Yumuşama Dönemi Türk Dış Politikası

H. TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Türkiye’nin Soğuk Savaş Döneminde Batı ittifakına dâhil olarak bu doğrultuda dış politika izlediği belirtilmişti. Bu dönemde Kıbrıs, Ege sorunları, Orta Doğu’da Arap-İsrail Savaşları ve Ermeni terörü Türk dış politikasının belirlenmesinde etkili olmuştur.

1. Türk – Yunan İlişkileri

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Lozan Antlaşması imzalanmasına rağmen Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar çözümlenememiş ve ilişkiler bir süre daha normale dönememişti. 1. ünitede de bahsedildiği gibi 1930’lu yıllarda dünya barışını tehdit eden gelişmeler üzerine Atatürk ve Venizelos liderliğinde Balkan devletleri arasında ittifakı sağlamak için çaba sarf edilmişti. Bu çalışmalar iki ülke arasındaki ilişkileri olumlu etkilemişti. Ancak 1954 yılına gelindiğinde Türkiye ve Yunanistan ilişkileri Kıbrıs meselesine bağlı olarak yeniden gerginleşmeye başladı.

a. Kıbrıs Meselesi

Kıbrıs Sorunu

1571’de Türk hâkimiyetine giren Kıbrıs’ın yönetimi 1878 Berlin Antlaşması’nda arabuluculuk görevi yapan İngiltere’ye geçici olarak bırakıldı. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesini fırsat bilen İngiltere, 5 Kasım 1914’te Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıkladı. Türkiye Lozan Antlaşması ile bu statüyü kabul etti.

Kıbrıs’taki Rumlar, İngiliz yönetimi altındayken Adayı Yunanistan’a katma idealleri (Enosis) doğrultusunda faaliyetlerde bulundular.

  • ENOSİS: Enosis, Megola İdea hedefi çerçevesinde Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını ifade etmektedir.
    Kelime anlamı ile ilhak demek olan Enosis ilk Megali İdea haritasının çizildiği 1791 yılından beri gündemde olan bir konudur. Bir anlamda Kıbrıs sorununun da bu tarihten itibaren var olduğu söylenebilir. 18 Ekim 1828 tarihinde ingiltere, Rusya ve Fransa’ya bir nota veren Yunanistan, resmen ilk kez Enosis fikrini ortaya atmış ve Kıbrıs’ın kendisine bağlanmasını istemiştir. Kıbrıs’ta Yunan kilisesi, Patrikhane ve Yunan Hükümeti tarafından desteklenen Enosis hareketi, yıllar boyunca kilise ve okullarda yeni nesillere tanıtılmıştır.Ana Britannica, c. VIII, s. 201

Enosis’i gerçekleştirmek için yapılan ilk önemli ayaklanma 1931’de görüldü. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Kıbrıs konusuna daha çok ilgi gösteren Yunanistan, 1951’de Kıbrıs’ın kendisine verilmesi için İngiltere’ye resmen başvurdu. Bu girişimi olumsuz karşılanan Yunanistan, 1954’te Kıbrıs sorununu BM’ye taşıyarak meseleyi uluslararası bir konu hâline getirdi. Kıbrıs’ta self-determinasyon ilkesinin uygulanmasını isteyen Yunanistan’ın bu girişimi BM tarafından reddedildi. Bu gelişmeler, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda harekete geçmesinde önemli rol oynadı. Böylece Kıbrıs sorunu, Türk dış politikasının en önemli konularından birisi hâline geldi.

1960’tan önce Yunanistan’ın Kıbrıs konusundaki isteklerinin BM tarafından reddedilmesi üzerine Rumlar, Kıbrıs’ta EOKA yer altı örgütünü kurarak önce İngilizler, sonra da Türklere yönelik tedhiş hareketlerine başladılar.

Bu örgütün amacı: İngiltere’yi Kıbrıs’tan atmak, Türkleri imha etmek ve Enosis’i gerçekleştirmekti.

  • EOKA (Kıbrıs Mücadelesi Rum Örgütü): EOKA örgütü Kıbrıs Rumlarının Enosis amacını gerçekleştirmeyi hızlandırmak için İngiliz sömürge idaresine karşı olarak kurulmuştur. EOKA 1950’li yılların başlarında Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’a bağlanması hedefine ulaşmak amacı ile Yorgo Grivas liderliğinde “gerilla savaşı” yapmak amacı ile kurulmuş bir gizli örgüttür. Grivas, 1951 yılında Kıbrıs’ta gönüllüler toplayarak Yunanistan’a eğitime götürmüştür. 1954 yılında Yunanistan’dan getirdiği silahlar ve terör eğitimi alan savaşçıları ile Kıbrıs’a geri dönen Grivas, İngiliz askerî ve sivil hedeflerine terör saldırıları yaptı. Grivas 1958 yılından sonra ise Kıbrıslı Türkleri hedef seçmiştir. Prof. Dr. Cevat GÜRSOY, Kıbrıs ve Türkler, s. 112

Yunanistan’ın kışkırtma ve yardımlarıyla Rumların başlattıkları tedhiş hareketleri genişleyerek bir iç savaş hâlini aldı. 1959’da Türkiye ve Yunanistan başbakanları Zürih’te bir araya gelerek Kıbrıs anlaşmazlığını çözümlemek için görüşmelere başladılar. 11 Şubat 1959’da Kıbrıs’ta bağımsız bir cumhuriyet kurulması kararı alınarak Zürih Anlaşması yapıldı. Daha sonra Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Londra’da Kıbrıs Meselesi’ni ele aldılar. Londra toplantıların sonunda Zürih Anlaşması esas alınarak bağımsız bir Kıbrıs Devleti’nin kurulmasına karar verildi.

 

23 Şubat 1959’da imzalanan Londra Anlaşması; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulma anlaşması, Garanti Anlaşması, İttifak Anlaşması ve Uyuşma Anlaşmalarından oluşmaktaydı.

Zürih ve Londra Anlaşmaları doğrultusunda 16 Ağustos 1960’ta bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildi. Cumhurbaşkanlığına Rum lider Makarios, yardımcılığına da Türk lider Dr. Fazıl Küçük getirildi.

FAZIL KÜÇÜK

14 Mart 1906 tarihinde Lefkoşa’da dünyaya geldi.

Lefkoşa Lisesinden sonra Lozan Tıp Fakültesini bitirdi. Kıbrıs’a döndükten sonra Belediye Meclisi üyeliğine seçildi ve Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumuna katıldı. Kıbrıs Türk’tür Partisi ile Türk toplumunun haklarını savunmak için mücadeleye başladı. Londra’da Türkiye, İngiltere, Yunanistan, Kıbrıs Türk ve Rum cemaatleri arasında yapılan antlaşmayı Türk cemaati adına imzaladı. Bu antlaşma uyarınca kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ nde cumhurbaşkanı yardımcısı oldu. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra cumhurbaşkanı yardımcılığı fiilen sona erdi ve siyasi yaşamdan çekildi. Kıbrıs Türk halkının var olma mücadelesinde önemli bir yeri olan Dr. Fazıl Küçük 15 Ocak 1984’te hayatını kaybetti. Halil Gürdal GÜRAK, Kuzey Kıbrıs, s. 118

Kıbrıs’ta sağlanan barış ortamı uzun sürmedi. Yunanistan’ın asker ve silah göndererek desteklediği EOKA, Türklere karşı yıldırma hareketlerine devam etti. Kıbrıs Türkleri de bu faaliyetlere 1955’te kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) vasıtasıyla karşı koymaya çalıştı. Makarios, 1963’te, Türk toplumu lideri Fazıl Küçük’e, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’ye anayasa değişikliği önerisinde bulundu.

KIBRIS CUMHURİYETİ ANAYASASI

1. Başkanlık sistemiyle yönetilen bağımsız cumhuriyetin cumhurbaşkanı Rum seçmenlerin seçtiği bir Rum; cumhurbaşkanı yardımcısı ise Türk seçmenlerin seçtiği bir Türk olacaktı. Devletin iki resmî dili, Rumca ve Türkçe olacak; yasalar ve yönetimle ilgili bütün belgeler bu iki dilde yazılacaktı.

2. Yürütme yetkisine sahip olan cumhurbaşkanı ve yardımcısı, yürütme görevini, yedi Rum ve üç Türk bakandan oluşan Bakanlar Konseyinin kararlarını cumhurbaşkanı ve yardımcısı birlikte veya ayrı ayrı “veto” edebileceklerdi.

3. Yasama yetkisi,

a. Elli üyesinin % 70’i Rum ve % 30’u Türklerden oluşan ve iki toplumun seçmenlerinin ayrı ayrı seçiminden gelen bir Temsilciler Meclisi ile,

b. Rum ve Türk toplumlarının kendi işlerinde yetkili olan iki ayrı Cemaat Meclisi tarafından kullanılacaktı.

4. Cumhurbaşkanı ve yardımcısının Temsilciler Mecli-si’nden geçen yasaları da birlikte ve ayrı ayrı veto etme yetkisi bulunacak; anayasanın temel maddeler dışında kalan hükümleri, ancak meclisin Rum ve Türk üyelerinin ayrı ayrı üçte iki çoğunluğu ile değiştirilebilecekti.

5. Beş büyük kent olan Lefkoşa, Limasol,Magosa, Larnaka ve Baf’ta iki toplumun ayrı belediyelere sahip olması öngörülmekteydi.

6. Kamu hizmetlerinin her kademesinde, görevlerin % 70’i Rumlara ve % 30’u Türklere verilecek; bu oranlar, toplamı 2000’le sınırlanan polis ve jandarma gücü içinde geçerli olacaktı.

7. Ordu, 2000 kişilik olacak ve bu sayının % 60’ını Rumlar, % 40’ını ise Türkler oluşturacaktı. Ordu, polis ve jandarma kuvvetlerinden birinin başında bir Türk’ün bulunması öngörülmekteydi.

8. Yüce Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Mahkemelerin başkanları Türk, İngiliz, Kıbrıslı veya Yunan olamayacak, tarafsız bir kimse olacaktı.

Halil Gürdal GÜRAK, Kıbrıs, s. 117-119

MAKARİOS’UN ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ ÖNERİSİ

Makarios’un, 30 Kasım 1963’te değiştirilmesini istediği 13 anayasa maddesi:

1. Cumhurbaşkanı ve yardımcısının veto hakları kaldırılacaktı.

2. Cumhurbaşkanı görevinin başında bulunamadığı zaman, yerine cumhurbaşkanı yardımcısı geçecekti.

3. Cumhurbaşkanı ve yardımcısı, Temsilciler Meclisinin yapacağı ortak seçimlerle seçileceklerdi.

4. Temsilciler Meclisi Başkanı görevinin başında bulunamadığı zaman yerine Temsilciler Başkan Yardımcısı geçecekti.

5. Bazı vergilendirme yasalarına ayrı veto uygulaması kaldırılacaktı.

6. Ayrı belediyeler kaldırılacaktı.

7. Adli sistem birleştirilecekti.

8. Polis, jandarma ve güvenlik güçleri birleştirilecekti.

9. İdari yapı ve ordu içindeki görevlerin sayısal dağılımı nüfus oranına uygun olarak yapılacaktı.

10. Polis ve orduda görevlerin sayısal dağılımı yasayla belirlenecekti.

11. Kamu Hizmetleri Komisyonunun üye sayısı ondan beşe indirilecekti.

12. Kamu Hizmetleri Komisyonu kararlarını basit çoğunlukla alacaktı.

13. Cemaat meclisleri, en azından Kıbrıslı Rumların Cemaat Meclisi ilga edilecekti. Kıbrıslı Türkler eğer isterlerse kendilerininkini koruyabileceklerdi.  Halil Gürdal GÜRAK, Kıbrıs, s. 128

Türkiye’nin Makarios’un yaptığı önerileri reddetmesi, iki toplum arasındaki gerginliği arttırdı. Rum çeteleri Türk köylerini yakıp yıkarak 25 bin Türk’ü göçe zorladı. 24 Aralıkta “Kanlı Noel” denilen ve 24 Türk’ün şehit edildiği olay üzerine Türk savaş uçakları Lefkoşa üzerinde ilk uyarı uçuşunu yaptı.

1964’te Yunanistan’ın Ada’ya daha çok asker ve silah göndermeye başlaması üzerine olayların büyümesinden endişelenen BM Güvenlik Konseyi, Barış Gücü kurulması kararı aldı. Ancak Barış Gücü Ada’ya henüz gelmeden Rum çetelerinin saldırıya geçmesi Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale kararı almasına yol açtı. Ancak bu kararın uygulanmasını istemeyen ABD Başkanı Johnson, yazdığı mektupla Türkiye’yi kararından vazgeçirmeye çalıştı.

ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’ın İnönü’ye Mektubu (5 Haziran 1964)

“Kıbrıs’a yapılacak olan Türk müdahalesi Türk-Yunan kuvvetleri arasında askerî bir çatışmaya sebep olabilir…
Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı askerî bir müdahale SSCB tarafından aynı şekilde bir müdahaleye yol açabilir. NATO’nun rızası olmadan Türkiye’nin girişeceği bir hareket sonunda doğabilecek bir Sovyet müdahalesine karşı müttefiklerin Türkiye’yi savunma konusunu müzakere etmedikleri kanaatindeyim…
Türkiye ile aramızda mevcut bulunan askerî yardımın maksatlarının dışında kullanılması için hükümetinizin ABD’nin olurunu alması gerekmektedir. (…) Mevcut şartlar altında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede ABD tarafından temin edilmiş olan askerî malzemenin kullanılmasına ABD’nin olur vermeyeceğini size bütün samimiyetimle ifade etmek isterim…”Dr. Rifat UÇAROL, Siyasi Tarih, s. 755-756’dan özetlenmiştir.

İsmet İnönü’nün, ABD Başkanı Johnson’a yazdığı mektubundan….
“Sayın Bay Başkan,
5 Haziran tarihli mesajınızı büyükelçi vasıtasıyla almış bulunuyorum…
Mesajınız gerek yazılış tarzı gerek içerik bakımından, Amerika’yla ittifak ilişkilerinde daima ciddi bir dikkat göstermiş olan Türkiye gibi bir müttefikinize karşı hayal kırıklığı oluşturmuş, ittifak münasebetlerine değinen muhtelif konularda önemli görüş ayrılıkları belirmiştir…
…Başından beri güvenliği korumak için yapılan görüşmeler yalnız Makarios idaresinin saldırganlığını ve tahribatını artırmaya hizmet etmiştir.
…Kıbrıs hükümeti açıktan silahlanmaya başladı ve BM’yi kendi zulmünü ve Anayasa dışı yönetimini güçlendirecek yardımcı bir vasıta gibi farz etti. BM’nin Anayasal düzeni geri getirme ve saldırıları durdurma konusunda müdahale niyetinin olmadığı açıkça görülmüştür. Yunan hükümeti’nin Kıbrıs yönetimini nasıl teşvik ettiğini biliyorsunuz. Bu durum içinde Kıbrıs’ta zulmü durdurmak için bir müdahaleye mecbur olacağımızı size söylemiştik…
Size en kesin ve açık surette temin etmek isterim ki eğer Türkiye bir gün Kıbrıs’a askerî müdahale zorunluluğunda bırakılırsa bu tamamıyla milletlerarası antlaşmaların hükümlerine ve gayelerine uygun olarak yapılacaktır.
Bu münasebetle kararımızın ertelenmesinin Garanti Antlaşması’nın 4. maddesinin Türkiye’ye verdiği hakları hiç bir suretle ortadan kaldırmadığını belirtmek isterim.”

Dr. Rifat UÇAROL, Siyasi Tarih, s. 755-756’dan özetlenmiştir.

Küba Krizine bağlı olarak 1963’te Türkiye’deki ABD’ye ait Jüpiter füzelerinin bilgi verilmeden sökülmesi ve Türk-Yunan meselelerinde ABD’nin Yunan yanlısı politikası iki ülke arasında güven bunalımına sebep olmuştu. 1964’te ABD Başkanı Johnson’un mektubu da Türk-ABD ilişkilerini olumsuz etkileyerek Türkiye’yi SSCB ve Orta Doğu politikasını yeniden gözden geçirmeye yöneltti.

Aynı yılın sonlarında ABD’nin NATO üyesi ülkeleri, “Çok Taraflı Nükleer Güç”e katma önerisi Türkiye tarafından kabul görmedi. ABD-Türkiye anlaşmaları 1966’da yeniden düzenlendi. 1969’da iki ülke arasında imzalanan “Savunma İş Birliği Anlaşması”nda karşılıklı egemenlik ve eşitlik prensibine yer verilerek Türkiye, üslerde tam kontrol hakkını aldı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı İttifakı’nda yer alan Türkiye’nin SSCB ile ilişkileri DP iktidarının son yıllarına kadar mesafeliydi. Batıdan beklediği ekonomik yardımı alamayan Türkiye’nin 1959’da SSCB’den kredi talebinde bulunması ve daha sonra Doğu ve Batı Bloku arasındaki ilişkilerde yumuşamanın başlaması Türkiye-SSCB ilişkilerini olumlu etkilemişti. Ancak 1961-1964 yılları arasında Kıbrıs meselesinde SSCB’nin Akdeniz politikası gereği Rumları desteklemesi Türkiye-SSCB ilişkilerini durma noktasına getirdi. Ancak ABD Başkanı Johnson’un mektubu, Türkiye-SSCB ilişkilerinde bir dönüm noktası oldu ve karşılıklı eşitlik ilkesine dayalı ilişkiler başladı. Diplomatik ziyaretlerle başlayan ekonomik ilişkiler, siyasi ilişkilerin de gelişmesinde etkili oldu. 1960’lı yılların sonlarına doğru iki ülke arasındaki ilişkiler üst düzeye çıktı.

Johnson’un mektubundan sonra yapılan diplomatik temaslar sonucunda Türkiye Kıbrıs’a müdahale kararını bir süre askıya aldı. Ancak BM Barış Gücü’nün Rum çetelerinin Kıbrıs’taki saldırılarını engelleyememesi üzerine 8-9 Ağustos 1964’te Türk Hava Kuvvetlerine bağlı savaş uçakları Rum mevzilerini bombaladı. Bu müdahale Kıbrıs Rum çetelerinin saldırı gücünü ve genel olma özelliğini kaybettirerek faaliyetleri sınırlı çatışmalar hâline dönüştürmüştür.

RAUF DENKTAŞ’IN İNÖNÜ’YE MEKTUBU

Yurdundan sürgün edilen Rauf Raif Denktaş, her ne pahasına olursa olsun vatan bildiği topraklara dönme kararındadır. Böylece Türk hükümetinin bilgisi dışında TMT’nin (Türk Mukavemet Teşkilatı) ilk lideri Albay Rıza Vuruşkan’la birlikte 30 Temmuz 1964’de Erenköy’e doğru yola çıkar. Gitmeden önce zamanın T.C. Başbakanı İsmet İnönü’ye iletilmek üzere bir de mektup bırakır.

Rauf R. Denktaş’ın İsmet İnönü’ye Mektubu:

“Pek Muhterem Paşam, Nihayet Kıbrıs’a gidebilme imkânı buldum. İnandığım bir dava uğruna fiilen hizmet etmek fırsatı bana verildiği için müteşekkirim.

Anavatan’a tamamen inanan ve bütün gençliği halkı bu inanca sürükleyen bir kimse olarak Kıbrıs davasını yalnız başımıza halledemeyeceğimizi; Anavatan’ın pek yakın bir gelecekte yardımımıza gelmediği takdirde hepimizin de mahvolacağını biliyorum; Anavatanın yardımımıza geleceğine inanıyorum ve bu inançla gidiyorum.

Mansura-Koççina bölgesine vuku bulacak herhangi bir hücum Yunan komandoları tarafından yapılacaktır. Bu bölgede Kıbrıs Türk’ünün yüksek tahsil gençliği nöbettedir. Bunları takviyesiz bırakmayacağınıza eminim. Lütfen ve merhameten bu bölgeye komando birlikleri göndermenizi rica ederim. Kıbrıs Türk’ü, son boykotlar ve tevkifler dolayısıyla ve Rumların ithal ettikleri malzeme ve personel karşısında takatlerinin sonuna gelmişlerdir. Mücadele birkaç ay daha bu şartlarla uzatıldığı takdirde çöküntü başlayacaktır. Size inanıyoruz; son darbeyi indireceğiniz günü bekliyoruz. Türk milletine yeni bir zafer kazandıracağınıza eminiz.

Hürmetle ellerinizden öper, başarılar dilerim Paşam.Saygılarımla, Rauf Raif Denktaş”Halil Gürdal GÜRAK, Kuzey Kıbrıs, s. 135

1964-1974 DÖNEMİNDE TÜRK HALKININ YAŞANTISI NASILDI?

Kıbrıs Türk halkının 1964 saldırılarından sonra Devletin tüm organlarından dışlanması ve 11 yıl sürecek insanlık dışı bir kuşatma altında yaşamaya zorlanması, olumsuz etkisini her alanda gösterdi.
Göçmen olan 30 binden fazla Türk, çadırlarda, sinema salonlarında, okullarda barınmak zorunda kaldı.
Kıbrıs Türk Halkı üretimden koptu. Her yaştan tüm erkekler elde silah can güvenliklerini korumak için mevzilere doldu.
Ada’nın % 3’lük bir bölümündeki kuşatma boyunca, dış dünyadan soyutlanan Kıbrıs Türklerinin haberleşmesi, ulaşımı, ekonomik ilişkileri tümü île yasaklanmıştı.
Türk bölgelerine mektup gelmesi, mektupların dış dünyaya ulaşması, yabancı turistlerin Türk bölgelerine geçmesi bütünü ile engellenmekteydi. Ulusal gelir günden güne düşerken, Türk halkı sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin gönderdiği yardımlarla ayakta durabilmekteydi. Yiyecek doktor ve ilaç ihtiyacı bütünü ile Türkiye’den Kızılayın gönderdiği yiyecek, doktor ve ilaç yardımları ile karşılandı.
Diğer yandan, açlığa mahkum etmekle Türk toplumunu çökerteceğini sanan Rum liderliği, aralarında çividen bot bağına kadar her çeşit malzemenin bulunduğu tam 37 çeşit malın Türk bölgelerine girişini yasakladı.
Rum liderliği bu 11 yıl boyunca Türk halkının bütçedeki hakkını, dış yardımların tümünü gasp etti. Vergileri topladı ama Türk bölgelerine tek bir kuruşluk yardım yapmadı. Yol, su, elektrik, sağlık hizmetlerinden yararlandırmadı, onları utanç barikatlarında onur kırıcı yoklamalara maruz bıraktı.
Kıbrıs Türk halkı bütün bu ağır koşullara karşın teslim olmadı, direnişini sürdürdü. Bu insanlık dışı koşullar 1974 Türk Barış Harekâtı’na kadar devam etti.    Halil Gürdal GÜRAK, Kuzey Kıbrıs, s. 149

Kıbrıs Meselesi, Mayıs 1965’te Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan ikili görüşmelerle çözülmeye çalışıldı. Ancak Kıbrıs Rumlarının tutumu ve Yunanistan’da askeri müdahale ile hükümet değişikliğinin yaşanması istenilen sonucun alınmasını engelledi.

1967’de Rumların genel saldırı hareketlerine geçmesi üzerine Türkiye, Yunanistan’a bir nota verdi. Devam eden olaylar yüzünden Rumlarla bir arada yaşamanın mümkün olamayacağını anlayan Kıbrıs Türkleri, 28 Aralık 1967’de “Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi”ni kurdular. Kıbrıs Anayasası hükümleri saklı kalmak üzere kurulan bu yönetimin başkanlığına Dr. Fazıl Küçük, başkan yardımcılığına da Rauf Denktaş seçildi.

1968’de meselenin çözümü için Kıbrıs Türk toplumu lideri Rauf Denktaş ve Rum toplumu lideri Glafkos Klerides arasında gerçekleştirilen ikili görüşmeler, altı yıl kadar sürmesine rağmen bir sonuç alınamadı. Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios, Ada’daki Türklere ekonomik ve sosyal baskılarda bulunarak göçe zorlayan bir politika uyguladı. Ancak Enosis’in hemen gerçekleştirilmesini isteyen EOKA üyeleri Yunanistan’dan aldıkları destekle 15 Temmuz 1974’te Makarios’a karşı bir darbe gerçekleştirdi. EOKA üyeleri Nikos Sampson’u cumhurbaşkanlığına getirirken “Kıbrıs Elen Cumhuriyeti”ni ilan ettiler.

AKRITAS PLANI
21 Nisan 1966 tarihli Patris Gazetesi’nde yayınlanan bu plana göre Türk halkı ani bir saldırı ile yok edilecek ve Ada Yunanistan’a bağlanacaktı.
Bu planın hazırlayıcıları arasında AKRİTAS kod adlı içişleri Bakanı Yorgacis, Cumhurbaşkanı Makarios, Meclis Başkanı Klerides gibi isimler de bulunmaktaydı.
Planın ana hatları şöyleydi:
“Makarios’un verdiği demeçler millî davanın alacağı yönü göstermiştir. Amaca ulaşmak için iç ve dış tahrikler izlenecektir.
•    EOKA müdahalesinin son safhasında Kıbrıs davası dünya kamuoyuna ve diplomatik çevrelere ‘Kıbrıs halkının self-determinasyon hakkına kavuşması’ şeklinde sunulmuştu. Şimdi ilk hedefimiz uluslararası alanda Kıbrıs probleminin çözümlendiği ve yeniden gözden geçirilmesi gerektiği kanaatini yaymak olmalıdır. Bu amaçla bulunmuş olan çözümün tatminkâr olmadığı, adil olmadığı; iki toplumun bir arada yaşayabileceği belirtilmelidir.
•    Kıbrıs liderliği, yerinde bir davranışla anlaşmaları halkoyuna sunmamış ve elimizdeki bu durum koz olmuştur.
•    Kıbrıs’ın şimdiye kadar Rumlar tarafından idare edildiğini Türklerin ise sadece olumsuz, köstekleyici bir fren rolü oynadığını gösterdik.
•    Gizliliğe uyulacaktır…”
Buna göre her bölgede ne kadar kuvvet bulundurulacağı, silah miktarı, bölge sorumluları, saldırı planları, ayrıntılı olarak şemalar üzerinde gösterilmiştir.
Halil Gürdal GÜRAK, Kıbrıs, s. 141

Türkiye, Kıbrıs’taki darbenin bir Yunan müdahelesi olduğunu belirtti ve garantilerin ihlâli saydı. İngiltere’ye ise ortak hareket etmeyi teklif etti. Olumsuz cevap alan Türkiye, garanti antlaşmasının kendisine tanıdığı yetkiyi kullanarak müdahale kararı aldı. Türkiye 20 Temmuz’da Enosis’e engel olmak, barışı yeniden kurmak ve Türklerin güvenliğini sağlamak amacıyla “Kıbrıs Barış Harekâtı”nı başlattı.

Lefkoşa’ya kadar ilerleyen Türk kuvvetleri, 22 Temmuz’da BM’nin ateşkes çağrısına uydu. Kıbrıs meselesinin görüşülmesi maksadıyla 25 Temmuzda Türkiye, Yunanistan ve İngiltere, Cenevre Konferansında biraraya geldi. Görüşmelerden barışı sağlayacak bir sonuç çıkmayınca 14 Ağustos’ta “İkinci Barış Harekâtı” başladı. Türk birlikleri Ada’nın yaklaşık üçte birine hâkim oldu. Türkiye BM’nin ateşkes çağrısına uyarak 16 Ağustosta askerî harekâtı durdurdu.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı Türkiye’nin dış politikasında da etkili oldu. ABD’nin bu harekâtı gerekçe göstererek Türkiye’ye yapmakta olduğu ekonomik yardımı keserek silah ambargosu uygulaması, iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz etkiledi. Bunun üzerine Türkiye, 1969 “Savunma İş Birliği Anlaşması”nı yürürlükten kaldırdı ve 1975’ten itibaren Türkiye’deki bütün ABD üs ve tesislerine el koydu. Ancak 1978’de ABD ambargosunun kalkmasıyla ilişkiler normale döndü.

SSCB ise Ada’nın bir NATO üssü hâline gelmesi ihtimalinden endişe duyarak meseleyi uluslararası alana taşımak istedi ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda Türkiye’ye destek vermedi.SSCB’nin bu tavrı, iki ülke ilişkilerini durma noktasına getirdi.Ancak 1980’den sonra Türkiye’nin çok yönlü dış politika izlemeye başlamasıyla Türkiye-SSCB ilişkilerinde ilerlemeler kaydedildi.

Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra Türklerin kuzeyde,Rumların da güneyde yerleşmesi yeni bir devlet düzeninin kurulmasını gerekli kılıyordu. Başlatılan toplumlar arası görüşmelerden istenilen sonucun alınamaması üzerine Türk toplumu 13 Şubat 1975’te Rauf Denktaş’ın liderliğinde “Kıbrıs Türk Federe Devleti”ni kurdu.

BM öncülüğünde Kıbrıs Türk ve Rum toplumları arasında ikili görüşmeler başladı. 12 Şubat 1977’deki görüşmede taraflar, bağımsız, bağlantısız ve iki toplumlu bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını kabul ettiler. Bundan sonra yapılacak görüşmelerin çerçevesini oluşturacak olan bu anlaşmaya rağmen, 1980 yılına kadar yapılan görüşmelerde Türklerin Ada’daki siyasi varlığı Rumlar tarafından kabul edilmediği için sonuç alınamadı. BM Genel Kurulu, 13 Mayıs 1983’te Kıbrıs Rumlarını “Kıbrıs Hükümeti” olarak tanıma kararı aldı. Bu gelişmeler karşısında Türk toplumu da 15 Kasım 1983’te “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni kurdu. Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kurulduğu gün tanıyan ilk devlet oldu.

Buna karşılık, Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetimi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsızlık kararını tanımayacaklarını açıkladı. Başta ABD, İngiltere, Fransa ve SSCB olmak üzere çeşitli ülkeler,bağımsızlık kararına karşı tepki gösterdiler. Bu arada İngiltere’nin önerisiyle, BM Güvenlik Konseyi “Ada’da Kıbrıs Cumhuriyeti dışında başka hiçbir hükümetin tanınmaması” kararını aldı.

 

b. Ege Adaları Meselesi

XIX. yüzyılın başlarında Yunanistan devleti kurulurken bazı Batı Ege adaları bu devlete bağlanmıştı. Yunanistan diğer Ege adalarını da ele geçirmek için çalışmalar yapmış, Lozan Antlaşması’yla Ege Denizi’ndeki Türkiye’ye bırakılan Bozcaada, Gökçeada ve İtalya’nın sahip olduğu Meis ve On iki Ada dışında kalan diğer adalar Yunanistan’a bırakılmıştı. II. Dünya Savaşı sonunda galip devletlerin İtalya’yla imzaladıkları Paris Antlaşması’yla Meis ve On iki Ada Yunanistan’a verildi (1947). Böylece Ege Denizi’nde bulunan Bozcaada ve Gökçeada dışındaki adalar Yunanistan’a bağlandı.

Yunanistan, Ege Denizi’nin doğusuna da yerleştikten sonra Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki mevcut haklarını ortadan kaldırarak bu denizin tümüne egemen olmak istemiştir. 1974’ten itibaren bu amaçla yaptığı girişimler Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde gerginliğin artmasına ve Ege Denizi sorununun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu sorunlar Ege adalarının silahlandırılması, kıta sahanlığı, kara sularının 12 mile çıkarılması ve Ege hava sahası şeklinde sıralanabilir.

•    Ege Adalarının Silahlandırılması

Yunanistan, özellikle 1963 Kıbrıs bunalımından itibaren Ege Denizi’nde Türkiye kıyılarına yakın olan adalarla birlikte 1947’de İtalya’dan aldığı Meis ve On iki Ada’yı, Lozan Antlaşmasına aykırı olarak gizlice silahlandırmaya başladı. Bunun üzerine Türkiye bu konuyla ilgili 1964’ten itibaren farklı zamanlarda Yunanistan’a nota vermiştir. 1974’ten itibaren Yunanistan, Ege adalarını açık olarak silahlandırılmaya devam etti. Yunanistan adaları NATO tatbikatları kapsamına aldırtarak silahlanma faaliyetlerini meşrulaştırmak istemiştir.

Yunanistan, 1980’de Türkiye’nin veto hakkını kullanmaması üzerine altı yıllık bir aradan sonra NATO’nun askerî kanadına döndü. Bu gelişmeden sonra da Yunanistan, Limni Adası’nı NATO savunma sistemi kapsamına aldırtmayı amaçlayarak 1983’te Limni’nin dâhil edilmediği hiçbir NATO tatbikatına katılmayacağını beyan etti. Buna karşı Türkiye Limni’nin statüsünün değiştirilmesini kabul etmeyeceğini açıklayarak tepki gösterdi.

•    Kıta Sahanlığı Sorunu

Yunanistan 1961’den itibaren şirketlere Ege Denizi’nin kuzey ve batı kıyılarında petrol arama ruhsatı vermeye başladı. 1970 başlarında arama ruhsat alanını Doğu Ege’yi kapsayacak şekilde genişletti. Böylece Yunanistan Ege Denizi’nde Türkiye ile deniz sınırlarını kendisine göre belirlemeye çalışması iki ülke arasında anlaşmazlığa sebep oldu.

Yunanistan’ın Ege Denizindeki bu faaliyetleri üzerine Türkiye de 1973’te Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına Ege’nin açık deniz sularında ve kendi kıta sahanlığında petrol arama ruhsatı verdi. Yunanistan’ın bu duruma itirazı iki ülke arasında “Kıta Sahanlığı Sorunu”nu ortaya çıkardı. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın gerçekleştirilmesi iki ülke ilişkilerini daha da gerginleştirdi.

KITA SAHANLIĞI
Kıta sahanlığı, kara sularının bitiş noktasından başlayan deniz altındaki devamını ifade eder. Kıyıya sahip her devlet kıta sahanlığına da sahiptir. Ancak kıta sahanlığına sahip ülkenin sadece bu bölgedeki canlı-cansız doğal kaynakları arama ve işletmede egemen yetkileri vardır; su alanı ve hava sahası uluslararası statüsünü korur.
1982 BM Deniz Hukuku Sözleşme-si’nin (BMDHS) 76. Maddesine göre, her devlet en az 200 deniz mili mesafeye kadar kıta sahanlığına sahip olabilir. Eğer kıta sahanlığı 200 mil mesafeyi aşıyorsa, kıyı devleti doğal uzantı gereği bu sahanlığın sona erdiği yere kadar kıta sahanlığını uzatabilir. Ancak hiçbir zaman 350 mili ya da 2500 metre derinlikten itibaren 100 mili aşamaz. Aynı sözleşmenin 121. maddesine göre adaların da kıta sahanlıkları vardır. Ama insan yerleşiminin olmadığı veya kendine ait bir ekonomik yaşamı olmayan kayalıkların özel ekonomik bölgesi ya da kıta sahanlığı yoktur.Bitişik ya da karşılıklı kıyı sahibi olan devletlerin ise kıta sahanlığını anlaşarak sınırlandırmaları gerekmektedir.
Baskın ORAN, Türk Dış Politikası, c. I, s. 754

1975’te yapılan ikili görüşmelerde anlaşmazlığının Uluslararası Adalet Divanında görüşülmesi konusunda prensip anlaşmasına varıldı. Ancak iki ülke hukukçularının yaptığı toplantıdan sonuç alınamadı.

1976’da Türkiye’nin Sismik-I adlı araştırma gemisi ile Ege Denizi’nde bir araştırma yapması üzerine Yunanistan BM Güvenlik Konseyi ve Lahey Uluslararası Adalet Divanı’na başvurdu. BM Güvenlik Konseyi sorunun ikili müzakereler yoluyla çözümlenmesi kararı aldı. Uluslararası Adalet Divanı ise Yunanistan’ın Ege’nin uluslararası sularında Türkiye’nin petrol arama girişimlerinin durdurulması isteğini reddetti.

BM Güvenlik Konseyi’nin ve Uluslararası Adalet Divanı kararlarından sonra iki ülke temsilcileri Bern’de bir araya geldi. Görüşmeler sonunda imzalanan “Bern Deklerasyonu” ile taraflar Ege Deni-zi’nde kıta sahanlığı ile ilgili hiçbir faaliyette bulunmamayı kabul etti.

 

• Karasularının 12 Mile Çıkarılması Sorunu   

Kara Suları Konusunda Yunan Tezi1.Kara sularının genişliğinin 12 mil olabileceği kuralı BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 3. madde­sinde kabul edilmiş ve imzacı devletler tarafından uygulanmış, yapıla geliş (örf-adet) niteliği kazanmış­tır; dolayısıyla bir uluslararası hukuk kuralı olmuştur.

2.Yunan adaları ve ana karası ülkesel (teri-toryal) bir bütünlük oluşturmaktadır. Ülkesel bütünlük ilkesine uygun olarak, herhangi bir kural dışılık oluşturmayan Ege’deki Yunan adalarının kara suları için de 12 mil kuralı geçerlidir.

3.Kara sularını saptamak kıyı devletinin ege­menlik yetkisindedir.

Kara Suları Konusunda Türk Tezi1. Kara sularının genişliği konusunda geçerli genel, tekdüze bir kural yoktur ve olamaz. 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde 12 millik kara suları genişliği azami olarak kabul edilmiştir ve her duruma otomatik olarak uygulanamaz. Ayrıca bu hak, sözleşmenin 300. maddesinde de belirtildiği gibi, kötüye kullanılamaz. 12 mil kuralının yapıla geliş niteliği de Türkiye için yoktur çünkü Türkiye III. Deniz Hukuku Konferansı tartışmaları sırasında buna karşı çıkmıştır.

2.Kara suları genişliği belirlenirken denizlerin coğrafî özelliklerinin dikkate alınması gerekmektedir.

Ege Denizin'de Kara suları

Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi ile ilgili diğer bir anlaşmazlık da kara sularının sınırı konusu olmuştur.
Lozan Antlaşması’yla Ege Denizi’nde kara suları genişliği 3 mil olarak kabul edilmişti. Bu genişlik 1936’da Yunanistan 1964’te Türkiye tarafından 6 mile çıkarıldı. 1974’ten itibaren Yunanistan değişik dönemlerde kendi kara sularını 12 mile çıkaracağını ileri sürdü. Bu durum Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı.
Ege Denizi’nin % 49’unu tüm devletlerin kullanımına açık olan uluslararası sular, % 43,6’sını Yunan kara suları, % 7,4’ünü de Türk kara suları oluşturmaktaydı. Ege Denizi’nde kara suların 6 milden 12 mile çıkması hâlinde uluslararası alan % 27,3, Yunan kara suları % 64,1, Türk kara suları % 8,5 şeklinde değişecekti. Böylece Yunanistan, Ege Denizi’nde -adaların çokluğu nedeniyle- büyük oranda egemenlik hakkına sahip olabilecek ve üstünlük sağlayabilecekti. Bu durum, Türk gemi ve uçaklarının Ege’den Akdeniz’e çıkışlarına büyük sınırlamalar getirecek, Batı Anadolu ve Boğazlar bölgesinin savunmasını da olumsuz etkileyecekti.
Türkiye, 1976’da Yunanistan’ın kara sularını 6 milin üzerine çıkarmasını hiçbir zaman kabul etmeyeceğini ve böyle bir uygulamanın savaş nedeni olacağını açıkladı.

• Ege Hava Sahası (FIR Hattı – Uçuş Bilgi Bölgesi) Sorunu

Türkiye, Yunanistan’ın 1931’e kadar 3 mil olan hava kontrol sahasını 10 mile çıkarmasına iki ülke arasındaki iyi ilişkilerden dolayı tepki göstermedi. Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO)’nün 1952’deki bölge toplantısında, Türkiye Ege kara suları sınırını FIR hattı olarak kabul etmesi, Ege Denizi üzerindeki hava sahasının kontrolünü büyük ölçüde Yunanistan’a bıraktı.

1974’e kadar bir problem oluşturmayan FlR hattı, Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Türkiye’nin güvenliğini tehdit etti. Türkiye 6 Ağustos’ta yayınladığı NOTAM (Notice to Airmen: Havacılara ihtar Bildirimi) ile yeni bir FlR hattı oluşturdu. Bu hatta göre; Türkiye yönünde uçuş yapan her uçak Türk kıyılarına 50 mil kala durumunu ve uçuş planını Türk yetkililerine bildirecekti.

Yunanistan ise Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra, 16 Ağustosta Ege Denizi’nin tümünü “tehlikeli bölge” ilan ederek ve bölgede FlR hizmetlerini durdurarak Ege semalarını uluslararası hava trafiğine, dolayısıyla da Türk sivil ve askerî uçaklarına kapattı. Türkiye’nin Ege’deki haklarını zedeleyen bu durum, özellikle sivil havacılık yönünden çeşitli zorluklarla karşılaşılmasına ve iki ülke arasında da yeni bir sorunun ortaya çıkmasına yol açtı.

1977’de Türkiye’nin, Ege hava sahasını Yunanistan ile ortaklaşa kontrolü konusundaki girişimleri Yunanistan tarafından kabul edilmedi. NATO’nun Türkiye ve Yunanistan ile yaptığı temaslar sonucunda her iki tarafın da daha önceden almış olduğu Ege hava sahası ile ilgili kararları yürürlükten kaldırmaları ile sorun çözüldü. Ege Denizi tekrar sivil hava trafiğine açıldı.

2. Türkiye’nin Orta Doğu Politikası

1950-1960 yılları arasında Arap ülkelerinin SSCB’ye yaklaşmalarına karşılık NATO üyesi olması sebebiyle Türkiye Orta Doğu’da Batı’ya paralel bir politika izlemişti. 1963’te Türkiye-ABD ilişkilerinde meydana gelen değişiklik, Kıbrıs meselesinde yalnızlıktan kurtulmak isteyen Türkiye’nin Orta Doğu politikasını da etkiledi. 1973 petrol krizine kadar olan dönemde Türkiye, Orta Doğu’ya açılma politikası izleyerek Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirdi. 1967 Arap-israil Savaşı’nda Türkiye, ABD’nin Türkiye’deki üslerinden İsrail’e yardım etmesine izin vermedi. Bu savaşta Türkiye’nin Filistin halkının davasını desteklemesi Arap ülkeleri ile ilişkilerin yoğunlaşmasını sağladı. Türkiye 1969’daki Mescid-i Aksa yangınına büyük tepki gösterirken bu gelişme üzerine Rabat’ta toplanan İslam Zirve Konferansı’na katıldı.

Böylece Arap dünyası ile ilişkilerini geliştirdi.

1981’deki İslam Zirvesi’ne Türkiye, ilk defa başbakan düzeyinde katıldı. Türkiye günümüze kadar Batılı devletlerle, Orta Doğu arasında bir denge unsuru olmaya gayret gösterdi. İsrail ile ilişkilerini devam ettiren Türkiye, Filistin meselesinde israil’in uluslararası hukuka aykırı eylemlerine tepki gösterdi.mescidi aksa

mescidi aksa kuubbetüs sahra

3. Ermeni İddiaları

Ermeni sorunu, XIX. yüzyıl sonlarında büyük devletlerin politik çıkarları doğrultusunda ortaya çıkmıştı. Lozan Antlaşması’nda Türk vatandaşı olan gayri müslimlerin siyasi ve medeni hakları belirtilmiş olmasına rağmen Ermeniler azınlık statüsünü istemeyerek diğer Türk vatandaşları ile aynı kanunlara tabi olmayı kabul etmişlerdi. Bu olumlu gelişmelere rağmen Ermeni diasporası ve bazı devletler politik amaçlarla Ermeni meselesini yeniden canlandırmışlardır. Bu bağlamda diaspora, iddialarını dünyaya tanıtmak ve Türkiye’ye kabul ettirmek, Türkiye’den tazminat ve toprak almak son aşamada da büyük Ermenistan hayalini gerçekleştirmekti. Bu amaçla propoganda faaliyetlerine de başlayan Ermeniler “Ermenistan Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu” adı verilen ASALA adlı terör örgütünü kurdular.

1973’te Los Angeles’te Başkonsolos Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’in bir Ermeni terörist tarafından katledilmesi, Ermeni iddialarının dünya kamuoyuna duyurulması için yeni bir yöntemin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu olaydan sonra Ermeni teröristler, genellikle yurt dışındaki Türk temsilcilerini ve diplomatlarını hedef alan terör faaliyetlerine giriştiler.

Ermeni terör örgütleri, amaçlarına ulaşabilmek için Türkiye’de etkinlik gösteren ayrılıkçı terör örgütleriyle iş birliği yapmıştır. Bu örgütler aynı zamanda Türkiye’nin sorunlar yaşadığı bazı ülkelerle de yakın ilişkiler kurmuşlardır.

Ermeni terörünü asıl yönlendiren terör örgütü ASALA olmuştur. ASALA’nın 1973’te başlatarak 1994 yılına kadar devam ettiği terör faaliyetlerinde çoğu diplomat olan 35 Türk şehit edilmiştir. Bu durum karşısında Türkiye, önlemlerini artırmış, ulusal ve uluslararası platformlarda tezimizi ortaya koyan çalışmalar yaparak faaliyetlerini sürdürmüştür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.