ifadesiyle, yukarıda işaret edilen “on iki büyük şeriat memuruna müracaat ederek Hoca Ömer Efendi’nin, Kızlar ağası Süleyman ve Sekbanbaşı Nâsıh Ağaların, Kaymakam Ahmed, Defterdar Baki, Sadrâzam Dilâver Paşaların katilleri meşru olduğuna dair fetva talep ettiler.”
Yeniçeri ihtiyarları kendi hazırladıkları sorunun cevabını almak istiyor. Soru da cevap da aşağıda:
“Pâdişâhı cihanban-ı azdurup Beyt-ül-mâl-i müslimin-i telef itdürüp bunca fitne ve fetarete sebep olan kişilere şer’an ne lâzım gelir!” diye Şeyhülislâm’a sordular.
El cevap:
“Katl-i lâzım gelür!”
Sultan Osman isteklere -fetvaya-boyun eğmeye yanaşmadı. Yeniçeri ve sipahi isteğini pâdişâha getiren tecrübeli zatlar iknâya çabaladı. İki şerden hafif olanı seçmek gerektiğini kabul ettirmek isteyenler, geçmişten misallerle hatırlatmada bulundular. Dillerinin döndüğünce uğraştılar. Padişah, kendisine takdim edilen fetvayı yırtıp attı. “Fetvayı yırtıp atarak dinin siyasete alet olmasını reddeden yegâne Pâdişâh da, şahsen dindar olmakla beraber dinle dünya arasına bir sınır çekmek isteyen Genç Osman’dır.”
“Erkekliğin onda dokuzu kaçmak, biri de yakalanmamak.” derler. Sultan Osman şimdilik kaçmaktan yana değil. Fetvayı yırtıp atmakla, bardağı taşıran son damlayı koymuş oldu. Dinle devlet işini ayırmayı istediği masum bir yorum olsa gerektir:
Pâdişâha takdim edilen bu fetvanın kaderi yırtılıp atılmaktır ve bardağı taşıran son damlalardan biridir.
İsyan eden sade yeniçeriler olsa, padişah diğer askerleri onlara karşı hazırlar, en azından bir mücadele şansı doğabilirdi. Hiç bir tedbire başvurmadan, asilere karşı yiğitlik taslıyorken, donanma askeri de yeniçerilere iştirak eder.
Yeniçerilerin padişahtan ilk istekleri, Hacca gitmekten vazgeçip, Hoca Efendi’yle Darüssaade Ağası’nın vazifesine son verilmesi ve sürülmesidir. Küçük de olsa bir geri adım atmak ister, Genç Osman:
“Varun söyleyin, der, Kâbe’ye gitmekten feragat eyledüm; emmâ anları makamlarından uzaklaştırmam!”

Hâile-i Osmaniye’nin İkinci Günü

19 Mayıs 1622 Perşembe: Osmanlı Devleti tarihinin yaşanmış en uzun, en acı günlerinden birinin güneşi, kan gibi doğmaktadır. On binden fazla yeniçeri ve sipahi tam silahlanmış olarak Fatih Camii’nin yolundalar. Orada ulemadan kimse bulunmadığı için, dua edip çıkar, Sultanahmet yolunu tutarlar; kanlı bir düğün alayı gibidirler, tekbirleri bile, öfkeli seslerinden dolayı ürkütücüdür.
Asiler Sultanahmed’e doğru yürürken camide Şeyhülislâm ve eski Kazaskerlerden Şair Yahya Efendi ve diğer ulema Ocak Ağalarıyla pazarlık yapıyorlardı. Asiler altı kişinin başına kastetmişler, onları almadan dağılmak istemezler. Sultan Osman’a ulaştırılan listede kurbanlıklar şöyle sıralanıyordu: 1. Vezir-i Azam Dilaver Paşa, 2. Hoca Ömer Efendi, 3. Darüssaade Ağası Süleyman Ağa, 4. Nişancı Ahmet Paşa, 5. Baş Defterdar Baki Paşa, 6. Sekbanbaşı Nasuh Ağa.
Nâsuh Ağa, yeniçerilerin iki numaralı adamıdır ama isyana muhalif tavrından dolayı onun da hayatı kendi adamları tarafından istenmektedir. Diğerleri de yeniçerilere göre değişik suçların sahipleridirler. Listeyi pâdişâha sunan ulemâ sözcüsü:
“Pâdişâhım, istediklerini ver, yoksa hâl harap olur. Cemiyet azim cemiyettir. Ehveni şerri tercih lâzımdır.”
Sultanın sert tepkisi ulemânın ümidini sarsacak, en kötü ihtimalleri düşündürecek ağırlıktadır:
“Siz mukayyed olun, onlar başsız askerdir, tiz dağılır.” der.
“Kul tayfası cemiyet ettikçe istediklerini alırlar, ecdâd-ı izamınızdan alagelmişlerdir, mukaddemce olmak evlâdır.” diyerek, önceleri de benzer olayların yaşandığını hatırlatırlar.
Genç Osman şüphelenir, “Bu fitneyi siz azdırmışa benzersiz. Evvel sizi kırarım, bâdehû onları. Zaten ol taifemin tedarükü görülmüştür!”
Şair Yahya Efendi, Pâdişâhın sözlerinden üzüntü duyar. Hem kendilerine yakıştırdığı rol, hem de tedbire yanaşmaması arzu etmediği bir hâl idi.
“Hâşâ Pâdişâhım, bizim bunda dahlimiz yoktur. Ancak hacca gitmenizi istemezdik.” diyerek, kenara çekilir.
Eski Vezir-i Âzam Ohrili Hüseyin Paşa:
“Pâdişâhım, bu kulunu dahi isterlerse viresüz: Heman sen sağol!” der.
Ohrili’nin sözünü de ciddiye almaz Genç Osman. Hâlbuki vaziyet müşküldür. İşin ucunda pâdişâhın hayatı var gibi. Eski Vezir-i âzam “beni dahi ver” derken bunu işaret ediyordu.
Pâdişâh âsilerle anlaşmaya yanaşmaz ve anlaşma teklifini savunan heyetin saraydan ayrılmasına da müsaade etmez. Âsiler acele haber beklemekteler, sabırları kalmamıştır. Vahşi arzulan gerilmiştir iyice.
Onbinlerce yeniçeri, sipahi, donanma askerinin arasında İstanbul’un yığınlarca külhanbeyi ve ne kadar serseri varsa oradadır. Herkes çıkacak vahşetten pay alma peşinde. Sarayda, olması gereken hiçbir şey yok.
Ama, isyancıların bir şüphesi var. “Sultan Osman’ın direnmesi boşa değildir.” Bu zan silahlı onbinleri korkutuyor. Ayasofya minarelerine çıkıp saray avlusunu gözetleyen birkaç âsi, kimseciklerin olmadığını haber verince cesaretleri geliyor ve saraya hücuma karar veriyorlar.
Tepeden tırnağa silahlı olan yeniçeri ve sipahilerin, sonradan aralarına karışan Cebeci, Topçu ve Acemi Oğlanlarla ayak takımı güruhu silahsızdır. Onları aralarından ayırmak isterler ki, kazanacakları zafer! yalnız kendilerinin olsun, hem de ayaklarına dolaşılmasın.
“Varun, aramızda bulunman: Asker çıkarsa bize ayak bağı olursuz!” diye, yanlarından uzaklaştırmak isterler. Çapulcuların vatanseverlik ve din duygulan! o kadar kabarmıştır! ki, “Askeri İslâm kandeyse biz de andayız! Asâkiri islâmsız bize dirlik haramdır. İslâm askeriyle bile diriliriz, öleceksek beraber ölürüz.” yollu sözler söylerler.
Gözü dönmüş kalabalık sarayın dış avlusuna dayanıp bekler. Birkaç saat geçer, haber çıkmaz. Bağırırlar, “Şer ile Darüssaade Ağasını isterüz! Şer ile Hocayı isterüz! Şer ile Dilaver Paşa’yı isterüz!”
Boğazlan yırtılacak gibi çıkan sesleri korkuyla titremektedir. Saray avlusunda görünen kimse yoktu ama, Bostancılar zebellah gibidirler. Ya onlar çıkar da, silaha sarılırlarsa? Nicesinin canı cehennemi boylamaz mı?
Ne yazık ki, akşamdan aldıkları işaretle canlarını kurtarmanın yolunu çoktan bulmuştu onlar; saray, gerçekten bomboştur.
Yeniçerilerle sipahiler birkaç saat daha, merakla beklerler, hiçbir ses yok, karşı koyma yok, saray mezar gibidir. İkinci avluya girilir; ne hikmetse kapılar itince açılıyor, kilit yok, nöbetçi yok. İçeride bulunan elçilerden Gubâri Efendi görünür, herhalde karışıklığa kurban gitmemek için olacak, yeniçerilerle sipahilere seslenir:
“Bizim sözümüz geçmedü. Siz kendünüz gidüp söylen!”
Bu söz âsilere bir işaret idi. İçeride her şeyin lehlerine olduğunu beyan ediyordu. İsyancılar üçüncü kapıdan da evlerine girer gibi girdiler. Padişahı koruma vazifesi olanlar, hep kaçmışlar, eli silahlı kimse yoktu.
Âsiler, pâdişâhı ayak divanına çağırdılar. Bu ân, belki de kaderin çizileceği ân idi. Bir akıllı siyasi manevra, kaybedilen savaşı kazandırabilirdi. Genç Osman, gururunu hayatına feda etmeyi düşünemedi, görüşme teklifi reddedildi. Bundan sonrası için iyi bir ihtimal kalmamıştı. Asilerin arasında Sultan Mustafa’nın anası Valide Sultan’ın adamları da eksik değildi. Onlardan biri ki, Damat Davud Paşa’dır.
Kalabalık arasından bir ses:
“Sultan Mustafa Han’ı isteriz!” diye bağırdı. Bu meçhul kişinin ağzından çı¬kan söz diğerleri tarafından birkaç defa tekrarlandı. O ân’ı, Nev-i Hüseyin İbni Seher’den kitabına alan İ.H. Danişmend şöyle anlatıyor:
“Ol zamanda ki, asâkir-i İslâm arasında bir sadâ peyda oldu; söyliyen kim idüğün kesretten bilmediler. Söylediği söz bu idi kim: “Şer’ ile Sultan Mustafa Han’ı isterüz!” deyüp, sözün üç kere tekrar idince hikmet-i yezdân-i ve kudreti sübhânî birle cemî askerin lisânına bu söz cari olup cümlesi bir gezden na’ralar urup: “Şer’ ile Mustafa Han’ı isterüz!» Narayı tekrar eyledüler.”
Bu “Mustafa Han’ı isterüz!” diye bağıran kişinin Mahpeyker Kösem Sultan’ın -IV. Murad’ın anası- ayarladığı biri olduğu anlatılır. Sebep olarak da Mustafa, aklî durumundan dolayı hal edilmişti. Nasıl olsa tekrar o padişah yapılmaz. Sultan Osman gittikten sonra sıra Murad’ındır.
Âsiler Sultan Osman’ı tamamen gözden çıkarmış olduklarından Deli Mustafa’yı aramaya başlamışlar. “Şer ile Mustafa Han’ı isterüz!” naralarını atıp sağa sola koşuşanların Şer’den ne anladıkları ise belli değildir. “Allah’ın emri” diye, şeytanın isteğini gerçekleştirmeye çırpınıyorlardı. Zavallı Genç Osman! Kokuşmakta olan askerî teşkilâtıyla bile dünyanın en güçlü devletinin padişahı iken, eşkıyanın elinden canını kurtarmanın telaşına düşmüştü. Daha önce kaçıp Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdai tekkesine sığınan Vezir-i Âzam Dilaver Paşa’yı getirtip, Darüssaade Ağası Süleyman Ağa ile beraber âsilere teslim ederek isyanı yatıştırmak istemişti ama çok geç kalmıştı. Âsilere iki kelle çerez gibi geldi. Hemen oracıkta, anında parçaladılar. İşte tam bu anda Şeyhülislâm Esad Efendi cesaret edip:
“Yoldaşlar, dedi. Gelin Mustafa Han dursun! Sultan Osman, istediğinizi verdi (ve) dahi kimi isterseniz Padişahtan alıp verelim.”
Asilerin makul hiçbir sözü dinlemeleri kabil değildi ve dinlemediler.
Diğer grup Mustafa’yı arıyordu. Sarayda saygı gören hiç kimse, saygı gösterilen hiçbir daire kalmamıştı. Harem kapısına geldiklerinde bir has odalı içoğlanı işaretle: “Bu semtte olmak vardur!” diyerek Mustafa’nın bulunduğu yeri isyancılara göstermişti. Kadınlar dairesi olan bu yerin içeriden kilitli olan kapısı açılamıyordu. Bir süre, nafile uğraştılar. Çareyi, dairenin kubbesini delip oradan içeriye girmekte buldular.
Bir trajik roman mevzuu olan bu işleri uzatmayalım. Delinen kubbeden içeri iple sarkan adamlar Mustafa’yı bir minderin üstünde oturur vaziyette, başucunda iki cariye ile buldular. Hemen yer öpüp, “Padişahım taşrada asker size müntazırdır.” denince Mustafa meczup halde, “Su!” der. Etrafındakileri görmez bile. Padişah olduğunu söyleyenlere söylediği ilk söz “Su” başkada işe yarar bir söz söylememiştir. Söylemeğe ihtiyaç duymaz. Hâlini bilmekte, hayatta olmaktan başka bir arzu taşımamaktadır. Hiçbir arzuya aklen muktedir değildir. Ne yazık ki, -Allah’ın takdiri dışında- kaderini çizenler çapulculardır.
Delik tavandan sarkıtılan suyu içtikten sonra, iple yukarıya çekilip çıkartılırken cariyelerini de ister, onlar da çıkartılır. Ev kıyafetiyle bulunan Mustafa için ferace temini bile mümkün olmadığı için, zavallı deli o günkü anlayışa göre yarı çıplak vaziyette pâdişâh yapılmaya çalışılıyordu.
Ulemâ sınıfı çapulculara: “Yoldaşlar peşiman olursunuz. Mustafa Han’dan vazgeçin, o dursun.” diye yalvarıyorlar, akli durumunun saltanata müsait olmadığını anlatmaya çalışıyorlar. Onlar ise kılıç çekerek ulemayı biate zorluyorlardı. Can korkusuyla biat edenler arasında korkudan mı, kahrından mı? belli değil. Kafzâde adlı bir efendi oracıkta, yere cansız düştü!
Bu, zorla yaptırılan biat merasiminden sonra, Sultan Osman’ın korkusundan, Mustafa’yı eski saraya götürmek isterler. At sırtında duracak hali olmayan yeni pâdişâh hasta arabasına bindirilir. Önce eski saraya, oradan da yeniçerilerin kışlasındaki orta camiine götürülür. Bu arada büyük zaferin! sevinç nişanesi olarak hapishaneler boşaltılır. Ne kadar hırsız, yankesici, ırz düşmanı serseri varsa İstanbul sokaklarına salınır. Bunlar da devlet adamlarının konaklarını yağmalamaya başlar.
Sultan Genç Osman, hâlâ kendisini pâdişâh saymakta, işi nasıl düzene sokacağını düşünmektedir. Dilaver Paşa’nın âsilerce parçalanışıyla boşalan yerine Hüseyin Paşa’yı yeniden tayin eder. Adamlarından Bostancıbaşı Pir Mehmed Ağa ile vezir-i azamdan gayrisini evlerine gönderip, kalanlarla yapılacak işleri görüşmeye başlarlar.
Mevcut şart ve imkânlar kullanılıp bu gailenin içinden çıkılacak. İlk akla gelen çare Sultan Osman’ın Anadolu’ya geçmesidir.
Bir kayığa atlayıp denizden geçebilir, atalarının taht şehri olan Bursa’ya ulaşabilirse gerisi kolaydı. Bursalılar Sultan’a sahip çıkar, bütün Anadolu sahip çıkar; yeni ve inançlı bir orduyla İstanbul’a gelirse, özü çürümüş, paradan başka kutsalı kalmamış çapulculara dönen ocağı sindirebilir, ideallerinin gerçekleşmesine devam ederdi. Hayatının bundan sonraki safhasını devlete iyi hizmetlerle geçirebilirdi. Yaşı ne ki! 17’yi biraz geçiyor, daha çocuk bile sayılır. İnancı, azmi, kuvveti var ve gençliği var… Ne yazık ki, sahilde bir tane bile kayık yok. Neler olabileceğini düşünen isyancılar o tedbiri de ihmal etmemişler. Sahilde ne kadar kayık ve kayıkçı varsa, hepsini kaybetmişler. Yüzerek geçmek mümkün değil!
İkinci bir yol bulmak gerekir. Sultan Osman’ın haysiyetine dokunsa da, akla başka bir çare gelmediğinden, boyun bükmesi teklif edilir. Yeniçerilere boyun bükmek! Bu teklifin sahibi, ikinci defa Vezir-i Âzam yapılan Ohrili Hüseyin Paşa’dır ve Paşa biraz şaibelidir. Paşa’nın teklifi de şaibelidir. Acaba, bu bir tuzak mı? Hiç kimse daha iyisi var mı, diye düşünemedikten sonra, bulunan çürük ip de olsa sarılmaktan başka çare ne ki?
Yeniçeri Ağası Kırkçeşmeli Kara Ali Ağa, pâdişâha bağlı iyi bir adamdır. Sultan Osman’ın kendisine sığınması ne büyük şereftir, bunu bilir. Yeniçerilere bir konuşma yaparak, onları istediği yöne çevirir. O yön Genç Osman’ın yanıdır. Eğer sipahilerle yeniçeriler ayrılırsa gerisi kolay.
Gece yarısı Vezir-i Âzam Hüseyin Paşa, Bostancıbaşı Pir Mahmud Ağa (Sofu Mahmud diyen de var) Hüseyin Paşa’nın tezkirecisi Sıtkı Çelebi, pâdişâhın yanında Ağa kapusuna gelirler. Yolda, Tezkireci Sıtkı Çelebi’nin Vezir-i Âzam’la bir konuşması var ki, “Vah zavallı Osman” dedirtiyor insana. Peçevi’nin, sonradan dinleyip tarihine geçirdiği konuşmanın özeti:
“Paşam, bütün Yeniçeriler sözbirliğiyle Sultan Mustafa’yı biz Pâdişâh yaptık, diyorlar. Sultan Osman’ı onların ayağına götürmek, niçin? Paşaya birkaç defa sordum, cevap alamadım. Üçüncü soruşumda, “Sen ne diyorsun ki? Alem biribirine girip kıyamet mi kopsun? Devlet hangisinin başında ise Pâdişâh ol olsun. Tek âlem nizamu intizam bulsun!”
Bu teşebbüsün tatbiki için ağa kapusuna (Yeniçeri Ağası’nın Sarayı) varılır. Ağa, Sultan Mustafa’nın yanındadır; ulaşan haberi alır almaz koşar gelir. Sultan Osman’ın eteğini öper.
Ağa Pâdişâha bağlıdır da, emrindeki askere nasıl söz dinletilir? Bunun yolunu aramaya başlarlar.
Yeniçerilere rüşvet vermek en kolay yoldur. Buna hazine dayanabilir mi? Ayrı mesele! Her birine 50’şer duka altını (20000 dolar) ihsan, maaşlarına zam, elbiselerinin pahalı Venedik çuhasından yapılması, yüksek rütbeli subaylara ayrıca mükâfaatlar… Yani, hepsi para ve itibara boğulacaktır. Bunların karara bağlandığı zaman vakit geceyarısını bulmuştu. Sabaha karşı Yeniçeri odalarına giden Ali Ağa 25 odabaşıyla görüşüp, Sultan Osman’ın vaadlerini anlatır. Onların verdiği cevap belirsizlik ihtiva eden şu cümledir:
“Mâkûl Sultanım, siz bu sözü kul taifesine söylen; biz dahi mâkûl diyelüm. Virmek Hüdânundur!”
Meseleyi kul taifesine iletmek tehlikelidir. Bunun iki neticesi olabilir. Birincisi; Yeniçerilerin safça kabul etmesi ki, bu biraz mümkünü olmayan temennidir. Araya giren bunca kuyruk acısından sonra Sultan Osman’a güvenmeleri zordur. İkincisi ise, Ali Ağa’nın hayatına kastedilmesidir. Buna rağmen hayatını hiçe sayar Ağa.
Ali Ağa sabah erkenden Orta Camii önünde Yeniçerilerin yanına varır. Geceden ikna etmeye çalıştıkları Odabaşıları oradadırlar. Gönülleri askerin vaatlere kanmamasından yanadır. Ağa Yeniçerilere Sultan Osman’ın tekliflerini. “Yoldaşlar, pâdişahunuz mübarek ala! Emma hali bellü: Sultan Osman da Kapuya geldi. Ocağınıza sığındı.” diye anlatmaya başlar. Biraz da, “Ocağınıza sığındı” derken hislerine hitap etmeye çalışıyordu. Fakat duygu mu kalmış ki? Bir ses duyuldu. “Urun, söyletmen!”
Kara Ali Ağa’nın parçalanması için sayısız satır yerine geçti bu söz. Ali Ağa, sevdiği Genç Osman için kırk parçaya bölündü. Ondan sonra, Ağa Kapısında bir garip misafir gibi bekleyen, Osmanlı Devleti’nin genç padişahına sıra geldi.
Ağa’nın parçalanmış cesedi Aksaray’da dört yol ağzına konurken, onunla beraber gelen çavuş ve kethüda güçlükle camiye sığınabildiler.
Mustafa’yı padişahlığa getirenlerden Zoğancıbaşı ile birkaç zabit Sultan’ın anasına danışıp bir sadrâzam tayin etmek üzere eski saraya gitti, aday hazırdı. Bosnalı Davud Paşa Valide Sultan’ın damadı Sultan Mustafa’nın eniştesidir. Tam böyle bir zamanda sadârete en çok yakışacak tiynette biridir. Yeniçerilerin beğeneceği yegâne insan dense mübalağa sayılmaz.
Valide Sultan teklif edildiğinde: “İçinizde iyi yazısı olan var mıdır?” diye sordu: Musâb adlı yeniçeri ileri atılıp, Valide Sultan’ın dikte ettirdiğini yazdı. Böylece, Vezir-i Âzam, Davud Paşa, Yeniçeri Ağası Baş İmrahor Derviş Ağa, Baş Çuhadar Kara Musâb yapıldılar.
Yuvasından düşen, kanatlanamayan bir yavru kuş gibi durur Sultan Osman, eli silahlı yeniçerileri görünce ne düşünür bilemeyiz. Kendimizi onun yerine koyup düşünmeyi de istemeyiz. Kitaplardan, Genç Osman’ın saklandığı yerden çıkarılıp “bir alçak halli şahsın beygirine, başı açık ve arkasında bir beyaz entari olduğu halde bindirildiğini” okuyoruz. Bu bile yeniçerilerin durumunu anlamamız için kâfi bir ipucudur. Koskoca padişahlarını uyuz bir beygirle taşıyacak kadar saygıdan yoksun bir güruh!
Pâdişâh ata bindirilirken Vezir-i Âzam Hüseyin Paşa ne haldedir? Sultan Osman’a yeniçerilere sığınma fikrini veren adam Yeniçeriler tarafından parçalanmıştır. Kaçmasına rağmen, kovalanıp, yakalanmış ve parça parça edilmiş.
Devletin başı, başı açık, uyuz bir beygirin sırtında Orta Camie doğru gidiyor. Yatak kıyafetiyle. Gözleri yaşlı. Etrafta bir yığın seyirci. Bunlardan bir sipahi başındaki tülbendi çıkartıp Sultan’a verirken, diğer Sipahi matrak geçiyor.
“Canım Osman, Çelebi Osman, meyhaneleri basıp Yeniçeri ve Sipahi’yi taş gemisine koyup deryaya atmak olur mu?”
Altuncuoğlu diye anılan bir rezil herif Genç Osman’ın kaba baldırını çimdikleyip öyle kötü sözler söylüyor ki, Peçevi, “O sözleri değil yazmak, ağza almak bile mümkün değil.” diyor. Varın düşünün! Ve zavallı yavru! Padişah da olsa 17.5 yaşında değil mi, ancak delikanlı sayılacak yaşta değil mi bu yavrucak… Altuncuoğlu alçağının hakaretine karşı dayanamayıp uyuz attan atlayıp, adamı tartaklamaya çalıştığı ve şöyle söylediği anlatılır “Behey edepsiz melun pâdişâhınız değül müyüm? Nedür bu ittüğünüz cefa?”
Sultan Osman saygısız hakaretler arasında, bu kısa yolculuğu tamamlayıp Orta Cami’ye getirilir. Sultan Mustafa, caminin mihrap tarafında, iki cariyesi yanında, Valide Sultan orada, Çavuşbaşı Mezak Ağa orada ve Davud Paşa orada.

Hâile-i Osmaniye’nin Üçüncü Günü

Günlerden 20 Mayıs Cuma, 1622. Bu güne tarihler, “Haile-i Osmaniye’nin üçüncü günü derler. Sultan Ahmed’in, dolayısıyla Sultan Mustafa’nın eniştesi olan Davut Paşa’nın Vezir-i Âzam olduğu, Sultan Osman’ın son demlerini yaşadığı gündür bugün. Sultan Osman’ı destekleyenlerle ona karşı gelenlerin en heyecanlı anları bugün yaşanır. Dışarıdan sesler gelir:
“Zinhar Sultan Osman’a dokunulmaya. Vücuduna bir zarar erişmiye; bir kılına ziyan geldiğine rızamız yoktur. Şimdilik Sultan Mustafa Han pâdişahdur. Sultan Osman mahbus dursun; sonra nice iktiza iderse öyle olsun!”
Genç Osman’ın canına kıyılmaması için can atanlar yok değildi, ama onlar siyaseten güçsüzdüler. Yine de, sükûneti sağlamak isteyen Davud Paşa Sultan Osman’ı pencereden gösterip, hayatına dokunulmadığını ispat ediyordu.
Sultan Mustafa ise hapis hayatında arkadaşlık ettiği iki câriye yanında olduğu halde caminin mihrabında oturuyordu. Dışarıdaki gürültüden korkuyor, ne olduğunu anlamadığı sesleri merak edip pencereye koşuyor, validesi “gel arslanım gel” diye yanına çağırıyor. Genç Osman etrafındakilere Sultan Mustafa’yı işaret ederek:
“Görün ey derdmendler, padişah ettiğiniz adam nicedir? Hanedanın kesilmesine sebep oluyorsunuz!” diye inliyor…
Bu kötü hareketin içinde olup da pişmanlık çekenlerden bir yeniçeri generali, Sultan Osman’ın başı açık, gözü yaşlı haline acır. Kendi başından başlığını çıkarıp Genç Osman’a uzatır, der ki: “Pâdişâhım, alın pakçadır. Mübarek başınız açık kalmasın, sarın!”
Başkaları da Sultan Osman lehine davranışlara başlayınca, Davud Paşa telaşlanır. Cebecibaşı’na bir işaret verir. Bu, “vakit tamamdır, icabına bakılsın” manasınadır. Cebecibaşı, ibrişim kemendi Genç Osman’ın boynuna atar. Sultan Genç Osman güçlü kuvvetli delikanlıdır, kemendi boynundan çıkarır. Bazıları isyan ederek bağırırlar: “Neylersiz? Şimdi dışarıya duyulursa nice olur? Cümlemizi kırarlar!”
Bundan sonrasını Peçevi’den dinleyelim.
“Bunun üzerine Sultan Osman, Davud Paşa’ya dönerek ‘Be hey zalim, ben sana neyledüm? İki defa mucib-i kati cürmünü afv idüp öldürmedüm; mansıb virdüm. Bana adavetün nedür?’ diye söylendikten sonra Ocak Ağalarına dönerek: Bu zalim beni komaz öldürür.” diye sızlandı. Ağalar: “Hey Pâdişâhım, ne ihtimaldir? Mübarek hatırınızı hoş tutun. Ortalık biraz yatışsın, yine Sultanımız sizsiniz. Hâşa ki vükela kulların sana kıya ve ihaneti lâyık göre!»
Sultan Mustafa’nın anası telaştadır. Duramaz: “Ah ağalar siz bilmezsiz bu ne yılandır. Burdan sağ kurtulursa ne sizden bir kişi koyar, ne bizden.” diye korku vermeye çalışır.
Cebecibaşı bir dahi atar kemendi. Bu sefer ağaları mâni olurlar. Genç Osman’ın boğulmasına ve Sultan Osman, Mustafa için konuşur: “Anun hükmü nafiz olur mu? Ol divânedir. Kendü ismini bilmez. Aç şu pencereyi, dahi kullarıma söyleyeyüm.”
Pencere açılır, dışarının gürültüsü dolar içeriye ki, tam bir kurt dalmış sürü gibidir seslerin telaşı. Sultan Osman onlara “Benüm Sipahi ağalarım ve Yeniçeri ihtiyarları babalarum! Tazelik belasıyla münafık sözüne uydum. Beni nolaydı bu hakaretle götürmeden orda öldüre idünüz!”
“Yılana sarılma” denemesidir genç Sultan’ın yakarmaları. Bu kararmış gökten, bir afetin kopmasını engellemek Allah’a kalmıştır. Osman Han yine de son çareleri değerlendirmek için sorar:
“Benim Yeniçeri ve Sipahi ağalarım! Beni istemez misiniz?”
Herkes birbirinden bile korkar o hengamede. Kim o anda, isteğini istediği gibi dillendirebilir ki? Bir kişinin sesi çınlar yılan çıngırağı gibi ve Sultan Osman’ın yarasına bir avuç tuz atar.
“Her kim seni isterse Allah onu istemesün!”
Bir başka ses vicdanlı bir yürekten zorla kopmuş gibi gelir:
“Seni hilafete kabul itmezüz ve katline dahi rızamuz yoktur!”
Genç Osman, Yedikule Zindanı’na gönderilmemesi için de dil döker. Davud Paşa’dan çekindiğini anlatır, faydasızdır bütün yalvarmalar. Boşnak olduğu bilinen, dünyanın en alçak adamlarından sayılan Kara Davud Paşa, devletin Vezir-i Âzamı’dır. Korkusu da, kini de bayağılığı da âzamidir.
Sultan Mustafa’nın Topkapı Sarayı’ndaki dairesine hapsedilme isteği de dinlenmez Genç Osman’ın ve Cuma’dan sonra, bir pazar arabasının içinde türlü hakaretlerle Yedikule Zindanı’na götürülür. Yol boyunca ağlayıp merhamet gösterenler olduğu gibi, en galiz küfürleri eden aşağılık takımı da eksik değildi. Genç Osman hâle bakıp ağlıyordu.
Yedikule Zindanı’nda on cellâtla mücadele edecek, üçünü yumruğuyla yere serecektir. Sultan Osman gücünü sonuna kadar kullanıp elinden geleni yapmaya kararlıdır. Davud Paşa’nın has adamlarından, “Sipahilerden Subaşı Kethüdası Kilindir Uğrusu (ugru-hırsız) denen şahıs da oradadır.
Şehirde bütün taşlar yerinden oynamış, asayiş kalmamış olduğundan her tarafta yağma hareketleri devam ediyor, iyiler can ve mallarını korumaya çalışıyor, Genç Osman da bir kaç saniyelik ömrünü birkaç saate ulaştırmak için enerjisini tüketiyordu.
Acaba diyorum, zavallı Genç Osman bu can pazarında Şehzade Mehmed’in sözlerini hatırlıyor, pişmanlık duyuyor muydu? 12 Ocak 1621 tarihinde, sefere çıkarken boğdurduğu kardeşi şöyle beddua etmişti: “Osman, dilerim Allah’tan ömrü devletin berbâd olup, beni ömrümden nice mahrum eyledin ise sen dahi behremend olmayasm.”
Adi cellâtlardan biri eline baltayı alır, bütün gücüyle sallar. Sultan Osman’ın omuzu ağır yaralanır. O acıyla kıvranırken saldırıya geçen Kilindir Uğrusu denen adi, husyelerine saldırır Sultan’ın ve Genç Osman Osmanlı Türk Devleti’nin 323 senelik tarihinin, zindana atılan, boğulan, şehid edilen ilk pâdişâhı olarak tarihe geçer. Onu bu millet burnunun direği sızlayarak anarken, öldükten sonra burnunu, kulağını kesip, mevtaya işkence yapanları kıyamete kadar lanetleyecektir… Herhalde Cenâb-ı Allah’ın rahmeti Sultan Osman’a, gazabı da o hainlerin üzerinedir.
Genç Osman’ın arkasından, âşıklar türküler, destanlar yazar, ağıtlar okur. O gün ölümüne alkış tutanlardan çoğu vicdan azabıyla, cehennemi ruhlarında yaşarlar. Nevi mahlaslı bir şairin yazdığı şiir dillerde dolaşır, durur…

Bir şahı âlişân iken şâhî cihana kıydılar
Gayretlü genç arslan iken şâhî cihana kıydılar
Gazi bahadır hân idi âli neseb sultan idi
Namiyle Osman Han idi şâhî cihana kıydılar
Niyyet idip hacı olmağa koomadı kullar gitmeğe
Kulak gerek işitmeğe şâhî cihana kıydılar
Hükmetmeye kaadir iken emr-i Hak’a nazır iken
Haccitmeğe hazır iken şâhî cihana kıydılar
Ol bir sânı âlâ iken hep cümleden evlâ iken
Şer-i şerif icra iken şâhî cihana kıydılar
Esrât-ı saatdür bu dem devri kıyametdür budem
Bize nedâmetdür bu dem şâhî cihana kıydılar
(Nevi) ciğerler oldu hûn derdin bir iken oldu bin
Kanağladı ehlifünun şâhî cihana kıydılar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.