Sultan II. Abdülhamid Han

SULTAN II. ABDÜLHAMİD

(31 Ağustos 1876 – 27 Nisan 1909)

34-Sultan II. Abdülhamid Han

Babası Sultan Abdülmecit, anası Tiri Müjgan Kadın Efendi. Doğumu 21 Eylül 1842. Anasının vefatında 11 yaşında idi, acısını uzun zaman unutamamış, ana sıcaklığını Piristü Kadın Efendiyle yaşamaya çalışmış, Kadın Efendi de ondan bu sıcaklığı esirgememişti. Babası öldüğü zaman (1861) yetişkin delikanlıydı, acılara alışmıştı. Abdülhamit Efendi Sultan Murat hal edilince tahta oturmuş ve 31 yaşım doldurmak üzereydi. Biat merasimi öncesi biraz karışıklık yaşandı. Bunun sebebi Sultan Murat taraftarlarının çıkarabilecekleri düşünülen olaydı. Her ne olursa olsun, bir Osmanoğlu’nun yoluna baş koyacak fedaileri bulunur. Aleni ve suikasta müsait bir yerde yapılacağına, Bâbüssâde içinde Arz Odası denilen eski kâşane de olsa daha iyi olur, dendi. Sadrazam, Osmanlı âdetinin bozulmasına karşıydı; “kesin olarak Bâbüssâde önünde yapılmalıdır” deyince, taht oraya kondu.
Sultan İkinci Abdülhamit Han 31 Ağustos 1876, Perşembe günü tahta oturdu. Biat merasimi eski usûle göre başladı. Evvela Nakibüleşraf ve Reisülulemâ Mustafa İzzet Efendi ve daha sonra bütün ulemâ, mülkî ve askeri rical… Resmî kişiler ve hazır bulunanların tamamı biat merasimini yerine getirdiler. Belirli yerlerden ve donanmadan toplar atılarak cülus ilan olundu. Üç gün üç gece şehir donanması yapıldı.
O günlerin önemli devlet ricalinden olan Mahmud Celâleddin Paşa’nın, önceki iki pâdişâhla ilgili sözleri ilginçtir: “Sultan Aziz’in hal’ine cinnet fetvası alındığı, aslında, böyle bir şeyin olmadığı, akıllı diye getirilen Sultan Murat için de aynı yolun takip edilişi ibret alınacak bir ilâhi adalettir” diyor. Bakalım, Sultan Hâmid’le ilgili de aynı adam aynı fetvayı verecek mi?
Arapça, Acemce ve Fransızca bilen Sultan Abdülhamit, bilinenin veya zannedilenin aksine musiki de Batı müziğini tercih ederdi. Yerli ve yabancı hocalardan dersler alarak belirli bir seviyede kültür sahibi olmuştu. Ne yazık ki, Padişah, düşmanları tarafından cahil olarak tanıtılmaya çalışılmıştır.
Şehzadeliğinde Lütfi Efendi’den Osmanlı Tarihi okuyan Sultan Hâmid, ecdadını kendisine tanıtan hocası hastalanınca aşağıdaki şiiri yazarak, bu vadide de boş olmadığını göstermiştir:

Haber-i inhiraf-ı tabı şerif Oldu gayet teessüre badi
Hak vire afiyetle ömr-i diraz Bâ kemûl-i meserretti şâdi

İlk devir Pâdişahlarına nisbeten sonradan gelenlere talihsiz demek, herhalde yanlış olmaz. Hele de şu son asrın düşünülmesi, Abdülhamit Han’ın ne kadar talihsiz olduğunu anlamaya yeter.
Devlet şifasız dertlerden muzdarip, durmadan ameliyat masalarına yatırılıyor; her kalkışında yaraları azıyor. İler tutar bir yeri kalmadığı bir zamanda Abdülhâmid Han neşteri eline alıyor; etrafındaki ehliyetsizler bırakırsa belki sıhhate kavuşturacak, biraz ömrünü uzatacak.
Abdülhamit Han’ın zekâsı ittifakla kabul edilen hususiyetlerindendir. Devletin dağdağalı günlerinde doğup, büyümüş olması, çekilen mali sıkıntıların ve devamlı toprak kayıplarının gözünün önünde cereyan etmesi onu temkinli olmaya sevk ediyordu. Tarihe merakı bilhassa kendi devletinin tarihini, geçmişini ve bu gününü iyi biliyor olması, mevcut durumdan memnuniyetsizliği, onu çareler aramaya itiyordu. Dünyaya adalet dağıtan şanlı günlerin tekrar elde edilmesi gereğine inanıyordu, lakin etrafında birinci sınıf elemanların kıtlığını da biliyordu.
Sultan Hâmid’in iktidara gelişi (tahta oturuşu) bir takım oyunlarla olmuştu. Sonradan düzelse de, o günlerde akli durumu devletin başında bulunmamasını gerektirdiği için tahttan indirilen Beşinci Murad’ın yerine geçmek için bazı paşaları ikna etmeye uğraşırken, hediye adıyla rüşvet bile vermişti (Midhat Paşa’ya kol düğmeleri). Kendisini pâdişâh yapanların kanun-ı esasi çalışmalarını, istemese de desteklemesi lâzımdı. Avrupa’da faaliyet gösteren Yeni Osmanlılar, yaptıkları neşriyatla Türkiye’de kafaları karıştırıyordu; onlarla mücadele etmesi gerekliydi. Balkanlar kaynıyor, Rusya “hasta adam”ı teneşire yatırmak için kollarını sıvamış, acele ile saldırıyor, bir an evvel mezara gömmek istiyordu.
Yeri geldikçe anlatılacak bir yığın gaile ve imkânsızlıklar içerisinde; üstelik yapayalnız bir adam. Eski bir masaldaki imparator veya pâdişâh gibi. Bütün sulara zehir karışıp da içenlerin delirdiği, sadece Padişahın küplerindeki eski sudan içerek akıllı kaldığı ve diğerlerine benzemeyişinden deli zannedildiği var ya, Sultan Abdülhamit de öyle farklı görülüyordu. Masallardaki padişaha deliler, deli padişah diye arkasından güldükçe “küpleri kırdırmayın bana” dermiş. Sultan Abdülhamit de küpleri kırmamak için olağanüstü mücadele vermiştir.
Onunla ilgili bazı yazıları İ.H.D.’in Kronoloji’sinden aktarıyorum.
“Fevkalâde bir zekâ ile hayret edilecek kuvvetle bir hafızaya malik olduğunda düşmanları bile müttefiktir. İrade kuvveti de zekâ ve hafızasıyla mütenasip gösterilir.”
“Sultan Hâmid iffet, haysiyet, vakar ve namus timsalidir.”
Eski Dâhiliye Nazırlarından Reşit Bey’in hatıratında onun bu en bariz vasfına: “Kelimenin bütün manasıyla afif idi. Yani kimsenin ırzına ve kesesine göz diktiği görülmemiştir.” diye şehâdet edilmektedir.”
“Sultan Hâmid’in meçhul cephelerinden biri de Türklük şuurunda gösterilebilir.”
“… Karakeçili aşiretinden ikiyüz kişilik bir “söğüt maiyet bölüğü” teşkil etmesi de milliyetine bağlılığındandır. Mabeyn başkâtibi Tahsin Paşa’nın hatıratında bu meseleden bahsedilirken:
“Sultan Hâmid’in bu mızraklı bölüğüne fevkalâde teveccüh ve itimadı vardı.” dedikten sonra bunların kumandanı olan Mehmet Bey’in bir arkadaşıyla beraber “Sultan Hâmid’in yatak odası yanında” yattıklarından bahseder. Sarayda bütün ahlâki safvetlerini “kaya gibi” muhafaza etmiş olan “Civanmerd” Karakeçililere karşı Abdülhâmid’in milli rabıtası şöyle izah edilmektedir:
“Sultan Hâmid söğütlü bölüğünden daima memnuniyet ve sitayişle bahseder, onlarla görüştüğü zaman:
– Öz hemşehrilerim! diye hitâb ederdi.”
Kızıl Sultan denmesinin sebebi artık herkesçe bilinmektedir. Türk topraklarının parçalanıp bir Ermenistan kurulması faaliyeti, Abdülhamit Han tarafından önlenince, bir Fransızın ortaya attığı bu sıfat diğer düşmanların da hoşuna gitmiş; ne yazık ki, Türklerden bile bunu kabul edenler çıkmıştır.
Kanun-ı esasi ile ilgili düşüncesini Tahsin Paşa’ya anlatmış, o da hatıratında kısaca temas ederken aralannda geçen konuşmada, Sultan Hâmid’in kendisine şöyle söylediğini yazıyor:
“Bir hükümdar için lâzım olan şey memleketin menfaatidir. Eğer bu menfaat Kanun-ı esasinin ilanında ise o da yapılıyor; fakat iyi tatbik olunur mu, Türk’ün menfaati mahfuz kalır mı? Burasını kestiremiyorum.”
Bunlar yorum istemeyen, hemen anlaşılan sözlerdir. Abdülhâmid Han’ın milli duygularının derinliği, kanun-ı esasinin içinde Türk milletinin fazla önem taşımadığını sezmesi ile açığa çıkıyor.
Biraz da Yılmaz Öztuna’dan seyredelim Abdülhâmid Han’ı.
“Spor yapar, ata biner, silâh kullanırdı. Bir müddet içmiş, sonra bırakmıştı. İbadetini hiç ihmal etmezdi. Cömertlikten mahrum değildi, fakat muktesiddi. Para işlerine aklı ererdi. İhtiyatlı, sıkı ağızlı idi. Az konuşur çok dinlerdi. İnsanları incelemek ve karakterlerine, zaaflarına nüfuz etmek en büyük merakı idi. Aldatılması müşkil idi. Babası kendisini “kuşkulu ve sükuti oğlum” diye severdi. O da ağabeyi gibi Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne, kurulduğu yıl girmiş, ağabeyi sonuna kadar kaldığı halde o, bir yıl içinde cemiyetin gayesini teşhis etmiş, devlete muzır bulmuş, elini çekmişti.”
“İkinci Sultan Hâmid, dindar bir insandı. Bilhassa akşam ezanı okununca başına bir sarık sarar, imamet mevkiine geçerdi. Namaz kıldırmasını pek severdi. Musâhib-i Şehriyarî Lütfi Bey, Evsapçıbaşısı İsmet Bey, Seccadecibaşı, Şamdancıbaşı, Kahvecibaşı ve Bendegândan Hacı Mahmud Bey bu namazda hazır bulunurdu.”
Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu’na bir bakalım ne diyor?
“Cennetmekân Sultan İkinci Abdülhâmid Han Hazretleri, Osmanlı devrinin tek ve gerçek siyasi dehası olarak nice ve nice canlı enkaz arasında vekar ve ihtişam ile boy verir…”
Belki abartıyor ama kanaati bu!
Enver Ziya Karal, “Pâdişâhların veliahtlık dönemi, onların halk tarafından tanınmalarına yarardı.” diyor. Aslı olmasa da bir takım sözler yaydırmış halk arasına, halk da o sözlerle, istikbalin padişahıyla ilgili yorumlar yaparmış. Sultan Hâmid’in veliahtlık dönemi 93 gün sürdüğü için tanınmasına, hakkında hikâyeler uydurulmasına zaman yetmemişti.
Biat merasimi ve üç gün süren cülus şenlikleri bütün şehirlerde bayram gibi yaşanırken, dördüncü gün bir kızı dünyaya gelir Pâdişâhın ve beşinci günde doğum yıldönümüdür. Kılıç kuşanma töreni altıncı günde yapılır.
Sırbistan ve Karadağ’da harb devam ededursun, Rusyalı hain emelleri için planlar kuradursun, Devlet-i Aliye yeni Pâdişâhı bir haftalık bir bayramla sevindiriyordu. O da, halka ve devlet erkânına sevimli gelecek davranışlardan kaçmıyor, fikren anlaşamadığı insanlara ve meşrutiyetçilere bile şirin görünmeye çalışıyordu.
Kılıç kuşanma merasiminden sonra Topkapı Sarayı’na, oradan Dolmabahçe Sarayı’na geçip, dönüşünde geleneğe uyarak ecdat kabirlerini ziyaret ediyor, fakirlere sadakalar dağıtıyor. Bunlar olağan işlerdir. Seraskerlik binasına gidip subaylarla yemek yemesi farklıdır. Bilâhare “Yıldız Sarayı’nda devlet ve saray erkânı ile yemek yemesi”, “bahriye nezaretinde amiraller ve subaylarla karavana yemesi” de farklılıktır. Bunlarla bitmiyordu padişahın yaptıkları. Halkın arasına girip, camilerde namaz kılıyordu.
Abdülhamit Han’ın bu farklı tutumu halkın gönlünü kazanmasına yetiyordu. İdarede bazı değişiklikler de yapmıştı. Bunlardan belki de en mühimi, mütercim Rüşdi Paşa’yı istifa ettirip, yerine şûrayı devlet reisi Midhat Paşa’yı sadrâzam yapmasıydı.
Siyaset ilmini iyi bilen Abdülhâmid Han, Genç Osmanlıların en ateşli üyesi Nâmık Kemâl’i bile kabul etmiş ve ona “Allah için olsun Kemâl Bey, hep birlikte çalışalım; bu devlet ve saltanatı eski halinden âli bir mertebeye getirelim” demek suretiyle onun fikrinde olanlarla da işbirliği yapmak niyetinde olduğunu hissettirmişti.”

Balkanlarda Son Durum

Sırbistan ve Karadağ Sultan Murad’ın kısacık saltanatının sonlarında isyana kalkışmış ve Türk ordusunun müdahalesiyle savaşı kaybetme durumuna gelmişti.
Halkın heyecanı son haddinde, malıyla, canıyla bu savaşa destek oluyordu. Fakat hükümet Avrupa devletlerinden çekindiği için, savaşı başlatan taraf olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Balkanlarda daima kendileri için kârlı bir durum yaratma peşinde olan Avusturya ve bilhassa Rusya aralarında bir anlaşma yapmıştılar. “Reichstad”da yapılan anlaşma aynı ismi taşımaktaydı. “Reichstad Anlaşması.” Buna göre, harbin sonunu bekleyecekler. Osmanlı Devleti galip gelirse savaş öncesi durumu devam ettirecekler. Şayet Osmanlı Devleti yenilirse? İşte o zaman Sırbistan Karadağ’ı alacak, Avusturya Bosna ve Hersek’i. Rusya daha büyük lokma peşindeydi. Beserabya ve Anadolu’nun doğu kuzeyindeki Batum bölgesi Rusya’nın hakkı olacaktı. Eğer mağlûbiyet geniş çaplı olursa, Osmanlı Devleti’nin felaketi hazır. O zaman Balkanlarda üç yeni devlet, kurulacak: “Arnavudluk, Bulgaristan ve Rumeli, ayrıca Yunanistan’da Tesalya ve Epir’i alacak. İstanbul ise serbest şehir haline getirilecektir. Antlaşmada Balkanlarda büyük bir Slav devletinin kurulmayacağı da tesbit edilmişti.”
Ne kadar adil! bir anlaşma ki, Osmanlı Devleti’nin kazanması, sadece kaybolmasını önleyecek; Allah muhafaza kaybederse, görüldüğü gibi!!!
Osmanlı ordusu 100 bin kişilik insan gücüne sahip; Sırbistan gönüllerle beraber 150 bin kişi. Rus General Çernayef dahi Sırplar tarafından bir orduya komuta etmektedir. Karadağ’ın da 40–50 bin kişiyle karşımızda olduğu düşünülürse çok büyük bir orduyla savaşıyoruz demektir. Yalnız Karadağlılar nizami harpten anlamayıp, gerillacılıkta iyi idiler.
Sırplarla birçok saldırı yaşandı. Türk askerinin savaş kabiliyeti Sırplarda görünmüyordu. Çok zayiat veren, yenemeyeceğini, hatta feci bir mağlûbiyet yaşayacağını anlayan Sırplı Prens Milan Belgrad’da bulunan büyük devlet temsilcilerinden ateşkes için aracılık istedi.
Rus milleti, Slavların yenilmesinden büyük üzüntü duyup, devletlerini Osmanlı’yla savaşa teşvik ediyordu. İngiltere’de dinî hisler öne çıkmış, halk, Müslüman Türkiye aleyhine konuşmaya başlamıştı. Bu günlerde İngiltere, Rusya’dan atik davranıp bir mütareke yapılması teklifinde bulundu. Gizli tehdidi de ihmal etmedi. “Aksi halde tarafsızlık diye bir şey kalmayabilir!”
Verilen cevap “istediğimiz şartlarda bir barış için hazırız!” oldu ve savaş durduruldu.
Rusya’da, İngiltere’de kamuoyu baskısı devletini nasıl yönlendiriyorsa Türkiye’de de aynısı mevzubahis idi. Halk daha ziyade heyecanıyla, idareci aklı-mantığıyla hareket ediyor. Türk efkârı umûmiyesi (halk topluluğu) öyle galeyana gelmiş ki, bırakılsa gidip Sırbistan’ı haritadan silecek. Devletin bu gücü varken yapılmamıştı, şimdi ise güç yok. Devlet erkânı oturdu, düşündü ve altı şart ileri sürdü:
1. Sırp Beyi İstanbul’a gelip, padişaha saygılarını sunsun.
2. 1867’de muhafazası Sırp Beyine bırakılan dört kale iade edilsin.
3. Milis askeri terhis edilsin.
4. Asayişin temini için 10 binden fazla nizamî asker bulundurulmasın.
5. İki bataryadan fazla top bulundurulmasın.
6. Miktarı sonra tespit edilecek harp tazminatı verilsin.

İngiltere, Türkiye’nin şartlarını münasip görmedi. Diğer devletlerle görüştükten sonra karşı şartları getirdi: Aşağı yukarı başlandığı yere dönülüyordu. Belki daha kötü: Sırbistan ve Karadağ’a yeni imtiyazlar ve Bosna Hersek’e muhtariyet. Rusya ancak böyle bir şey isteyebilirdi; Devlet şaşırdı.
Bu görüşmeler sürerken Sırbistan Hıristiyan devletler tarafından sevildiğini, korunduğunu fark etti; cesaret kazandı. Zaman içinde askeri noksanını tamamladı. En büyük yardımcısı Rusya idi.
Küçük büyük rütbelerde subaylar ve silahlar geldi Rusya’dan ve Sırbistan 25 Eylül 1876’da tekrar savaşı başlattı.
Savaşın ikinci safhasında Rus general Çernayef mağlup oldu. Sırp komutanı askeri paniğe kapıldı. Türk askerini çok uğraştıran Alesinatz siperleri aşıldı. Belgrad yolu açıldı, Sırbistan işgali bir fiskeye kaldı.
Belgrad’da yaşayan Sırplılar mağlubiyeti hazmedemeyip eli silah tutanlar savunmaya hazırlanırken, Prens Milan gerçekçi hareketi tercih etti. “Hiçbir şey yapamayız” dedi. Acele bir telgraf çekti. Rus Çarı’na dedi ki: “Sırbistan’ın kurtuluşu için Allah’tan sonra size güveniyorum.” Rusya zaten hazırdı. İstanbul’daki Rus elçisi -Mahmud Nedim Paşa’nın can dostu- İgnatiyef Osmanlı hükümetine 48 saatlik ültimatom verdi. (31 Ekim 1876) “Eğer Sırbistan ve Karadağ ile şartsız olarak, iki aylık mütareke yapmazsanız, bütün memurlarımla beraber İstanbul’u terk edeceğim ve bunun mesulü siz olacaksınız!” Ölür müsün, öldürür müsün?
Hesap gayet basit. Dünyada yardımına koşacak hiçbir devlet bulunmayan Osmanlı, bütün devletleri de karşısına alarak Rusya ile savaşamaz. İgnatiyef’in dediği yapıldı. (31 Ekim 1876)

İstanbul Konferansı (23 Aralık 1876)

19 Aralık’ta Sadrâzam Rüşdi Paşa istifa etti. Aynı gün Midhat Paşa ikinci defa sadârete getirildi. 23 Aralıkta Balkanlar meselesinin halli için -kimi yerde İstanbul, kimi yerde Tersane Konferansı denen- görüşmelere başlandı, bu konferansın yapılmasını Rusya ve İngiltere ayrı ayrı istediler; iki devlet de kendisi önayak olmayı, birinci rolü kapmış görünmeyi istiyordu. Sırbistan’ın yalvarması sonucu kabul ettirilen ateşkesten sonra 2 Kasım 1876’da Çar II. Aleksandr İngiltere elçisiyle görüşmesinde “Avrupa, Osmanlı hükümetinin devamlı hakaretlerine katlanmaya hazırsa, Rusya böyle bir hale katlanamaz. Böyle bir davranış Rusya’nın şeref ve haysiyeti ile olduğu gibi menfaatleriyle de telif edilemez” demişti. Cesur Çar tek başına Rusya’nın Osmanlı ile uğraşabileceğini de söylemişti.
İngiliz Başvekili de İngiltere’nin muharebeden çekinmediğini, 20 sene bile savaşabileceklerini, İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı’na gönderileceğini söyleyebilmişti. Türkiye, ormanda etrafı çakallarla çevrilmiş bir ceylan gibi. Bu durumda İstanbul Konferansı toplanıyor. Hariciye Nâzırı Saffet Paşa ile Berlin elçisi Ethem Paşa Türk tezini savunacak karşıdaki devletler şöyle: Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya ve İtalya. Rusya’yı İgnatiyef temsil ediyor, İngiltere’yi sömürgeler nazırı Salisbury, Fransa’yı Kont Bourgain, Avusturya’yı Elçi Ziçi, Almanya’yı Elçi Verter ve İtalya’yı Kont Corti…
Temsilciler Bahriye Nezaretinin büyük salonunda toplandılar. Herkes kendisine ayrılan yere oturdu. Konferansta görüşülecek maddeler anlatılırken, bina müthiş bir gümbürtüyle sarsıldı. Herkes peşpeşe atılan topların çıkardığı kulakları uğuldatan sesi hayret içinde -biraz da ürkekçe- dinlerken, Hariciye Nazın Saffet Paşa ayağa kalkarak açıklama yaptı. Uzun uzun meşrûtiyetin ilanını anlattı. Herkesin yüzünde gülümseme bekliyordu. Gördüğü ilgisizlikte, yapılanın hiç de hoş bir şey olmadığı imâsı vardı.
29 gün süren konferans beklenen neticeyi vermedi. Öncelikle, ilan edilmiş bulunan meşruti idarenin, böyle bir konferansın gereğini ortadan kaldırdığı inancı havada kaldı. Sanılıyordu ki, yeni ilan edilen Kanun-ı Esasi Hıristiyanların haklarını gözetmeyi taahhüt ettiği için büyük devletler memnun kalıp, yeni birtakım isteklerden vazgeçecekler. Öyle olmadı. Türk tezi, büyük devletler tarafından, onların tezi de Türk heyeti tarafından reddedildi. Haklılıktan fazla güçlülüğün önemli olduğunun kavranamayışı Türkiye adına talihsizlikti. Türkiye’nin ve Rusya’nın durumunu iyi bilen İngiliz temsilci Lord Salisbury Türkiye adına endişe taşıyordu. Çıkacağından korktuğu savaşı engellemek için çok çaba sarf etti. Rusya’yla başa çıkamayacağını bildiği Türkiye’nin ufak tefek tavizlerden kaçınmamasını istiyordu. Lord’un Türk tarafına yaptığı telkinin ana fikri şu idi. İngiltere’nin yardımı olmadan Türkiye Rusya’yı yenemez ve İngiltere Türkiye’ye yardım edemez. Fakat bunu Mithat Paşa’nın kafasına bir türlü sokamaz.
İngiliz, Midhat Paşa’ya anlatamaz. Rusya ile savaşı “dış siyaset hakkında hiçbir doğru fikri olmayan Sadrazam Midhat Paşa istiyordu. Gafil Serasker Kaymakamı Müşir Redif Paşa ile mabeyn müşiri Dâmad Mahmud Celaleddin Paşa da onu destekliyordu.”
Lord Salisbury önce mektupla, sonra huzura kabul edilerek yüzüne karşı padişaha, Rusya ile savaşın tehlikelerini anlatır. Pâdişâh, savaş taraftarı değildi, zaten. Vükelâyı saraya davet ederek, asker ve mühimmat durumunu sorunca, değişik cevaplar alır. Tatmin olmayınca, kendi aralarında görüşüp, vardıkları neticeyi bildirmelerini ister vekillerden.
Arz edilen netice çok destansıdır. Ancak, “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” denecek zamanlarda verilecek karardır.
“Böyle tekliflerde harbetmek için askerin kuvvetine bakılmaz, bunda istitaat (yardım) aranmaz. Biz Anadolu’ya dört yüz atlı ile geldik, yine dört yüz kişi kalıncaya kadar harbetmek lâzımdır.”
“Midyat Paşa kabinesinin böyle bir palavrayı karar diye bildirmesini” İ.H. Danişmend istihza ile anlatır. Daha garibini Cevdet Paşa’nın Tezakiri’nden aktaracağız.
“Elhasıl ol vakit muharebe yoluna gitmek, bizce hiç caiz değil idi. Lâkin akdemce (daha önce) Midhat Paşa efkârı ammeyi tehyîc (heyecanlandırma) ile muharebe yoluna sevk etti. Sanki topu o doldurdu. Redif Paşa ile Mahmud Paşa dahi ateş ettiler. Devleti bir büyük mehlekeye (helak olacak yere) attılar.”
Cevded Paşa bunları anlattıktan sonra, Redif Paşa’nın kaleme aldırdığı bir lâyihayı dinlediklerini, layihanın yanlış sınır bilgileriyle dolu olduğunu söyler ve “Bu lâyiha okundukta fevkalâde teessüf ettim ve dedim ki…” der, Paşa:
“Bu beyan buyrulan hüdûd Kırım muharebesinden önceki hudûdumuzdur. Ledel müsâlâha Besarabya kıtası Buğdan’a ilhak olundu. Rusya ile buluşamayız. Muharebemiz ancak Karadaniz’de yâhud Anadolu kıt’asında olmak lâzım gelir.” ve devamla:
“Redif Paşa çantasından haritasını çıkardı. Gördük ki; Kırım muharebesinden evvel yapılmış bir haritadır. Lâkin kendisi ana aldanıp bizim sözümüze çerdâr ehemmiyet vermedi. Derhal divan kaleminden hududname getirildi. Görüldü ki ayağı Tuna’ya munsab olan Bel-grad gölü bile Boğdan arazisine ilhak olunmuş. Redif Paşa pek fena bozuldu.”
Sultan Abdülhamit bu adamlarla çalışmak zorundaydı ve bu adamların yüzünden Rusya’ya savaş açılıyordu.
“Eğinli Said Paşa’nın hatıratında:
“Vay gidi humk-u belâhet vay! (ahmaklık, budalalık) Rumeli’nin bütün bütün gitmesine sebeb olacaklar.” diye yanıp yakılması bile bundandır” diyor İ.H. Danişmend ve ekliyor; “Sadrâzam Midhat Paşa harbciliğin en büyük mürevvicidir (taraflısı) ve Serasker Redif Paşa da kendisiyle hem fikirdir. Saraydaki harp timsali de Dâmad Mahmud Celaleddin Paşa’dır.”
Mahmud Celaleddin Paşa (yukarıda bahsedilen Damad Celaleddin Paşa değil) Lord Salisbury’nin Midhat Paşa’yla diyalogunu, hiç de sevimli anlatmıyor. Osmanlı tezine itibar edilmesi, aslında bir fedakârlık getirmiyordu karşı tarafa.
Osmanlı’dan istenenlere gelince, Balkanlarda Osmanlı hâkimiyetini sıfıra indirmek gibiydi. Mahmud Celaleddin Paşa’nın deyimiyle: “Bosna ve Hersek adına istenilen idare usulünün şekil ve biçimi, neticede oralarda İslâm hukukunun ve Osmanlı hükümetinin kaldırılmasına delâlet edeceği ve Osmanlı askerinin ikametlerinin kalelere inhisar ettirilmesi, “Millet Askeri” tertibi, aynen Sırbistan Prensliğinin kuruluşunda konulan kaideler gibi, Osmanlı idaresinin temelinden yıkılmasına yol açacağı ve bunlardan başka, vali ve hâkimlerin altı devlet reyleriyle tâyini ıslâhata nezâret için ecnebi komisyon kurulması…”
Uzuyor bu mesele. Birdenbire red edilmediği, uzun müzakereler yapıldığı, karardan önce çok düşünüldüğü anlatılıyor. Ve şu da söyleniyor aynı sayfada: “İngiliz murahhası Lord Salisbury, bir gün Bâb-ı Âli’ye gelerek, Midhat Paşa’yı azarlar tarzda pek çok soğuk sözler sarfetmiş…”
Acaba, Mithat Paşa Salisbury ile zıtlaştığı için, ona inad olsun diye aykırı davranmış olabilir mi? Salisbury’nin Rus temsilcisi General İgnatiyefle aynı ağzı konuştuğundan da bahsediliyor, onun Türk tarafını, Rusya’yı sevdiği için tavize zorladığını varsaymak mümkün ise de, aşağıda okunacak, padişaha sunduğu lâyiha düşündürücüdür. İngiltere başmurahhası Salisbury pâdişâha sunduğu layiha ile konferansta istenenlerin kabulünü şiddetle tavsiye ediyor, lâyiha şu:
“Osmanlı Devleti bugünkü günde gayet tehlikeli bir halde bulunuyor. Zira Rusya’nın ikiyüzelli bin kişilik bir ordusu Eflâk ve Boğdan sınırında, yüz elli bin kişilik ordusu da Anadolu sınırı üzerinde yığınak yaptı. Eğer Rusya, Tuna nehrini geçerse, Avusturya Bosna’ya asker sokmaya mecbur olur. İtalya’da Bulgar hadisesi sebebiyle Osmanlı topraklarına saldırmayı ve istilâ etmeyi tasarladığından Avusturyalıların bu hareketi görülürse İtalya’yı tutmak mümkün değildir. Yunanistan ise, istilacı, haris emellerini ortaya atacak, İran’da doğu sınırlarında topraklarını genişletmek iddialarına başlayacaktır. İşte Osmanlı Devleti bu kadar düşman arasında kalıp, muharebeyi bunlarla yapmaya mecbur olur.”
Yerlisiyle yabancısıyla Türkiye hakkında düşünülenler böyle yahut buna yakın. Bizim şanlı paşalarımızın bilgisiz cesareti, buna rağmen harp kararı almaya çekinmedi.
Harbin göze alınması, iki tarafın da merdâne! davranışını ortaya koymuştu. İlanından, iki tarafta uzak durmaya çalışıyor olmalı ki, en ateşli taraftar olan Rus İgnatiyef, emelim, savaşmadan gerçekleştirmeyi deniyor. Almanya’ya gittiğinde Berlin’de Osmanlı Devleti maslahatgüzarı ile görüşüp, diyor ki:
“Devletiniz pek basit bir hareketle savaşın çıkışını önleyebilir. O hareket de, Karadağ’la barış yapmak, taahhüt ettiği ıslahatı gerçekleştirmek ve Rusya ile müzakerelere girişerek, iki devlet arasındaki münasebetleri yeniden kurmak için Petersburg’a liyakatli bir elçi göndermekten ibarettir. Belki Avrupa bunu sizden isteyecektir. İstenilmeden önce kendiliğinizden yapmanız akıllıca bir hareket olur. Yoksa savaş çıkması bence muhakkak görünüyor. Bu savaşta ise Osmanlı Devleti’nin bekası tehlikeye düşer ve tebaasının ileride vuku bulacak istekleri de Rusya açısından ıztırâba yol açar.”
Rusya’nın Londra’da bulunan elçisi Kont Suvalov da savaşa karşıydı. Ülkesinin barış içinde yaşamasını istiyordu. Londra’daki Osmanlı elçisi Masurus Paşa’ya tavsiyede bulunurken, biraz da Çar’ın gönlü okşansın istiyordu. Ona göre; Çar’a bir elçi gönderilip, aynı zamanda orduların dağıtılması teklif edilirse, buna uyulurdu. Şark meselesi de belirli bir zaman için değil, dâimi unutulur. Suvalov bunu anlatmaya çalışmıştı fakat, hiçbir ilaç çare değil. Ameliyat lazım! Barış yolu araması istenen Masurus Paşa İngilizlerin Osmanlı’yı destekleyeceği yönünde mektuplar gönderip, savaşı teşvik ediyordu.

İlk Meşrutiyetin İlanı (23 Aralık 1876)

Tersane İstanbul Konferansı devam ederken, uzun zamandır üzerinde çalışılan Meşrûtiyet’in ilanı gerçekleşiyordu. Midhat Paşa’nın ısrarla üzerinde durduğu, ama derin bilgilerle hazırlanmadığı için pek de faydalı ve uzun ömürlü olamayan 1. Meşrutiyet Türklerden çok Hıristiyanları sevindirmişti. Her milletin ve memleketin kendine has durumu olduğu hesaba katılmadan, meselâ bir Türk’le bir İngiliz’in ayrı olmadığı düşünülmeden yapılan kanunların neye yarayacağı Midhat Paşa’nın aklına gelmiyordu. Padişahın yetkilerini kısmak, gayrı müslimlerle Müslümanları aynı kefeye koymak Türkiye’ye ne kazandırırdı?
Kanun-ı Esâsi’nin kurtarıcı olduğuna inanan Midhat Paşa, doğru dürüst bir araştırma yapıp, diğer devletlerin kanunlarını bile incelememiş idi. Belki iyi niyetle ama devlet için felaket sayılabilecek maddeleri bile bulunan Kanun-ı Esâsi’de “her milletin kendi dillerini resmen kullanabilecekleri “ta’lim-ü teallümde” serbest olduğu; Türkçenin resmi dil olduğundan bahsedilmediği” vahim hata olarak görülmüş ve Eğinli Said Paşa’nın direnmesiyle bu madde değiştirilmiş.
Her şeyde olduğu gibi Kanun-ı Esâsi’de de mutlaka faydalı maddeler vardı. Lâkin henüz Türkiye için vakti değildi. Bir de, Mithat Paşa bu işe yabancıları karıştırmaya kalkışmış, neredeyse bu anayasa metnini yabancıların himayesine sokmaya çalışmış ama, bunda başarılı olamamış.
“İşte bundan da anlaşılacağı gibi Midhat Paşa dahili idare şeklini haricî kefalet altına sokan bir devletin istiklâlinden eser kalmıyacağını ve ecnebi teminatı altındaki hürriyetin esaretten bin beter olduğunu takdir edemiyecek kadar şahsi ihtirasâtına kapılmıştır.”
Meşrûtiyetin ilânından sonra Midhat Paşa hemen hemen bütün yabancı devletler tarafından takdir edilmiş ve “Paris ve Londra borsalarında Osmanlı tahvillerinin fiyatları birden bire beş Frank yükselmiş.”
Ne var ki, Midhat Paşa ilk günden sükutu hayale uğrar. Tersane konferansına iştirak eden devletlerin temsilcilerinden, minnet duygularım ifade edici tavır beklerken, hiç bir tepki göremez. Halbuki Midhat Paşa’nın getirdiği demokrasi idi. Devlet-i Âliye’de Hıristiyanlar ve bütün gayrı müslimler rahata kavuşacaktı. Bâb-ı Âli’de hariciye nazırı Safvet Paşa’yı bekleyen Midhat Paşa hemen sorar, “Ne dediler, ne dediler?” Hariciye nazırının cevabı acı! “Ne diyecekler, ‘çocuk oyuncağı’ dediler!”
Midhat Paşa, konferansa katılan ülke temsilcilerinin memnun kalacaklanı, dolayısıyla Balkanlar’da Türkiye lehine tavır takınacaklarını hesab etmekle yanıldığını anlamıştı.

Meclisin Toplanması ve Harp Kararı (18 Ocak 1877)

18 Ocak’ta yapılan ilk meclis toplantısına 240 kişilik bir kalabalık katılmış, bunların 180’i Müslüman, 60’ı gayrı müslimdi. Bu toplantıda Mithat Paşa’nın bastırmasıyla Rusya’ya karşı harp kararı çıkmıştır. Sultan Hâmid mecburiyetten bu kararı tasdik etmiş, “Rûmî takvime göre ’93 Harbi’ denilen kanlı faciaya işte böyle yol açılmış ve nihayet Moskof orduları İstanbul kapılarına dayanıp şimdi ‘Yeşilköy’ dediğimiz ‘Ayestefanos’ Rus karargâhı haline gelmiştir. İşte bundan dolayı Eğinli Said Paşa’nın hatıratında şu acı hükme tesadüf edilir:
“Harbin netâyici vahimesinden vükelâ, daha doğrusu bizim Mahmud Paşa ile Midhat Paşa mesul olmaz da bu âlemde acaba daha kim mesul olur?”
Cevdet Paşa, o günleri Tezakiri’nde yana yakıla anlatırken, durumumuzun ne kadar elverişsiz olduğunu şu cümlelerle gözler önüne seriyordu:
“Biz henüz ümerây-i askeriyyemize hududu öğretmek üzere iken Rusyalı Turla nehrini geçti… Asâkiri nizamiyye-mizin kifayet etmiyeceği anlaşılmağla vilâyatta bulunan süvari asâkir-i zabtiyyenin dahi mevaki-i harbiyyeye sevk olunması emr olundu ve icrây-i îcâbı nezâret-i âcizîye havale kılındı… Bu tarihte hudûd-ı hâkaaniye gerek zabtiye ve gerek mu’avine ve aşâir atlısı olarak sevk etmiş olduğum askerin mikdan yüzbini tecavüz etmiştir. Bunların takım takım şevki ve masraflanın tedâriki azîm bir meşguliyet idi.” Midhat Paşa beş altıyüz bin askerle Rusyalı üzerine gidileceğinden bahsediyor, tabii ki yanılıyordu.
Mevcud asker sayısı kifayetsiz olduğundan yeni asker toplanmasına karar verilir. “… Yirmi yaşından kırk yaşına kadar olan nüfûs-ı zükûr-ı müslime her kangı rütbe ve me’mûriyette bulunur ise bulunsun vücûdca özürleri almadığı hâlde mevkib-i hümâyun taburlarına kayd olunarak ta’lim-i askerî ile mükellef olacağı…” duyurulur.
Böyle, alel acele asker toplanır, “bir iki ay zarfında tüfeng tutma ve hey’eti muntazama ile hareket etmeğe” alıştırılırlar. Bir yandan da elbiseleri hazırlanır, “âlâ atlar” temin edilir. Sultan Ahmed Camii’nde mevlid-i şerif okutulur.
“Taburlarımız Bab-ı hümâyûn dahilindeki Darbhane meydanına gayet nümayişli bir suretta dizildi. Süvari bölüğü dahi bir tarafa yerleştirildi.” Sultan Hâmid askerleri seyrederken “böyle müddet-i kalîle zarfında tenfizinden dolayı fevkalâde mahfuz-u mesrur olarak gözlerinden yaş geldi.”
Sultan Abdülhâmid’in gözlerini yaşartan askerin mükemmelliği miydi? Yoksa o da, Edmondo De Amicis gibi eski günlerin azametini göremediği için mi hislenmişti? İtalyan Amicis, 1874’te geldiği İstanbul’da gördüklerini kaleme alırken, bazan da gördüklerini kabul etmeye gönlü razı olmaz, eski günlere, muhayyilesini zenginleştiren zamana gider…Kitabında, “Ordu” başlığıyla anlattıkları aşağıda:
“Gelmeden evvel, eski günlerin fevkalâde ordusuna aid bir iz bulamayacağımı bildiğim halde, İstanbul’a varır varmaz, her zaman büyük bir sevgi beslediğim askerleri merak içinde aradım. Fakat, hey hat! Hakikatin beklediğim kadar olmadığım gördüm. Eski, bol, güzel ve cengâver kıyafetlerinin yerine siyah ve dar üniformaları, kırmızı pantalonları, sıkı ceketleri, sırmalı uşak elbiseleri, mektepli kayışlarını ve Sultan’dan askere kadar herkesin başına giydiği, hele kanlı canlı Müslümanların kafasında adi ve ç¬cuksu durması bir tarafa, birçok göz hastalığının ve baş ağrısının sebebi olan şu acıklı fesi buldum. Türk ordusunda artık bir Türk ordusunun güzelliği almadığı gibi, henüz bir Avrupa ordusunun da güzelliği yok; askerler bana hüzünlü, gamlı ve derbedermiş gibi geldi; cesur olabilirler, ama sevimli değiller.”
Amicis, hoşuna gitmeyen bazı sahneler anlattıktan sonra tarihe dalıp, eski, ihtişamlı Türk günlerini, Türk askerlerini tasvire çalışıyor: “Sultan Bâyezid’in, Sultan Süleyman’ın ve Sultan Mehmed’in Davudpaşa Ovası’na dizilmiş muhteşem orduları! İstanbul surlarının üstünden kim sizi bir dakika için tekrar görebilirdi! Zafer görmüş Edirnekapı’sının önünden her geçişimde, bu muhteşem ordular gözümün önüne ışıklı bir hayâl gibi geliyor ve sanki hassa fırkalarının münadisi olan miri miran hemen görünüverecekmiş gibi, durup kapıyı seyrediyordum.”
Amicis kendinden geçmek istiyor. Bizim yüreğimizi yakan perişanlığımızla, onun duyduğu hüzün aynı değildir! Fakat o kadar güzel anlatıyor ki, biz de acımızın derinliğini keşfediyoruz. O, muhteşem bir manzaranın seyrinden mahrum kalmanın; biz, muhteşem bir tarihin zavallı mirasçıları olmanın azabını yaşıyorduk.
Sekiz bin Yeniçeri’nin başında bir paşanın, miralayların, erzak ve silah taşıyan hizmetkârların, iç oğlanlarının, mehter takımının, mabeyncilerin, timarların geçişini anlatırken, “Bu daha öncüydü” diyor. Ve “Aralıksız taburların üstünde, rengârenk sancaklar uçuşuyor, tuğlar dalgalanıyor, mızraklar, kılıçlar, yaylar, ok kılıfları, tüfekler biribirine çarpıyor, bunların arasında Kandiya ve İran muharebelerinde güneşten yanmış çehreler görülür gibi oluyordu; davulların, zurnaların, boruların ve nakkarelerin ahenksiz sadaları, Yeniçerilerin yanındaki duahanların sesi, çarpışan zırhların ve zincirlerin gürültüsü, Allah! nidaları, Davudpaşa ordugâhından Haliç’in öteki sahiline kadar yayılan neşeli ve korkunç bir uğultunun içinde biribirine karışıyordu.”
Amicis; bunca güzel anlatmasına rağmen doymuyor ve sesleniyor: “Ebediyen yok olmuş bu güzel Şark dünyasını sevdalı bir şekilde inceleyen ressamlar ve şairler, İstanbul’un köhne surlarından III. Mehmed’in harikulade ordusunu çıkarmama yardım ediniz.”
Amicis istediği rüyayı görmeye başlıyor ve gördüklerim bizimle paylaşıyor. “Öncü geçti: göz kamaştırıcı başka bir şey ilerliyor. Sultan mı bu? Hayır. Tanrı henüz otağından çıkmadı. Bu ancak birinci vezirin maiyetidir. Kadife zırh örtülü ve gümüş dizginli kırk ata binmiş samur kürklü kırk ağa, onlardan sonra, sırma örtüler giydirilmiş kırk katanayı tutan, kalkanlı, gürzlü ve palalı, debdebe içinde bir sürü içoğlanı ve seyis.”
Amicis anlatıyor, anlatıyor, gelen her alayda, Sultan varmış hissini verdikten sonra “hayır henüz Sultan değil bu!” diyor. Bir yerde, heyecanı iyice yükseltip, devam ediyor:
“Başka bir kalabalık ortaya çıkıyor. Seyirciler yerlere kapanıyorlar. İşte Sultan! Hayır, henüz Sultan değil bu. Gördüğümüz şey, ordunun başı değil, kalbidir, etrafında dağlar gibi cesetlerin yükseleceği ve dereler gibi kanların akacağı cesaret ve mukaddes gazabın ocağı, Sancağı Şeriftir. Haz. Peygamberin yeşil renkli sancağı, bayrakların bayrağıdır.”
Bu alayla ilgili malûmatlardan sonra, “Bir başka insan ve at dalgası geliyor. Henüz Sultan değil bu.” diyor ve tafsilât.
“Göz kamaştıran başka bir renk ve debdebe başka bir alayı haber veriyor. İşte nihayet Sultan!” diyor amma, bilerek yanılmıştır. Okuyucunun heyecanını yükseltiyor Amicis ve yine muhteşem bir tablo seyrettirdikten sonra, bu alayın “Sadrâzam alayı” olduğunu söylüyor.
“Sadrâzam alayı geçti. Birden borular ve davullar ortalığı inletmeye başladı; seyirciler kaçışıyor, toplar gürlüyor, kapıdan palalarını savurarak öncüler fırlıyor ve işte kesif bir mızrak, sorguç, kılıç ve pırıl pırıl yanan bir altın ve gümüş miğfer şaşaasının ortasında, atlas sancaklardan bir bulutun altında, işte sultanlar sultanı, hükümdarlar hükümdarı, dünya prenslerine taç dağıtan, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Dulkadir, Diyarbekir, Azerbaycan, Acemistan, Siyam, Halep, Mısır, Mekke, Medine, Kudüs eyaletlerinin, bütün Arabistan ve Yemen diyarlarının, şanlı seleflerinin ve şevketli atalarının zaptettiği veya alev alev yanan muzaffer kılıcıyla haşmetli devletinin hükmü altına aldığı bütün öteki eyaletlerin hükümdarı, mutlak hâkimi.”
Amicis ‘in bundan sonraki tasvirini geçip, son cümlesi ile bu konuyu bitirelim. “Sancak bulutlan, sorguç ormanları, sarık selleri, demir çığları, arkalarında tüten enkazlardan bir çöl ve kesilmiş kellelerden meydana gelmiş dağlar bırakarak Avrupa’nın üstüne atılmaya gidiyorlar.”
“Hayali cihan değer”, amma nerede o günler?

Sadrâzam Midhat Paşa’nın Azli ve Sürgünü (5 Şubat 1877)

Midhat Paşa’nın sürgün edilmesi de bu günlerdedir.
Rusya ile savaşa asker hazırlanırken, bu savaşın çıkmasına sebep olan Midhat Paşa azlediliyor; İstanbul’dan, hatta Türkiye’den bile çıkarılıyordu. Sebep mi? Pek çok. Sultan Aziz ile Sultan Murad’ın tahttan indirilmelerinde birinci adam. Abdülaziz Han’ın ölümünden sorumluluğu var. Pâdişâhla araları iyi değil. Pâdişâha rağmen ilan ettiği Kanun-ı esâsi’nin en çok sevinen taraftarları “Midhat Paşa köşkünün önünde sevinç gösterileri yaptılar. Türklerden başka, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler kendi dillerinde nutuklar söylediler.” “… Hıristiyanların ruhani reisleri Midhat Paşa’yı ziyaret ederek tebrik ve teşekkürde bulundular.”
Gayri müslimleri bunca sevindiren bir şeyin Müslümanlan üzeceği kimsenin meçhulü değildir. Midhat Paşa dediğini yapmış olmanın heyecanıyla havalara girmiş, sık sık rakı sofraları kurmaya, bu sofralarda devlet sırlarını ifşa etmeye başlamış. Nâmık Kemâl ile Ziya Bey (Paşa) Midhat Paşa’nın hayallerini dinlemeye alışmışlar. Meşhur sözlerinden biridir: “Âli Osman” olur da “Ali Midhat” olamaz mı? Çok büyük hayaldi bu. Ne Âli Osman’ın bir üyesi bulunan Pâdişâh af edebilirdi bu sözü, ne de Türk milletinin herhangi bir ferdi. Fakat belki de sarhoşlukla ortaya atmıştır böyle bir lafı. Yerin kulağı var ya, hemen halkın diline sakız olmuş.
5 Şubat Pazartesi günü görevden alınan Paşa’nın sürgün yeri italya’dır. Giderken söylediği sözler de muhteşemdir! Kendisini nasıl gördüğünün resmidir.
“Eğer beni buradan tard-u tedib ederseniz alimallah memleket mahvolur.”
Ve vapura bindirilir Paşa, artık gidiyor. Onsuz olunamayacağı inancında olmalı ki, “Allah rahmet eylesin bu millete.” der. Ve “Teessüf ederim ki, dersaadete avdetimde ne Şevketlü Efendimizi bu saraylarda ve ne de bu mülkü yerinde göremeyeceğimden ve edilen hataların vakt derecesi taayyün eder ise de telâfi-i mâfât (imkâna) mümkün olmayacağından bunların ayniyle ve tamamıyla Huzûr-ı Şahaneye arzını rica ederim.” diye hatıratına yazmış olan Midhat Paşa, dönüşünde de her şeyi yerli yerinde bulmuş. Hattâ devletin vilayetlerinde valiliklerde bulunmuştur.
Midhat Paşa’nın pâdişâha söylediği bir sözü daha nakledelim. “Bir yazısında pâdişâha şöyle hitâb etmiştir. “Evvelâ Zât-ı Mülûkânelerine aid olan vazâif-i hükümdârânenizi mutlaka bilmelisiniz; zira bil cümle harekâtınızdan, millet nazarında mes’ûl olacaksınız!” “… Usûl-i meşveretle idare olunan bir millette nizâm nedir, bilir misiniz?.. Binayı devleti tamire çalıştığımız sırada, siz adetâ yıkmak istiyorsunuz.”
Midhat Paşa’yı kısaca tanımaya yetecektir bunlar. Şimdi savaş ne haldedir, bir bakalım.

Meclis-i Meb’usan’ın Açılış Merasimi (19 Mart 1877)

Midhat Paşa’nın gayreti, her şeyden fazla meşrûtiyet üzerine yoğunlaşmıştı. Kanûn-ı Esâsî, Meclis-i Mebusan ve Midhat Paşa yan yana anılırlardı; şimdi ayrılar. Midhat Paşa’nın eseri! hayata geçtiği halde kendisi sürgün. Kânun-ı Esası dolayısıyla Midhat Paşa için, “Musul taraflarının meşhur bir şairi olan Şeyh Rızâ-i Talekânî, Tanzimattan beri süregelen ecnebi kânunlar meselesini de tenkid eden bir şiirinde Kânun-ı Esasi tâbirini şöyle hicvetmiştir.”

Bîçâre adalet ki yıkılmışdı binası
Birden içine s…dı bu Kanûn-ı Esâsî
Kânun-ı ilâhî varken, yani şeriat
Kanun hezeyandır çi siyâsi, çi esâsî

İyi yahut kötü, bütün yenilikler muarızlanyla beraber doğar; Kanun-ı Esasi’nin de Tanzimat gibi algılandığı, ona düşman olanların buna da düşman olduğundan bellidir. İyi mi kötü mü meselesi de adamına göre değişiyor. Neyse, Meclis-i Mebusan’ın açılışına bakalım.
Daha önce seçilmiş olan Mebuslar ve Ayan-senatörler İstanbul’da toplanmıştı. Bugün Dolmabahçe Sarayı’nın bir salonunda yapılacak merasime iştirak ettiler. “69 müslim 46 gayri müslim” ve pâdişâhın tâyin ettiği 26 âzâ ile beraber ceman 115 kişi idiler. İlk Meclis-i Mebusan reisliğine Ahmed Vefik Bey (Paşa) seçilmişti.
Sultan Abdülhâmid bu açılışta hazır bulundu. Vükela, ulema, askeri ve mülkî erkânın yanı sıra Rum, Ermeni, Katolik patrikleri, Bulgar eksarhı, Protestan vekili, Hahambaşı vs. ile yabancı devlet temsilcileri de merasime katılanlar arasındaydı. Yabancı devletlere şirin görünme uğruna yapılan bu yenilik daha çok onlara gösterilmek isteniyordu. Ne var ki, bu yeniliğin banisi ortalarda yoktu.
Pâdişâhın, tahtının solunda kardeşleri veliahd Reşad ve Şehzade Kemaleddin Efendiler bulunuyordu. Sultan Hâmid, burada okunmak üzere hazırladığı nutku Küçük Said Paşa’ya okuttu. Nutuk, daha ziyâde iyi dileklerle, pâdişâhın Kanûn-ı Esâsi’den memnuniyeti ile Osmanlı Devleti’nin kısa tarihçesinden bahisle, bugünün önemini vurgulayan kelimelerle bezenmişti. Nutukda zikredilenlerle pâdişâhın gönlü aynı şeyleri terennüm ediyor muydu acaba?

Türk-Rus Harbi (24 Nisan 1877)

Türkiye’de Pâdişâh ile bazı devlet erkânı savaş istemiyordu; Rusya’da da durum aynı; II. Aleksandr istemiyor; onun da bazı adamları savaş yanlısıydı. Bizde Midhat Paşa’ya söz geçirilemediği gibi, II. Aleksandr da adamlarına söz geçiremiyor. (1990’lann Jirinovski’si gibi aşırılar o zaman da Rusya’da eksik değildi). “Avrupa devletlerinin de savaşa rızaları yoktu.”
Anadolu cephesi Başkumandanı, Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa idi ama bir dağınıklık vardı. Şöyle ki: Müşir Derviş Paşa Batum’da bir kolordunun başında; Erzurum Valisi Kurd İsmail Paşa Van ve Bâyezid taraflarında kuvve-i muavene fırkası toplamakla meşgul ve bunlar müstakil hareket ediyorlardı. Ahmed Muhtar Paşa’nın asker mevcudu 57650, top sayısı 97 ve askeri talimsiz. Rusların kuvveti 125390 asker, 189 top; bir de Rusların takviye alma imkânlarına mukabil, Ahmed Muhtar Paşa’nın o şansı da yoktu.
1877,30 Nisan Pazartesi; Bâyezid, 17 Mayıs Perşembe Ardahan’ın düşüş günleridir. Rusların hedefi Karakilise. General Tergusaf karşısında Ahmed Muhtar Paşa’yı bulacak ve ummadığı bir yenilgiyi tadacaktır. (21 Haziran) Rus Çarı şöyle diyecektir. “Herhalde büyük satranç ustası idi… Onun bu maharetine İstanbul’daki Pâdişâh ve idareciler sahip olsa idiler savaşa gerek kalmazdı.” (İlhan Bardakçı, İmparatorluğa Veda)
Ruslar 25 Haziran’da Zivin’e hücum ederler, yine mağlup dönerler; Kars şehri muhasaradan kurtulur. Ermeni asıllı General Loris Melikof’ a Petersburg’dan azil emrini bildiren bir telgraf gelir, onun yerine Prens Misel Nikolayeviç tayin edilir. Ferik Fazıl Paşa bir fırka askerle Sohum’a çıkarma yapar ve Rusları müşkül duruma düşürür, Kızıltepe ele geçirilir. Ruslar 6000’den fazla yaralıyla, 3000 ölü bırakarak kaçarlar savaş meydanından.
Bu başarılar İstanbul’a ulaşınca Pâdişah’dan Ahmed Muhtar Paşa’ya bir telgraf gelir; bu Petersburg’dan gelenin tam aksine, kumandanı taltif edicidir. Saygılı Paşamız Pâdişâhın telgrafını ayakta dinler, bir yere gelince gözyaşlarına hakim olamaz. Kendisine gazilik unvanı veriyordu Pâdişâh. Yine de fazla mutlu değildir, çünkü Rusların daha güçlü olduğunun farkında, yarın ne olacağını bilemiyor…
Üç gün sonra Yahniler muharebesiyle bir zafer daha yaşanır, bunun kahramanı Mirliva Kapdan Mehmed Paşa’dır. Gazi Ahmed Muhtar Paşa onun için şöyle yazar hatıratına:
“Koca herif, kendine mahsus o gümrah sadasiyle sabahtan akşama kadar ayakta ve ortalık yerde envâı kelimat-ı müheyyice ile askerini teşci eder, asker de onu gördükçe gayretini artırır ve cehennemden nümûne-nümâ olan hâli hiçe sayar idi.”
Bu muharebede 74 bin Rus askerine karşı 34 bin Türk askeri savaşmış, 8–10 bin Rus ölmüş, 2500 Türk şehid olmuştur.
Ruslar takviye alırlar, Gazi Ahmed Muhtar Paşa alamaz ve hezimet kaçınılmazdır. Asker sayısı çok muvazenesiz, top Ruslarda 254, Türklerde 52. 15 Ekim’de topların mermisi tükenir, Ferik Ömer ve Raşit Paşalar şehit düşerler. Askerler öle öle tükenir. Ümit tükenir ve Kars 41 senelik mateme ve Türk bayrağı hasretine mahkum, Ruslara teslim edilir. Gazi Paşa bir avuç askeriyle Erzurum’un yolunu tutar, fakat Rusları da oldukları yere çiviler. Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın Kars’tan Erzurum’a, bu şanlı çekilişi “sonradan Avrupa harb akademilerinde kurmay namzetlerine ders olarak okutulmuştur.”
Muhtar Paşa, Pâdişâh emriyle İstanbul’a çağrılınca, yerine Kurd İsmail Paşa geçmiştir. Rusya’da, Çara gidip kazandığı zaferi tebliğ eden Prens Misel, Çar’dan aldığı cevap karşısında dona kalır.
“Grandük” der, “Zaferi siz mi kazandınız?.. Silahlarınız derseniz evet… Ama oradaki üç Türk Paşası’na mağlûp oldunuz. Galipler orada ve siz buradasınız..” İşte bizim övüncümüz budur…” (İlhan Bardakçı, İmparatorluğa Veda)

Rumeli cephesi:

Büyük bir acının, uzun bir mücadelenin, dünyayı hayran bırakan kahramanlığın ve Türklerin Balkanlar’dan sökülüşünün hikâyesidir. Kimi tarihçilerin Kafkas, kimilerinin Anadolu cephesi dediği Doğu’da Ahmed Muhtar Paşa’yı gazi yapmışız ama, Erzurum’dan ötesini Ruslara bırakmıştık. Aynı tarihlerde Rumeli’de yaşanan savaşlarda neler olduğuna şimdi bakıyoruz. Burada da en büyük askerlerden birini gazi yapıyoruz. Tokatlı Osman Paşa’yı.
Rusya ile savaşa nasıl girildiği daha önce görülmüştü. Böyle bir savaşı kaldırmaya hiç bir imkânımız olmadığı halde, memleketin ve milletin mahvına sebebiyet verecek uğursuz adımı atanlar atmış, Türk evlâdına da ceremesini çekmek kalmıştı. Binlerce evladımızı şehit vermiştik. Devletin Hıristiyan tebeasının eline silâh verilmiyordu.
Rumeli cephesi başlığı ile anlatılan savaşlarda yer adları da şahıs adları da çok. Tabii ki, çok özet olarak belli başlılarını konu edeceğiz. Esas olarak, Plevne kahramanı diye tanıdığımız Gazi Osman Paşa’yı biraz yakından seyretmeye çalışalım.
Tuna ordusu başkomutanı Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa, karargâhını Şumru’da kurar. Süleyman Paşa Hersek’te, Ali Saip Paşa İşkodra’da, Veli Paşa Bosna’da ve Mehmed Ali Paşa Sırbistan’la Karadağ arasında… Anadolu cephesinde olduğu gibi burada da bir dağınıklık var; bazı kumandanlar bağımsızdırlar. Ahmed Muhtar Paşa’nın ordusu, Rusların ordusuyla sayıca mukayese edilmezken, burada o kadar fark yoktu. 200.000’e 250.000. Rumeli cephesi başkumandanı Abdülkerim Paşa’mn kifayetsizliği önemli zaaflarımızdandır. Rus ordusunun başkumandanı Çar’ın kardeşlerinden Grandük Nikola’dır ve 800 topa sahiptirler. Romanya hürriyet ister Bab-ı Ali’den, “hayır” denir. Rusya fırsatı kaçırmaz. “Bize yardımcı olun, Türkleri buralardan atalım, istediğinizi alırsınız.” Mezhep yüzünden biribirini sevmeyen iki millet güzel bir ortak menfaat bulunca anlaşırlar ve Rusya da bu anlaşmadan istifade eder. Hattâ, belki de mağlubiyetimizin sebebi, Rusların Edirne’yi de geçip Yeşilköy’de karargâh kurmalarının mesulü, Romanya’yı Rusların kucağına atanlardır. İlhan Bardakçı “İmparatorluğa Veda” adlı eserinde Romanya’nın başında bulunan Prens Karol’un İstanbul’a gönderdiği elçisinin nasıl ortada kaldığını anlatıyor.
“Dışişleri Bakanı Safvet Paşa ile Sadrâzam Edhem Paşa’nın basiretleri bağlanır.
“Gelen aracı kim? Sıfatı nedir, acaba bizimle eşdeğerde midir?” diye tartışmaya başlarlar. Aradan on gün geçtikten sonra, Avusturya – Macaristan’ın İstanbul Büyükelçisi aracı olur ve Safvet Paşa’ya: “Korkarım ki, der. Ruslara karşı sahip olacağımız en kudretli silahtan daha güçlü bir imkânı kaçıracaksınız. Romanya bu savaşta tarafsız kalmak istiyor. Tarafsız kalırsa, Rusya hiç bir şey yapamaz. Rumenler Slav değildir. Sizi Ruslara tercih edeceklerdir. Savaş da tarafsız kalacak bir Romanya, Rus ordusunun ikmâl yollarını kesecek ülke demektir…”
Bunun gerçekleşmesi için istenen şey, yukarda denmişti. Zaten bağımsız olan Romanya’nın Bâb-ı Âli’ce tanınması, hepsi bu. Amma, kabul edilmez. 50.000 kişilik orduları Rusların öyle bir işine yarar ki, belki de bizim işimizin bitirilmesinin tek sebebi olurlar.
Şıpka kahramanı Süleyman Paşa General Gurko’yu çok uğraştırır ama ateş demiri eritir. General Gurko, Şıpka’ya hakim olur. (17 Temmuz) 20–26 Ağustos arası Süleyman Paşa yapabileceği her şeyi yapar… Paşa’nın yiğitliği ve kahramanlığı Şıpka’yı Ruslardan almaya yetmez. Suçun büyük kısmı Başkumandan Mehmed Ali Paşa’ya yüklenir. Daha önce Abdülkerim Nadir Paşa’dan alman görev kendisine verilmişti, bu yenilgi üzerine Müşir Süleyman Paşa Başkumandanlığa atanır. Mehmed Ali Paşa’nın Hırvat dönmesi olduğunu biliyoruz.
Şimdi; esas anlatacağımız Plevne zaferleridir. Birinci, ikinci ve üçüncü… Kumandam esir düşen zaferimiz!

20 Temmuz 1877 Birinci Plevne Zaferi

Osman Paşa, 19 Temmuz’da Plevne’ye gelen Alman asıllı Rus Generaliyle 20 Temmuz’da karşılaşır. General Şilder 2847 ölü ve birçok ağırlık bırakıp cepheden bozgun halinde kaçar. Yine Alman olan bir general yardımına gelir. Bunun adı Krüdnerdir.

30 Temmuz 1877 İkinci Plevne Zaferi

Osman Paşa’nın emrinde 23000 askeri, 58 adet topu var; Alman asıllı Rus Generallerinin 50000 askeri ve 184 topu. Maddi nispetsizliğe karşılık, Osman Paşa farkı, en önemli faktördür. Rus Çan İkinci Aleksandr da cephede savaşı yakından takip etmektedir. Abdülhâmid Han Dersaadette telgraf başında heyecan içerisinde, duaları Türk askerinin başarısı için.
Bu savaş bir destandır. Osman Paşa destanı. 100 şehit, 400 yaralı verir Türk ordusu ve Rus ordusunun kaybı 7305’dir.
İşte burada, bizim paşaların görüşme talebini on gün ertelediği, aracılar vasıtasıyla yapılan görüşmede, talebini reddettikleri Romanya Prensi Koral çıkar piyasaya.
Çar panik içerisindedir; Petersburg’dan Hassa ve Kazak fırkalarını çağırırken, Romanya Prensi’ne aşağıdaki telgrafı çeker.
“İmdadımıza gel! İstediğin şartlar altında, istediğin yerde, istediğin gibi Tuna’yı geç. Fakat yardımımıza koş! Türkler bizi mahv ediyorlar! Hıristiyanlık davası kaybedilmiştir.”
İkinci Plevne zaferinden sonra Rusların yardım beklemeleri zaman alırken, Türk tarafı bu fırsatı değerlendirmez. Aradan 44 gün geçer. Hem Rusya’dan beklenen askerler, hem de Romanya’nın 50.000 askeri Koral komutasında gelir, yetişir.

11 Eylül 1877 Üçüncü Plevne Zaferi

Ruslar bütün güçlerini yığdıkları halde, “Şark, Garp ve Cenup Türk orduları düşmanı imha için elbirliği etmeye maatteessüf muvaffak olamamışlardır.”
“Düşman 432 topla geceli gündüzlü Plevne’yi doğuyordu.” Çok gayretle mücadele eden Ruslar birşey elde edemiyorlar. “3’ü general ve 350’si subay olmak üzere 15553 ölü” bırakıyorlar savaş alanına. Türk tarafının yaralı ve şehit olarak zayiatı 3500 kişi. Pâdişâh, Osman Paşa’ya gazi unvanı veriyor.
Gazi Osman Paşa destan yazmaya devam ediyor. Fakat kalemde mürekkep tükeniyordu. Rusların Plevne önündeki kayıpları 50.000 kişiyi bulmuştur. Asker kaybı belki morallerini bozuyordu Rusların, amma yerlerine devamlı yenileri geliyordu. “Rusya demek, tükenmez sürüler yetiştiren bir mahşer demektir. Onun için Rus ordusunun üçüncü Plevne muharebesinde yediği müdhiş darbenin yegane neticesi, yeni takviye sürüleri celbinden ibaret kalmıştır.”
Ruslar, bu insan sürüleriyle Plevne’yi üç tarafından kuşatırlar. Bir tek yol var cephane ve mühimmat gelebilecek, o yoldan gelenler de Rusların eline geçer. General Gurko tek geçiş yolunu da kapatır. Artık, Gazi Osman Paşa tam bir çember içine girmiştir, cephane ve erzak bitmek üzeredir… Görünen bir selâmet yolu var ise, o da düşman hatlarını yarıp kaçmak!
Deli Fuad Paşa, 4 Aralık’ta Elena meydan muharebesinde Rusları yenerse de, Süleyman Paşa’nın Maçka meydan muharebesinde yenilmesi Plevne’ye imdad gelmesini önlediği için işe yaramaz. Soğuklar başlar, açlık ve hastalık askerde takat bırakmaz. Aslında, Rus Başkumandanı Grandük Nikola da savaşın sürüp gitmesinden yana değil, bu yüzden Osman Paşa’ya gayet nazikçe bir mektup yazarak Plevne’yi teslim etmesini ister… Gazi Osman Paşa “Plevne’den çıkmam diyor!” Nikolay’a red cevabını, kullandığı kelimeleri seçerek, gayet ağırbaşlı bir mektupla bildirir.

10 Aralık 1877 Düşüş

Tuna nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne’den çıkmam diyor
“du, amma kararını verdi, gece çekilme yapacak. Bu yarma hareketini denemek zorundaydı; denedi. 2500 şehit, 3500 yaralı verdikten başka, Gazi Osman Paşa bacağından bir kurşunla yaralandı ve atı vurularak öldü. Teslim olmaktan başka çare kalmamıştı.
“Plevne kahramanları, harp talihini değiştiremediler ise de Türk ordusunun askerlik şerefini kurtarmış oldular.”
Mirliva Tevfîk Paşa ile, teslim teklifi iletilince, Rusların Generali Strukaf, Tevfik Paşa ile beraber Gazi Osman Paşa’nın bulunduğu kulübeye gelir. Osman Paşa rütbece kendisinden üstündür. General, saygısından oturmaz. Osman Paşa’nın müsaadesine rağmen ayakta durur. Bir başka General gelip kılıcını alır Osman Paşa’nın. Grandük Nikola Rus Başkumandanıdır, duruma üzülür, hemen Osman Paşa’nın yanına gelerek “Böyle bir kılıcı sizden iyi kullanacak kimse olamayacağı için” diyerek, merasimle Osman Paşa’nın kılıcını iade eder.
Bu kılıcın iade edilişini Sayın İlhan Bardakçı’dan dinleyelim:
“Merasim son buldu… Grandük Nikola Osman Paşa’ya: “General kılıcınızı bir hata eseri olarak almış. Çarım İkinci Aleksandr, bu kılıcın hakiki sahibine ve ona şeref veren insana yani size, derhal iade edilmesini emrettiler. İnancımız odur ki, bu kılıcı dünyada, başka hiçbir kumandan sizin kadar liyakat ve şerefle taşıyamaz…”
Rusya, Gazi Osman Paşa’yı şeref misafiri sayıp, şanına uygun davranmaya gayret ediyordu. Paşamız bihalare vatanına dönecek ve Pâdişâha en yakın adamlardan biri olarak ömrünü sürdürecektir…
Rusya’lı Osman Paşa’yı ağırladığı günlerde Rus askerleri Yeşilköy’e kadar ayaklarını sokmuşlardı. İki devlet başkanının da istemediği bu savaş için Cevdet Paşa önceki söylediğinin biraz farklısını, uzununu yazmış tezakire.
“Midhat Paşa anı ilam harbe mecbur etti. Ahâli-i İslâmiyenin efkârını tehyic ile cenge hırslandıran odur. Sanki tüfengi o daldurdu, Dâmad Mahmud Paşa üst tetiğe çıkardı, Redif Paşa ateş etti. Bu üç kişi devletin başını felâkete uğrattı.”

4 Şubat 1878, Pazartesi

Ahmed Vefik Paşa, sadarete tayin edilir. Bu renkli sima o makama da renk katar, artık Sadrâzam adı, onun teklifiyle kaldırılır ve A. Vefik Paşa (Başvekil) olarak anılır.

13 Şubat Çarşamba

Çeşitli milletlerden meydana gelen meclis-i mebusan, Pâdişâhla uyum sağlayamadığı, hattâ Pâdişâhı tahkire yeltenenler bile bulunduğu cihetle Pâdişâhın emriyle tatil edilir. Böylece, büyük gürültülerle kurulan Meşrutiyet yönetimi sona erer. Bu, Birinci Meşrutiyet olarak tarihdeki yerini alacak, çok şeyler yazılıp, söylenecek olan bir kısa devredir.

3 Mart 1878 Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması

Birkaç maceraperestin arkamızdan itelediği fırında yandık; pek çok kayıplar verdik; şimdi üstümüzü başımızı örtecek bir şeyler almaya çalışacağız. Bu işin içinde deriyi yüzdürmek de var, kolu kanadı kestirmek de.
Eğer unutmadıysak, İngiliz elçisi yalvarmış, Rus elçisi rica etmişti; “gelin bu savaşa girmeyin, zamanımız çok olur” demişlerdi. Bizim, ne kadar askere sahip olduğunu bilmeyen, haritada meydana gelen değişikliklerden bihaber paşalar cesaret gösterisine kapıldılar. Avludan bir adımlık yol vermeyi içlerine sindiremeyenler şimdi konağın odalarını kurtarmaya yarışacak.
Ruslar, devamlı desteklemekte olduğu Balkanlılardan, Romanya, Karadağ, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanis¬an’dan aldığı destekle, İstanbul’un dibine Yeşilköy’e gelip oturunca, Osmanlı Devleti yöneticileri “aman” diledi. Devletin tamamen mahvı sözkonusuydu, erkeklik bir tarafa vatan bir tarafa dendi ve ağır basan vatan oldu.
Paris Barışı’ndan imzası bulunan büyük devletler, aracılık için çağrıldığı halde cevap vermedi. Özel olarak, İngiltere’den medet uman hariciyemiz, oradan da beklediğini alamadı. Yine de İngilizler akıl vermeyi ihmal etmeyip, komutanlar arası görüşmenin faydasını anlattı.
Sarfedilen mesâinin tek amacı ateşkesi sağlamaktı, paşalar buna koşturdu bir süre. Akıllarda Rus elçisi General İgnatiyef’in sözleri var, İstanbul’un kulağında Yeşilköy’den gelen Rus ve diğer kavimlerin tüfenk sesleri…
İkinci Abdülhâmid Osmanlı Devleti’nin pâdişâhı ve bilumum Müslümanların halifesi idi, bunalmıştı. Rus Çarı’na telgraf çeken Sultan Hâmid mütareke talebinde bulundu, Çar, Başkomutan Grandük Nikola’ya müracaatını tavsiye etti. Aynısını iki yüz sene önce Osmanlı Devleti Fransa’ya yapmıştı. Fransız elçisi sadrâzamla görüşebilmek için kan terlemişti.
Osmanlı Devleti, kuruluşundan beri bu kadar acı bir tabloda yer almamıştı. Ruslar İstanbul’a asker sokmayı talep ediyorlardı. Sultan Hâmid Başvekile gönderdiği haberde dedi ki:
“Rusya askerinin İstanbul’a duhûlüne (girişine) cevaz gösteremem. Ümerâyı askeriyemiz izhârı cebânet (korkaklık) gösteriyorlar, ben nefsime her fedâkârlıktan çekinmem; Sancağı Şerifi çıkarıp Rus ordusu üzerine gitmeye hazırım.”
Silahların susturulması için yapılan müracaatlar geç olsa da netice verdi. Önce Rus Başkomutanı Grandük Nikola’nın talimatıyla Kızanlıkta bir araya gelindi. Burada, Rusya’nın önceden tespit edeceği şartların kabul edilmesi gerektiğini söylediler. Buna göre, daha önce hiçbir konferansta teklif edilemeyen ağır yükler geliyordu:
Ayestefanos yahut Yeşilköy Anlaşması’na gelene kadar barış için verilen mücâdelenin bir kısmım, nasıl bir durumda olduğumuz anlaşılsın diye takdime çalıştık. Şimdi, safahatına girmeden, Yeşilköy’de varılan anlaşmanın bellibaşlı maddelerine bakıyoruz.
Batıda Büyük Bulgaristan Prensliği kurulacak; Makedonya, Batı Trakya ve Kırklareli bu Prensliğe verilecek. Kars, Ardahan ve Batum Rusya’ya verilecek. Karadağ ve Sırbistan’ın bağımsızlıkları kabul edilecek. Rusya’nın savaştaki maddi kaybı da Osmanlı Devleti tarafından tazmin edilecek, yani Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını ödenecek. Türkiye’deki Rus tebeasının menfaatleri ile Aynaroz keşişlerinin hukuku da Çar tarafından teminat altına alınıyordu.
Osmanlı Devleti yapılan anlaşma ile Rumeli’de 237.298 km kare toprak ile 8 milyona yakın nüfus kaybetmiş oluyor. “Bulgaristan Artvin, Tunus gibi yerler bu rakamların dışındadır.”
Ruslarla pazarlık şansı olmadan yapılan anlaşmanın içinde bir madde vardı ki, bu, münakaşaya yol açtı. “Ruslar Abdülaziz devrinden beri Karadeniz’e hâkim olan Türk donanmasından altı zırhlının kendilerine terkini istedi. Bâb-ı Âli, güç yetinirse, bu isteği redde, ama başaramazsa kabule razı olmuştu. Sul¬an Hâmid bunu öğrenince Başvekil Ah-med Vefik Paşa ile diğer vekillere aşağıdaki Hattı Hümâyunu gönderdi.
“Başvekil Paşa’ya ve Saffet Paşa’ya ve sair Vükelâya kasemle beyân ederim ki Donanmayı-Hümâyunun elden çıkarılmasına katiyyen reyim ve rızam oktur. Her türlü fedâkârlığı eder, fakat bu donanma maddesini reddeylerim ve esbâb-ı mûcibesini dahî beyâna muktedirim.” (27 Şubat 1878)
Ahmet Vefik Paşa tarafından Grandük Nikola’ya gösterilen Hattı Hümâyun tesirini göstermiş ve donanma maddesi anlaşma metninden çıkarılmıştır.
Osmanlı Devletini maddi olarak çökerten, manen ağır bir yıkıma sürükleyen Yeşilköy Anlaşması Türk murahhasları Hâriciye Nazırı Saffet Paşa ile Sadullah Bey tarafından gözyaşları içinde imzalanmıştır. (3 Mart 1878)
Ayestefanos yıkıcı bir anlaşma idi. Başka devletleri de alakadar eden hükümler ihtiva ediyordu. Çok geçmeden tekrar masaya yatırılacak.

Çırağan Baskını – 20 Mayıs Ali Suavi Vakası

Kahramanı Çankırı’nın bir köyünden, Kâğıtçı Hüseyin Ağa’nın İstanbul’da doğan oğludur. İsmail Hami Danişmend onun için; “Ali Suavi anadan doğma ihtilâlcidir. İhtilâl için yaratılmış, ihtilâl için yaşamış ve ihtilâl için de ölmüştür.” der. İhtilâlin gayesi; Sultan Hâmid’i tahttan indirip, Sultan Beşinci Murad’ı tekrar tahta çıkarmaktır. Ali Suâvi’nin yardımcıları, Rumeli göçmenleri, bazı imkânlar sağlayan da Eğinli Said Paşa’dır. Olayın neticesi 23 ölü, 15 yaralı.
Ali Suâvi Sultan Murad’ın dairesine camları kırarak girmiş, “Aman Efendim, gel bizi Moskoflardan halâs et!” derken başına inen Hasan Paşa’nın sopasıyla yere serilmiş…
Eğinli Said Paşa, Pâdişâhın gözünden düşer, mabeyn müşirliğinden azl edilerek, yerine Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa tayin edilir.
Ali Suâvi ve Çırağan Baskını hakkında birkaç söz etmek lâzım. “Abdülhâmid Han’ın Muhtıraları” adlı kitaba göre: Ali Suâvi Harem dairesinin kapısını kırıp içeri girmiş. Sultan Murad’ı dışarı çıkarıp “Yaşa Sultan Murad” diye bağırmış ve arkadaşlarını alkışlamaya teşvik etmiş. Askerlerin yetişmesiyle, başladığı işi bitirme imkânı kalmamış olan Ali Suâvi başına yediği sopayla orada ölmüş. Diğerlerinden 16 kişi ölüp, 13 kişi yaralanmıştır. Yukarıda verilen 23 ölü, sayısı belki yaralılardan bilahare ölenlerle o rakama ulaşmıştır.
Mahmud Celâleddin Paşa’ya bakılırsa; Yeni Osmanlılar fesat çıkarmasınlar diye birer vazifeye yerleştirilirken “Ali Suâvi denilen sefih kenarda kalmıştı. Bu adam uzun müddet İngiltere’de kalıp evlendiği bir aşüfte kadının güzelliğini sermâye etmek suretiyle Mâbeyn ricalinden bazı beylerin ve o kanalla Mabeyn Feriki ve sonra Mabeyn Müşiri olan İngiliz Said Paşa’nın teveccühünü kazanmış ve en garibi, büyük siyasi meselelerde sarayca görüş ve mütalaasına başvurulmak derecesinde bir mevki tutup, o esnada “Mektebi Sultani” (Galatasaray Lisesi) müdürlüğüne de getirilmişti…”
Bu yazı uzayıp gidiyor ve Ali Suâvi’yi yerden yere vuruyor. Onun, kılıktan kılığa, işten işe girip çıktığını, her işten kovulduğunu söyleyen, yazan istikrarsız, güvenilmez bir Ali Suâvi seyrettiriyor okuyucuya. Ali Suâvi’nin, kendi yazdığı ile tanınması için Basiret gazetesinden onun bir haberi iktibas edilmiş. Şöyle:
“Herkes ve bütün gazeteler, şimdiki durumun tehlikesinden bahsetmektedirler. Hakkımda gösterilen itimattan dolayı, söyleyeceklerimi herkesin dinleyeceğinden şüphem yoktur. Hâli hazırdaki güçlükler pek büyüktür. Ama çaresi pek kolaydır. Yarınki nüshamızda herkesin müsaadesiyle bu çareyi kısaca açıklayacağım. Bu yazdıklarım, yarın yazacaklarına umumun dikkatini çekmek içindir.”
İşte böyle bir Ali Suâvi imiş. Kabına sığmayan bu adam genç yaşında (39) kabre sığmış.

Türkiye-İngiltere ve Kıbrıs

Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısında hezimete uğraması sonucu yapılan Ayestefanos Anlaşması İngiltere’yi de rahatsız etmişti. Kurulacak olan Büyük Bulgaristan Adalar Denizi’ne inecek, dolayısıyla Rusya Akdeniz’e yol bulacaktı. Ayrıca, Rusya sayesinde Balkanlarda meydana gelen değişiklikler de Avusturya’yı telaşlandırmıştı.
Avusturya, Bosna-Hersek’i Rus nüfusuna kaptırmaktan, İngiltere Hind yolunun kendisine kapanması bakımından sessiz kalamadılar. İngilizler sessizce Kıbrıs’a asker çıkardılar ki, görünüşte maksad, Ruslar çok ileri giderse Anadolu müdafaasında Türklere yardımcı olmaktı!
Ayestefanos Anlaşması’nın yarattığı bu tedirginlik giderek diğer devletlerarasında bir savaşı da gündeme getiriyordu. İngiliz ve Avusturyalı devlet adamları yeni bir görüşme yapılması için faaliyete geçti.
Kıbrıs, bu arada resmen İngilizlere verildi. Osmanlı Devleti adına Saffed Paşa devir anlaşmasını imzaladı. İngiltere dünyanın en büyük devletiydi. Türkiye himayeye muhtaçtı. Rusya azgın iştahlıydı. Kıbrıs bu üç sebebin kurbanı oldu. (4 Haziran 1878)

Berlin Anlaşması

Çok kısa özetini az önce verdiğimiz sebepler yeni bir toplantıyı gerekli kılıyordu. Bu toplantının gerçekleşmesine giden birden çok yol vardı; ama başka devletler, kendi emellerinin zedelendiği için istiyordu. Burada, Sultan Hâmid’in fevkalâde siyâsî davranıp, İngilizleri dost edinmesi de bizim adımıza övünülecek bir hareket olarak methedilirken, ne kadar doğru yapılıyor, bilemeyiz. İngiltere’ye verilen Kıbrıs’ta pâdişâhın Hukuk-ı Şâhanesi’nin devam edeceği, muvakkata İngilizlere devredilmiş olması, böylece elimize bir İngiliz silahı geçirmiş olmamız, Ruslara karşı gücümüzü artırmıştı, doğru. Amma, sonu nasıl geldi?
Şimdi, biraz da İngiltere sayesinde toplanan Berlin Konferansı’na kısaca bakalım. Toplantıya katılan ülkeler ve temsilcileri şöyle:
Türkiye; Nâfıa Nâzırı Aleksandr Karatodori Paşa, Müşir Mehmed Ali Paşa ve Berlin Sefiri Sadullah Bey.
Almanya: Başvekil Prens Bismark, Hâriciye Nâzın Mösyö dö Bülov ve Prens dö Hohenlohe Şilingsmrst.
Avusturya: Hariciye Nâzırı Kont Andraşi, Berlin Büyükelçisi Kont Karoli, Roma Büyükelçisi Baron dö Haymerle.
Fransa: Hâriciye Nâzın Mösyö Vad-dington, Berlin Büyükelçisi Kont dö Şövalye, Hâriciye Nezâreti’nde Politika Şubesi Müdürü Mösyö Depre.
İngiltere: Başvekil Kont Bikansfild, Hâriciye Nâzırı Marki dö Salisburg, Berlin Büyükelçisi Lord Oda Rassıl.
İtalya: Hâriciye Nâzırı Kont Karti, Berlin Büyükelçisi Kont Larey.
Rusya: Başvekil Kont Gorçakof, Londra Büyükelçisi Kont Suvalof, Berlin Büyükelçisi Mösyö Dubril.
Daha önceki anlaşmalarda temsilci adlarını böyle açıklamamıştık; burada bir garabet olduğu zannı ile isim isim bütün ülke temsilcileri tanıtıldı.
Meselenin ehemmiyetini hisseden devletler birinci sırada Başvekil, sonra Büyükelçiler ile temsil edilirken Osmanlı Devleti’nin durumuna bakın. Baş murahhasımız bir Hıristiyan! Bu kadar değil. İkinci sıradaki temsilcimiz de maalesef bir dönme.
Kongre 13 Haziran 1878’de Alman temsilcisi Bismark’ın yönetiminde başladı. Böylesi toplantılar görüşülecek meselelerin çokluğu ve karmaşıklığı oranında, bir de temsilcilerin çokluğu dolayısıyla çok uzun konuşmalara sahne olur. Naklen yayından kaçınıp, alınan özet kararları buraya aktaracağız.
Ayestefanos da Bulgaristan’a verilen Makedonya Türkiye’ye verildi; fakat bu öyle bir verişti ki hiçbir işe yaramadı. Yalnız Bulgaristan biraz küçülmüş oldu ve ikiye ayrıldı. Kuzeyi Türkiye’ye haraçgüzar olan Bulgaristan’ın güneyi “Rumeli-i Şarki” adıyla bir Hıristiyan Valinin idaresinde bırakıldı. Osmanlı Devleti için Bulgaristan’ın bölünmesi kâr sayılır.
Bosna-Hersek vilâyeti Osmanlı hâkimiyeti altına, ama Avusturya-Macaristan işgal ve idaresine tevdi edilerek; bu vilâyetin de elden çıkması tescil edildi.
Türkiye lehine sayılacak bir karar Bâyezid sancağının Ruslardan alınıp Türkiye’ye iadesi ve serbest liman haline getirilen Batum’un tahkimatının yıkılması kararı oldu.
Berlin muahedesinin geneline bakıldığında, Ayestefanos Anlaşması’nın yüklediği yükün biraz hafiflediği görülmektedir. Bu kadarı bile sevinilecek hâdise sayılmaktadır.
Gönderilen temsilcilerin gücü kuvveti ne olursa olsun, zaten fazla bir insiyatifleri olamayacaktı. Büyük Devletler, bugün ve yarın için kendilerine uygun gördükleri düzeni sağlama peşindeydi. Bunu aşağıdaki sözlerle daha iyi anlayabiliriz: Osmanlı temsilcilerine, Alman Başbakanı ve Kongrenin açılışını yapan Bismark şunları söylemişti:
“Kongrenin Devlet-i Âliyye için içtimâ edildiği zannında bulunarak kendinizi aldatmayınız. Ayestefanos Muahedesi, Avrupa devletlerinin menfaatlerine dokunur bazı maddeleri ihtiva etmeseydi olduğu gibi bırakılırdı. Bunun şiddetini hafifletmek ve yeniden düzenlemek mümkündür. Bu düzenlemeden istifade edersiniz, lâkin ileriye gitmek isterseniz hiçbir şeye muvaffak alamazsınız.”
Her şeye rağmen, Ayastefanos’un şartlarını hafiflettiği bilinen Berlin Antlaşması, yine de, Osmanlı’nın Avrupa’dan tavsiyesi mânâsına gelir. “Bizim” diyebildiğimiz Niş Sırbistan’a, Taselya Yunanistan’a, Kars, Artvin ve Ardahan Rusya’ya, Dobruca Romanya’ya geçti -bırakıldı-. Hiçbir dahli olmayan İran bile Kotun arazisini alarak sevindi.
Geldi geçti ama şu Türk-Rus Savaşı’ını çıkaran Paşalar, (Midhat, Redif ve Mahmud Celaleddin) bunca vebalin altından nasıl kalkacaklar acaba?

Sadaret Değişmeleri

Ayestefanos Anlaşması sırasında Ahmed Vefik Paşa “Başvekil” adıyla sadârette idi. Ondan sonra Sadık Paşa geldi (18 Nisan 1878). Mütercim Rüşdi Paşa 28 Mayısta beşinci defa sadâreti devraldı; ama fazla kalmadan, yerini Mehmed Esad Saffet Paşa’ya bıraktı. Daha sonra Tunuslu Hayreddin Paşa geldi. Hayreddin Paşa’nın selefi Ahmed Arifi Paşa. Döne dolaşa sıra geldi Küçük Said Paşa’ya. Sadâretle gidiş-gelişiyle rekor kıracak olan Said Paşa tam, “dokuzuncu” seferinden sonra bir daha gelemeyecek.
Ahmed Vefik Paşa’dan küçük Said Paşa’ya yani, 4 Şubat 1878’den 18 Ekim 1879 kadar, bir sene, sekiz ay 12 günde yedi defa sadaret değişikliği oldu. Sırf bu tablo bile yaşanan zamanın istikrarsızlığını göstermeye kâfidir.

Fransızların Tunus’u İşgali (12 Mayıs 1881)

Osmanlı Devleti Ruslara yenilmekle itibarını kaybetmişti. Yeşilköy ve Berlin anlaşmaları yapıldı. Yeşilköy Anlaşması’ndan, Berlin Anlaşması’na kadar geçen süre İtalya’yı Tunus’a yerleşme hevesine soktu.
Tunus Cezayir ve Trablusgarb “Mağrib Ocakları” adıyla üç ayrı eyâlet iken Osmanlı himayesinde yaşıyordu. Cezayir 1830’da Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Tunus mahalli beyler tarafından idare ediliyordu. En son Tunuslu Hayreddin Paşa Türkiye’den küçük yaşta oraya gidip büyümüş, çok önemli mevkilere gelmişti. Osmanlı Devleti’ne bir savaşta katır vs. yardımı Tunus’tan gelmişti. Hayreddin Paşa Türkiye’ye Abdülhâmid Han’ın davetiyle gelip vezir-i âzam olduktan sonra araya soğukluk girdi.
Berlin görüşmeleri esnasında Osmanlı Devleti’nin Tunus üzerindeki haklarını savunması fazla önemli olmadı. Diğer devletler Berlin’de hisseler kaparken Fransa delegesi kendilerine bir şey verilmeyişine karşı protesto çekti. İşte o zaman, yaman bir politikacı olan Alman Başbakanı Bismark Fransa’yı kazanma yoluna gitti. Fransız Başdelegesi’ne:
“Fransa’nın Tunus’a yerleştiği takdirde, bu harekete karşı Almanya’nın bir itirazda bulunmayacağını” gizli olarak bildirdi. İngiliz Hariciye Nâzırı Salisbury de aynı teminatı İngiltere adına verdi. Bu suretle Osmanlı delegelerini Karadağ’da bir limanın Osmanlı ülkesinde kalmasını sağlamak için ter döktükleri sırada koca Tunus eyâletinin ihalesi Fransa’ya yapılmış oldu.”
Osmanlı’nın hakkı gözetilmiyordu. Tunus’u kendi malı gibi gören İtalyanlar tarafından kısmen işgal edilmişti; daha sonra da Fransızlar kendi haklan soymaya başlaşınca, mesele iki devlet arasında kaldı. Osmanlı Devleti’nin gözü önünde İtalya ve Fransa’nın mücadelesi başladı. Daha baskın gelen Fransızlann ufak tefek çarpışmalar sonucu Tunus’a yerleştiler. (12 Mayıs 1881)
Yaralı Osmanlı Devleti bu olayı içine sindiremedi. Eli ayağı bağlı olduğu için yerinden kımıldayamadı. Oturduğu yerden, Tunus’un 1570’den beri kendisine ait olduğunu iddiaya çalışması da bir şeyi değiştirmedi. Tunus Beyi ile Fransa arasında yapılan anlaşma ve atılan imza kabul edilmeyerek, hukukî mücadelenin sürdürülmesi kazanç getirmedi. Kendi güçsüz ve de güçlü olanlar kendisine karşı olunca, hukuk demek de güç demek ise ki öyleydi, Osmanlı Devleti sadece kayıplarının hesabını yapmaya başladı. Balkanlarla beraber İslam beldeleri de ipi kopmuş danalar gibi kaçıp gidiyordu.

Yıldız Mahkemesi’nin İlk Celsesi (27 Haziran 1881)

Bu meşhur mahkeme, Sultan Abdülaziz’in katil veya katillerinin bulunup cezalandırılması için kurulmuştur. Hâdisenin üzerinden 5 sene, 23 gün geçtikten sonra olması niçindir dersek, tafsilatı pek uzun anlatılıyor, girmeyeceğiz. 15 tane maznunu bulunan davanın en meşhuru Midhat Paşa’dır, kısaca ondan bahsedeceğiz. Paşa, yukarıda geçtiği gibi, bir takım yanlışlarından dolayı sürgün edilmiş, sonra aff-ı şahane ile İzmir valiliğine kavuşmuş idi. Mahkemeye gelmesi gerektiği zaman da valilikle İzmir’de bulunuyordu. İstanbul’a çağrılınca, gelmemek için “evinin arka kapısından çıkarak, bir kira arabasıyla Frenk mahallesine gidip, çok çirkin bir harekette bulunarak, ecnebi mümessilliklerinden en yakını olan Fransız konsoloshanesine iltica etmiştir.”
İşte kahraman Midhat Paşa bu. Tarihte emsali olmayan bir işi yapmıştır. Midhat Paşa orada fazla kalamamış, vapurla İstanbul’a getirilip diğer maznunlarda mahkemeye çıkartılmıştır. Sonuç: “Rüşdü, Midhat, Mahmud ve Nuri Paşalarla Hasan Hayrullah Efendi, bütün rütbe ve nişanlan alınmak, dâmad olan ikisi zevcelerinden ayrılıp, dâmadlık sıfatlarından da mahrum edilmek suretiyle idama,…” çarptırılmışlar.
Hakkında kitaplar yazılan Yıldız Mahkemesi’ni en kısa biçimiyle vermek istedik. Mahkeme safahatinin sıkıcı geleceği düşüncesi bu yalın tercihin sebebidir. Yukarıda idama mahkum edildiği söylenen kişiler idam olundular mı? Hayır. Pâdişâh ceza verilmesini sevdiği kadar affedici olmaya da bayılıyordu. Bu onun ince siyasetinin tezahürü müydü, vicdanının kanunlardan yumuşak oluşu mu? Bunların tahlilini yapmıyoruz. Mahkemenin cezalandırdığı şahısların, mahkeme sonrası nasıl olmuş, topluca onlara bakıyoruz.
Mahkemenin verdiği idam kararları pâdişâh tarafından değiştirildi, cezalar hafifletildi. Buna göre;
1. Midhat Paşa Taif Kalesi’ne, askerî hapishaneye gönderildi, orada 2 sene, 9 ay yattıktan sonra, boğularak öldü -boğdurularak öldürüldü- (8 Mayıs 1884)
2. Dâmad Mahmud Celaleddin Paşa, Sultan Aziz’in katillerinden biri sayılmıştı. (Kısa bir hatırlatmada bulunalım. Türk-Rus Harbi mesullerinden biri de bu Paşa idi. O harbin sonu, bilindiği gibi devletin direkleri çelmelenmiş, hatta birkaçı yıkılmıştı) Dâmad Paşa da Midhat Paşa’nın akıbetine uğradı, aynı günde.
3. Dâmad Nuri Paşa’nın suçlanması da cezası da aynı, akıbeti de aynı olabilirdi. Cezayı kendisine lâyık görmeyip vapurda cinnet geçirmeye başlamış, hapishanede 10 sene yattıktan sonra -herhal¬de- eceliyle ölmüştür.
4. Mâbeynci Fahri Bey, 30 yaşlarında bir delikanlıydı. Ona da idam cezası verildi, affı şahane ile canı bağışlandı. Ömrünün 27 senesini hapishanede geçirdi. 1908’de ilan edilen İkinci Meşrûtiyet Fahri Bey’in de af ilanı oldu.
5. İkinci Mâbeynci Seyyid Bey. Herkes verilen cezanın azını çekerken bunda tam tersi oldu. 10 sene kalebentliğe mahkum olmuştu. Zamanı doldurunca arayan soran olmadı. Salıverilmesi için müracaat ettiği halde, nedense, dinlenmedi. Fazladan yedi sene kadar daha yattı; ancak eceliyle, ruhu azad edildi. (15 Mart 1898)
6. Miralay İzzet Bey, hal zamanında yani Sultan Aziz’in hal’inde Talia Tabur kumandanı idi. 10 sene kalabent cezası aldı. Cezası dolduktan sonra da bırakılmadı. -Demek ki, oralardan kanun elini ayağı çekmişti- 1903’te hapis yattığı Taif ‘te öldüğünde 61 yaşındaydı.
7. Binbaşı Necip Bey. Tabur komutanı, cezası idam iken 12 seneye indirilmişti. 1893’te ölümle noktalanan ömrü, en az diğerleri kadar acıyla dolmuştur.
8. Binbaşı Ali Bey. İdam cezası almış olsa da Hicaz Valisi Cemal Paşayla kardeş olmaları imdadına çabuk yetişti. Medine’de ikamet şansı buldu, hapis hayatından kurtuldu ve 1908 İkinci Meşrutiyeti, onun da İstanbul’a gelmesini meşrulaştırdı.
9. Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş’un suçu taammüden öldürmek, aldığı ceza idam idi. Taif’te yatarken öldüğünde 61 yaşındaydı.
10. Boyabatlı Hacı Mehmet de idam cezası almıştı ya, 27 sene sonra Meşrutiyet onu da hürriyete kavuşturdu. Memleketine döndüğünde 66 yaşına gelmiş bir ihtiyardı.
11. Cezayirli Mustafa da Boyabatlı’yla aynı şansı paylaşmıştır.

Bu bilgiler “Midhat Paşa’nın Hatıraları” isimli kitaptan alınmıştır.
Yıldız Mahkemesi sanıkları arasında adları olup da burada zikredilmeyen Şevk-efzâ Valide Sultan (Beşinci Murad’ın anası), Arz-ı Niyaz Kalfa, hiçbir cezaya uğramamışlar. Pâdişâh, himayesini onlardan esirgememişti.

Duyûn-ı Umumiyye (20 Aralık 1881)

Silah, asker ve para… Bunların üçü devleti ayakta tutan kuvvetlerden idi. Yapılan son savaşlar silah ve askerimizin kifayetsizliğini gösterdi, cephelerden zavallı halimizle döndük. Barış masalarında, kaybedilen toprakların yanı sıra, bir de tazminat ödemeye mahkûm edildik. Hazine senelerdir hiç almadan vererek tamtakır kaldı. Yabancı devletlere, ödeyemeyeceğimiz kadar borçlandık. Yabancı devletlere faiziyle beraber ödememiz gereken borç 252.801.885 Osmanlı lirasıdır.
Alacaklılarla oturulan masada, vaziyetin acziyeti anlatılarak, borcun yüzde altmışa yakını sildirildi. 106.437.234 Osmanlı lirası borç kaldı. Kalan bu borcu ödeyeceğimize güvenemeyen devletlere teminat olarak bir şeyler gösterilmesi gerekiyordu. “Müskirat, balık, tuz, ipek, tütün ve damga vergileri alacaklılara bırakıldı. Borç bitene kadar, anılan maddelerin gelirleri alacaklılara temin edilerek, biraz nefes alındı. Bu millet İMF gibi müesseseye ta o zamandan alışmaya başlamıştı. Bugünkü alacaklılardan o günkülerin biraz daha anlayışlı olduğu sanılıyor; ama herhalde öyle değil. Şimdikiler verdiklerini istiyor, o zamankiler vermeden istiyorlardı!

Mısır’a Yağan İngiliz Topları (11 Temmuz 1882)

Mısır’ı idare eden Osmanlı valileri değil şimdi. İdare, Kavalalı Mehmed Ali’nin evlatları arasında el değiştiriyor, adlan vali değil, hidiv ve salâhiyetleri daha geniş.
İsmail Paşa, Hidiv’lik unvanını almak için Osmanlı Sarayına bol miktarda altın akıtmıştı, denir. Müstakil bir hükümdar gibi yaşadığı Mısır’da israfıyla hazineyi kurutmuştu. Diğer gaileler fırsat vermediği için Osmanlı Devleti’nin Mısır’a bakabildiği yoktu; baksa da ne yapabilirdi?
İsmail Paşa Napolyon Bonapartıvâri hayallere kapılmış, Mısır’ı fetihlerle büyütmek istiyordu. Kendi hacmini dikkate almadan genişleme siyasetine hazırlık için büyük ordular tesis etti. Fabrikalar, yollar, tiyatrolarla elinde avucunda olanı harcadı.
Öz sermaye bitince Avrupa’ya borçlanmaya başladı. Fransa ve İngiltere borç verirken, paralarının takipçisi olmak istediler. O kadar ölçüsüz bir borç yapmak için insanın deli olması lazım. Mısır’ın 9,5 milyon gelirine mukabil 100 milyon borç, bunun sadece yıllık faizi 7,5 milyon.
Osmanlı Devleti bazı gelirlerini nasıl devrettiyse, Hidiv İsmail Paşa da büyük tavizleri kabullenmek zorunda kaldı. Mısır’ın mâli işlerini kontrol edebilmek isteyen bir İngiliz ve bir de Fransız Nazır tayin edildi. Genişleme mâli hülyasının esiri hidiv, Mısır’ın yönetimine bile yabancı ortakları alma durumuna düştü.
İngiliz ve Fransız Nazırlar harcamaların en aza indirilmesi cihetine giderek yerli memurların birçoğunu işten çıkardılar. Halk da sömürgeleşmeye karşı yoğun tepki oluştu.
İsmail Paşa makamını tehlikede görüyordu. Yabancı düşmanlığı had safhaya varınca yabancılara yol vermeyi kendisi için çıkar yol saydı. Hükümeti tamamen Mısırlılardan meydana getirdi.
Fransa ve İngiltere nazırların kovulmasına rıza göstermediler. Taahhütlerine uymayan Hidiv, Kahire’deki konsoloslar tarafından istifaya davet edildi. “Sen çekil, oğlun gelsin” diyorlardı.
İsmail Paşa bu ültimatomdan sonra kim olduğunu anlayabildi. Osmanlı Devleti’ne çektiği telgrafta, “Mısır Osmanlı’nın mülkü, ben de memuruyum, bize sahip çıkın” dedi. Sadâratte bulunan Tunuslu Hayreddin Paşa, İsmail Paşa’nın İngiliz ve Fransız silahlarıyla çıkarılmadan, azlini teklif etti. Hidiv İsmail Paşa’dan çıkan olanların aksi görüş serdetmesine rağmen pâdişâh, Hayreddin Paşa’nın söylediği istikâmette karar verdi. Bu kararın kolay olmadığı söylenir. Hayreddin Paşa’nın Tunus, Trablusgarp ve Mısır’ı birleşik Arap Devleti haline getirmek istediği yolunda pâdişâhı uyararılar olmuş, Tunuslu Hayreddin Paşa Arap değil, ama ondan huylananlar vardı. İkinci Abdülhâmid, önce Tunuslu Hayreddin Paşa’nın teklifine, kendisine yapılan telkinden ötürü “hayır” dedi. Sadrâzam fikrinde ısrarcı oldu ve Pâdişâh öfkeyle: “Paşam paşam, ben Türküm, Türk olarak kalacağım” dedi. Tunuslu “Ben de Müslimim, Müslim olarak kalacağım” dedi.
Tunuslu Hayreddin Paşa Arap değildi, bu yüzden olacak, pâdişâh kendisine yapılan telkinden kurtuldu. Hidiv azledilerek yerine, oğlu Tevfik Paşa getirildi.
Mehmet Tevfik Bey’in Hidivliği Mısır’da millî heyecanı kuvvetlendirdi, hele de “Miralay Ahmet İrâbî Bey’in idare ettiği hareket büsbütün alevlendi.”
Millî heyecanın kıvılcımları İngiltere ve Fransa’ya kadar sıçradı. İki devlet de filolarım Mısır’a gönderdi. Mısır işini iki devletin halli kolayda, sonra kendi aralarında nasıl anlaşacaklar? İngiltere, ezeli rüyası olan Hindistan’a, Süveyş kanalını kullanıp en kısa zamanda varmayı hesap etmekteydi. Bunun için Fransa’yı Süveyş kanalından uzak tutmak lazım. Fransa, İngilizlerin tek başına mirasa konmasını istememekte.
Vaziyetin İngilizler lehine görünmesi, Fransızları İstanbul’da bir konferans toplamaya teşvik etti.
Fransa hem İngilizlerin tutumundan, hem de millî güçlerin davranışından şikayetçiydi. Bunun için İstanbul’da konferans toplandı. Düveli muazzama Bâb-ı âliden Mısır’a üç aylığına asker gönderip asayişi teminini istedi. Sultan Hâmid Mısır’da Mısır milliyetçilerine karşı Türk askerinin kanı dökülmesini istemiyordu. Neticede, Mısır İngilizlerin emellerine hazır hale getirilecek, Sultan Hâmid Hıristiyanlara hizmet etmiş olacak, bunun kabulü mümkün değildi.
Mısır’a Derviş Paşa başkanlığında bir heyet gönderildi. Yerli askerleri İngiliz ve Fransızlara karşı ayaklandıranlar İstanbul’a davet edildiler. Onlar gelmeyi kabul etmedi. İngiliz ve Fransızlar Mısır hükümetini tehdide başladılar. Tam bir kargaşa ortamı hâkim olmuştu. Yerli halk zaptedilemez haldeydi.
“Şehirdeki Avrupalılara taarruz edildi, evleri yağmalandı, birçok kimse öldürüldü. İngiliz, İtalyan, Rus ve Yunan konsoloslarıyla ileri gelen ecnebilerden birçokları yaralandı.”
İngilizler tahrikle halkı bu vaziyete getirdiler. Bundan sonra önüne geçilemeyecek bir harp geliyor demekti. İrâbî Paşa İskenderiye’nin etrafını tahkime başladı. İngilizler bu tahkimatın kaldırılması için 24 saatlik süre tamdı. Cevap alamadı ve ondan sonra Amiral Seymour sabahleyin İskenderiye’yi topa tuttu. Altı buçuk saat sonra istihkamlardan beyaz bayraklar çekildi. İrâbî Paşa’nın gücü buraya kadar. İngilizlere silahla karşılık verme imkânından mahrum olan İrâbî Paşa askerini alarak şehirden ayrıldı, 12 Temmuz Çarşamba günü İngilizler karaya çıkmaya başladı. Hidiv Tevfik Paşa Kahire’ye giren İngiliz askerinin geçit resmini 15 Eylül Cuma günü gurursuzca seyretmek mecburiyetinde kaldı.
İrâbî Paşa kaçmıştı, yakalandı ve İngilizler tarafından Seylân adasına sürüldü. Mısır böylece İngiliz işgaline düştü. Bundan sonra Mısır’a bir “İngiliz müstemlekesi” dense yanlış olmayacaktır.
Sultan Abdülhâmid’in boğazını sıkan seneler üzerine devrilen ateş dağları ve tam uyum sağlayamadığı vezir-i âzamlar resmi geçidi. 12 Temmuz 1882’de Küçük Said Paşa üçüncü defa geldiği sadârette 4 ay, 20 gün kaldı, yerini Ahmed Vefik Paşa’nın ikinci sadâretine terketti. 30 Kasım’da gelen Ahmet Vefik Paşa iki gün sonra mührü aldığı kişiye geri verdi. Said Paşa dördüncü sırasını değerlendirme azminde.

Bulgaristan’ın Büyümesi (18 Eylül 1885)

Berlin kongresinde kaderi çizilmişti. (1878) Zaman işledi, günler geçtikçe varılacak yer görünmeye başladı. İstikbal, kendisine ekilen tohumun meyvesini vermek mecburiyetindedir. Yalnız, onun da tıpkı doğumlar gibi bekleyeceği bir zaman dilimi var.
Rusya’nın Balkan siyâseti, öncelikle Osmanlı’nın oralardan kovulmasına dayanıyordu. “Büyük Bulgaristan” dediler, bilâhare bundan vazgeçildi. Biri Türkiye’ye bağlı “Şarkî Rumeli Prensliği” diğeri, kuzeyde bağımsız Bulgaristan Prensliği. Rusya, bağımsız Bulgaristan’ı ordusuyla destekledi; buna karşılık minnet bekledi. “Ancak Bulgarlar her şeyden önce milliyetçiydi, Osmanlı’nın yerine, Rus egemenliğine girmek istemiyorlar, Çar’ın memurlarının üstünlük havası taslamalarından hiç de hoşnut bulunmuyorlardı. Bu yüzden, şaşılacak kadar kısa bir süre içinde, minnet yerini düşmanlık ve kuşkuya bırakarak bölgedeki Rus politikasını zayıflattı.”
Bulgarlar birleşme peşindeydi. Uygun ortamın hazırlanmasını beklediler, o an gelince de birleştiler. Osmanlı Devleti’nin görmezden gelmesi mümkün olmadığı gibi, müdahale de sakıncalıydı. Nicedir hareketsiz oturan devlet bedenine felç geldiğine inanıyor, ayaklarını oynatmaya çekiniyordu. Sırbistan ile Bulgarlar arasında bir anlaşmazlık çıktı. O zaman, Sadrâzam Küçük Said Paşa askerî müdâhaleyi gündeme getirdi. Diğer Erkân-ı Devlet ve devletin başı pâdişâh siyâsî çözümü savundu, tabiki ikincilerin dediği yapıldı.
Sultan Hâmid’in siyâsî dehâsı yerli-yabancı bütün tarafsız fikir sahiplerince takdir edilir. Bulgar meselesine yaklaşımı, “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye” adlı kitapta bakın nasıl anlatılıyor: Abdülhâmid’in “yükümlülüklerini yerine getirmekten hep kaçınan yabancı devletlere güveni kalmamıştı. Bu yüzden Aleksandr’ın Rus Çarı ile kavgasından yararlanıp, Bulgaristan’ı Rusya’dan uzaklaştırma ve böylece Rusların daha fazla yayılmasını önleme çabalarına girişti. Bulgaristan yine pâdişâhın egemenliğini kabul etti. Prens Aleksandr da beş yıl süreyle Doğu Rumeli Valiliğine atandı. İki vilâyet arasında böylece bir birleşme sağlanmış oldu. İstanbul vergi almaya devam etti.” Yazarlar, ayrıca, Abdülhâmid’in iyi bir sonuç aldığını belirtiyorlar. Aleksandr’ın valiliğe tayinine mukabil Rupçoz ve Kırcaali nahiyelerinin Türkiye’ye bırakılıp, Edirne’ye bağlanmış olması, bu meselenin siyâseten hallindeki faydayı katmerlemektedir.

İki Ölüm

Çok mühim şahsiyetlerin ebediyete intikalleri, devamlı bahsimizin dışında tutuldu. Farklı tasavvurlarıyla tanınan iki kişinin ölüm haberini vermeden geçmeyelim, dedik. Hayatlarından bahsetmeyeceğiz. Bunlardan birisi Namık Kemal; Yeni Osmanlılar Cemiyetinin bir ferdi idi. Milliyetçiliği -herhalde- birinci vasfıydı.

Biz ol nesl-i kerim-i dü’de-i osmaniyanız kim
Muhammendir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdetden
Biz ol âl-i himen erbab-ı cidd-ü içtihadız kim
Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretden

Namık Kemal bu şiiri söylemişti. Maceralarla süslü hayatını Midilli Mutasarrıfı olarak noktalamıştır. Vasiyetine uyularak Bolayır’a getirilen cenazesi Süleyman Paşa türbesi yakınına defnedildi. Sultan Hâmid masrafını karşılayıp güzel bir kabir yaptırdı. (2 Aralık 1888)
Diğer ölüm haberi Ahmet Vefik Paşa’nındır. Ahmet Vefik Paşa sadâret adını, başvekalet olarak değiştiren sadrâzamdır. Bursa valiliğinde farklı kişiliğini gösteren, Bursa’ya tiyatroyu getiren insandır. Yeniliklerden hoşlananlar onu sever, aksi olanlar sevmezdi. Şakacıydı. 1 Nisanda ölerek son şakasını yaptı. (1891)

30 Eylül 1895 (Ermeni Patırtısı)

“Anadolu’nun fethiyle Türkiye Devleti’nin kurulmasından itibaren dilini, dinini, mezhebini ve milliyetini Türk adaletinin bahşettiği imtiyazlar sayesinde muhafaza eden, Türk ordusunun müdafaa ettiği topraklarda asırlarca her türlü emniyet ve masuniyet esbabı içinde ticaret ve ziraatle meşgul olan” Devlet hizmetine de girip vezarete kadar yükselen Ermeniler, Türkiye’nin zayıf günlerinde yanlış iş yaptılar. Rusya’ya, İngiltere’ye güvenerek doğuda bir Ermenistan kurulması için faaliyete geçen Ermeniler, altı vilayeti istiyorlardı. Bugünkü 12 vilayetimizle bir ilçemizin bulunduğu toprakların bir Ermeni yurdu olması tabii ki kabul edilemezdi. Erzurum, Erzincan, Ağrı, Van, Hakkari, Bitlis, Muş, Siirt, Diyarbakır, Mardin, (Ma’mûret ül Aziz) Elazığ, Malatya, Bingöl, Sivas, Amasya ve Tokat, bir de Şebin Karahisar… istedikleri yerlerimizdi.
Ermenilerin bu isteğine Sultan Abdülhâmid’in cevabı:
“Şarki Anadolu’yu muhtariyete götürecek ‘Islâhat’ı kabul etmektense ölmeyi tercih ederim!”
Çeşitli isimlerle teşkilâtlar kurup emellerini gerçekleştirmeye çalışan Ermeniler, Türkiye’ye zarar vermişlerdir amma kendileri bir şey kazanamamıştır. Bizim uyum içinde yaşadığınız Ermenileri Rus Ermenilerinin kandırdıklarını İ.H. Danişmend söylüyor ki doğru olması lazım. Türklere kimler tekme vurmaya çalışmadı ki! Bizim, bağrımıza basıp, kendi ırk ve dindaşlarımızdan ayırmadığınız Ermeniler fırsatı niye kaçırsın!
Osmanlı Devleti’nden genişçe bir mıntıkayı isteyen Ermenilerle ilgili bir miktar bilgiyi dindaşlarından olan Stanford Shaw’dan aktarıp, yabancı gözünün onları nasıl gördüğünü anlayalım. İşte bir Hıristiyan Profesörün yazdıkları:
“Ermeniler Osmanlı ticaret ve sanayiinde her zaman önemli bir rol oynamışlar, Ortadoğu geleneklerine göre sarraflık, kuyumculuk, dış ticaret, inşaat, tıp ve tiyatro alanlarında uzmanlaşmışlardı. (…) Yabancı dil bilmeleri, maliye ve ticarette deneyimli olmaları yüzünden, gayet karmaşık olan Tanzimat yönetiminde, özellikle maliye, içişleri, dışişleri, eğitim, adalet ve bayındırlık bakanlıklarında yükselmişlerdi. Ayrıca posta, telefon, sayım ve demiryolu hizmetlerinde de önemli memurluklarda bulunuyorlardı. Bazı Avrupalı gezginlerin padişahın topraklarında iki milyondan fazla Ermeninin yaşadığını ileri sürmelerine karşın, kimlik cüzdanı yoluyla nüfusu izleyen Osmanlı nüfus idaresi, kadın ve erkek olmak üzere Gregoryan milletinin 988.887 Ermeniden oluştuğunu saptamıştır. Ülkedeki 160.166 Katolik ve 36.339 Protestanın Ermeni kökenli olduğu düşünülürse İmparatorlukta 1.125.000 Ermeni olduğu ortaya çıkar ki, toplam 20.475.225 olan nüfusun yalnızca yüzde 5.5’idir.”
Ermenilerle ilgili anlatılanlar çok fazla. Hareketlerinin yanlış olduğunu sayfalar dolusu bilgiyle tasdike çalışmayacağız, zaten kâinat biliyor. Bir defa kafalarına bağımsızlık fikri sokulduktan sonra, yaptıklarının yanlışını doğrusundan ayırmaya kendi güçleri de yetmiyor.
Balkanlar’dan Türklüğü sürgün etmeye çalışan Rusya, Anadolu’da yeni bir silahı denemeye kalkıştı. Mesele, ölüsü bile haşmetli olan Osmanlı Devleti’ni kabre gömmektir, acilen…
Birinci ayaklanmalarında elde edemediklerini sineye çekmek istemeyen Ermeniler 10 ay 26 gün sonra tekrar sahneye çıkıp Osmanlı bankasında bomba patlatmaya kalkışırlar (26 Ağustos 1896) İngiltere, Rusya ve Fransa yine (Vilâyât-ı Sitte) ıslahatı isterler. Yani, doğudaki 16 vilayette Ermenilere muhtariyet. Bu seferki olayın elebaşısı ise Ermenilerin din adamları İzmirliyan’dır. Kudüs’e sürülüp Kudüslüyan olur Patrik cenapları!
Ermenileri baştan çıkaran devletlerden biri de İngiltere’ydi. Sultan Abdülhâmid bu yüzden İngiltere’yi Osmanlı Devleti’nin bir numaralı düşmanı sayıyordu. “Bu konuda Prof. Vambery’ye aynen şöyle demişti: “Hele Ermeni sorununda” İngilizlerin gözleri hiçbir şeyi görmez olmuştur; emelleri “Bulgar Mezâlimi” yaygaralarını bir kez de burada tekrarlayarak, tıpkı Bulgarların imparatorluktan ayrılışında olduğu gibi, Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kurmaktır. Benden de sadece üçte biri Hıristiyan ve gerisi Müslüman olan bir bölgeyi elden çıkarmamı bekliyorlar…”

Yunanistan’a Harb İlanı (18 Nisan 1897)

Yunanistan, Berlin anlaşmasında, bedavadan Tesalya ile Narda kazasını almıştı. Osmanlı Devleti’nin budanan dallarından büyük büyük parçalar koparmaya azmetmiş, pusuda bekliyorlar. İlk ağızda düşündükleri Girit adasıyla Epir kıtasının ilhakı. Kurdukları kanlı çeteler bu uğurda faaliyet içerisinde.
Bulgaristan’ın birleşmesi Yunanlılar’a ayrı bir cesaret verdi. Ermeni meselesinin getirdiği meşgale fırsat sayıldı ve “Deli Yani” kabinesi heyecana geldi. Etnik-i Eterya cemiyetinin Yunan umumî efkarondan gördüğü hüsnü kabul, zaten 1890’dan itibaren Girit’teki hareketi artırmıştı. Müslümanlara karşı çete savaşı devam ederken Yunanlı Rumlar, donanma göndermesi yolunda hükümeti tahrike başladılar. İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya’nın istememesine aldırmadan Yunanistan Girit’e asker çıkardı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti de Yunanistan’a harb ilan etmek zorunda kaldı. (18 Nisan 1897)

Ve Harb

Aslında büyük bir savaş yaşanmadı. Abartılacak sahneler mevcut değil. Yine de Girit’te girişilen “Rum Harekâtı” üzerine kitaplar yazılacak kadar önemlidir.
Kendisini, çok eski ve o derecede önemli bir medeniyet mirasçısı gösteren, bunda gerçekten başarılı olan Rumlar bütün Avrupa’nın nazlı prensi gibiydi. Girit üzerinde bitmek bilmeyen emeli Rumları her türlü harekete sevk ediyor, Hıristiyan devletlerin teveccühü, cesaretlerini kışkırtıyordu.
Küçük çaplı olsa da bir Türk-Yunan savaşı meydana gelmişti. Bu savaş müddetince Saray’ın yaşadığı sıkıntının şahitlerinden olan Ayşe Osmanoğlu, hem o telaşenin nasıl yaşandığım, hem de babası Sultan Abdülhâmid’in halini anlatıyor.
“Babam Harem’e pek az geliyor, bazen yemeği bile ayakta yiyip hemen Selamlığa çıkıyor, masasının başına geçip şifre kâtiplerini huzuruna getirerek telgraflar çektiriyor, emirler veriyordu. (….) Muzafferiyet haberleri geldikçe hemen secdeye kapanıyor, dua ediyor, musahiplerini, çıkan gazete ilaveleriyle bize gönderiyordu. (….) Babam, İkinci Hazinedar’ı, “Yaralı askerlerime çamaşır yetiştirsinler, dualar etsinler” diye günde iki üç defa gönderiyordu. Eski kalfalar her tarafta şehitlerin ruhuna okuyor, gazilerin ruhuna dualar ediyordu…”
Askerler cephede savaşır, ter akıtır, kan döker, can verirken pâdişâh başta olmak üzere bütün saraylılar üzerine düşeni yapıyordu. Dikiş makineleri hani harıl çalışıyor, cepheden gelen yaralılara hasta gömlekleri dikiliyordu. Ayşe Sultan diyor ki: “Ben dokuz yaşlarında bir çocuk olduğum için büyük bir işe yaramıyordum. Ama makinelerin başında oturuyor, düğme dikmek, bazı küçük işleri yapmak ve sargı sarmakla uğraşıyordum.”
Sultan Abdülhâmid’in ünlü marangozhanesi bile vazife değiştirmiş, Revir olarak işe yarıyordu. Pâdişâh testereden, hızardan elini çekmiş, devamlı yaralıları ziyaret edip, onların ihtiyaçlarını tespite çalışıyor, bir an evvel sıhhate kavuşmaları için üzerine düşeni yapıyordu.
Hatıratından istifade ettiğimiz Ayşe Sultan harbin zaferle bittiğini yazıyor. Fakat bu sadece barış idi.
Ne Yunanistan ne de Türkiye kendi başlarına hareket edecek durumda değillerdi. Büyük devletlerin istediği olacaktı. Onlar ise “5 Kasım’da Girit’teki Osmanlı askerî ve mülkî kuvvetlerini zor kullanmak suretiyle adadan çıkardılar. Dört devlet, adayı aralarında taksim edemezdi; çünkü çok küçüktü. İçlerinden birisine veremezlerdi; çünkü çok önemli idi. Yunanistan’a ilhak edemezlerdi; zira Yunanistan için de çok büyüktü. Nihayet karar verdiler. Ada, Osmanlı hâkimiyetinde kalmaya devam edecek, Yunan Prensi Yorgi, umûmi vali tâyin edilip onun tarafından idare edilecektir.”
Rus Çarı, Abdülhâmid Han’a bu isteği bildirince, ne çare ki “emir büyük yerden geldi” deyip boyun eğilecektir. Girit’ten Anadolu’ya göçler başlar… Böyle şeylere alıştık nasıl olsa. Balkanlar’dan da, Kafkas’lardan da çook gelenler olmuştu.
1897, 4 Aralık Cumartesi: Türk – Yunan sulhu.
18 Aralık, Girit’in muhtariyeti.
4/5 Nisan 1900. Gazi Osman Paşa’nın ölümü.
5 Kasım 1901 Fransızların Midilli’ye asker çıkarması.
1902, 21 Eylül Pazar: İlk Makedonya ihtilâli. Makedonya ihtilâle çok müsait bir yapıdadır. Nüfusunun yarısı Müslüman, yarısı Hıristiyan ve idaresi Türklerin elindedir. Makedonya’nın “dörtte biri Makedon ve Bulgarlardı” dörtte biri de, Romenler, Sırplar, Yunanlar, Yahudi, Ermeni, Boşnak, Çingene ve Hırvat’tı. Müslüman kesimin ekseriyeti Türk, azı Arnavut idi.
Bulgarlar “Makedonya – Edirne ihtilâlci dâhili teşkilâtı” adında gizli bir cemiyet kurdular… Bunların tek hedefi Türkler değildi; diğer kavimleri de bertaraf ederek, Makedonya’nın hâkimi olmak sevdasındaydılar. “Siyasi dehâ” olduğu ileri sürülen Sultan Abdülhâmid burada dahi kendini gösterdi; diğer Hıristiyan kavimlere de çete kurmaları için yollar açıp, Hıristiyanları biribirine düşürdü.
Bulgarlar, büyük devletlerin aracılığıyla Türkiye’den tavizler koparmaya çalıştılar, fakat Abdülhamit Han hiçbir tavize yanaşmadı ve Bâb-ı Âli’de bir “Rumeli Vilâyâtı Islahat Komisyonu” kurulup, reisliğine de Ferid Paşa getirildi.
Bulgar ihtilâlcilerinin tesiri bizim üçüncü ordumuzun subaylarına iyi gelmeyip “başka bir ruhi halet içine düştüler. Her an bir Bulgar bombasının tehdidi altında yaşadılar. Ruhen ihtilâlci oldular ve 1908’den itibaren Makedonya’da öğrendiklerini bütün Türkiye’de uygulamaya kalkarak, on yıl geçmeden tarihteki son Türk İmparatorluğu’nu temellerine kadar yıktılar.”

Bomba Olayı (21 Temmuz 1905)

Sultan Abdülhamit 29 senedir Türkiye tahtında oturmaktadır. Aslında oturmaya çalışmaktadır, demek daha doğru olurdu. Çünkü onu istemeyen düşmanları pek çoktu. Hem içeriden hem dışarıdan kuyusunu kazmaya gayret edenlerle, maharetle uğraşarak bugünlere gelmişti. Adeta kulübeyi ayakta tutan son direk gibiydi. Onu da, bir çele-bilseler bina yıkılacaktı. 63 yaşına değmişti. Yunanistan’ın çıkışlarını başarısız bıraktığından dolayı Rumlar, doğuda Ermenistan’ın kurulmasına izin vermediği için Ermeniler can düşmanı idiler. Müslüman azınlıkların çok sevmelerine karşılık, Yahudi azınlığı da Abdülhamit düşmanlığıyla bilenmişti. Dünya Siyonist teşkilâtı Filistin’e bir miktar Yahudi yerleştirilmesine müsaade almak için Pâdişâha 10 milyon altın teklif ediyorlar; aldıkları cevap, “hayır” oluyor. Para teklifini yapanlardan birisi Theodor Henzl’dir.
Theodor Henzl’in tercüme edilen hatıralarında Abdulhamid Han’ın devlet adamlığını öğen sözler doludur. Filistin meselesine aldıkları cevabın bir cümlesi şu: “Türk imparatorluk toprakları bana değil, Türk milletine aittir…” Pâdişâh 10 bin altını reddettiği günlerde Türkiye’nin maddi sıkıntıları had safhada idi; ama bu sıkıntıyı kesinlikle toprak satarak düzeltmeyi istemeyen Pâdişâh, ne yazık ki kötü neticeyi de hissediyordu. Yahudilerin, ileride emellerine erişeceklerini söylüyordu. Doktor Atıf Hüseyin Bey “Nasıl olur?” deyince de “Para kuvveti her şeyi yapar.” demişti.
Abdulhamid’in düşmanları çoktu, en hararetlileri olan Ermeniler canına kasd etmek için çareler arıyorlardı. Müşterek bir plânla mı yoksa sadece Ermenilerin planıyla mıdır, bir öldürme teşebbüsü var. Abdülhâmid Han çok kuvvetli hafiye teşkilâtıyla maalesef bu teşebbüsü öğrenememiş…
Viyana’da yaptırılıp İstanbul’a getirilen çok özel bir arabaya çok kuvvetli patlayıcılar yerleştiren hainler, zamanı da gayet iyi ayarlamışlar. Sultan Hâmid’in Cuma Namazı’ndan çıkıp arabasına binmesi tam bir dakika kırk iki saniye sürüyor. Bütün hesaplar buna göre yapılmış. Pâdişâhın saltanat arabasının yanında duran araba gayet iyi işliyor, Pâdişâhın camiden çıkışı da uygun. Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi bir şey arz etmek için Pâdişâhı bir dakika oyalamasaydı her şey istedikleri gibi gidecekti. Fakat bir dakika bütün plânlan altüst etti.
Bomba, görevini ihmâl etmez. Alacağı kadar can alır. Ve korkutacağı kadar da korkutur. Ölen 26, yaralanan 58 kişidir. Korkan, ödü kopan yüzlerce, belki binlerce insan. Yalnız bunların içinde Sultan Hâmid yoktur. Sultan Hâmid’in o anki halini yanında bulunan Başkâtip Tahsin Paşa şöyle anlatıyor: “Hiç korku ve telâş eseri göstermedi, yalnız benden ‘Ne var?’ diye sordu.”
Korku ve telâşla kaçışanları sakinleştirmeye çalışan da Pâdişâh olmuştu: “Korkmayın, korkmayın.”
Son zaman yazarlarından “bazıları” Sultan Hâmid’e bir yığın sıfat yakıştırmışlar; bunlardan birisi de korkaklığıdır. Yukarıdaki olay ve olaydan sonraki tavrı “bazılarını” yalancı çıkarmaya kâfidir. Başarısız suikast, hazırlanışı itibariyle mükemmeldi. Kıl payı, şans eseri yahut Takdir-i İlâhî… Hangisi olursa olsun, bir sebep Sultan Hâmid’i ölümden kurtarmıştı. Hedeflerine varamamanın üzüntüsü Ermenilerde uzun zaman sürecek, varsın üzülsünler, doya doya ağlasınlar, saçlarını başlarını yolsunlar… Ermenilere her türlü üzüntü helâl! Bütün arzulanın önündeki kocaman bir kayayı parçalayacak dinamitleri, kayadan bir kum tanesi alamamıştı. Kendilerini kiliselerinin önünde Rus halatıyla assalar kimse çok görmez…
Yalnız, bizden birinin derin üzüntüsünü Türk milletinin anlaması da mümkün değildir. Ermenilerin suikasdına kurban gitmeyen Pâdişâhı için destanını beklerdik, büyük şair Tevfık Fikret’in. O ise:

Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!

diye üzüntülerini dile getirdiği manzumesinin bir yerinde de şu sözleri söylemekten bile haya etmez.

Her yerde hiss-i halâsın muharriki

Bu şair, galiba pişmanlık duyduğunu da açıklamamış. Ne hikmetse bu milletin fertlerine, hâlâ bu adam sevdirilmeye çalışılır!!

Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda Tevfik Fikret öğretilir. Büyüklüğü körpe hafızalara işlenir. Bu nasıl millîlikse! Şu “herhalde kelimesini çok kullanıyorum, bütün manasıyla yine kullanacağım. Tevfik Fikret’in Ermeniler için yazdığının benzerini yazan bir şair bir başka ülkede olsa, herhalde buradakinin tam aksi olurdu.

Anarşist Jorris ve Sultan Hâmid

Sultan Hâmid’in fevri davranışları hiç yok gibi. Normal bir insan, başından böyle bir bomba olayı geçtikten sonra, buna sebep olanları en ağır biçimde cezalandırırdı.
İlk yapılan iş bomba hâdisesinin faillerinin ortaya çıkarılması idi. Vazifeliler, hakkıyla yürüttükleri çalışmayı başarıyla neticelendirdi. Suçlular yakalandı. Bunlardan biri Jorris adlı bir Belçikalı. Jorris ne yaptıysa hepsini itiraf ettiği gibi, Belçika sefirinin önünde en ağır cezayı hakkettiğini de itiraftan çekinmedi. Bombayı getiren, fitili ateşleyen kişi olduğunu söyledi. Çıktığı mahkeme, bu Jorris’e idam cezası verdi.
İlginç olan bundan sonrasıdır. Hemen boynuna ip geçirilecek değil ya; önce bir hücreye atoldı. Buradan Darağ-cı’na götürülmeyi beklerken, kendisini alanlar doğruca saraya götürdü. Sultan İkinci Abdülhâmid Jorris’in bütün suçlarını affetti. Artık hür bir insan olmuştu ve bir iş teklifi aldı Sultan’dan.
Ermeni komiteleri hakkında malûmat toplayıp, pâdişâha bildirmesi karşılığında maaşa bağlandı. “500 altın harcırah ihsan edilerek Sirkeci’den şömendifere bindirildi ve gitti. Sultan Hâmidi ithaf etmek için vazife kabul etmiş olan Jorris çok geçmeden Sultan Hâmid’in hafiyeliğini alarak Avrupa’ya döndü ve bir hayli hizmet etti.”
Sultan Hâmid, kötüleriyle uğraşmak mecburiyetinde olduğu Ermenilerin iyilerini çok seviyor. Bir zamanlar Türklerden ayrı görülmeyen iyi Ermeniler -hâlâ da iyileri vardır- ve Sultan Hâmid’in anlattıkları:
“Babam Sultan Mecid zamanında bilirim; kilercilere varıncaya kadar Ermeni idi. Eski bir aile bilirim, validemin terzisi idi. Âdeta Harem Ağaları vazifesi onlara verilmişti. Bütün vüzerâ, Kübera konaklarında Ayvazlar, mutemetler onlardı. Pederim her hafta Gümüş Gerdanlar ailesine gider, orada yemek yerdi. Onlar da gelirler, Harem-i Hümâyunda kalırlar yatarlardı.”
Bir Ermeni aile pâdişâhla bu derece yakın dostluk kurabilmiş, pâdişâh o aileyi ailesinden saymış ve sonra nerelere gelinmiş.
Sırf İstanbul’da meydana gelen bir olay değil, başka olaylar da var. Daha önce de olmuştu. Anadolu şehirlerinde, kasabalarında, köylerinde Ermeni tedhişi devam ediyor ve edecek…

Akabe Meselesi (1906)

Yavuz Sultan Selim’le başlayan İslâm Halifesi sıfatı bütün Osmanlı Pâdişahları tarafından kullanılagelmiştir. İngilizler, Hilâfetin kendilerine zarar verdiğini farkederler, Asya’da, Afrika’da emellerinin aksamasına sebep olan bu meseleyi halletmek isterler. Osmanlı Türk Devleti’nin görünürdeki en büyük dayanağı hilâfettir. Kuvvetli zamanlarda Pâdişâh olanlar bu gücü kullanma ihtiyacı duymamışlardı. Sultan Abdülhâmid, Medine’ye kadar demiryolu döşetip, Arap Yarımadası’na asker şevki için imkân hazırlayınca, ayrıca Hac’a gidiş gelişleri de kolaylaşınca, İslâm âleminde itibarı bir kat daha artmıştı. Bunun yanı sıra Bağdad demiryolu imtiyazını da Almanlara vererek, İngilizlerin gözünden iyice düşmüş oldu. Mısır’ı işgalinde tutan İngiliz hükümeti rahatsızlık duymaya başlamıştı. Kendi varlığının hiç bir ehemmiyeti olmadığı halde, bulunduğu yer itibariyle önem kazanan Akabe, Türk – İngiliz savaşına vesile oluyordu. Bazı çarpışmalar olmakla beraber önemli bir şeyin çıkmasına Abdülhâmid’in kararlı tutumu engel olmuştur. “Ceziret-ül Arab-ı Kuveyt-Akabe-San’â kıskacıyla boğmak isteyen İngiliz emperyalizminin yalnız Kuveyt’te muvaffak olmasına mukabil, diğer iki noktada Hilâfet siyaseti üstün gelmiştir.”

İkinci Meşrutiyet’in İlânı

Türkiye’de tutunamayıp, Avrupa’ya kaçan heyecanlı gençlerin meydana getirdiği yeni Osmanlılar, şimdi yeni isimlerle ve yeni bir isimle anılıyordu (İttihat ve Terakki). “Bu cemiyet, 1890 yılında Türk asıllı olmayan bir kısım Harbiye ve Askeri tıbbiye talebesi tarafından, gizlice ve Sultan Hâmid rejimine karşı kurulmuştu.”
Paris’te kümelenen, oradan Abdülhâmid aleyhine neşriyatta bulunan, bu neşriyatı Makedonya yoluyla Türkiye’ye de sokan İttihatçıların arasında Türk olmayanlar da bir hayliydi. İttihatçılara destek olan yabancılar ise, sayılamayacak kadar… Ortada, bir irice kurban bulunuyor ve herkes onu, bir tarafı için boğazlamaya çalışıyordu. Kimi derisinden giyecek yapma hayalindeydi, kimi ciğerlerine, kimi butlarına, kimi başka yerine göz koymuştu. Kendi aralarında başka meselelerde hiç anlaşamayacak nice insan, Abdülhamit Han’a düşmanlıkta gayet rahat bir noktaya vurabiliyorlardı.
Doğu Anadolu meselesinden dolayı Ermeniler, Filistin meselesinden dolayı Yahudiler, Hilafet yüzünden İngilizler, Boğazlar yüzünden Rumlar, Yunanlar, Bulgarlar vs. vs… hepsi Abdülhâmid düşmanı idiler.
Abdülhâmid Han’ın karşısında bir hayli tanınmış isim de vardı. Abdullah Cevdet, Midhat Paşa’nın oğlu, Prens Sabahaddin vs. Bu Sabahaddin Efendi, Abdülmecid’in kızdan torunudur. Pâdişâhın eniştesi Mahmud Celaleddin Paşa’nın oğludur ve Abdülhâmid’e yeğen düşer. Şehzade olmak için aranan şartlan haiz değildir. Şehzade olmayana da Prens denemez. İ.H. Danişmend’e göre Sabahaddin ‘Prens’ olarak anılamaz.
Prens denen Sabahaddin Bey’in babası Sultan Aziz’in katillerindendir, diye yargılanıp suçlu bulunmuştu. İdam cezası alıp, Sultan Hâmid tarafından müebbete çevrilmiş, bütün nişanlarından soyutlanıp, zevcesinden de boşanmış idi. (1881)
Bu Sabahaddin, Abdülhâmid Han’a karşı olanlar tarafından çok takdir edilir. İ.H. Danişmend ve Yılmaz Öztuna gibi tarihçilerden tanıdığımız Sabahaddin pek yaramaz bir adamdır.
“Paris’te ‘Prens’ Sabahaddin Bey’in riyaset ettiği bir ‘Ahrar-ı Osmaniyye Kongresi’ toplanmıştır. Bu kongreye Türk, Arap, Kürt, Arnavut vesaire gibi Müslüman unsurlardan başka Rum ve Ermeni murahhasları da dahil olmak üzere yetmiş kadar âzâ iştirak etmiş ve netice olarak Türk tarihinin ebediyyen lanet edeceği bir takım yüz kızartıcı kararlar verilmiştir. Bu masum kararnamenin meşrutiyete ait maddesinden mâdâsı Türk vatanına çevrilmiş birer hançer mahiyetindedir!” (İ.H.D.)
Yılmaz Öztuna’ya göre de “arkasında İngiltere olan bu karektersiz adam” Pâdişâhı, dolayısıyla devleti aleyhine çalışmıştır. İsimlerini saymadıklarımızla beraber yekûnu bir hayli kalabalık olan cemiyet üyeleri aralarında tam görüş birligine sahip olamadıkları için, Osmanlı Devleti aleyhine kararlar alırlarken de çok tartışırlar. Ve cemiyetlerini Paris’ten Selanik’e taşıyıp, Manastıra da şube açarlar.
“1908’de, az mübalağa ile Üçüncü Ordu’nun bütün genç ve küçük rütbeli subaylarının ittihada oldukları söylenebilir. Kur’an, Bayrak ve Silah üzerine yemin edilerek gözleri bağlı olarak cemiyete girebilebiliyordu. Emirleri komite erkânından alıyorlardı. Emirleri yerine getirmek istemiyenler öldürülüyordu. Kendi kumandanlarından değil, komitecilerden emir alan subayların idaresindeki bir Üçüncü Ordu’nun durumu düşünülebilir..”
“Birçok küçük rütbeli subay, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu Said Halim Paşa, yine o sülâleden Ömer Tosun Paşa, Talat Efendi, Enver Bey, Niyazi Efendi… Son üç kişi meşhurdur! Ve Erkân-ı Harb Kolağası (kurmay kıdemli yüzbaşı) Mustafa Kemâl Efendi (Atatürk) de cemiyete girmiş, sonradan çıkmıştır.”
Mustafa Kemâl niçin çekilmiştir bilmiyoruz. Yalnız, Fethi Okyar hatıratında “Mustafa Kemal rejime karşı tutumundan askeri mahkeme önüne çıkarılmış, Şam’a, devamlı gözaltında bulundurulması kaydıyla gönderilmişti.” diye yazıyor, ki, bu tarih de 1908’den evveldir.
İttihad ve Terakki’ciler yabancı konsolosluklardan bile yardım istemişler Meşrutiyetin ilanı için. Zaten Pâdi¬âhın da hazırlık içerisinde olmasına, aslında meclis-i mebusanın kaldırılmış değil tatil edilmiş bulunmasına rağmen, yeniden ilan edilmiştir.
“Meşrutiyet’in ilânı ile ‘merkez-i umûmi’ denen genel merkezini Selanik’te muhafaza eden İttihad ve Terakki, Fransız İhtilâli’nin prensiplerini taklit ederek ortaya attığı ‘hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet’ umdelerinin fiyasko verdiğini, az zamanda göstermiş ve bizzat kendisi görmüştür.”
İkinci Abdülhâmid’i bazı yönleriyle takdir, bazı yönleriyle tenkid eden Yılmaz Öztuna, İttihad ve Terakki’nin uğraşıp, istediğini elde ettiğini söyler ve der ki, “Ancak bu Türkiye tarihi ve Türklük bakımından pek hayırsız bir zafer olmuştur. İtalya, Balkan ve Cihan savaşları ile milli mücadele, bu uğursuz zaferden hemen sonra, 1911’den 1922’ye kadar Türk milletini onbir yıl nefes almaksızın savaşmak zorunda bırakmış, düşman sürüleri Ankara kapılarına kadar gelmiştir.”
İkinci meşrutiyetle ilgili Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın söyledikleri çok önemli olmalı. Birkaç cümleyi “Yıldız Hatıraları” adlı kitaptan aktarıyor, Sultan Hâmid’i, en yakınında bulunan kişinin kaleminden takip ediyoruz:
Yeni bir şeylerin yapılması fikri Sultan Hâmid’in beynine yerleşmişti. Memleketin gidişatı memnuniyet verici değil, lâkin ne yapmalı, nasıl yapmalı? Bu düşüncelerle, Avrupa Kanun-ı esasilerinin birçoklarını getirtip, tercümelerini emreden Abdülhâmid Han memleketin, milletin iyiliğine olanları almaya çalışıyordu. Sadrâzam falan olursa, filan olursa daha iyi şeyler yapılır fikrini ortaya atanlara pâdişâh şöyle cevap veriyordu:
“Neme lâzım benim Ferid Paşa, Sâid Paşa, bunların biri gitmiş ötekisi gelmiş bunun hiç ehemmiyeti yok; bir hükümdar için lâzım olan şey memleketinin menfaatidir. Eğer bu menfaat Kanûn-ı Esasi’nin ilânında ise o da yapılıyor; fakat iyi tatbik olunur mu; Türkün menfaati mahfuz kalır mı, bunu kestiremiyorum.”
Memleketin durumu ne kadar fenaya gidiyor ki, Sultan Hâmid gibi bir zekâ bile bunalmış, milletinin selâmeti için tavsiye edilen her ilacın denenmesine rıza gösteriyor. Tam olarak neyin iyi olduğunu anlamakta, çareler içinde seçim yapmakta Sultan Hâmid de zorlanıyor.
Netice itibariyle macera heveslilerinin zoruna boyun eğiyor. Kanûn-ı Esâsi’yi gönülden isteyip istemediğini Tahsin Paşa dahil hiç kimse anlayamamıştır, ama gerçek şu ki Kanûn-ı Esâsiye geçilmiş, yukarıda bahsedildiği gibi, böylece de Osmanlı Devleti’nin ipi hızla çekilmiştir.
İsmail Hami Danişmend’in Meşrûtiyetin ilanıyla ilgili anlatımlarına bakılınca, şartların, pâdişâhı buna mecbur ettiği gayet net anlaşılıyor. Ya iç harbin çıkmasına izin verecekti, ya gemi azıya alan ittihatçıların arzusuna boyun eğecek. Kendisine suikast teşebbüsünde bulunanları bile bağışlayan pâdişâha yakışan ise, bir kişinin burnunun kanamasına izin vermemektir.
Resmeli Niyazi Bey’in durumunu, İstanbul’da nelerin olabileceğine ışık tutması bakımından örnek alırsak, Sultan Hâmid’in haklılığı anlaşılır. Niyazi Bey ittihatçıların önde gelen simalarından biridir. Kurduğu ihtilal çetesine Arnavutlukta Türk hâkimiyetine isyan eden Toska ihtilâl reisi Çirçis’i bile almıştır. Çetesinde “Hayvanat-ı vahşiyye” gibi adamlar bulunduğunu da gene kendisi anlatmaktadır! Takındığı unvan “Resne millî taburu kumandanı” şeklindedir; başındaki külahın üstünde de “Vatan fedaisi” yazılıdır.

31 Mart Vakası (13 Nisan 1909)

Adana olayları devam ederken yaşanan, Abdülhâmid Han için bir yüz kızartıcı olay gibi gösterilen, o yıllarda kullanılan takvime göre (31 Mart 1325) günü cereyan ettiği için 31 Mart vakası diye anılan olayın, bugünkü takvime göre meydana gelişi 13 Nisan Salı günüdür.
31 Mart’ta vuku bulan olaylar, o günden bu güne kadar bazı çevrelere iyi malzeme olmuş, Sultan Hâmid aleyhine irticai bir düzen olarak kullanılmıştır. Akıl, izan, vicdan sahibi yazarlar boğazlarını yırtarcasına, kalemleriyle bağırarak Pâdişâhın bu hadiseden uzak olduğunu, zaten fiili olarak da idarede Pâdişâhın bulunmadığını anlatmışlar, anlatıyorlar…
Yönetim ittihatçıların elinde, getirmeye çalıştıkları hürriyet anarşiye dönüşmüş, herkes istediğini söylüyor ve yazıyor. Derviş Vahdeti adlı biri de Volkan adlı gazetesiyle irticai yayınlar yapıyordu. Gazetelerden kimi ittihatçıların kimi de Pâdişâhın aleyhinde ipe sapa gelmez yazılar neşrediyorlardı. Şimdi adına Provakatör denen şahıs veya şahıslar Pâdişâhı hal etmek için çalışıyorlar.
“… İkinci Abdülhâmid duruma hakim olamadı. Esasen meşruti bir hükümdar anayasaya göre gayri mes’ul olduğu gibi isyanı bastırmak görevi de kendisine ait değildi.”
“İsyanı bastırmak için İttihadçılar, Selanik’te kuvvet toplamaya ve trenlerle İstanbul’a sevketmiye başladılar. Bu kuvvet içinde muntazam birlikler küçük bir azınlıktı. Çoğunluğu Sırp, Bulgar, Yunan, Makedon, Arnavud çetecileriyle, söz de gönüllüler teşkil ediyordu…”
Neticesi Pâdişâhın hal’i olan bu olayda, eski Posta katibi Talât Paşa, hal konusunda tereddüt eden meclis üyelerini tehdid ederek korkutuyordu. “Zira mürteciler asılmaya başlanmıştı.”
Sultan Abdülhâmid’in basiretli davranışının daha fazla kan dökülmesine mani olduğunu söyleyenler, şunu da yazmaktan veya anlatmaktan çekinmemişlerdir. İbnül Emin’in Son Sadrâzamlar adlı eserinden İsmail Hami Danişmend anlatıyor:
“Hareket ordusu (Selanik’ten) İstanbul önlerine geldiği sırada sadârette bulunan Tevfik Paşa’ya Sultan Hâmid şöyle bir teklifte bulunmuştur:
“Madem ki beni istemiyorlar, saltanatı biraderime ferağ ederim; devleti o idare etsin. Fakat bir komisyon mu, meclis mi, ne derseniz deyiniz, teşkil olunup benim bu vakada medhalim olup olmadığını meydana koymalıdır!
Tevfik Paşa bu teklifi Ayan reisi Said Paşa’ya şifaen tebliğ etmişse de evhamıyla meşhur olan Said Paşa bermutad vesveseye kapılıp: “Tebrie ederse sonra bizim hâl-ü mevkiimiz ne olur?” diye resmî tahkikat açılmasını reddetmiştir.”
İsmail Hami Danişmend “31 Mart Vakası” adlı bir kitap yazacak kadar, bu konuyu araştırmıştı. Onun tespitlerine göre bu hadise İttihat ve Terakki Cemiyetinin tertibidir. Sultan Hâmid’in bu işte hiçbir dahli yoktur. Sultan Hâmid’i hiç sevmeyen, her fırsatta ona duyduğu öfkeyi ortaya koyan Ahmed Refik Bey bile faillerin İttihatçılar olduğunu söyleyebilmiştir.
Nedendir bilinmez, hâlâ 31 Mart irtica ve Sultan Hâmid bir kısım yazar ve konuşur tarafından imtizaç ettirilmeye çalışılır. Bir insanın düşmanı olmanın tarihî olayları saptırmaya kadar ilerlemesi hayra alamet olmamalı. Tabii ki bu, hayır taraftarları için geçerli bir kuraldır. Senelerce pâdişâhın ekmeğini yiyen Said Paşa bile, inceleme neticesinde kendisinin de suçlu çıkacağı endişesiyle pâdişâhın ısrarına rağmen bu işe yanaşmamıştı.

Adana Vakası (14 Nisan 1909)

İttihadçılar işbaşına geçince, Türk düşmanı “Bulgar, Yunan, Sırp ve Ermeni çetelerinin çoğunu affettiler.” Fazla Türk öldürdüğü için öğünen çete reisleriyle sarmaş dolaş fotoğraflar çektirdiler.
“İttihad-ı anâsır” diyerek, diğer milletlerin Türkiye’yi parçalamak isteyenleriyle dostluklar kurdular. Abdülhâmid Han’ın yaptığı her hareketi yanlış bulan ittihadçılar, her şey de onun yaptığının tersini yapmayı marifet biliyorlardı; bunlardan biri ise, Ermenilerin dışarıdan silah getirmelerini önlemek idi, bunun da tersini yaptılar. Ermeniler Taşnak, Hin-çak ve diğer cemiyetleri vasıtasıyla silahlandılar… Abdülhâmid’in değil, artık İttihadçılann dediği oluyordu. Onlarda hangi niyetle olursa olsun Ermenileri hoş görüyorlar, Ermeniler gizli olan cemiyetlerinin tabelalarını binalarına asarak alenen Ermenistan’ı kurma çalışmalarım yürütüyorlardı.
Adana bölgesinin Ermeni Piskoposu Muşeg, Hıristiyan devletlerin yardımım Ermenilerden esirgememeleri için gayret sarfederken, silahlı Ermeniler de Türk evlerine saldırmaya, çocuk, ihtiyar, kadın, erkek ayırımı yapmadan insanlarımızı öldürmeye başladılar. Türklerin de “buyurun, istediğiniz kadar öldürün” demesi beklenemezdi herhalde. Ve Türkler daha çok, daha güçlü, daha haklı olarak mukabelede bulundular. Dört günün sonunda 1850 Türk, 17000 Ermeni’nin ölümüyle hadise bitti. Piskopos canını kurtarmak için Mısır’a kaçtı.
Bu meselenin neticesi akıllara durgunluk verecek derecede vahimdir. İttihadçı Cemâl Bey (sonradan Paşa) Adana valisidir. Ne yapar biliyor musunuz? Kendi hatıratından aktaralım.
“Yalnız Adana’da 30 Müslüman idam ettirdim. Erzin kasabasında da 17 Müslümam idam ettirdim. Bununla beraber yalnız 1 Ermeni idam olunmuştur. İdam olunan Müslümanların arasında Adana’nın en eski ve zengin ailelerinden gençler olduğu gibi, Bağçe kazası müftüsü de vardı ki, o havali Türkleri arasında pek büyük nüfuza sahipti.”
Namlı Cemâl Paşa böyle öğünürken Dahiliye Vekili Talât Paşa da ondan aşağı kalmaz. Hatıratında der ki:
“Bu idam kararının nazırlar heyetince tasdikini ben temin ettim.” İşte Abdülhâmid’i devirenlerin devirdiği çamlar…
Bu iki kişinin kaderinde, şimdi müdafaa ettikleri Ermenileri 1915’in Nisan ayında Anadolu’dan sürmek, gibi bir ibretlik levha var.
İttihadçılann büyük bir kısmı icraatlarına uygun şekilde hayata veda ederler. N.N. Tepedelenlioğlu, Komitacılar adlı kitabında pek güzel anlatır. Birkaç satır alıyoruz.
“Evet… Bâb-ı Ali baskınından iktidar fermanı alanların hemen hepsinin sonu onun encamına benzemiştir.”
“Talât Paşa bir Berlin sokağında Ermeni komitacısı tarafından katledildi.” (15 Mart 1921)
“Enver Paşa bir Türkistan tepesinde yok oldu.” (Galiba kahramanca)
“Cemal Paşa bir Gürcü şehrinde mitralyözle öldürüldü.”
Bu meşhur şahısların akıbetleri enteresan olmakla beraber, “yanlış hareketler Allah tarafından böyle cezalandırılır.” demek doğru değil. Her kötülüğün sonu başka neticelenebilir.

27 Nisan 1909 Sultan Abdülhâmid Han’ın Hal’i

Nasıl olursa olsun, bir gerçek var ki, devlete hâkim olanlar İttihatçılardır. Rahat hareket edebilmeleri için devletin başında -bir kenarda oturan da olsa-Pâdişah olarak Sultan Hâmid istenmemektedir. Müslüman olan memleketin Halife Hakan’ı uygun suçlar isnad edilerek tahttan indirilecekti. Küçük Said Paşa’ya niçin küçük denirse densin küçüklük yakışmaktadır! Güc’ün, İttihadcılarda olduğunu görmesiyle İttihada kesilmesi bir olmuş, en kısa yoldan hal işinin gerçekleşmesi için çalışmaya başlamış.
İstanbul ana-baba günlerini yaşıyordu. “25 Nisan’da Mahmud Şevket Paşa örfi idare ilan etmiş, İstanbul’a hakim olmuş, sürüyle insan öldürülmüş ve asılmış. Balkan çetecileri, Yıldız Sarayı’nın emsalsiz zenginliklerini yağmaya başlamışlardı.”
600 senelik ecdad mirası Bulgar, Yunan, Sırp çeteciler tarafından yağmalana dursun, acele fetva aranıyordu. Öyle bir fetva olacak ki, duyanlar Abdülhâmid Han’a lanetler yağdıracaklar. 1-31 Mart olayım o çıkarmış, (yalan); 2- Dinî kitapları yaktırmış, denecek (dinli dinsiz herkes İkinci Abdülhâmid’in dindarlığım biliyor) ; 3- Devletin hazinesini israf etmiştir, işte böyle saçma sapan suçlar isnad edilecektir ki, böyle bir fetva, yazıcısı için ne kadar aşağılık bir iftira ise, yazdıranlar için de o derece utanılacak bir ayıptır. Babasının ve amcasının yaptığı borçların dörtte üçünü ödeyerek hazineyi rahatlatmıştır. Bazı sürgünlere bol harçlık vermesinin dışında cimri bile sayılabilir. 4-Kan dökücü olduğu iddiası da çok komiktir; öyle olsaydı, şimdi onu suçlama mevkiinde bulunanlar, herhalde mezarda olurlardı!
Yaptırdığı hayır ve ilim müesseselerini İstanbul’un her tarafında gördüğümüz dindar, akıllı, zeki, tedbirli, vicdanlı Pâdişâhın hal fetvası, fetva emiri Hacı Nuri Efendi tarafından reddedilir amma, Elmalılı Hamdi Efendi imzasını esirgemez. Bu Hamdi Efendi ki, daha sonra hazırladığı 9 ciltlik Kur’an-ı Kerim tefsiri ile büyük şöhrete kavuşmuştur. Bir tarihçinin söylediği “Fetva bir yobaza imzalatılmıştır” sözü bile insanı üzüyor. Niye üzüyor? Hamdi Efendi’ye bu imzalama işini ve hakaret edilmesini yakıştıramadığımızdan.
Fethi Okyar’ın kitabında: “Hacı Nuri Efendi’nin hal fetvasını yazmaya ikna edildiği” yazılıdır. Ayrıca, herkesin hal için el kaldırdığı toplantıda “Feragat etsin, yazıktır, günahtır” diyen bir Rum Senatör Yorgiyadis’in adı geçer.
Bir de hal’in Sultana tebliği var ki, bu işin elebaşlarının sonradan dileyecekleri özürler hatalarım hafifletmeyecektir. Milletin lanetinden kurtulamıyacaklardır. Cenab-ı Allah ne yapar, bilemeyiz! İşte hal’i tebliğe gelenler, 33 senelik Pâdişâh ve İslâm Halifesi II. Abdülhâmid Han’a “inin aşağıya” diyenler şu dört kişidir. Yazarken utanıyorum:
1. Selanik milletvekili Emanuel Karaso;
2. Senatör, Ermeni Aram;
3. Draç milletvekili, Arnavud Esad Toptâni Paşa;
4. Senatör bahriye feriki Gürcü Arif Hikmet Paşa.
Böyle bir seçimin yanlışlıkla, aceleden veya benzeri sebeplerden olması katiyyen mümkün gözükmüyor. Bu olsa olsa kinden yapılır. Pekiy, bu kin, kimedir? Sadece Sultan Hâmid’in incindiğini varsaymak, milyonlarca Muslümam hesaba katmamak mümkün mü? II. Abdülhâmid Türk Osmanlı Devleti’nin Pâdişâhı ve bütün Müslümanların Halifesi idi. Hal tebliğini yapanların ikisi gayr-i müslim, ikisi gayrı Türk; pes doğrusu!
Kahraman! İttihadçılann tebliğcilerinin akıbeti nicedir, bir de bundan sonrasına bakalım. Böyle bir göreve memur olmakla, belki, Abdülhâmid Han’ın duyduğu üzüntü kadar sevinç yaşamışlardır. Amma, bütün milletin nefretle takib ettiği hayatları şöyle devam etmiştir:
“Yahudi Emanuel Karaso, İtalya’dan para alan bir casus olup, Libya’nın İtalyanlar tarafından yutulmasında meş’um bir rolü bulunmuş, sonradan İtalya’ya kaçmış bir vatan hainidir. Jandarma Paşası olan Esad Toptâni bir kaç yıl sonra devlete isyan ederek Arnavud istiklâli için silah çekmiş ve sayısız Türk’ün kanınba girmiş bir adamdır. Aram Efendi’nin Ermeni ihtilâl komiteleri ile yakın ilgisi malûm olup Sultan Hâmid’den Ermenilerin intikamım almak için heyete sokuşturulmuştur. Arif Hikmet Paşa sonraki yıllarda karanlık siyasi hayatı olan bir denizcidir.”
Mülkiye, hukuk, fen-edebiyat, güzel sanatlar, mühendislik, yüksek öğretmen, maliye, ticaret ve ziraat mekteplerini kuran Abdülhâmid Han’dır. “Ticaret-i Bahriyye, Orman ve Maadin, Dilsiz ve Â’mâ mektepleriyle Dârül muallimat ve Kız Sanayi mektepleri de onundur. Ve Liseler, Ortaokullar, Rüşdiyyeler, İlkokullar… Müzeler, kütüphaneler, tıp okulları, hastaneler sevap hanesini kabartan önemli icraatlarındandır. Çoğunun parasını Hazine-i Hassa’dan (özel hazine) ödediği hayır eserlerinin arasında Dar’ül aceze ve daha pek çoğu…
Padişahlığı bıraktırılmış Abdülhâmid Han’a, bir tek arzusu vardır güç sahiplerinden “İhtiyar ömrümü vatanımda tamamlayım, Yıldız Sarayı’na yerleşeyim” diyor amma, ne mümkün ki kabul oluna!
Sultan Abdülhâmid, dört kadın Efendisi, oğulları Şehzade Abdurrahim ve Abid Efendiler, kızları Şadiye, Ayşe ve Rabia sultanlarla diğer yalanlan yanında olduğu halde Selânik’e gidecek. Maiyet efradıyla beraber tam 38 kişi (27–28 Nisan gecesi) Sirkeci’den trene bindiler.
28 Nisan Çarşamba akşamı Selânik’e vardılar. İtalyan generali Rabilant Paşa’nın boşalttığı Alâtini Köşkü’nün önünde ilgililer tarafından karşılandılar. Aile halkı köşke çıkarlarken yatsı ezanı okunuyordu. Abdülhâmid Han “Aziz Allah, celle şânuhu” deyip, günlerini marangozluk ve tenekecilikle geçireceği köşke girdi.
Sultan Abdülhâmid’in muhafazasına memur olan Fethi Okyar, Alâtini Köşkü’nde geçen günleri hatıratında anlatırken, Sabık Hakan’ın kızlarıyla nişanlı olan paşazadelerin vefasızlıklarını, nişanları bozmalarını, eski pâdişâhın ızdırapla karşıladığını yazıyor. “Düşenin dostu olmaz” amma bu kadar seviyesizlik de zor bulunur doğrusu!
Sürgün hayatı üç buçuk seneyi doldurmuş, dünya ahvâlin, gazete ve mecmua okuması yasaklanan sabık Hakan takip edemiyordu. Balkan Harbi başlamıştı. Selânik’in de elden çıkacağı ihtimali üzerine Abdülhâmid Han’ı İstanbul’a döndürmek için harekete geçilmiş, yanına bir heyet gönderilmişti. Yanına gelip durumu anlatanlardan savaşı öğrenen eski Pâdişâh hayret eder. Balkanlar da Türkiye’ye karşı bir ittifak meydana gelmiş ve savaş çıkarmışlar. 33 sene nasıl maharetle idare etmişti koca Sultan; nasıl biribirine düşürüp, kendi aralarında dövüştürmüştü! “Kiliseler meselesini hallettiniz mi?” diye sormuş ve halledildiği söylenince ittifakı tabii bulmuş…
Selanik’ten ayrılmayı istememiş, tehlikeden bahsedilince de: “Bende elime bir silah alır askerle beraber savaşırım. Ölürsem şehid olurum; ben zâten ölmüş bir adamım!” demiş ve bir aralık da: “Allah bu hallere sebeb olanları Kahhar ismiyle kadreylesin. Şimdi devlet ne hâle geldi?” diye 33 sene muhafaza ve idare ettiği imparatorluğun üç dört sene içinde uğradığı ve uğratıldığı feci akıbetten şikâyet etmiştir.”
Sultan ısrarlar üzerine Selanik’ten ayrılıp İstanbul’a gelir. Beylerbeyi Sarayına yerleşir. “5 sene 3 ay 9 gününü burada geçirir. Hastalanır, ölmek üzeredir. Devletin acıklı haline yanmaktadır. Birinci Cihan Harbi sürüp giderken, malûmatından istifade etmeyi düşünenler çıkar. Bunlar, daha önce ipini çeken İttihadcılardır! İ.H. Danişmend, dinlediği bir hatırayı naklediyor ki, ilginçtir, aynen alıyoruz.
“Talât ve Enver Paşalar İshak Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na göndermişlerdir. O zamanki tabiriyle ‘Hakan-ı Sâbık’ın verdiği cevap aynen şöyledir:
“Bu vaziyette artık benim verebileceğim hiçbir fikir ve tavsiye edebileceğim hiçbir tedbir kalmamıştır. Çünkü bu zavallı devlet harb-i umûmiye sürüklendiği gün mürkarız olmuştur! Sizi bana gönderenler o çılgınlığı irtikab etmeden evvel göndermeliydiler. Bütün dünya denizlerine hâkim olan devletlere karşı Almanya ve Avusturya gibi kara hudutlan içinde mahpus yaşayan iki devletle karadan ateşe atılmak, tarihin kaydettiği en büyük hamakattır.”
“Daha başka kimselere de bu mealde sözler söylediğini zeki ve münevver kızı Ayşe Sultan’dan işitmiştim.” diyor, İsmail Hami Bey.
Kimi insan yaşarken, kimi de ölünce anlaşılıyor. Sultan Hâmid’le ilgili hatıratlar, sağlığında sevmeyen insanların, onu, öldükten sonra anlayabildiğini gösteriyor. Refî Cevad Ulunay’dan nakledeceğimiz şu tespite dikkat ediniz:
“Eski nazırlardan merhum Dâmad Şerif Paşa’dan dinlediğim şu vakayı anlatıyım” diyor üstad ve anlatıyor…
“İstanbul’da İngiltere sefiri bulunan ve yine İstanbul’da vefat eden Sir Nikola Okonor, bir gün Umumi Teşrifat Nazırı Galib Paşa ile Boğaz’daki Yazlık Sefarethaneye giderken, çatana Beşiktaş’tan geçtiği sırada sefir, Yıldızı göstererek sormuş:
— Paşa burada kim oturuyor? Galib Paşa:
— Aman Ekselans, burada kimin ikâmet buyurduğunu bilmiyor musunuz?
— Rica ederim, söyleyiniz, bunu sizin ağzınızdan işitmek istiyorum.
— Buraya Şevketmaâb efendimiz şeref veriyorlar.
Sir Nikola Okonor:
— “Bu zatın, daha uzun seneler yaşamasını ve hükümdar olarak kalmasını temenni edelim, demiş. Çünkü bu adam olmazsa dünya birbirine girer ve umumi harp olur.” Nitekim oldu da.
1918, 10 Şubat Pazar günü vefat eden Abdülhâmid Han’ın muhteşem cenaze töreni, “bizi bırakıp nereye gidiyorsun” diyenlerin gözyaşları arasında Sultan Mahmud türbesine defnedilmiştir.
Birkaç gün sonra açılan özel eşyalarının arasında ehemmiyetsiz bir şey dikkati çekmiş. Bu şey, Sultan Hâmid’in, ömür boyu boynunda taşıdığı üç köşeli gümüş bir muhafaza içindeki muskadır. Muhafaza açılır, içinden mavi bir kâğıt çıkar. Kâğıdın bir yüzünde kırmızı mürekkeple şöyle bir sual yazılıymış:
— İyi adam nasıl olur?
Bu sualin altında iyi adamın bütün klasik tarifleri sıralanmış; mukabil sahifesindeki:
— Fena adam nasıl olur?
Sualinin altında da müthiş bir zâlim tasvir ediliyormuş! Bu iki sahife Sultan Hâmid’in kendi el yazısıyla yazılmış ve hattâ bazı silikler bile varmış. Üfürüklere, büyülere, efsunlara mu’tekıd ve hattâ mübtelâ zannedilen zavallı İkinci Abdülhâmid’in meşhur muskası işte böyle bir muskaymış! -Eğer Fatih, Yavuz ve Kanunî 15’inci ve 16’ncı asırlarda gelmeyip de Sultan Hâmid’in zamanında gelmiş olsalardı, ne yapabilirlerdi? Bu büyük pâdişâhın şahsiyetini tespit etmek isteyenler için böyle bir sualin cevabını çok iyi düşünmek gerektir. Her halde tarih İkinci Abdülhâmid’i daima hürmet ve rahmetle yâd edecektir.
Yılmaz Öztuna, İkinci Abdülhâmid’in servetiyle ilgili çok önemli bilgiler vermektedir. “Yağmadan kurtulan mücevherlerden 578 parçanın namuslu Türk subaylarının eline geçtiği, bilâhare bankalardaki paralarının ve tahvillerinin alındığı, Sultan Hâmid’e bir şey bırakılmadığı” anlatıldıktan sonra, “Bu suretle hanedanın serveti bir hayli sarsıldı ve çok geçmeden devletin fatihlerinin ve kurucularının torunları olan şehzade ve sultanlar, birer ikişer müşkil durumlarda kalmaya başladılar. Osmanoğulları hiçbir sakıt hanedanın başına gelmediği derecede sıkıntılar çekerek günümüze geldiler.”
Fethi Okyar, Selanik’te devamlı Abdülhâmid Han’ın yanında bulunmuştur ve devlet sıkıntıya düştüğünde, servetini orduya bağışlayan Pâdişâhı takdirle anlatmaktadır…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.