Bitmeyen Senfoni!

Osmanlı Tarihi anlatılırken, alakası olmadığı halde yukarıdaki başlığın kullanılması münasebetsiz düşmüştür. Hiç bitmeyen mesele yahut doğrudan Girit meselesi denebilirdi. Fakat dünyanın bildiği bir musiki adım meselenin verdiği bıkkınlıktan, inadına kullandım!
18 Şubat 1869. Bugün 41 gün süren müzâkereler sona erdi. Alınan kararda-kararlarda dahli olan ülkeler, başta Türkiye olmak üzere Avusturya, İngiltere, Fransa, İtalya, Prusya ve Rusya’dır. (Burada, bilmeyip de merak edenler, unutanlar için not edelim. Prusya Kuzey Almanya’da bir devlet idi. 1935’e kadar adı geldi, sonra Almanya ile karıştı.)
Türkiye ile Yunanistan’ın harbe sürüklenmeleri dünyanın huzurunu kaçıracağı için, bunun önlenmesi düşünülüyordu. Yukarıda anılan devletler bunun için Paris’te toplandılar. Yunanistan’ın yaptığı barışı bozucu davranışlar, burada cezalanmasını doğurdu. Rey kullanmaması şartıyla ancak konferansa iştirakine müsaade edildi. Yunanistan bunu kabul etmediği için, kendi meselesinin görüşülmesinde bulunmadı.
Alınan kararlar Yunanistan’ı uyarıyordu. Girit isyanına müdâhale etme. Çetelerin dağılması için, kaçakçılıkta kullanılan vapurların silahsızlandırılması. En mühimleri bunlardı ve yalnız kalan Yunanistan uyarıları kabullenmek zorundaydı. Silah yardımı kesilen Girit âsileri bundan sonra, kanlı oyunlarına devam edemediler. Girit’te çetecilik bitince iki komşunun münâsebetleri yeniden başladı.

Süveyş Kanalı’nın Açılması

Yavuz Sultan Selim’in ve II. Selim’in niyetlenip de gerçekleştiremedikleri Kanal, Hidiv İsmail Paşa’nın gayreti, biraz da cüreti ile yapılmış oluyordu. Cüret diyoruz, çünkü: İmparator havasına kapılan Hidiv, yabancı devletlerden aşırı miktarda borç almıştı. Kanal için de, ayrıca borçlanıp, sonra da kanalın hisse senetlerini İngilizlere satınca, sonuçta iş, Mısır’ın işgaline kadar varmıştır. Kanalın yabancı devlet büyüklerinin de iştirakiyle açılış tarihi (19 Kasım 1869). Başlangıç tarihi (24 Nisan 1859).
Lütfi Tarihi’nde Bâb-ı Âli’nin de borç içinde yüzdüğü şöyle anlatılıyor: “… Avrupa’da tediyesi meşrut olan istikrar faizleri içün Mâliye Hazinesi tarafından o esnada onbeş milyon Frank istikraz olunmuştur. İstikraz olunan mebâliğin faizleri içün ayrıca istikraz edilmiştir. Demek ki, ilerisi düşünülmemiş ve düşünmesi vazifesi icâbından olanlar dahî ümidsizlikleri neticesinden olacak, devlet faizsiz yaşayamaz itikadı üzerine yaslanıp kalmışlardır.” (Lütfi Tarihi C. XII.sf. 56)
20. Asır sonlarında “Avrupayla Bütünleşme” sözlerine nasıl gelindiğini göstermesi açısından örnek olacak olaylardan biri. Yine, Tarihi Lütfi’den:
“Fransa İmparatoriçesi li-ecli’s-sey-yahe, Dersaadet’e geleceği tahakkuk eyledikte, merâsim-i lâzime-i ihtirâm-kâri cümlesinden olmak üzere Beyoğlu’nda Ma’um Tiyatrosunun vaktinden evvel küşâdı içün iki bin lira i’tâ olunmuştur. (Bak, Demiryolları içün alınan paralar ne yollara dökülüyor) Rum ve Ermeni familyalarından birer madama müşârün-ileyha ma’iyyetinde bulundurmak içün tedârik ettirilmiştir.”

Zaaflardan Biri – Bulgar Kilisesi’nin İstiklâli

İlkbaharda yağan yağmur tabiatta olağanüstü hareketliliğe yol açar. Bunlardan en dikkate şayan olanı yağmur öncesi normal otuyla, ekiniyle görünen tarlanın küçük, beyaz şemsiyeler gibi mantarla dolmasıdır. Okul zili çalınınca talebelerin bahçeye fırlaması nasılsa, mantarların yağmurla beraber başını yeryüzüne uzatması da öyle.
Hep, Fransız İhtilali’yle canlanan milliyetçilik cereyanlarından bahsedilir; bu nasıl bir sihir ise yavaş yavaş her millete, her ırka, soya, kabileye sirayet ediyor. Osmanlı’ya “baba” diyen Balkan milletleri evlatlıktan uzaklaşmayı yeğlerken, sadece Bulgarlar kalmıştı. Onlar da bir şeyler hissetmeye başladı. Millî duygulan kabardı. Bunda, Rusların Panislavizm propagandasının rolü olması gerekir. Başkaldırı, isyan, uyanış yahut başka ad takılsın farketmez. Bulgarlar, Yunanistan’ın Rum piskoposları, papazları Ortodoks mezhebi adına gayret gösterdikçe rahatsızlanıyorlar. Raporların Bulgarları Rumlaştırma faaliyetleri çekilmez hal aldı.
Balkanlarda aynı dinin müminleri kendilerine göre millî özellik kattıkları mezhepler yüzünden anlaşamıyor. “Tuna boylarında, Makedonya’da, Trakya’da ne kadar zamandır iki unsur arasında birtakım vakalar çıkıyordu.”
Bulgar Kilisesi’nin Rum Kilisesi’ne bağlı olması millî gururu zedeliyor. Ayrılık arzusunu daha fazla zaptedemeyen Bulgarlar kendilerini hür kabul edebilmek için kesin karar verdiler. 11 Mart 1870’te o zamana kadar verdikleri mücadelenin semeresini aldılar. Fener Rum Patrikhanesinden ayrılmaları Bab-ı Âli tarafından kabul edildi.
İstanbul Rum Patrikhanesi’nden ayrıldıktan, mezhep işlerinde bağımsız kaldıktan sonra daha rahat harekete başladılar. Bunun diğer aşaması millî istiklâl idi. Bab-ı Âli’nin yayınladığı ferman şöyle:
“Bulgar cemaatine ait bütün mezhep işleri, yeniden kurulan Eksarhane tarafından görülecektir; bu Eksarhane’nin maiyetinde gereği kadar metropolit ve piskopos bulunacaktır. (…) Eksarhane Ortodoks Kilisesi’nin esas kanunlarına uygun olacak, Bulgar rahiplerinin işlerine ve piskoposlarıyla Eksarhın seçimine Rum Patrikhanesi tararından müdahale vukuunda menedecek surette tanzimi mukarrer olan nizamnameye tevilken vazife görecektir. İstanbul Patriği, Ortodoks mezhebi icabınca eksarha tasdikli eminnamesini verecektir. Bulgar Ayini Ruhâniyesinde mezhep kanunlarına saygı gösterilecek ve patriğin ismi zikredilecektir.” (E.Z.K. 7. c. 93. s.)
Şimdiye kadar Rum Patrikhanesi’nin nüfuzu altında bulunan Bulgarlar bağımsız kiliselerine kavuştu. Bu onların dinî meselesi gibi görünse de, arkasından gelecek olan milini istiklallerinin verilmesiydi ve bu Osmanlı Devleti’ni ilgilendiriyordu. Artık Bulgar isyanları bağımsızlıklarını alana kadar baş ağrıtacaktır. Daha önceleri sahneye konan oyunlar, bundan sonra tam netice alınması için oynanacak, Osmanlı Devleti bir kere daha üzerindeki yükün ağırlığım farkedecek.

Beyoğlu Yangını (5 Haziran 1870)

Ateş devletin her tarafını sarmış; bundan ne kadar yerin kurtarılacağı hesaplanırken, merkezde çıkan yangın, mal ve can telef etti. Beyoğlu Valide Çeşmesi Sokağı’ndan etrafa yayılan alev evleri, dükkânları kül ederken, bazı mağaza sahipleri kepenk indirerek yangına “kapalıyız” deyince, içeride diri diri yanarak öldüler. Evlerde ve iş yerlerinde bu yangının aldığı can 150 civarında, kül ettiği bina ise 5000 kadardı.

Âli Paşa’nın Ölümü (7 Eylül 1871 Pazar)

Tanzimat paşaları erken sayılacak yaşlarda gidiyorlar. Reşit Paşa 58’e Fuad Paşa 54’e girdiğinde ölmüşlerdi. Âli Paşa da 57 yaşının içinde dünyaya veda ediyor. Üçünün de aleyhinde lehinde söylenenler çok fazla olmuştur. Âli Paşa’ya son zamanlarında öldürüleceğine dair zaptiye raporları gelmeye başlamıştı. Devletin içinde bulunduğu krizlerin nazik bünyesinin tahammülünü aştığı, bu yüzden hasta düştüğü söylenen Âli Paşa üç ay yatmış. Hastalığında dahi devlet işlerini aksatmamaya itinâ göstermiştir.
Hasta iken, pâdişâhla görüşme lüzumu olduğunda Dolmabahçe sarayına kadar gittiği, ama üst kata çıkamadığı için Sultan Aziz’in onun bulunduğu odaya indiği anlatılır.
Asıl adı Mehmed Emin olan Âli Paşa, attar Ali Rıza Efendi’nin oğludur. 1815’de İstanbul’da dünyaya gelmiştir.
“Tanzimat devrinde yetişen büyük devlet adamlarının sonuncsu olan Âli Paşa’nın ölümü üzerine Osmanlı İmparatorluğu da artık can çekişme devrine girmiştir.” Devletin en üst makamlarında geçen ömrü bittiğinde hiçbir serveti olmayan Âli Paşa, ailesine borçtan başka lekesiz, temiz bir isim bırakmıştır.
Devlete ne kadar tutkun olduğu, bu yolda gerektiğinde pâdişâhı bile rahatsız ettiği, hatta bir gün, gıyabında pâdişâhın “Allah şu adamı başımdan kaldırsın!” dediği; bunu duyan Başmabeyncinin “azledin kurtulun” demesi üzerine de, onu azarlayıp “çık dışarı! senin kadar, bunu bilmiyor muyum, yerine kimi getireceğim” dediğini İ.H. Danişmend anlatıyor. Yine Danişmend’in nakline göre:
“Paşa öldükten sonra pâdişâhın saray erkânından birine:
— Şu kanepeyi görüyor musun! Âli bana pek çok gece bunun üzerinde sabahı ettirmiştir.”
Şu sözler de pâdişâha aittir. Paşa’nın ölüm haberini alınca: “İşte şimdi serbest oldum! Pâdişâh olduğumu şimdi anlamaya başladım!” Benzeri bir söz de daha önce Kanuni’nin dilinden Piri Paşa için söylenmişti. Piri Mehmed Paşa da hem otoriter bir sadrazam idi, hem de yaşlı. Genç Kanunî onun ağırlığı altında eziliyordu. Azl edip, arkasından, “pâdişâh olduğumu yeni anlamaya başladım” demişti.
Âli Paşa’nın fazileti anlatıladursun, bir de onun sevmeyenleri, ölümünü bayram bilenleri vardır. Bunlardan biri Ziya Paşa’dır. Düşmanlığım, sağlığında bitiremez, ölümünde şöyle söyler:

Nâ’şı murdarını seylâba atın
Sürdürürler köpeği öldürene!

Nâmık Kemâl de Ziya Paşa’dan geri kalmaz. Son vazifesini! yerine getirirken,

Bilmem nedir lüzumu vücûd-i habisinin
Dünyayı boynuzun mu tutar hey öküz teres

diyerek kininin derecesini gösterir. Şu bir gerçek ki; sevenleri sevmeyenlerinden çok fazla idi.
Sultan Aziz’in yukarıda geçen sözleri, Ali Paşa yüzünden kanepe üzerinde sabahladığını söylemesi önemli ipucu olsa gerek. Az sonra özel hayatından kısaca bahsedeceğimiz pâdişâh, bu sözleri unutulmadan değerlendirilirse iyi bir fikir sahibi olunur. Bazıları, kadınlara düşkünlüğünden bahsederken çok aşırı gidiyor, haremini anlatanlar (John Freely-E.Z. Karal’dan) “kadınlarının, haremağalarının ve kölelerinin sayısı kısa sürede iki bin beş yüze ulaştı” diyor ve daha kötü şeyler de söylüyor. Çoğu gecelerini bile devlete ait meselelerin müzakeresiyle geçiren bir pâdişâh bunca insanı neylerdi acaba?

Değişik Konular

Birkaç, hatta birçok yüzü olan hayatın devamlı siyâsî yüzüne baktık. Pâdişâhın neler yaptığı, bunca çalkantılı günlerin ona tesirinin ne olduğunu anmadık. Saltanat senelerinin, anılmayan zamanlarının nasıl geçirdiğini hiç seyretmedik. Kızıl alevleri, sinsi yangınları birazcık kenara bırakıp, Sultan Abdülaziz’in yaşayışından bazı fotoğraflar çekelim diyoruz: Kaynağımız John Freely, onun kaynağı E. Ziya Karal: Sultan Aziz saltanatının ilk yıllarında Sarkis Belyanı Belyan’ı Beylerbeyinde ve Çırağan’da saraylar yapmakla görevlendirdi. Birincisi 1868’te ikincisi 1872’de tamamlandı. Bunlann dışında Kâğıthane’de yazlık saray ve Maslak’ta av konağı, şehir dışında sahilde iki villa yaptırdı. Bu senelerde Aksaray’da annesi Pertevniyal Sultan adına başlattığı cami (1871’de) tamamlandı.
Türk musikisini seven pâdişâh, Batı mimari stiline hayrandı. Napolyon’un davetiyle Fransa’ya gittiğinde, ev sahibi güzel kızlarla eğlenmesine gayret göstermiş ise de pâdişâh ilgiye karşılık vermemişti. John Freely diyor ki: Avrupa gezisinden sonra Sultan’ın kadınlara karşı davranışları birden bire değişti. Tahta çıktığında hayatını bir tek eşle devam ettireceğini söylemişti. Avrupa seyahatinden dönüşünde isteği değişti. Kadınlara düşkünlüğü arttı ve mâli yönden müsrif biri oldu. Kâğıthane, Çekmece ve İzmit’te yazlık saraylar yaptırıp buraları pahalı mobilyalarla doldurdu.
İşte, bu ve benzeri meşgalelerle boş zamanı dolmuş gösteriliyor Sultan Aziz’in. Hem de “Osmanlı Sarayı” adlı kitapta. Devletin mâli sıkıntıları düşünülerek, pâdişâhın yaptırdığı saraylar, kasırlar göze batabilirse de bunu kendi tahsisatından harcadığı paralardan yaptığını unutmayalım. Yani onun da özel bütçesi vardı ve bunun bir kısmım da silaha harcamıştı. Kalan malı mülkü yok. Yapılan saray, köşk, yalı vs. sonraki pâdişâha devroluyor. Yani, Sultan Aziz harcama yönüyle eleştiriye kaynak olamaz gibi görünüyor.
Bir devlet geleneği ve bunun için de mevkiine göre herkesin geliri, ona göre harcama şekli vardı. Eğer, bir sadrâzamın İstanbul’u satın alacak kadar zengin olduğu günlerden geldiğimizi hatırlarsak, bir de Fransa’da Napolyonlar, Luiler, İngiltere’de, Viktoryaları, hatta ve hatta valimiz Mehmed Ali ve ahfadı şöyle bir göz önüne getirilse Sultan Aziz’in bir lokma, bir hırka ya talim ettiğini sanırız.
Sadrâzamlar pâdişâhın talimatıyla iş yaparlarken, ihtiyaç duyulan yeni müesseselerin açılmasına gayret gösterdiler. Devlet şurasının kurulması, vilayetlerinin teşkili Abdülaziz zamanında oldu. Adalet müessesesinde değişiklikler, Nizamiye mahkemeleri aynı senelerde kuruldu. Yeni kanunlar yapıldı; Mecelle hazırlandı. Deniz ve Kara ordularının güçlendirilmesi için yapılan çalışmalar had safhaya vardı. Askeri okulların ıslahı cihetine gidildi.
Eğitim alanında yapılan çalışmalar başlı başına bir büyük meşgale idi. İlköğretimde ıslahat, ortaokullar, liseler açıldı. Galatasaray Sultanisi (lisesi) 1868’de açıldı. Darülfünun (yani üniversite) 1870’de açıldı. Meslek okulları, lisan okulu, tıbbiye, mülkiye, öğretmen okulu (kızlar için) Sultan Aziz döneminin mahsulleriydi. Akla gelebilen her türlü okulun açılması bu devrin önemli hizmetlerinden sayılır.

Posta Pulu

Postanelerin açılması II. Mahmut dönemi hizmetleri arasındaydı. Fakat ücretler paket yahut zarfın üzerine konan işaretlere göre ödeniyor, bu da yolsuzluklara sebebiyet veriyordu. 1862’de posta pulu kullanılmaya başlandı.
Daha çok Avrupa’da görülüp, Türki¬e’ye uyarlanan yeniliklerle, önce bilinmeyen nice şeyler Sultan Aziz’in saltanatında öğrenildi. Birer birer saymakla bitmez.

Mahmut Nedim Paşa’nın Sadareti (8 Eylül 1871)

Mahmut Nedim Paşa 8 Eylül’de Sadâret mührünün sahibi oldu. Gürcü Mahmut Nedim’in ahlâkî zaafları olduğu, iktidara gelmek için ahlâki olmayan usûllerle pâdişâhın gözüne girmeye çalıştığı söyleniyor. Sultan Aziz’i israfa teşvik edişi nasıl lanetlenirse, Rusya’ya yakınlığı da o derece sevilmez. Tanzimat paşalarının devleti ayakta tutabilmek için getirdikleri düzenin bozulması için elinden geleni yapan, Rus sefirinin talimatıyla iş gördüğü iddia edilen paşaya bir de isim takılır “Nedimof”. Bu “Nedimof’un kötülüğü sayesindedir ki, Âli Paşa’nın kıymetini anlayan Nâmık Kemâl, “Ali Paşa’nın ruhundan af dilemiştir.”
Mahmud Nedim Paşa’nın sadâreti ile pâdişâhın rahata kavuştuğu, padişahlığın tadına vardığı söylenir. En son Âli Paşa’dan devamlı devlet idaresiyle ilgili sıkıştırmalara muhatap olan Sultan Aziz, Nedimof’un “Efendimiz siz bir pâdişâhı müstebitsiniz (istiklâl sahibi mânâsına) her emr i fermanınızı icraya muktedirsiniz” gibi sözleriyle, dağıtılan yetkileri kendi eline alması teşvik edilmiş, bu da padişahın hoşuna gitmiştir.
Âli ve Fuad Paşalar Reşid Paşa’nın yetiştirdiği devlet adamları idiler ve her ikisi de hocalarının yolunda yürümüşlerdi. Adliye Nazırı Şirvanızâde Mehmed Rüşdi ile Serasker Hüseyin Avni Paşa da Âli Paşa’nın yetiştirdikleridir. Nedim Paşa, onların vazifeden uzaklaştırılmasını sağlamış ve memleketlerine sürgün ettirmiştir. İş bunlarla da bitmeyip, devlet erkânından diğer Tanzimatçılar da yerlerinden olmuşlar, Nedimof’un önünde, ayağına takılacak engel kalmamıştır.
“Tabii bu vaziyet bütün bir devrin tasfiyesi ve hükümetin Tanzimata bilfiil nihayet vererek inhitat mutlakiyyetine doğru irticai demektir.” “Sultan Aziz iyi vezirler elinde çok iyi bir pâdişâh olduktan sonra şaşılığından dolayı “Kör Mahmud Nedim” ve Rus tarafdarlığından dolayı “Nedimof” isimleriyle de anılan Gürcü Mahmud Nedim gibi değersiz ve haris adamların elinde fena bir istihaleye uğrayıp müstebid kesilmiştir.”
“Tanzimat edipleri Âli Paşa’nın hayatında, şair olan Mahmud Nedim Paşa’yı tutuyorlardı. Az zamanda yani sadrâzamın mâhiyeti ortaya çıkınca, bu defa, kendileri bizzat iktidara gelinceye kadar, Midhat Paşa’yı tutmaya karar verdiler.”
Tarihçiler ittifakla Mahmud Nedim Paşa’nın yaramazlığından bahis ederlerken Reşid Paşa’nın söylediği şu söz de zevkle tekrarlanıyordu:
“Bizim Mahmud Nedim Bey cıvık sabuna benzer, ne onunla el yıkanır ne de çamaşıra gelir.”
Mahmud Nedim Paşa’nın iktidarında “asayiş bozuldu. İrtikâb ve rüşvet görülmemiş bir şekilde aldı yürüdü. Pâdişâha olan itimadı da sarstı, tanzimâtı hayriyyeden beri bu türlü hal görülmemişti.”
Devletin yıldızı gittikçe matlaşmakta, sönmeye yüz tutmaktadır. Denenen yolların hiçbiri selamete yaklaşmıyor, devamlı, giden günler aranır oluyordu. Yabancı devletlerin dostluklarından meded umulan yıllar yaşanıyor. Paşa Hazretlerinin kimi İngiltere’ye, kimi Fransa’ya yaslanarak rahat edileceğini düşünüyordu. Nedimof ise Rusya’nın dostluğu ile huzur bulacağımız kanaatinde idi. “Mahmud H.’nin, oğullarına: “Rusya ile katiyen harbe girmeyin. Çarla dost kalın ve barış içinde yaşayın: Çünkü herhangi bir devlet bize ateş ettiği vakit birçok kurşunları isabet etmez. Hâlbuki Rusya ateş edince bütün kurşunlar imparatorluğumuza isabet eder” nasihatine dayandığını iddia ederek “Uzak devletlere dayanmaktan ise, komşu olan bir devlet ile her nasıl olursa olsun uyuşup da hoş geçinmek evlâdır” demekte idi.”
Ünlü Ahmed Cevded Paşa da Mahmud Nedim’den şikâyetçi: Mecelle’nin tamamlanmasına çalıştığı sırada sadrazam olan Nedimofla ilgili serzenişi şöyledir:
— “… Mahmud Paşa’ya mümâşaat ve icrâatma mu’avenet ettim ise de pek na’makûl olan efkârına muhalif reyde bulundum. Muvafakat ve muhalefetim gayet halisane ve bîgarazâne ise de Mahmud Paşa bana gücendi ve hakkımda şübühata düştü. O sırada Bağdad valisi Midhat Paşa dahi ma’kûl olmayan evâmininden nâşi istifa ederek Dersaadete gelmek üzere idi. Mahmud Paşa def-ü ihraç etmek kaydında bulunduğundan bizi dahi ber-vech-i bâlâ (Yukarıda söylendiği gibi) Maraş valiliği ile icâleten İstanbul’dan çıkardı.” (Tezakiri Cevded)
Önce Mahmud Nedim Paşa’yı, sonra da onun vasıtasıyla Sultan Aziz’i etkisi altına alan Rusya, bütün isteklerini kabul ettirir hâle gelmiş. Elçi İgnatiyef sadrâzama ve pâdişâha akıl hocalığı ile memur tayinlerini bile istediği gibi yaptırır olmuştu. Bu hâl halkın da huzursuzluğunu artırmış, Avrupa bile Türklerden soğumaya başlamıştı. “Bu durum karşısında Abdülaziz istemeye istemeye Mahmud Nedim’i azletti.” (31 Temmuz 1872).

Midhat Paşa’nın Sadareti (30–31 Temmuz 1872)

Pâdişâh, Mahmut Nedim’den sonra mührünü, valiliklerde çok başarılı olduğu bilinen ve en son Bağdad valiliğinden istifa ederek İstanbul’a gelen Midhad Paşa’ya verir. Her ne kadar iyi vali deniyor ise de, sicili pek sağlam görünmez Midhat Paşa’nın. Yaptığı icraatlarla kazandığı aferinleri hazmedemeyip serkeşliğe başlamış ve bu yüzden İstanbul’dan uzak tutulmaya çalışılmıştı. İstifa ile İstanbul’a dönüşü de, göz koyduğu sadarete bir yol bulmak içindi; denir. Mahmut Nedim Paşa onu hemen Edirne valiliğine tayin ettirmek ister fakat Midhat Paşa oyunu daha iyi oynar, padişahın gönlünü kendi lehine çeler ve azil ile tayin işi istediği gibi neticelenir.
Midhat Paşa ilk günlerinde Mahmut Nedim’i sevmeyenlerce iyi karşılanırsa da, icraata başlayınca memnuniyetler kaybolur. Hakkında hoş olmayan şeyler söylenir. Bunlardan birisi pâdişâha karşı laubali tavrı; diğeri parayla ilgili dürüst olmayan bir davranışı. Şöyle ki:
Midhat Paşa Avrupa’dan borç alınan paralardan bile istifade yoluna gitmeye başlamıştır. Ve Cevdet Paşa’ya göre işin sonunu düşünmeyen bir zat olan Midhat Paşa nihayet pâdişâhın gözünden düşüp 19 Ekim 1872’de azledilmiştir. Bu Paşa’nın birinci sadâretidir ve 2 ay, 19 gün sürmüştür.
Midhat Paşa valiliklerde başarılıydı. Yapışkan boyalı bir bitki gibi vilâyetlerde dursaydı faydalı işler yapıyordu. Onu oradan koparıp alınca tutanın eline yapıştı, kirini çıkaracak sabun bulunamıyor. Âdeta böyle ama bunu daha çok ikinci sadâretinde göreceğiz. Biz Midhat Paşa hakkında yazılmış olan hicviyeyi, ikinci sadâretini beklemeden takdir etmek istedik. Şiirin yazarı Kaniçeli Kâzım Paşa. Tanzimatçıları sevmeyişi, dolayısıyla onları hicvedişi Paşa’lığından meşhur olmuştur. Şimdi Paşa olarak varlığı bir şey ifade etmeyen Kaniçeli’nin Midhat Paşa için yazdığına bakalım:

Sahavetde giderdi hâmei divâne derlerdi
Görenler derdi işte geldi Ruhî-i menhusun oğlanı
Olup memur sonra Şam’a Kurbî nâm bir kâtib
Tutardı bister-i kurbiyetinde subha dek ani
Kemali ucb ile dermiş teres ayanı yanında
Biraz da âl-i Midhat eylesin halka hükümranı
Şeriat düşmeni, millet mühini, devletin hasmı
Şekûsent nıenbâı bağyin esâsı, mefsedet kâ’nî
Vücûdı hükûm-ı istibdada kaanûn-ı esasidir
Şeyâtin iştirak eylerdi ondan zulm-i udvâni
Hulâsa kasden ihanet eyledi me’lûn
Ne hizmetde bulunmuşsa bât-takdîri
Rabbani Diyâr-ı ecnebide can verip fart-ı mezelletle
Mekân etsin sarây-ı âsûmânî durdukça nirânî

Kâzım Paşa bu kadarla doymamış, devam etmiş.

Oturtup birtakım emelleri insan makamında
Ne varsa onlara tefhim edüp fikr-ü meramında
Sövermiş devlet-i dine mecûsi her kelâmında
Hususa vali-i Bağdad iken selman namında
Bulup kendi gibi bir kel yehüd-i turfa iz’ânî
Usûl-i istihzayı ta’mid etmiş ettirmiş
Mason âyinini tencih-ü tes’id etmiş ettirmiş
Yehûdî ihtiraz ettikçe tehdid etmiş ettirmiş
O kelb-i bî şuûre hazreti mahbûb-ı Yezdânî
İşitmiştik bilenler aslını cingâne derlerdi
Nasıl nâm aldı çikdı ansızın meydâne derlerdi
Sabâvetde giderdi hâme-i divâne derlerdi
Görenler derdi işde geldi Ruhî-i menhusun eğleni
Diriğ etmezdi asla kim olsa vasilna tâlib
Semahatı görürdü cümle-i namusuna gâlib
Biraz müddet ve lâkin olmamıştı kimseler sahib
Olup me’mun sonra Şam’e Kurbî nâm kâtib
Tutardı bister-i kurbiyetinde sübhadek ânî
Karib oldu gehi Kurbî’ye peh Ruhî’ye zîr oldu
Gehi gaybetti zevki kâr-ü kir-i gussa gir oldu
Bu surette taayyün ederek âhir vezir oldu

Rezâletde nala fersah be fersah geçse şeytanî
bulunca kendine benzer mecûs-âyîn bir gümrâh
Beraber zem edermiş resm-i islâmiyeti her gâh
Çıkardı kişver-i İslam’dan âhır Resulullah
Anı tard etti sanman hazret-i Abdülhâmid Hâni

Dozunu kaçırmış Paşa. Pes yani. Bu kadar da olmaz, diyor insan. Gerçekten Midhat Paşa böyle biri miydi? Midhat Paşa iyi olmayabilir ama bu denli kötü de değildi. Son zamanlarında bolca Kur’an okurdu ve hacı olmayı isterdi.
Midhat Paşa’dan sonra, Mütercim Rüşdi Paşa’nın üçüncü sadrazamlığı başlar; ancak, o da fazla duramaz. 3 ay, 27 gün sonra, 15 Şubat 1873’de azledilir. Sıra sıra dizilir sadrazamlar. Mütercimin azil sebebi; Mahmut Paşa’nın bitirdiği itibarı, Bab-ı Âli’ye kazandırmaya çalışması olarak gösterilir. Tezakir’de, Cevdet Paşa; “Rüşdü Paşa’nın vak’u vekaan mabeyn-i hümâyun halkına ağır geldi. Hafi-fü’1-ma’ûne bir sadrâzam arandı” demektedir. Hafifü’l ma’une mi değil mi? Ama Sakızlı biri gelmiş sadârete. Sakızlı Ahmed Esad Paşa da ancak 1 ay, 28 gün kalır. Çok kısa süren sadrazamlığını çekemeyenler var imiş, hem de pâdişâha içten içten tuzak kuranlar, pâdişâhı ikna ederek bu azli gerçekleştirmişler. Bunlar: Hüseyin Avni, Şirvânizâde Rüşdi ve Midhat Paşalar. İleride adları çokça geçecek…
Şirvânizâde Mehmed Rüşdi Paşa devralır mührü ve 9 ay 29 gün hükmünü yürütür. Cevded Paşa diyor ki, “Midhat Paşa ile Avni Paşa yekdiğerinin hasm-ı cam iken bu kerre şir ü şeker gibi imtizaç eylediklerine de bir mânâ veremiyordum ve Avni Paşa mâliye nâzırı Sadık Paşa’dan müteneffir iken ol esnada yekdiğerinin yân gaar ve mahremi esrarı olduklarını görüp te’accüp ediyordum. Meğerki efkâr başka imiş. İş içinde iş var imiş. Bunlar Sultan Abdülaziz Han Hazretlerini hal etmeğe ittifak etmişler ve Şirvânizâde’nin makaam-ı sadârete getirilmesi bunun için olup Sadık Paşa dahî anınla Avni Paşa arasında miyancı imiş. Şirvânizâde ise gayet mütereddit ve mütelevvin bir âdem olduğundan o mukavele ile makaamı sadârete geldikten sonra ol hatarlı işin müzâkeresine giriştiklerinde Avni Paşa tarafından dermiyân olunan teşebbüsâtın her birine bir özür ve bahane bulduğunu ve Kâmil Paşa’nın nabzını yokladıklarında “Ben tâc-u tahta karşı bahse girişemem” demiş olduğuna mebaî mes’ele keşa keşe dönmüş…”
Cevdet Paşa tafsilatıyla verdiği; paşaların birleşip toplantılar yapmaları, padişahı hal için yollar aramaları, Şirvânizâde’nin çekingenliği, diğerlerine uyarak Şehzade Muradı Tahta çıkarmaya taraftar görünmemesi v.s. Hüseyin Avni Paşa’nın padişaha, sadrazamın “Murad Efendiye mütemayil olduğundan, kanun-ı esası taraftarlığından bahsetmesi ve hal’e teşebbüs edeceği” Şirvânizâdenin vâdesinin dolmasına yetmiş.

Hüseyin Avni Paşa’nın Sadâreti (15 Şubat 1874)

15 Şubat 1874’de azledilen Rüşdi Paşa’nın halefi Hüseyin Avni Paşa’dır. Hasmını harcayıp, pâdişâhın da gözüne girmeyi başaran Paşa, pâdişâhın kuyusunu kazmak üzere mührü koynuna yerleştirmişti. “Seraskerlik dahi anın uhdesinde kaldı. Sultan Abdülaziz Han Hazretleri kendisini asıl fesad başı olan Avni Paşa’ya teslim etmiş oldu.” (Tezakiri Cevdet)
Cevded Paşa Hüseyin Avni Paşa’yı hiç sevmez. Mizâcen uyuşamamak mı, yoksa paşanın gerçek fesatlığından mı bilemeyiz. Şu sözlerde Cevdet Paşa’nın Tezakiri’nden alınmadır. Kısaltarak veriyoruz.
Sadrâzam Avni Paşa, Cevded Paşa’yı Yanya vilayetine gönderecek. Mevsim kış olduğundan Cevdet Paşa çoluk çocukla bu zahmetli yolculuğu hiç istemez. Çoluk çocuğundan ayrılmayı da arzu etmemektedir. Paşa, Paşa’nın konağına varıp, görüştüğünde, Avni Paşa sorar:
“Çocukları birlikte götürecek misin?”
“Götürmek isterim lâkin mevsim müsâid değil.”
“Sakın götürme. Senin orada me’mûriyetin üç ay kadardır.
Nihayet üç buçuk ay sonra buraya celb olunursun.”
“Pek âlâ”
Aralarında geçen bu kısa konuşmaya Cevdet Paşa yorum getirirken “Pek âlâ” dedim amma, diyor. Bu sözüne hiç mânâ veremedim. Meğer Bâbıâlide vücudumuz kendisince mülezem olduğu halde bu kerre Sultan Abdülaziz Han Hazretlerini hal etmeye karar verip bu hususta ise fakire emniyeti olmadığından ve üç ay zarfında rekiz-i zamiri olan cinayetin icrası kendisince mukarrer olduğundan muvakkaten bizi Yanya’ya def etmiş ve muzmir-i zamirini icra ettikten sonra bizi yine İstanbul’a getirecek imiş. Bunların olduğunu Sultan Abdülaziz Han’ın hallinden sonra kendi lisanından işittim.”
Sultan Abdülaziz koynunda yılan beslemeye devam edecek; çaresiz, kaderini yaşayacaktı. Lâkin kader saatinin hangi zamana kurulduğunu Hüseyin Avni Paşa da bilmiyordu. Onun dediği gibi üç aylık iş değildi; biraz daha beklenecekti!
Avni Paşa Şirvânizâde’yi önce Halep valiliğine, sonra Hicaz valiliğine gönderdi. “Bununla da yetinmeyerek 23 Eylül 1874’te Taif’te zehirleterek öldürttü.” Esad Paşa’yı da İstanbul’dan uzaklaştıran sadrâzam, kendi kanaatinde olan, Midhat Paşa’yı adliye nazırlığına getirerek hedefine biraz daha yaklaşmış oldu:

Hersek’te İsyan (13 Nisan 1875)

Devamlı Bosna’yla beraber anılagelmiştir. “Bosna-Hersek” dendiği zaman, sanki iki isim bir yeri ifade ediyordu. Bosna vilayet, Hersek sancak, coğrafî durum olarak Hersek Bosna’mn güneybatısında. “Bosna – Hersek bir taraftan Sırbistan, diğer taraftan da Karadağ gibi iki İslâv memleketine bitişikti. Avusturya’nın Dalmaçya ve Hırvatistan eyâletlerine de komşu bulunuyordu.”
Bu durumdan anlaşılan o ki, hem yakın komşularının hem de Rusya’nın İslav propagandaları için uygundu.
Bosna ve Hersek o zamana göre çok kalabalık sayılan 1.200.000 nüfusa sahipti. Yarıdan fazlası Ortodoks ve Katolik Hıristiyan, daha azı Müslümandı. Daha az nüfusa sahip Müslümanlar, Hıristiyanlara göre zengin sayılırdı. Arazi sahipliğinde geri kalmış olan Hıristiyanlar yarıcılık yapıyorlar, geçim sıkıntısı çekiyorlar, vergilerini veremiyorlardı. İlgililer (mültezimler) “âşâr” denen mahsûl vergisini almaya geldiğinde tatsızlıklar çıkıyordu. Hersek’te isyan ekilmiş, tomurcuk şeklini almış patlayacak olgunluğa yaklaşmıştı.
Avrupa’da Fransız-Alman Savaşı yaşanmış, yorgun düşen Fransa itibardan da düşmüştü. İngiltere özel işlerine kapılmış, dünya siyâsetiyle şimdilik uğraşamıyordu. Meydanda görünen, iddia ve söz sahibi üç ülke var. Rusya, Avusturya ve Almanya. Bunların yöneticileri ki Rusya İmparatoru İkinci Aleksandre, Avusturya İmparatoru Birinci Fransuva ve Almanya İmparatoru Birinci Vilhem’dir. 1875 senesinde bir araya gelen bu zevatın Başvekili, Gorçakof, Andraşi ve Bismark siyâsi ahvali konuşurlarken; Rus Gorçakof’un teklifiyle Şark meselesi görüşüldü. Üzerinde ittifak edilen, konumuzla alakası bulunan mesele şu. Osmanlı tebeası isyana kalkışırsa müdâhale etmeyecekler.
Toprak geliri yüzünden, vergilendirmeden adaletsizliğe uğradıkları iddiasındaki Boşnaklar işi kaba kuvvete götürdüler. Ağaların tarlalarına sahip olmaya çalıştılar. Hersekliler Hıristiyan devletlere Müslümanları şikâyet ettiler.
Hersek’te isyanın başlaması 160 kişinin ağnam vergisi vermemek için Kara¬dağ’a sığınmasıyla meydana çıktı. Karadağ Prensi Osmanlı Devleti’yle muhatap olmaya çekindiği için, İstanbul’daki Rus elçisinden sığınmacıların kurtarılmasını rica etti. Rus elçisi sadrâzama rica etti. Neticede, Hersek’te zaptiyeden kaçan insanlar birer kahraman gibi evlerine döndüler. “Osmanlı da bir şey değilmiş, gözümüzde boşa büyütmüşüz” kanaatine varan Hersekliler isyan bayrağım açtılar.
Müsamaha acizlik alâmeti sayıldığı için, şımaran âsiler kasabalarını (Nevesini) ayaklandırdı. İlk hamlede kasaba müdürünü kaçmaya zorladılar. Jandarma buna manî olmaya çalıştı, birkaç tanesi asîlerce vuruldu.
Bosna Valisi Derviş Paşa isyan karşı¬ında nasıl bir yol takip edeceğini bilmiyordu. Bab-ı Âli’ye sordu; oradan gelecek cevabı bekledi; âsiler zaman içinde cesaret ve taraftar topladı.
Sadârette Esad Paşa bulunuyordu. Ürkek davrandı. “Karadağ tahrik edilmesin, Rusya’ya, müdahale imkânı çıkmasın; olay mahallîdir, kuvvet yerine nasihati dene” Bab-ı Âlinin cevabı bu mealdeydi.
Derviş Paşa Sadrâzam Esad Paşa’nın emrine uydu. Asîlere nasihatçileri gönderdi. Devletin veremeyeceği isteklerde bulundular. Şuna inanmıştılar ki devletin vurma niyeti yok. Rusya’nın ve Avusturya’nın kendi yanlarında olacaklarını da düşünüyorlardı. İsyan sahalarını genişletmek, taraftarlarım artırmak için beyannameler neşreden asîler bir paralo icad ettiler
“Devlet bizi vuramayacak!”
Küçük bir kasaba olan Nevesin’de başlayan isyan, Hersek’in bütününe ve Bosna’nın bazı yerlerine sıçradı. Müslümanlar da mallarını ve canlarım korumak için silaha sarıldı. Yangın her tarafı sardıktan sonra itfaiye geldi. Bâb-ı Âli ateş emri verdi.
Arı kovarıma çomak sokmayı göze alamamak, olayların genişlemesine sebep oldu. İstanbul 4200 yedek kuvvetle işi halletmeyi istedi, olmadı. Suç kumandana bulundu, dört defa kumandan değişti. Sonuncusu -bilahare “Gazi” olan-Ahmed Muhtar Paşa idi.
13 Nisan 1875’te baş gösteren isyan, 20 Ağustos 1875’te Fransa’nın araya girmesiyle durduruldu.

İç Meseleler

Coşkun bir hevesle gelmişti fakat Hüseyin Avni Paşa sadârette istediği kadar kalamadı. Hersek’te çıkan isyanı bastıramaması, maliye işlerini iyi idare edememesi, “Sultan Aziz’den nefret etmesi, kabalığı ve zalimliği, Avni Paşa’yı hükümdarın olduğu gibi, halkın da gözünden düşürmüştü.” Sadâretten azledilen Avni Paşa Aydın valisi oldu. Sonra da “tedavi maksadıyla Avrupa’ya gitti. Londra’da İngiliz nazırları ile Sultan Aziz’in tahttan indirilmesi meselesini görüşmeye cesaret etti. Türlü entrikalar ve rüşvetler ve Sultan Aziz’in inanılmaz gafleti eseri, üçüncü defa serasker (savunma bakanı) oldu.”
Seraskerlik, emeline kavuşması için Avni Paşa’ya verilmiş en büyük imkândı. Çünkü asker kendisine bağlı idi.
Sakızlı Esad Paşa iki sene sonra ikinci defa sadârete geldi. Şartlar karmakarışık hale getirmiştir makamları; kimse geldiği yerde uzun süre duramıyor M. Esad Paşa da Mahmud Nedim Paşa’nın ayak oyunlarıyla devrilir. Oyun şu: Hersek’te isyan devam ediyor, vezir-i âzam çare olamıyor. Nedim Paşa daha önce vezir-i âzam olmuş, başarısızlıkla geçen 2.5 ay sonra azledilmişti. Şûrayı devlet reisliğinde pâdişâha yaranarak, Hersek isyanını bastıracağını iddia eder ve Esad Paşa 4 ay da ikinci turu tamamlamış olur.
Şimdi devir Nedimof’undur. Mühür ondadır. Mahmud Nedim Paşa’nın ikinci sadâretinde görülen en önemli işi “Tenzil i Faiz” kararıdır. Buraya tafsilatını almayacağımız, Y. Öztuna’daki bilgilere göre devletin mâli durumu bugünkü Türkiye’den, şahsî menfaatini düşünen insanlarda bugünkü bazı insanlardan farklı değildi. “Devlet borçlarını 200 milyon altına (bugünkü satın alma gücü aşağı yukarı 80 milyar dolar) yaklaşıyordu.” Devletin bu derece borçlu olması, bazılarını istifade etmekten alıkoymuyordu. Faizlerin düşürülmesi oyunu ile servetini artıranlar olmuştu. Midhat Paşa bunlardan biri, bir diğeri Rusya elçisi (Nedim Paşa’nın sakalını kaptırdığı) İgnatiyef’tir.
Faizlerin düşürülmesi bazılarını zengin ederken, vatandaşların büyük bir bölümünü mağdur etmişti. Fransa ve İngiltere alacaklı oldukları için zarar görmüşlerdi. İngilizlerle Fransızlar Türkiye aleyhine nümayiş yapıyorlar. Türkiye’de insanlar homurdanıyor, ortam iyice geriliyor ve “Bosna-Hersek isyanı günden güne alevlenerek devam ediyordu.” Bütün bu olumsuzlukların üzerine bir de Bulgar isyanı patlak verince (2 Mayıs) işler Arap saçına döndü. Bulgar isyanı binlerce Türkün ve Bulgarın ölümüyle neticelendi. Bulgar isyanının tertipçisinin Rusya olduğu bilinmesine rağmen bir şey yapılamamasından “efkârı amme bozuldu. Ekseri nâs zât-ı şahane aleyhinde nâ beca tefevvühâta cesaret eder oldu. Midhat Paşa ise el altından talebe-i ulûmu Mahmud Paşa aleyhine tahrik etmekte idi.” (Tezakir)
Mahmud Nedim Paşa, Hüseyin Avni Paşa’yı Bursa valiliğine gönderip, Midhat Paşa’yı Adliye Nazırlığı’ndan azledince telâşe başlar. Avni Paşa’nın taraftarları halkı kışkırtmaktan geri kalmazlar. “Rüşdi Paşa dahi gah konağında ve gah yalısında ikamet ile gelip gidenlere hâl-i hazırın ağırlığından bahs ile akıbetin vahim olduğunu tedhîm etmekte, İstanbul’da ihtilâl hadis olacak imiş” yollu erâcif dahi işitilmekte idi.”
Pâdişâh ilk senelerdeki tutumunu değiştirdiği, israfa meyi ettiği için; halkın eski sevgisini kaybetmişti. “…. bazı devletliler bu hallere nazarı teessüf ile bakıp dühûn olmakta iseler de ellerinden bir şey gelmezdi. Hüseyin Avni ve Midhat Paşa’nın plânı işliyordu. Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun pâdişâhı devirmeyi göze almışlardı. Bunların “iktidara gelmeleri icap ediyordu. Midhat Paşa, “tabebe-i ulûm denen medreselerin yüksek sınıf öğrencilerine para dağıtarak, bunlara Bâb-ı Âli de sadrâzama karşı nümayiş yaptırmaya ve Mahmud Nedim Paşa’yı istifa mecburiyetinde bırakmaya girişti. Dağıtılan paranın Veliahd Murad Efendi’den alınmış olması, çok hazindir.”
Yeniçerilerin ihtilâline benzemiyordu. 1000 kadar öğrenci, bir miktar müderris ve biraz da halkın aşağı tabakasından insan katılmıştı gösterilere. Birkaç yere giderek “filanı istemeyiz” “falanı istemeyiz” diye bağrılmış ise de, aslında pek korkunç bir manzara olmadığı anlaşılmaktadır. Cevdet Paşa’nın Tezakirine göre “Mahmud Paşa görevden alınır.
Kunduralarını giymeğe vakit bulamaz. Kendisini idam etmeye gelenlerden kurtulmak için sokak aralarına dalarak izini kaybettirir.”
Sultan Aziz ihtilâlcilere boyun büküp, arzularım yerine getirmek vaadinde bulunmuş, iş çığırından çıkmıştı. Kadroların tayini ihtilâlcilere kalınca o işin sonu nereye varır? Bunun hesabının yapılması gerekirdi!
Rüşdi Paşa sadrâzam, Hasan Hayrullah Efendi Şeyhülislâm, Hüseyin Avni Paşa yine serasker, Kayserili Ahmed Paşa kapdan-ı derya oldular… “Midhat Paşa’yı meclis-i aliyyeye (devlet bakanlığına) getirdiler.”
Sultan Abdülaziz’in parayla tutulup sokağa salınan bir avuç talebe ile ipsiz takımını, gerçekten halkın galeyanı sanarak boyun eğmesini eleştirenler olur. Yeni sadrâzamı huzuruna çağırıp:
“Sizi halk istediğinden memur ettim! demesi de bunun bir işaretidir. Rüşdi Paşa şöyle cevaplar:
“Efendimiz, bizi halk ne bilsin! İntişarı namımız teveccuhâtı şahaneniz semeresidir!
Sonun başlangıcı veya sona bir adım kala her şey hazırlanmıştır. Bu defaki işler, eski devir yeniçeri ayaklanmalarından farklıdır. Ayaklananlar kul kısmının asker takımı değil “Erkân-ı Erbaa” denilen dört kişidir: Bunlar Mütercim Rüşdi Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi. Bu Hayrullah Efendi temsil ettiği makama lâyık olmayan “nankör, seciyesiz ve yobaz”ın biridir. Bununla ilgili pâdişâhın, paşanın tavsiyesiyle şimdi Şeyhülislâm nasbeyledik: Allah vere bir halt etmeseydi” dediği söylenir.
Bazen tedbirsizlik bile mecburiyetten geliyor. Adam kıtlığının yaşandığı bir zamanda etrafına iyi yardımcılar toplayamaması, sadece yöneticinin zaafından değildi. Mevcudun içinden seçeceğine göre, ne yapabilirdi. Senelerce birkaç kişi dama taşı gibi bir burada bir orada görülüyordu. Kaldırıp atılsa yerine konacak adam yoktu! İşte, pâdişâhın “Mütercim Rüşdi Paşa’ya kızdığı bir gün (söylediği söz) “Benim ecdadım bu gibilerin aklıyla hareket etmiş olsaydı, Konya ovasında koyun sürüleriyle çadırda yaşamaktan kurtulamazdık.”
“Kinim dinimdir” diyen Hüseyin Avni Paşa da adam kıtlığından çekilmiyor muydu?
Uzunca bir mevzu olan pâdişâhın hâl edilmesi hazırlığı malûm kişilerce yürütülürken, bazı meseleleri farkeden insanların pâdişâha yaklaşıp, vaziyeti anlatamamaları, alınabilecek tedbirlerin alınmasını önlemiş oluyordu.
İhtilâlciler bütün tedbirleri alıp, hal gününü ve saatini kararlaştırmışlar; hal fetvasını da alınca hemen harekete geçilecekti.
“Anadolu kazaskerlerinden fetva emini Kara Halil Efendinin de bulunduğu bir toplantıda “pâdişâhın mülk ve milleti tahrip ve beytilmâli israf ettiği öne sürülerek hali için fetva meselesi görüşüldü. Kara Halil “bu emri hayra çarşaf kadar bir fetva veririm” deyince, işin şer’î tarafı da sağlama bağlanmış oldu.”

Hal Gecesi (30 Mayıs 1876)

“Cumâde-1 ûlânın yedinci gecesi Mekteb-i harbiyye şagırdanı silahlandırılarak ve akdemce Dersaadete gelmiş olan Suriye Redif taburları ile diğer miktar asker dahi celb olunarak cümlesi Redif Paşa kumandası altında oldukları hâlde sarayı hümâyunu kuşatmışlar ve Dolmabahçe’de saraya karşı toplar ta’biye etmişler ve donanmayı hümâyundan sandallar tertib ile bahreyn dahi sarâyi hümâyunu abluka etmişler ve mekâtib-i askeriyye nazırı Süleyman Paşa, Murad Efendi dairesine varıp anı saraydan ihraç ile vakti fecr de İstanbul tarafına geçirip Bab-ı Ser askeriye götürmüş ve erkenden Namık Paşa ve Şerif Abdülmuttalib Efendi gibi bazı zevad dahi Bab-ı seraskeriye davet olunmuş ve İstanbul’da keyfiyet şâyî olarak herkes Bab-ı seraskeriye gidip icrâyi resmi biate başlamış. Sarayı hümâyun halkı hab-ı gaflete dalmağla bu vukuattan birisinin haberi olmayıp ortalık ağarmaya başlayarak sarayı hümâyunun abluka olduğunu ve Murad Efendi’nin dairesinden götürüldüğünü görüp öğrenmekle beraber süfün-i hümâyun donanıp toplar atılmaya başlayıcak artık iş işten geçmiş olduğunu anlamışlar ve Sultan Abdülaziz Han ile daire-i mahsusası halkı leb-beste-i hayret olup kalmışlar.” (Tezakir-i Cevdet)
Su uyur düşman uyumazı pâdişâh uyur halciler uyumaz olarak çevirebiliriz. Hüseyin Avni Paşa’nın desisesi Sultan Aziz’i, “deprem” gibi gece sabaha karşı sarsmıştı ve pâdişâh uyandığı zaman kulağına, olmaması gereken geliyordu. Uyku sersemi de olsa anlamıştı. “Bunlar cülus toplarıdır” diyerek bütün ataları gibi kadere rıza gösterdi
Sultan Aziz evladı iyâli ile Topkapı Sarayı’na naklolunurlar. Cevded Paşa’nın ifadesine göre, Abdülaziz Han orada çok sıkıldığını yeni pâdişâha yazdığı tezkire ile bildirmiş ve Çırağan Sarayı’nın üst tarafında karakola muttasıl olan bir daireye naklolunmuş. “Garîbdir! Sultan Abdülaziz Han Hazretleri bu daireyi Sultan Murad için yaptırmış idi ki, sair dairelere nisbetle duvarları ziyâde mürtefi ve kale gibi muhkem idi. Meğer kendisine mahbes yaptırmış.”

Ve Ölüm!

Kimine göre intihar, kimine göre cinayet! Aradan yüz küsur sene geçti hâlâ görüşler aynı. Bir taraf cinayet diye birilerini mahkûm etmek isterken, diğer taraf intihar deyip pâdişâhı kötülemeye devam eder. Bir de kötülemeden intihar ettiğini söyleyenler var. Biz bir sürü söylentiyi ve görüşleri bir yana bırakıp Cevded Paşa’ya kulak verelim. Cevded Paşa, önce pâdişâha sitem ediyor. Sarayı abluka eden askere, donanma askerine karşı çıkıp da “Sizi techîz eden benim. Silâhlandıran benim. Birtakım hâinlerin sözüne aldanmayın” deseydi, bu iş buraya gel¬ezdi diyor. Ölümüyle ilgili duyduklarını şöyle anlatır Paşa: Yaşadığı yerin denize nazır ferahlı bir daire olması iyi de, çok fedakarlıkla meydana getirdiği donanmanın ablukası altında yaşamaya tahammül edemiyormuş. Fakat herkes yeni pâdişâha yaranma yarışına girdiği için “Abdülaziz Han’ın dairesine bakılmaz ve hatta desti ve bardak gibi şeyler bile bulunmaz imiş. Bu hâllerden müteessir olarak ölümünü temenni etmeğe başlamış. “Ben bu hakaret altında yaşayamam. Aman bana biraz zehir buluver diye bir cariyeden rica eylemiş. Buna bir çare bulamadığından cumâdel-ûlanın on ikinci günü sabahleyin sanki mutadı üzere sakalını düzeltmek üzere odasında tenha kalmış olduğu halde bir küçük mikrâz ile kollarındaki damarları kesip kanını akıtarak kendisini itlaf ile bu azabı elimden kurtulmuş deyu ilân olundu.”
Cevded Paşa; ilân edilen ölüm haberini böyle aktardıktan sonra işte ekser-i nâsın kavlü itikadı bu idi, diyor. Ve tereddütlerini sıralıyor.
“Lâkin mikraz (makas) ile sol kolunun damarlarını kestikten sonra ol mecruh eliyle sağ kolunun damarlarını dahi kesmesi inanılmaz bir keyfiyet olduğundan bazı nâs Sultan Abdülaziz’in cebren ve gadren katlolunmuş idüğine zâhib olmuş idi.” (Tezakiri Cevded)
Yılmaz Öztuna intihar olma ihtimâlini çok zayıf bulmakta ve kitabında “Sultan Aziz’in katilleri kimlerdir?” başlığını kullanmaktadır. Öztuna, birinci derecede H. Avni Paşa’yı suçlu bulur. Sonra; daha önce adı geçenleri bazı ilave isimlerle sıralar. Avni Paşa’nın şahsiyetini şöyle anlatır Sayın Öztuna:
“Osmanlı tarihinin tanıdığı en tipik manyaklardan olan Hüseyin Avni Paşa, zeki, kültürlü, dil bilen, askerlikte başarılı, disiplinli, otoriter, fakat kötü bir aileden gelme, kompleksli, ırz düşmanı, kumarbaz, hırsız, merhametsiz, zâlim, görülmemiş derecede kindar bir adamdı.” Daha fazlasını söylemeye hacet yok. Bir de Abdülaziz Han için Yılmaz Öztuna ne diyor ona bakalım.
“Sultan Aziz, bestekâr, neyzen, ressam, sportmen, asker, donanma ve silaha ibtilâ derecesinde meraklı, çok mağrur, fakat şahsî muamelelerinde pek nâzik idi. Ancak kızdığı zaman soğukkanlılığını muhafaza edemeyen, dindar, fevkalâde vatansever, heybetli, büyük zekâsının yanında belki gururundan gelen bir saf dillilik taşıyan, ağabeyi (Abdülmecit) gibi müsriflik derecesinde cömert bir hükümdardı.” “Müslüman ve Türk geleneklerini savunuyordu.”
Sultan Aziz’in servetinin büyük kısmı yağma edilmiş, hatta omzuna aldığı şalın altına mücevher sakladığı vehmiyle Sez’erek Kadınefendinin şalı açılmış, kadınefendi şal açılınca yağmur yemiş ve hastalanmıştır.”
Bir ikbâlin sonu böylece gelmiştir. Maalesef bu yol Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir.
Sultan Aziz için söylenen bir türkü:

Seni tahttan indirdiler
Üç çifteye bindirdiler
Topkapıya gönderdiler
Uyan Sultan Aziz uyan
Kan ağlıyor bütün cihan