Toplumsal Yaşayışın Düzenlenmesi

TOPLUMSAL YAŞAYIŞIN DÜZENLENMESİ

LAİKLİK İLKESİNİN YERLEŞTİRİLMESİ

Devlet ve hukuk laikleşirken, bu gelişmeye bağlı olarak, toplumsal yaşamda laiklik anlayışının benimsenmesi gerekiyordu. Bu amaçla laiklikle bağdaşmayan ve laik hukuk düzenine ters düşen gereksiz kurumlar ortadan kaldırılmalıydı.

 

TEKKE, ZAVİYE VE TÜRBELERİN KAPATILMASI (30 KASIM 1925)

Osmanlı Devletinde belli bir mezhep içinde, Tanrı’ya erişmek yolunda yöntemler arayan dini akımlar vardı. Bu akımlara “tarikat” denir. Her tarikat, kendi kurucusunun fikrini yaymaya çalışır. Tarikat üyelerinin bir araya gelip toplandıkları, hatta uzun süre içinde yaşadıkları yerlere “tekke” veya “zaviye” denir.

Osmanlılarda çok sayıda tarikat vardı. Çok sayıda da tekke ve zaviye. İlk zamanlarda bazıları özellikle halk eğitiminde yararlı olmuştu; ama zamanla değişmiş, amaçlarından uzaklaşmış, dinsel sömürü merkezleri duruma gelmişlerdi.

Tekkelerde oturan ve hizmet eden kimseye “derviş” denir. Dervişlerin başında her tekke ve zaviyenin şeyhi bulunurdu. Şeyhlerin çoğu bilgisiz, dünya görüşleri dar, ama zeki kişilerdi. Bunlar, çevrelerini etkiler, bilgisiz halkı kendilerine inandırırlar, inançlarını sömürürlerdi.

Şeyhler ve dervişler halk üzerinde etkili olduklarından zamanla devlet işlerine, siyasete de el atmışlardır. Çıkarlarının tehlikeye düştüğünü görünce de halkı ayaklandırmış, kargaşa çıkartmışlardır. Cumhuriyette bile buna cesaret edebilmişlerdir. Örneğin Şeyh Sait de bir tarikat başıydı.

30 Kasım 1925’de çıkarılan bir kanunla birer gericilik kurumu olan tekke ve zaviyeler kaldırıldı. Ama bu yerleşime sahip olanların mülkiyet hakkına dokunulmadı. Cami, mescit olarak kullanılan da aynen bırakıldı. İşte gerçek laiklik budur. Din sömürüsüne izin yoktur; ama ibadete de kimse karışamaz.

Aynı kanunla “şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, çelebilik, babalık, emirlik, rahiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, muskacılık” gibi gülünç ve anlamsız ünvanların kullanılması yasaklandı.

Bugün büyük atalarımızın türbeleri ziyarete açıktır. Bunları ziyaret edip saygıyla anabiliriz. Bu ulusal tarihimizin sürekliliğin bir ifadesidir. Ama ölülerden medet ve manevi yardım beklemek, hem akla hem de İslam Dinine kesinlikle aykırıdır.

 

KILIK-KIYAFETTE DEĞİŞİKLİK, ŞAPKA İNKILABI

Türk Kültür Tarihine bakıldığında, Türklerin kılık-kıyafet konusunda bağnaz olmadıkları; çağın, değişen kültürün ve çevredeki iklimin özelliklerine göre tarih boyunca değişik kıyafetler giydikleri görülmektedir.

Kılık kıyafet, toplum ve grup kültürünün en karakteristik ve dıştan hemen göze çarpan özelliklerinden biridir. Osmanlı Devleti de bir imparatorluk olduğu için halkın giyim kuşamı son derece çeşitliydi. Osmanlı toplumu, din esasına dayanan cemaatlerden kurulduğu için, her cemaatin kendi geleneklerine göre bir kıyafet kullanması tabii görülmüştü. Müslümanlar toplumdaki yerlerine ve aldıkları görevlere göre değişik biçimde giyinirlerdi. (Cübbe, kürk, kavuk, sarık, vs.)

Kılık kıyafetteki bu kargaşaya son vermek için II. Mahmut, hiç olmazsa devlet memurlarına düzgün bir görünüş vermek istemiştir. Onun buyruğu ile memurlar ceket, pantolon ve başlarına da “fes” giyeceklerdi. Kırmızı renkli, silindir biçiminde, püsküllü bir başlık olan fesin İslamlıkla bir ilgisi yoktu. Hatta bazıları II. Mahmut’a fes giydirdiği için “gavur padişah” demişlerdir. Ama fes giderek Osmanlı Devletinde “dinin simgesi” durumuna geldi. Zamanla yalnız memurlar değil, durumu iyi olan herkes fes giymeye başladı. Fakat, Osmanlı sanayisi çok yetersizdi, fes ülkede yapılamıyor, Avusturya’dan satın alınıyor ve avuç dolusu para fese gidiyordu.

Fes, aynı zamanda “geri kalmışlığın simgesi” idi. Mustafa Kemal Atatürk, Batılıların fesi ilkel ve gülünç bulduklarını biliyordu. Fes kaldırılmalı, yerine çağdaş ülkelerin giydiği şapka kullanılmalıydı. Böylece geri kalmışlığın bir simgesi de yok edilecekti. Ancak bu zor bir işti. Çünkü dediğimiz gibi fes zamanla İslamlığın simgesi haline gelmişti.

Mustafa Kemal, 21 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya başında şapkası ile bir seyahat yaptı. Burada yaptığı konuşmada bunun dinle hiçbir ilişkisi olmadığını söyledi. Bunun üzerine Kastamonu halkı o gün fesi attı, başlık olarak şapka giymeyi kabullendi.

Bu başarılı denemeden sonra TBMM 25 Aralık 1925’te “Şapka Giyilmesi Hakkında Kanunu” çıkardı. Fes ve benzeri başlıklar yasaklanarak, şapka ve kasket milli başlıklarımız oldu. Yine aynı yıl hangi dinden olursa olsun, din adamlarının dini kılıklarını yalnız ibadet yerlerinde giyebilecekleri kararlaştırıldı. Her dinin en üst rütbeli kişisi bu kararın dışında bırakıldı. Diyanet İşleri Başkanı, Rum ve Ermeni Patrikleri, Hahambaşı her zaman dinsel kılıklarıyla dolaşabileceklerdi. Böylece günlük hayattaki laikliğe aykırı görüntüler silindi.

Atatürk, Türk kadınının giydiği çarşafa ve peçeye karışmamıştır. Türk kadını bilinçlenince kendiliğinden çağ dışı kıyafetlerden kurtulmuştur.

 

SOYADI KANUNUNUN KABULÜ (21 HAZİRAN 1934)

Tüm uygar toplumlarda ailenin köklülüğünü belirten soyadları vardı. İnsanlar ancak soyadları ile birbirinden ayırt edilebilirdi. Özellikle resmi işlerin sağlıklı yürümesi ancak soyadı ile mümkündür.

Osmanlı Türk toplumunda soyadı zorunluluğu yoktu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilk yıllarında da böyle bir zorunluluk konulmadı. Herkes babasının adı ile ya da lakabı ile anılıyordu. Bu da günlük hayatta zorluklar yaratıyordu. Bunları gidermek için bazı yollar bulunmuştu. Askerlerin adlarının yanına doğdukları yerin adı ekleniyordu. Mustafa Kemal-Selanik gibi. Ama bunlar soyadının yerini kesinlikle tutamazdı.

Toplum hayatındaki bu kargaşaya 21 Haziran 1934’de çıkarılan Soyadı Kanunu ile son verilmiştir. Bu kanuna göre, herkesin resmi bir soyadı olacaktı. Herkes gülünç ve ahlaka aykırı olmamak şartıyla istediği soyadını seçmekte serbestti. Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadını millet vermiştir. Bu en büyük Türk, TBMM’nin kabul ettiği özel kanunla “Atatürk” soyadını almıştır.

Soyadı Kanunu, her aileye bir soyadı vererek, Türk toplumsal hayatında eşitliği, kardeşliği sağladığı gibi düzen ve disiplin de getirmiştir.

Yine 1934’te kabul edilen başka bir kanunla, toplumsal ayrıcalık ifade eden eski ünvanların (ağa, hacı, hafız, molla, efendi gibi) kullanılması yasaklanarak, kanun önünde eşitlik ilkesinin gerçekleştirilmesinde önemli bir adım daha atılmıştır.

 

TAKVİM, SAAT VE ÖLÇÜLERDE DEĞİŞİKLİK (26 Aralık 1925)

Osmanlı Devleti’nin ikili yaşayışı takvim ve saat alanında bile görülüyordu. Devletin sosyal hayatı, ayın hareketlerine göre düzenlenen Hicri Takvim’e göre düzenleniyordu. Devlet bütçesi ve diğer mali işler Rumi Takvim’e göre yürütülüyordu. Ayların adı da Arapça idi. Oysa uygar toplumlar Miladi takvimi kullanıyordu. Bu ayrılık, tarih olaylarının karıştırılmasına neden oluyor, ticari işlerde ve resmi ilişkilerde güçlükler yaratıyordu.

Aynı ikilik, ezani ve vasati saat sistemleriyle günlük zaman ölçümünde bile görülüyordu. Günlük saat, güneşin batışına göre düzenleniyordu. Alaturka olan bu sistemde yaz-kış güneşin battığı an, saat 12 olarak kabul ediliyordu. Bunun yanında Batı saati (Alafranga) de kullanılıyordu. Bir devlette zaman ölçülerinin bu denli karışıklık içinde olması, aksamalara yol açıyor, birçok işin zamanında ve doğru yapılmasını engelliyordu.

Rakam olarak “Hint Rakamları” kullanılıyordu. Bu yönle de uygar dünyadan ayrılıyorduk. 1925’te çıkarılan bir kanunla takvim ve saat ölülerindeki karışıklık giderildi. Miladi takvim ve değişken olmayan modern saat ölçüsü kabul edildi. Eskilerin kullanılması yasaklandı (26 Aralık 1925).

1931’de ağırlık ölçüleri değiştirildi. Arşın, endaze yerine “metre” kabul edildi. Ağırlık ölçüsü olarak okka yerine “kilo” alındı. Sonuçta ticaret ve ekonomi alanında işlemler kolaylaştı, yurdun her yerinde tam bir ölçü düzeni kuruldu.

Türkiye Cumhuriyeti çağdaş dünyadan hafta tatili konusunda da ayrı düşüyordu. Bizde, İslam geleneğine uygun olarak Cuma günleri tatil sayılıyordu.

Halbuki bizim siyasi ve ticari ilişkiler kurduğumuz uygar devletler hafta tatilini Pazar günü yapıyordu. Böylece devletin ekonomik ve politik hayatında iki gün çağdaş devletlerle ilişkilerimiz kesiliyor, bizim bürolarımız açık olduğu gün onlarınki kapalı, onların büroları açık olduğunda bizimki kapalı oluyordu.

Çağdaş hayat ile aramızdaki bu kopukluğu kaldırmak, ekonomik ve politik hayatın daha yararlı ve uyum içinde devamını sağlamak amacıyla 1935 yılında Pazar gününü resmi tatil kabul eden bir kanun çıkarıldı.

Böylece Türk Devletinin ve Türk Ulusunun uygar memleketlerle ortak yaşaması ve çalışması sağlandı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.