Sakız Adası’nda İsyan (23 Mart 1822)

Yukarıda söylendiği gibi, rüzgar esiyor, yangın büyüyor. Rumların yaşadığı her yer bu ateşle ısınacak, kimi yerlerde kendileri yanacak. Sakız Adası Anadolu sahillerine yakın, hani bir ayağını sahilde tutan adam ikinci ayağını uzun atsa adaya değecek gibi! Burada isyana kalkışan maceraperestler sayılarının üstünlüğüne güveniyorlardı: “Ada ahâlisinin eli ayağı tutar, 80 bin Hıristiyan reayasına karşı, Müslüman nüfusunun bin kişiden ibaret olması.” ümitlerine mesnet teşkil ediyordu.
Sakız Muhafızı Vâhid Paşa’nın bir isyan çıkacağını duyması, bunu Bâb-ı âliye bildirmesi işe yaramadı. Kale muhkem, İstanbul’daki Sakız tüccarları güvence veriyor ve elde rehineler var. Bu kadar yakın oluşu da düşünülünce isyan çıkacağı haberine inanmak mümkün değil. Bâb-ı âli akıl yolunu kullandığı için bu hükme vardı.
Sakız’lı âsi Rumlar Sisam Adası’ndan gemi ve insan yardımı aldılar. Eli silah tutanlar bir araya geldi, kaleyi top ateşine tuttular. Mudafada bulunan iki bin asker elinden geleni yapıp meydanı âsilere bırakmadı. Arada bir yapılan huruç hareketiyle tepelenen Rum sayısı bir hayli fazla oldu.
Sakız’da yaşanan isyan İstanbul’da duyuldu ve isyanın 18. günü Kaptan-ı Derya Nâsuh Paşa donanmayla adaya geldi. Nasuh Paşa’nın askeri ve kaleden çıkan asker âsilerin üzerine saldırdı. Tepelenen âsilerin halini gören ayaktakiler dağlık bölgelere kaçtı. Yakalanıp esir edilen birçok insandan başka Türklerin eline zengin ganimet geçti.
Özetle: İstiklâl ilanından üç ay sonra Sakız’da çıkan bir isyan Rumlara pahalıya mal olur, onbinlerce Rum’un öldürülüşü dünyanın Hıristiyan kesimini yasa boğar.”Lord Byron ve Viktor Hugo gibi şairler, Beethoven gibi bestekârlar, ressamlar, gazeteciler acıklı eserlerle Sakız İsya’nın bastırılmasını terennüm ederler. Avrupa’da Türklerin barbarlığı üzerine uzun boylu sözler söylenir.” Türklerin o gün gördüğü zulümlere hiçbir taraftan telin gelmiyor da, merhamet pınarları hep başkaları için akıyordu. Bugün de öyle değil mi?
Mora’ya Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın gitmesi istenirse de o oğlu İbrahim Paşa’yı bu işle görevlendirir. 1 Nisan 1824’te İskenderiye’den hareket eden İbrahim Paşa donanması, Rodos’ta Osmanlı donanmasıyla birleşir. Kışı Girit’te geçirir. 18 Mayıs’da Mora’yı âsilerin elinden alır. Bu, suni yollardır, ölüm hastasının aldığı işe yaramaz birkaç nefes gibidir; Yunan bağımsızlığı hedefine ulaşacak, Türk milletinin basma belâ bir devlet teşekkül edecektir.
“Yüksek dağların başında duman eksik olmaz” denir. Padişahlık makam olarak dünyada en yüksek dağ sayılırsa elbette dumanı da kar’ı da eksik olmayacaktır. Bir de senesine denk gelirse eteğinden bile kar eksik olmaz. II. Mahmud, bir zamanlar savaş makinesi olarak namlanan Yeniçerilerin bütün aksamlarının bozulduğu bir zamanda tahta oturmuştu. Yapılan savaşlarda uğranılan kayıplar, düşmanın kuvvetinden ziyade Yeniçerinin isteksiz kılıç sallamasından ileri geliyordu. Sultan Mahmud, daha önceleri çaresine bakmak isteyip de, geri adım atmak zorunda kaldığında, hep münasip zamanı iple çekiyordu. Sultan Mahmud aldığı eğitimle; bulunduğu makamın mesuliyetini idrâk edecek durumdaydı. Vatanını seviyor, milletini seviyor, Allah’ın emirlerine harfiyen uymaya çalışıyordu.
“Dünyanın her şeyi fanidir, nihayet bulur. Ama âhiretin her şeyi ebedidir, nihayet bulmaz. Saadette bulunan saadette, hırmanda bulunan mahkûmiyette ebedidir. Her bir insan kendi ettiğinden sual olunur. Fakat Pâdişâhlar mülkünde ve cemi-i memâlikinde mevcud bulunan edna ve sagîr ve kebir ve nîsa ve ağniya ve fukaranın mecmuundan sual olunur ve hesap olunur. Bunların cümlesi taraf-ı Haktan Pâdişâha emânet olunmuştur.”
“Bu bilgiye göre Padişahlık Allah vergisidir. Pâdişâh yaptıklarından ahirette Allah önünde sorumludur. Adalet kesindir, fakat Allah adaletlidir.”
Tarihçi, II. Mahmud’u bu halet-i ruhiye içerisinde düşünüyor. Öyleyse mesul olduğu milyonlarca insanın selameti için en iyi, en faydalı işleri yapmak Pâdişâhın boynunun borcudur: Bu borcu ödemek için günler gelmekte fakat etrafında kafasına uygun yardımcıları yoktur.
(Biz, bilhassa Yunan-Rum meselesini anlatırken insicamın bozulmamasını istedik. Araya giren, önemsiz saydığımız meseleleri atladık ve sadâret değişikliği hiç mevzu olmadı. Yusuf Ziyâeddin Paşa’dan sonra Laz Ahmed Paşa, sonra Hurşid Paşa, sonra Mehmed Emin Rauf Paşa, sonra Derviş Paşa, sonra Seyyid Ali Paşa, sonra Hacı Salih Paşa, sonra Deli Abdullah Sadârete kavuştu. 1809’dan 1823’e kadar yani, 13–14 senede sekiz defa sadâret değişikliği oldu.)
Ne olursa olsun; tek başına kalsa da hayırlı olacağına inandığı hareketi yapacak, askerden fazla çapulcuya dönen Yeniçerilerden devleti-milleti kurtaracaktı. Onlar, o kadar yoldan çıkmışlardı ki; sivil ahali bile yeryüzünden kalkmaları için dua ediyordu. Buna misal olarak Cevdet tarihinden bir yaşanmış olayı aktaralım:
Gelenekten olan baklava yağmalama gününde yaşlıca bir adam torununu seyire götürmüş. (15 Ramazan Pazar) Oruç yemekle öğünen Yeniçerilerden birkaçı ihtiyarı:
— “Savul herif yol üzerinden, bize güçlük çıkarıyorsun.”
Diye yakasından çekip döverler, söverler ve yere yuvarlarlar. İhtiyar:
“Benim suçum nedir! Bu çocuk torunum, beni seyre götür diye tutturunca getirmiştim. Yoksa böyle mübarek günde camii bırakıp ta Allah’ın gazabına uğrayası bu güruhu görmeyi kim isterdi. İlâhi! Büyük dergâhından dilerim, bu Yeniçeri takımının topunu birden yeryüzünden kaldır, gelecek Ramazana yetiştirme” diye Allah’a sığınıp inkisar etmiş. Bunu Muhasip Sait Efendi duymuş ve anlatmıştı.”
İhtiyarın bedduası ile Yeniçeriliğin hazanı arasında değil bir yıl, iki ay bile yoktur.
İkinci Mahmud’un en önemli işlerinden sayılan Yeniçeri Ocağının tarihe karışması hadisesi, birkaç satırla geçiştirilecek kadar basit değildir; hak ettiği değeri verip, şanına uygun bir bitiş macerası anlatmaya çalışalım.
Kimi tarihçilere (İ.H.D.) göre Osmanlı fütühâtındaki rolü mübalağalarla anlatılan Yeniçerilerin mevcudu on küsur bini geçmemiştir. Daha önceki bölümlerde miktarın çok fazla olduğu görülmüştür. Bunlar da, ne kale kuşatmalarında, ne de meydan savaşlarında önemli bir başarı gösterebilmişlerdir. Pâdişâhın etrafında muhafız ve ihtiyat kuvvetinden başka bir şey olamamışlardır. Fatih’in ilk saltanatında başlayan isyan ve yağmacılıkları Yavuz’un Çaldıran seferinde, pâdişâhın otağına kurşun sıkmayla devam etmiştir. Kanunî devrinde bile hükümeti devirmek için İstanbul’da isyan çıkarıp, yağmacılık etmişlerdir.
Birinci Mahmud “Asâkir-i mualleme = Talimli asker” yetiştirip Yeniçerilerden kurtulmayı denemiş; daha sonra Üçüncü Mustafa denemiş, Birinci Abdulhâmid farklı yollarla bir şeyler yapmaya çalışmış, başarılı olunamamıştı. Üçüncü Selim; büyük bir azimle başladığı yeni ordu teşkili yolunda, hem tahtından hem de canından olmuştu.
İkinci Mahmud ise, bu işin mutlak halli gerektiğine, başka çare kalmadığına inanıyordu. Bu kararın tatbiki kolay değildi. Amma iki yol görünüyordu; bu yollardan biri Yeniçerilerin hayatına, diğeri devletin bekasına gidiyordu. Devlet ağır bastığı için yeni ordu düzenine geçilmeliydi, yeniçeriler iyiyi kötüyü ayırdedemez kimselerdi. Yeni düzene geçilirken kargaşalık çıkarırlardı. Bunun önlenmesi için neler yapılabilir? Önce, biraz yumuşak geçiş denenecekti.
Pâdişâhın emriyle, “Şeyhülislâm Kadı zade Mehmed Tahir Efendi’nin konağında Sadnâzamla erkân ve ulemâdan meydana gelen bir meclis toplanıp, Garp tarzında talim istemiyen ve yalmz “usûli kadime mucibince (eski usule göre) destiye kurşun atmak ve keçeye kılıç çalmak”la iktifa etmek isteyen yeniçerilere rağmen “Talim-i harbin vücûbuna fetva” ve “Eşkinci nâmiyle asâkiri mualleme” teşkiline karar verilmiştir.

Yeniçeri Ocağı’nın İmhası (Vak’ai Hayriyye) (15 Haziran 1826)

Pâdişâh büyük bir işe teşebbüs ediyordu; bunun sonunda belki, pek çok insanın canı yanabilecek, kan su gibi akacaktı. İnsan hayatının harcanacağı bir olayda, kendisini bütün tebânın babası mevkiinde gören Pâdişâhın sırtını Şeyhülislâm fetvasına dayaması şart idi. Bu kolay bir karar olmayacaktı amma, çoğunluğun menfaati için azınlığın zararı göze alınır, bu bir şer’i kural idi. Şeyhülislâm; fetvasını devletin ve Yeniçeri Ocağının temsilcileri huzurunda vermiş, kimseden itiraz sesi çıkmamıştı. Hatta “Vezirler, ulema ve ocağın ileri gelenleri Ağa Kapısında toplanarak verilen kararlar dairesinde çalışılacağını belirten bir yazı imzaladılar.”
Toplantıya katılan kişileri isim isim yazıp, alınan kararlan madde madde sıralamadan özünü anlamaya çalışıyoruz.
İstanbul’da bulunan 51 Yeniçeri ortasından seçilenler 150 şer kişi ile 7.650 asker Eşkinci sınıfını meydana getirecek; bunlar özel talimlerle, yeni harp düzenlerine göre yetiştirilecekti.
Bu Yeniçeri Ocağı’na ve Nizam-ı Cedid’e benzemeyen ayrı bir kuruluş olacaktı. Nitekim öyle oldu. 11 Haziran 1826’da yeni kıyafetleriyle talime başladılar. Talimle beraber fitne kazanı da kaynamaya başladı. Pâdişâh yeniçerilerden emin olmadığı için ihtiyaten Topçu, Humbaracı, Lağımcı ve Tersane Ocakları’nın ileri gelenleri elde edilmiş, diğer tedbirler de keza alınmıştı.
Eşkinci yazılması hususunda devlete yardımcı olanlardan Kethüda Mustafa ve Kürt Yusuf ile başka sözü geçenler, kendi aralarında isyan planlarını görüşüyorlarmış. Çeşitli fikirlerden sonra vardıkları karar:
“Eşkinciler yazılıp çoğalsın, top, tüfek ve savaş araç gereçleri ellerine geçsin sonra ayaklanırız.”
Eğitimin başladığı gün kahvehanelerde “Kâfire benzedik” diye; insanları dinî duygularıyla avlama yarışma giren kötü niyetliler, verdikleri sözde durmayanlardır.
Ayaklanmanın öncülüğünü yapanlardan biri Habib Odabaşıdır. Cevdet Paşa onun için kötü bir “terceme-i hal” özeti veriyor. “Yezitlikle eşit olan 31 cemaatin odabaşısı idi. Yeniçeri zorbaları arasında sözü geçerdi.” Sonra, Habib pâdişâha çok bağlı görünmeye başlamış, iltifatı şahaneye nail olmuş, ihsanlara kavuşmuş. Taşrada bir yerin mubayaacılığı verilince beğenmemiş, Bab-ı Âli’ye gelip, “Oranın geliri azdır daha iyi bir yer isterim, benim haysiyetime burası uymaz” demiş. Göreve başlama zamanı gelince gitmemiş, soranlara “düğünüm var bitince gideceğim” veya “kaanûni engelim var” diyormuş. Yani isyanı bekliyormuş.
Saraya haber gidiyor, asilerden: “Biz bu talimi istemiyoruz. Eski usulümüz, destiye kurşun atmak, keçeye pala çalmaktır. Bu usûle bağlı kalmak istiyoruz. Talim işini kararlaştıranların başları muradımızdır.”
Sarayın cevabı:
“Yeni talim sistemi şeriate uygundur. Ulemânın müsaadesi ile kabul edildi. Devletin menfaati bunu emretmektedir. Buna karşı gelmek devlete isyan etmektir. Âsileri kahretmeye kadiriz, hazırız.”
Öbür taraf zaten hazırdı. İyice gerilmiş bulunan balona bir iğne ucu teması gerekiyordu; bu adamakıllı şişen Yeniçeri balonuna sarayın cevabı iğne tesiri yaptı. “Âsiler kudurdular, kuvvetlerini göstermek için cinayetler işlemeye başladılar.”
Beşiktaş’tan Topkapı Sarayı’na gelen Pâdişâh, Sadrâzam ile diğer devlet erkânına bir konuşma yaptı:
“Tahta çıktığımdan beri vacip olan kanuna uygun hareket borcumu ödemeye çalıştığımı hepiniz biliyorsunuz. Allah’ın vediası -emâneti- olan tebaayı korumak için uğraştığım herkesin bildiği şeydir. Yeniçeriler yine isyan edip taşkınlığa başladı. Eşkiyaca davranışlarına dayanılmaz; ancak kan dökülmesin diye göz yumduktan başka, kendilerine bu kadar para dağıttım. Bu sefer de para bolluğu içinde kendi diledikleri yolda, kânûni emirden yüz çevirdiler. Bu baş kaldırmaları sultana karşı demek değil midir! Bu hainlerin cezalandırılmaları için tedbiriniz nedir? Öldürülüp yok edilmeleri hakkında kanun yolu nedir?”
Ulema cevap verdi:
“İki taifeden biri diğerine karşı ayaklanırsa, Allah’ın emri yerine gelinceye kadar ayaklanan taife ile doğuşunuz.”
Bu Âyet-i Kerîme’yi fetva takip etti. Hazır bulunanlar:
“Kararımız Pâdişâhımız efendimizin uğrunda savaşmak ve ölmektir. Allah büyüktür ve doğruların yardımcısıdır.”
Sadrâzam Pâdişâhtan Sancağı Şerifin çıkarılmasını rica etti. İkinci Mahmud biraz durakladı. Herkes heyecan içindeydi. Bu sırada ulemâdan Kürt Abdurrahman hiddetle söze başladı.
“Bu din ve devletin bekaası muradı ilahi ise, o habisleri mahv ederiz. Değil ise biz de din ve devlet yolunda batıp gideriz. Daha ne olmak ihtimali kaldı?” dedikten sonra elindeki teşbihi öfkeyle yere vurunca ip koptu, teşbih dağıldı. Bu sözler herkesi ağlattı. Sultan Mahmud, yaşlı gözlerle Sancağı Şerifi çıkarıp Sadrâzama verdi.” (T. Cevdet)
Bundan sonrasını biraz da Üstad Necip Fazıl Bey’den dinleyelim. Pâdişâh o kadar coşmuştu ki:
— Et Meydanı’na kadar ben de a¬kerle beraber gideceğim! diye bağırdı.
— Hayır, dediler. Zat-ı Şahaneleri “Hırka-i Saadet” dairesi önünde durup dua ediniz! Askerle gelmek münasip olmaz!
İstanbul’u iki ses kaplamış bulunuyor.
— Yeniçeri olan kazanının yanına gelsin!
— Müslüman olanlar “Sancağı Şerif” altına gelsin!
“Şüphesiz ki, sancak altına koşanlar kazan’a koşanlardan çok fazla…
Medrese talebeleri silahlandılar ve bu defa, umumiyetle birlik oldukları Yeniçeriye karşı hareket ettiler. Bunlar, hocaları yanlarında 3500 kişi kadar heybetle ilerlerken, İstanbul imamları, kadılar, yeşil sarıklı seyyidler de gelip kendilerine katıldılar.”
“Bu esnada isyancılar Sultan Ahmet ve Bâyezid meydanlarında birkaç kişiyi öldürdülerse de hiçbir tesir elde edemediler.”
“Sultan Ahmet Camii devlet tarafından başlatılan hareketin idare yeri… İç cephane açıldı ve silahı olmayana ariyet olarak silah dağıtıldı. “Sancağı Şerif” altında tekbir alınarak doğruca Sultan Ahmet Camiine gidildi ve mukaddes Sancak minbere dikildi. O zamana kadar eski şeyhülislâmların yenisiyle görüşüp bir araya geldikleri olağan işlerden değilken, yeniçerilerin son defa din adamlarına karşı aldıkları hakaret tavrı yüzünden sarmaş dolaş oldular. Sadrâzam camide kaldı. Ağa Hüseyin Paşa ile İzzet Paşa meydanda yerlerini aldılar.”
“Nihayet Sadrâzam tarafından ileri yürüyüş ve taarruz emri… Sekbanlar, topçular, humbaracılar, lağımcılar ve medrese talebeleriyle halk, hep birden harekete geçtiler.”
Bundan sonra Cevdet Paşa’dan faydalanarak yazmaya çalışacağız. “Peygamber Efendimizin Sancağı Şerifini zeamet sahipleri nöbetleşe bekliyorlar, büyük vezirler, ilim adamları ve ayan, minber önünde saf bağlayıp ayakta duruyorlardı. Yeniçerilerin yağmacılıkları, evleri basmaları ve akla gelen ne kadar yaramazlıkları var ise anlatılıp, sonra da, “bunların öldürülmeleri kanuna uygun mudur” diye soruluyordu. Umumi kanaat, hemen öldürülmeleri yönünde olmakla beraber, nasihat yolunun denenmesi şüphelerin dağılması için daha münasip görüldü. Bu görev içinde Ahıskah Dersiam Ahmed Efendi seçildi.”
“Ahmed Efendi, “hiçbir faydası olmaz; ben boşu boşuna ellerine geçerim, yapılacak savaş ta böylece gecikmiş olur” deyince, ondan vazgeçildi. Sadrâzam, Ağa Hüseyin Paşa ve Mehmed Paşaya hücum emri verdi. Onlar da kendi sekbanları, topçu, humbaracı, lağımcı ve kalyoncu askeri ile Sultanahmet meydanından hareket ettiler. Bunlara talebe ve halk da katılarak, hep beraber Aksaray meydanında toplanan Yeniçerilerin üzerine yürüdüler.”
Üzerine yürünenler tepelenecektir. Osmanlı ordusu bir zamanlar Kosova’da “Allah Allah” nidalarıyla böyle yürümüş, şanlı Sancağı Balkanlarda dalgalandırmıştı. Bizans’ın surlarına tırmanıp, yeni bir çağ açmıştı. Yavuz Sultan Selim’le Çaldıran’da, Merci Dabık’ta, Kanuni Sultan Süleyman’la Zigetvar’da tarih yazmıştı. İran üzerine yürüyen, Rumelini Türkeli yapan orduda kimler vardı. Şimdi yeryüzünden kaldırılmaya çalışılan Yeniçeri: Dördüncü Murad’ı inim inim inleten, Genç Osman’ın etlerini mıncıklayan, Üçüncü Selim’i öldüren de Yeniçeri idi. Bu yok oluş sahnelerinin aktarılması pek zevkli bir vazife değil; değil amma, bizim tarihimizin bir gerçeği. Onlar devlet adına savaşırlarken kahramandılar, devletin aleyhine davranışları başlayınca, hain oldular. Önce devlet! O yüzden Fatih; İcab ederse, kardeş katline, evlat katline fetva çıkartmıştı. Kanuni sevgili Mustafa’sını devleti ebed müddet için feda etmişti. Nice şehzadeler feda edilmişti… Geçelim:
Savaş devletten yana olanlarla devlete âsi olanlar arasında. Âsiler Yeniçeriler. Saldırmayı değil, müdafaayı yeğlemiş Yeniçeriler, Aksaray meydanında bekleşiyorlar. Bütün devlet güçleri karşılarında, halk karşılarında… Dünyanın en kötü insanları onlarmış sanki beddualar onlar için; bilenen kılıçlar onlar için…
Sultanahmet Meydanı’ndan gelen müthiş kalabalık, Bâyezid’de bulunan Yeniçeri öncülerini hiç önemsemeden Aksaray’a aşağı uğuldayarak iniyor; öncüler önlerinde, esas kuvvetlerine doğru kaçışıyordu. Horhor tarafından gelen devlet kuvvetleri, karşılaşılan mukavemeti, topçu yüzbaşısı Karacehennem İbrahim Ağanın gayretiyle tepeliyordu. Aksaray (Etmeydanı’na) toplanan Ağa Hüseyin Paşa ile Darendeli İzzet Paşa kuvvetleri içlerine karışan sivillerle, haddinden fazla kalabalık görünüyordu.
Aksaray’da “Yeni Odalar” denilen Yeniçeri Kışlalarının etrafı çevrildi. Karacehennem top atışına hazır: Hemen yakıp, yıkmak niyetinde değil Yüzbaşı Karacehennem, Yeniçerilere, duyacakları sesle:
“Etrafınız çevrildi, üzerinize topların namluları çevrildi, birazdan gülleler, yağlı paçavralar yağacak ve kışlanızla beraber yıkılıp gideceksiniz! Fırsat varken aman dileyin. Akibetinizi Şevketli Pâdişâhımıza bırakın.” diye bağırdı:
Yeniçeriler teslim olmak ve özür dilemek istemezler. Red cevapları üzerine top atışı başlar. Kocaman kapının bir kanadı devrilir. Üstad Necip Fazıl, roman üslubunda yazdığı “Yeniçeri” adlı kitabında, bakın nasıl anlatıyor o anları. Kapının bir kanadı kırıldıktan sonra, “Kapı arkasında toplananların birçoğu da ölüp gitti. İzzet Paşa’dan 2500 kuruş bahşiş alan bir topçu bahadırı öbür kapıyı da devirdi.”
“Karacehennem ile Tophane İmamı, devrilen avlu kapısından içeriye dalmasınlar mı? Herkese büyük bir cesaret geldi ve bir anda avlu devlet kuvvetleriyle doldu.”
“Karacehennem topuğundan vurulduğu halde aldırmadı ve avlu boyunca yürümeye devam etti.”
“İsyancılar kışla binasına sığındılar. Tarihi an… Yeniçeriler topyekûn kışlalarında ve kapana kıstırılmış vaziyette.”
“Bu vaziyette ne yapmak lazımdır? Kışlayı topa tutmak ve ateşe vererek Ocağı, haşere yatağı temizlercesine kül etmek mi, yoksa bir kere tam ele geçirdikten sonra eski ruh temeli üzerine yeni bir bina çekmek yani, Ocağı, içine girip inkılâp çapında bir ıslah ve tesviye işine tâbi kılmak mı?”
“Bu tarihimizin en nazik saatlerinden biridir ve cevabı biraz sonra verilecektir.”
“Biz şimdi ne yapıldığına bakalım.”
“Yeniçeriye Yeniçerilik yapıldı; yani o, tam esir düştüğü anda asla tasfiye ve ıslahı düşünülemez ebedî bir suikast müessesesi farz edilerek bir haşere yuvası gibi ateşe verildi.”
Ocak “Tomruk” ismini verdikleri kasap dükkânı tarafından tutuşturuldu ve Kara Cehennemin dizdiği toplar, kışlayı gülle ve alevle paçavra yağmuruna tuttu.
“Kışla içinde binlerce Yeniçeri, bir taraftan yıkılıyor, bir taraftan da yanıyor. Pencere ve kapılarda birtakım Yeniçeri kafalan, çığlık çığlık bağırıyorlar:
— Bizi böyle diri diri yakmayınız! Allah zulmedenlerden razı olmaz! Gelip bizi teslim alınız. Cezamız neyse veriniz! Ama kafirlere bile edilmez bir muameleden koruyunuz bizi!..”
“Yeniçeri kışlasının içinde bir cehennem cümbüşü cereyan ediyormuş gibi, alev alev devrilen kalasların ışıkları duvarları aydınlatıyor, bu duvarlarda 5 asırlık ocağın devir devir düşmandan aldığı sancaklar, armalar, türlü silahlar göze çarpıyor ve bu tarihi hatıralar önünde, hiçbir fikir sahibi olmaksızın, aynı vahşetle, devletin başta kurucusu ve sonra kurutucu askeri çalı çırpı gibi ateşe veriliyor, ayyuka yükseltici feryatlara aldırılmıyordu.”
Muhterem Üstadımız bu minval üzere devam ediyor anlatmaya…
“Kışla yerle bir. Bütün Yeniçeriler yerde ceset. Amma birkaç yüzlercesi nasıl olmuşsa ayakta, onları da Sultanahmed’e götürüyorlar, Sadrâzam onları boğdurup “malum” çınar ağacının altına cesetlerini yığdırıyor. 120 kadarını da Hüseyin Paşa öldürterek, bu savaştan nasibini alıyor.
Rakamlar muhtelif 8.000 den 40.000 e kadar çıkıyor Yeniçeri ölüsü. Beri taraf ise sadece 25 ölü veriyor. İnanılır gibi değil! İzzet Molla diye bir şair o günlerde meşhurdur. Ve de marifetlidir. Bir dörtlük yazar; Yeniçeriliğin kaldırılışına tarih düşürür:

Tecemmu eyledi Meydan-ı Lahm’e
Edip Küfran-ı nimet nice bağı
Koyup kaldırmadan, ikide bir de
“Kazan devrildi, söndürdü ocağı.”

( Lahm = Etmeydanı, Aksaray Meydanı, Bâği = Haydut, eşkiya, demektir.)

Uzun uzun anlatılan bu imha hareketini biz burada noktalayıp, sonrasına bakalım. Bu olaya güzel bir ad bulunuyor ve o günden beri Vaka-i Hayriye deniyor bunun adına. Devletin tarihçileri bol bol övgüler diziyor o gün için.
Yeniçeri Ocağı bozulmuştu, bunu inkâr mümkün değil! Amma netice böyle mi olmalıydı? Onu bilemiyoruz.
Türkiye’de bu gün de pek çok insanın adını hürmetle andığı bir isim var. “Moltke” Prusyalı Moltke. Bakın o ne yazmış.
Yeniçeriliğin kaldırılışı ve onun yerine konan yeni düzeni eleştiren Motke diyor ki:

“Yapılanların en zavallısı da Rus ceketleri, Fransız talimnameleri, Belçika tüfekleri, Türk serpuşu, Macar eğerleri, İngiliz kılınçları ve her milletten öğretmenleriyle Avrupa örneğine göre bir orduydu.”
“Eski Osmanlı ordusunun zarif ve muhteşem kıyafetleri, kıymetli silahları ve bunların yılmaz cesaretleri artık görünmez olmuştu.”
“Kavuğun insana çok yakıştığını, yağmurdan ve sıcaktan başı koruduğunu, şapkanın insanı güneşten bile muhafaza edemediğini.” söyledikten sonra, eski Yeniçeri kıyafetini hayâl ederek:
“Böyle bol kollu libaslar içindeki kimsenin her hareketi ona haşmetli bir görünüş veriyor ve insan her zaman resmini çizmek arzusu duyduğu bir adamla karşılaşıyor. Türkler Frenk elbisesi giydirilmeden evvel, onların neden dünyanın en yakışıklı insam olduğunu anlamak kolay. Bizim askerlerimize de Türk libası giydirilse, muhteşem bir görünüşleri olurdu!”
Buna “gavur aklı” deyip geçebiliriz. Bir de diğer gavura bakalım. Bu da o günlerde sulh içinde bulunduğumuz bir devletin Başvekili Prens Metternich. Avusturya Başvekili olarak işbaşındadır. Türkiye’de yapılardan, bugünkü yabancı devlet adamlarının yaptığı gibi seyretmekte iken, dayanamayıp Bâb-ı Âli’ye bir mektup yazıp, duygu ve düşüncelerini anlatmaktadır.
Okuduğumuz zaman bizi etkilemiş olan bu mektup, o gün nasıl karşılandı, yazarının dostluğuna mı, düşmanlığına mı verildi bilemiyoruz. Mektup aşağıda:
“Sultanın icraatı hakkında bir devlet adamı sıfatıyla vicdanımı yoklayarak dâima dermeyân edebileceğim bir tenkîd de, Pâdişâhın millî şekillere uygun olarak yapıldığı takdirde faydalar tevlîd edebilecek bir hareket ve teşebbüsü, hiç tereddüt etmeyerek yabancı şekli ile nazara alması ve öylece tatbik ve icraya girişmesidir. Onun hemen her yenilik icraatını birlikte takip eden diğer bir hata da, aynı menşe ve esâsa dayanan bir müesseseyi murakabe etmek üzere başka başka kanaat ve görüşlere sahip kimselerin yardımına müracaat etmesidir. Bu mülâhaza bilhassa askerî teşkilat ve müesseselere taalluk eder. Bir ordu için lâzım en birinci şart, o ordunun muhtelif kısımlarının bir kül teşkil edebilmesi ve onların mütecanis olmasıdır. Birbirine zıt unsurların ve muhtelif maksatlar güden nizamların bir araya getirilmesi, ordunun bütünlüğünü temin edemez. Bunlarla sağlam ve kudretli bir askerî kuvvetin vücûda getirilebileceğini düşünmek asla doğru olamaz. Nitekim hâdisât bunu göstermemiş midir? Her ne kadar bugün Bâb-ı Âli’nin az çok Avrupalı gibi giyinmiş asker ve zâbitânı varsa da, ordusu yoktur. Bâb-ı Âlî eski Türk ordusunu inhilâle sevketmiş, fakat yenisini te’sis eylemek iktidarını gösterememiştir.”
“Hükümetinizi, mevcudiyetinizin üssü’l-esâsı olan ve pâdişâh ile müslüman tebaası arasında başlıca bir rabıta teşkil eden dîni kanunlara hürmet ve riâyet esâsı üzerine bina ediniz. Zamanın doğurduğu zaruretleri nazar-ı itibâre alınız. İdâri işlerinizi nizâma alınız ve ıslah ediniz. Lâkin âdetlerinize ve içtimâi meziyetinize uygun olmayan bir idare usûlünü tesis etmek için, eski idareyi yıkmayınız. Aksi takdirde pâdişâhın ne tahrîb ettiğinin, ne de yıktığının yerine koyduklarının, kıymet ve değerini bilmediğine hükmolunur. Avrupa’dan sizin kaanunlarınıza ve nizâmlarınıza uymayan şeyleri iktibas etmeyiniz ve almayınız. Zira garb kaanunları, hükümetinizin temelini teşkil eden kaanunların usûl ve kaaidelerine asla benzemeyen esaslara istinâd eder. Garb ülkelerinde esas olan şey, Hıristiyan kaanunlarıdır. Siz Türk kalınız. Lâkin mademki Türk kalacaksınız, şeriata temessük ediniz. Sâir dinlere karşı müsamahakâr olmak için, şeriatın size gösterdiği kolaylıklardan istifâde ediniz. Bir kaanunun icra ve tatbik sebepl¬rini temin etmeden asla ilân etmeyiniz. Fakat bunu yaparken garbın efkâr-ı umûmiyesi addettiğiniz şeye ehemmiyet atfetmeyiniz; siz bu efkâr-ı umûmiyeyi, Avrupa’nın umumî sadasını anlamıyorsunuz. Eğer terakki yolunda adalet, vukuf ve malûmat ile ileriye doğru hareket ederseniz, Avrupa efkâr-ı umûmiyesinin şâyân-ı ehemmiyet olan kısmı size mütemayil ve müteveccih olacaktır…
“Hulâsa, Bâb-ı Âlî’ye, ahvâl ve şeraiti, Türkiye İmparatorluğu’nun ahvâl ve şeraitine uymayan garb hükümetlerini, her şeyden evvel taklide şâyân bir nümûne şeklinde telâkki ederek ona göre ıslahatta bulunmamasını, esas kaanunları şarkın âdetlerine ve âdabına uygunluk göstermeyen hükümetleri taklid ve hâl-i hâzırda her türlü yaratıcı ve nizâmlayıcı hassadan mahrum olup İslâm memleketlerine za¬rar vermekten başka bir netice hâsıl etmeyeceği aşikâr olan ıslahatı kabul ve tatbik etmemesini tavsiye ederiz… Acaba beni siyâsî hayâllere bağlanmakla mı itham edeceklerdir?.. Varsın öyle olsun…”

Yabancı dostlar ne derlerse desinler, 15 Haziranda yerle bir edilen Yeniçeriliğin ilgasına dair ferman, iki gün sonra her tarafa duyurulur. “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” kurulur. Yeniçeri Ağalığı da kalkmış olduğu için, Yeni orduya da benzeri bir Ağa lazım olduğu düşünülünce ilk akla gelen isim, son olaylarda çok yararlı görülen Ağa Hüseyin Paşa olur. “Yeniçeri Ağası” tarihe karışırken, “Asakir-i Mansûre-i Muhammediyye Seraskeri” tarihlere geçer.
“Yeniçeriler Hacı Bektaş’ı yanlış olarak ocaklarının piri saydıkları, kışlalarında daimi surette bir Bektaşi babası bulundurdukları ve bilhassa vaka günü babalar ocak propagandası yaptıkları için 8 Temmuz Cumartesi günü Bektaşi tarikatı de ilga edilip mensupları muhtelif yerlere sürülmüşler.”

Hocapaşa Yangını

Yeniçeri Ocağının kapanmasının İmparatorlukta sevinç meydana getirdiği anlatılırken, az da olsa memnun olmayanı var imiş; bunlardan biri bir gün Sultan Mahmud’u görür ve yaptığı işin büyük bir hata olduğunu yüzüne haykırır. Adam yakalanıp hapise atılır, adına da “deli” denir.
İki Ağustos Çarşamba günü Hocapaşa mahallesinde bir yangın çıkar, 36 saatte zor söndürülen yangın neredeyse İstanbul’un üçte birini kül eder. Pâdişâhın, yeni kurulan ordu için talim sahası aradığı halk arasında dolaşmakta; bunu Pâdişah’a hakaretten hapse giren kişi de bilmektedir. Yangında içeridedir ve etrafındakilere şunu söyler:
“Sultan Mahmud bir talimlik yer istiyordu, biz ona İstanbul’un üçte birini açtık; istediği gibi kullansın” Bu adam ölünce mezarı ziyaretgah olmuş.” (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi)
Ordu’da yeni düzene geçilmesi, umulmadık sıkıntılar meydana getirdi. Sanki eskiye ait hiçbir şey kalmasın diye, tepeden tırnağa bütün kıyafetler değiştirildi. Altyapı hazırlığı olmadığı için dışarıdan getirilen giyim kuşam, yeni masraf kapıları açtı. Yeni askerlerin eğitiminde doğan güçlüklerin giderilmesi, yeni subayların ithalini gerektirdi. Mısır’daki Mehmed Ali Paşa’dan halis Türk veyahut Arap subaylar istendi. Onun da bu vasıftaki subaylarının Fransız olduğu anlaşılınca! İş iyice sarpa sardı. “Avrupa memleketlerine harp sanatını öğrenmek için talebeler gönderildi.” Türkiye’de yüksek bir harp okulu ile bir tıp okulu kuruldu.
Âdeta, devlet yeniden kuruluyordu. Ordudaki rütbeler değiştirildi, ûlâ, saniye, sâlise, râbia gibi yeni isimlerle dünyaya ayak uydurulacağı sanıldı. “Dâr-ı Şuray-ı Askerî”, “Meclis-i Vâlây-ı Adlîye”, “Dar-ı Şûray-ı Babıâli” meclisleri hayata geçirildi.
Bunlarla, bugün de pekçok insanımızın durmadan türküsünü söylediği Batılılaşma tüneline girilmiş oluyordu. Ne o günlerde biliniyordu bu tünelde neler görüleceği ve nasıl çıkılacağı, ne de bugün biliniyor.
İkinci Mahmud’un getirdiği yeniliklerden biri de, modern manada nüfus sayımıdır. Bu sayımla Anadolu’da 2 milyon Müslüman 400 bin Hıristiyan, Rumeli’de 500 bin Müslüman; Kıpti; Yahudi dahil 1 milyon diğerleri tespit edildi. Bunlar erkek nüfus idi.
Posta teşkilâtı, pasaport kullanma da İkinci Mahmud’un getirdiği yeniliklerdendir.

Sosyete Alanında Düzen

Enver Ziya Karal, yukarıdaki başlık altında padişahın ve etrafındaki ricalin beşerî münasebetlerde uyacakları yeni kuralları anlatıyor. “Pâdişâh, kendisini büyük memurlardan ayıran ve herkese yukarıdan bakması esasına göre ayarlanmış olan âdetlerle törenleri bıraktı. Bakanlar ile ulemânın huzurunda oturmalarına müsaade etti. Mısırlı kıyafetini benimsedi ve sokağa Mısırlı kıyafetinde çıkmaya başladı. Sakalını kısa kesti. Devlet adamlanı da kendisi gibi hareket etmeye teşvik etti. Eski usûlde kıyafetlere bağlı kalanları azarladı.”
Pâdişâh her şeyi ile Avrupa’ya benzemeye hem kendini, hem de çobanı olduğu sürüsünü mecbur tutmaya başlamış; törenlerle doğum günü kutlamayı da adet edinmişti.
Eskiden devlet adamları meslek ve makamlarına göre şekli değişen kavuk giyinirken, herkese tek tip fes giyme mecburiyeti getiriyor, halkı serbest bırakıyor. Halk başına istediğini giyebildiği için, halk anlatılırken söylenen “Başı bozuk” tabiri de o günlerden kalıyor.
İkinci Mahmud eğitim alanında ilerlemek için büyük gayretler sarf ediyor. İlk okulu okuma mecburiyetini -İstanbul için- getiriyor, diğer okulların kurulmasına, modern eğitimle talebeler yetiştirilmesine çalışılıyor ama medreselere dokunmuyor. Gerçi oralarda eğitim bir hayli seviye kaybetmiş, modern hayata uyacak bilgilere sırt çevrilmiş amma, dinî eğitimin yine de medresede tahsil ediliyor olması, açık kalmaları için yetmiş. Kimbilir, belki de şimdilik, kaydıyla dokunulmamıştır.

Yeni Ordu Neler Yaptı? Navarin Baskını (20 Ekim 1827)

Sultan Mahmud’un hamlelerini çok çok özetleyerek aktarmaya çalıştık. Fakat dünya bundan ibaret değildi. Daha önceleri olduğu gibi, yine etrafımızda fırsat kollayan düşmanlarımız vardı ve bunlar “Şu Pâdişâhı rahatsız etmeyelim de iç işlerini bir yoluna koysun, ondan sonra görüşürüz” demeyeceklerdi!
Avrupa efkârı umûmiyesi (kamuoyu) Yunan âsilerini destekliyor, Akkerman Anlaşması (7 Ekim 1826) ile cüretlenen Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nu yutma sevdasında. Fransa, İngiltere, Avusturya farklı hesapların peşinde ise de müşterek hedef Osmanlı’nın tekmelenmesi. Londra’da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan protokol Yunan meselesinin Yunanlılar lehine hallini içeriyordu. Pâdişâha takdim edilen prtokol bir süre sonra reddedildi. Sultan Mehmet kendisinin bağımsız bir hükümdar olduğunu ve Rumların meşru hükümdarlarına isyan ettiğini, İngiltere’nin İrlanda meselesine başka devletlerin müdahalesini istemediği gibi Devlet-i Âliye’nin de içişlerine karışılmasına müsaade etmeyeceğini söyledi.
Görüşmeler; elçiler ve Reisülküttab arasında uzun süre devam etti. Reis Efendi (Reisülküttab) “biz her şeyi yapmaya hazırız, hatta toplar Sarayburnu’nda görünseler bile pâdişâhın kararı değişmeyecektir” dedi
İstanbul’a isteklerini kabul ettiremeyen devletlerin Akdeniz’deki donanmaları müştereken hareket edip, Navarin önlerine geldiler. Osmanlı-Mısır donanması limanda demirliydi. Henüz, savaş ilan edilmiş değil iken, dostane görünüşüyle liman ağzına kadar gelen düşman! gemileri ateşe başladı. Hazırlıksız -kalleşçe- bir tuzağa düşmüş olan “Osmanlı-Mısır donanması 3,5 saat içinde büyük kısmıyla imha oldu.” Osmanlı ve Mısır gemilerinden batan 10, yanan 36, işe yaramaz duruma gelen sayı 6 idi. Böylece altmıştan az fazla olan geminin tamama yakını devreden çıkmıştı. Düşman, düşmanlığım bildirmeden saldırmıştı, onların ateş gücü yüksek 27 gemisi ve buna ilaveten kalleşlikleri Navarin Fâciası’na sebeptir. 8000 kadar askerimizin şehid düştüğü söyleniyor. Yorga Tarihi Türk şehidi 6000 idi diyor ve Hıristiyanların usûle aykırı hareketini hiç ka’le almadan “zaferin mükemmel” olduğu görüşüne yer veriyor.
Bu adi baskın sonrası ilgili devletler olaydan haberdar olmadıklarını belirtip, vicdanî mesuliyetten sıyrılmaya, dünya kamuoyu önünde temize çıkmaya çalışmışlardır.”

Türk-Rus Harbi

Navarin Baskını’yla, alnında lekesiz kalan noktaları bile kirleten Rusya, Türkiye’nin zaafını kendisine nimet bilerek, tiynetini işlemiye çalışıyor. Sözünü Fransa ve İngiltere’ye dinletebilse idi, üçü birden saldıracaktı ama, olmuyor. Yalnız başına savaş ilan ediyor. 26 Nisan 1828 ve 8 Mayısta Prut Nehri’nden geçip Osmanlı arazisine giriyor. Vuruyorlar, kırıyorlar, alıyorlar… Ordumuz ne yapıyor? Savaşamıyor! Rusların Türkiye’yi ne kadar küçülttüğüne bakalım. Sükut eden yerlerimiz. 6 Haziran İsakçı, 11 Haziran, Anapa, 19 Haziran, İbrail, 6 Temmuz, Pazarcık, 7 Temmuz Kars şehri, 13 Temmuz Harsova, 14 Temmuz Pravadi, 15 Temmuz Kars Kalesi, 28 Ağustos Ahıska ve sonra Varna. (Varna’nın, kale muhafızı Serezli Yusuf Paşa tarafından Ruslara satıldığı iddiası İ. H. Danişmend’de var). Paşa maiyetindeki Rumeli askerleriyle beraber Rusya’ya iltica etmiş. Yazıklar olsun!
Rusların 1828 seferi böyle devam ederken, 1829 geliyor. 28 Şubatta Süzebolu yakılıp, yıkılır ve işgal edilir. 10 Haziranda Vidin civarındaki Rahava, sonra Silistre… Bir yangındır devam ediyor sanki rüzgarı arkasına almış Ruslar. Erzurum ellerine geçer. Balkanları aşan Kazak atlıları Edirne’de görünürler. Şu hale hiçbir zaman için şahit olmamıştı bu aziz topraklar. Edirne’den sonra Kırklareli, Tekirdağ, Enez bir adım daha atabilseler İstanbul… Erzurum’daki Ruslar da Trabzon’a doğru -babalarının memleketi gibi-ilerliyorlar…
Türkiye ne yapsın, dizde derman yok. Ruslar düz yolda yürüyor sanki durmadan puan topluyorlar. Bastırsalar tuş ederler. Bâb-ı Âli sulh istiyor. Rusları sulha razı edebilmek bile başarıdır. İngiltere’ye ve Fransa’ya aracı olmaları rica edilir, onlar da kırmaz Bâb-ı Âli’yi; Rusya’ya derler ki “nasıl olsa İstanbul’u almana dünya müsaade etmez, sen şu zaferini altına çevir, zengin ol” Yunan bağımsızlığının tanınması için, prenslik yılda 37.000 altın vergi taahhüdünde bulunmuştu. Rusya Türkiye’den 11.500.000 altın istiyor. Türkiye’de bu imkân var mı? Ne gezer! “Borçlan” diyor Rusya; sen ödedikçe ben topraklarıdan çekilirim. Dedikleri gibi olur. İkinci Mahmud yenilenme yolundaki harcamaları durdurup, Ruslara ödeme yapmaya başlar altınlar ve bu para 5.5 senede ancak ödenir. Ruslar da en son Romanya’dan ve Silistre Kalesi’nden çekilirler. (8 Nisan 1836) Sulh anlaşması (14 Eylül 1829)
İkinci Mahmud’un oğlu Mecid’den sonra Abdül Aziz de dünyaya gözlerini açar (7/8 Şubat 1830) Onun da göreceği günler, çekeceği çileler ve yapacağı hizmetler vardı.
Pertevniyâl Valide Sultan, onu en iyi şekilde yetiştirip sırtı yere gelmeyen bir pehlivan yapacak amma, zamanı geldiğinde bazı kalleşlerin kanını akıtmasının önüne geçemiyecekti.
Cezayir 5 Temmuz 1830’de Fransızların olur. Onları durdurmaya gücümüz yetmez. Vali Hüseyin Paşa üç sene önce tokatladığı konsolosun hışmına uğrar. Memleketi sahip çıkar Deval’e ve Cezayir’i işgal, İzmirli Hüseyin Paşa’yı esir eder. Cezayirliler Fransızlardan kurtulmak için su gibi kan akıtacaklar, isteklerini kazanmak uzun seneler isteyecek, Osmanlı idaresini hasretle anacaklar, evlatlarına, torunlarına anlatacaklar…

Mısır İsyanı Veya Besle Kargayı Oysun Gözünü

Mısır bir büyük Osmanlı eyaletidir ve Osmanlı Devleti adına Kavalalı Mehmed Ali Paşa hükmediyor. 1770 senesinde Konya’dan Kavala’ya göçen İbrahim Ağa’nın oğlu Mehmed, bekçibaşı olan babasının ölümüyle, küçük yaşta yetim kalınca Amcası Tosun Ağa sahiplenmişti. Bu sahiplenme fazla sürmez, Tosun Ağa idam edilir. Küçük Mehmed kimsesizliğin açılarıyla olgunlaşır… Kavala’da tütün ticareti yapan Fransız tacirinin önce postacısı, sonra simsarı olarak çalışırken 18 yaşında asker olur. Mehmed Ali büyüklerin dikkatini çeker, büyükler de onu zengin ve dul bir kadınla evlendirirler.
Mehmed Ali Paşa’ya yavaş yavaş aralanan şans kapısı, Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle epeyce açıldı. “Osmanlının, İngiliz yardımıyla gönderdiği ordu birlikleri arasında Kavala hakiminin hazırladığı bir kıta vardı, Mehmed Ali de bu kıtanın kumandan muavini olarak Mısır’a geldi.” Ve Kavalalı sonunda Mısır’a Vali oldu. Daha sonraları Bâb-ı Âli’nin isteğiyle, oğlu İbrahim’i Mora isyanını bastırmaya gönderdi. Paşa vali olarak Mora’da kaldı. Aradan zaman geçip de Mora Yunanistan’ın olunca, İbrahim Paşa’ya Girit Valiliği teklif edildi, paşa kabul etmedi. Babası Mehmed Ali Paşa da Rusların Balkanlara tecavüzünde Pâdişâhın emrine uyup asker göndermemişti; böylece Mısır idarecileriyle Bâb-ı Âli’nin arası açılmış oldu.
Mısır Firavunlar zamanı alışkanlıklarını Mehmed Ali Paşa’ya da bulaştırmıştı. Ehram yaptırmıyor, fakat, bayındırlık işlerine çok önem veriyor, bunun için de fellahları gece gündüz çalıştırıyordu. 600 fellah isyan edip Filistin’e kaçınca, Paşa iade edilmelerini istedi, Vali Abdullah Paşa Mehmet Ali Paşaya “hayır!” dedi. Ve kavga başladı. Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşayı 40 bin askerle Filistin’i cezalandırmaya gönderdi. (10 Ekim 1831)
İşler nereden nereye geliyor! Vefa, o günlerde, hatta ondan önceki günlerde de yokmuş. Koskoca Osmanlı devleti kah düşmanları, kah böyle valiler eliyle hırpalanıyor durmadan.
Gazze, Yafa, Kudüs ve Hayfa olgun meyveler gibi düşer İbrahim Paşanın sepetine. Şam’a girer Paşa. Devlet-i Âliye’nin orduları dayanamaz Mısır’ın ordusuna. Sultan Mahmud’un paşaları yenilir Mısır’ın paşasına. M. Ali Paşa fermanlu ilan edilir. O bir idam mahkumudur ama, kim yakalayacak!
3 Kasım 1832’de Sadrâzam Reşit Mehmed Paşa 60.000 askerle yürüdü. İbrahim Paşa 21 Kasımda Konya’ya girdi.
Konya yakınlarında, daha az askeri olan İbrahim Paşa ile Sadrâzam ve Serasker Reşit Mehmed Paşa karşılaştılar. Çok karlı bir havada cereyan eden savaşta Reşit Paşa yanlışlıkla Mısır süvarilerinin arasına girdi ve dolayısıyla esir düştü; ordu bozuldu.
Sultan Mahmud’un yenilik hareketlerini sevmeyen halk, tarafsız kalmış, hatta öbür tarafa sempatiyle bakanlar bile olmuştu. Esir düşen bir Osmanlı paşasıdır. Mısır Paşası da saygılı davranıp, Reşit Paşaya istediği tarafa gidebileceğini söyleyince Reşit Paşa tabii ki İstanbul’u istedi.
Mısır ordusu durdurulamıyordu. İbrahim Paşa 2 Şubat 1833’te Kütahya’yı işgal etti. İşi o kadar ilerletti ki, Mısır Paşası, Osmanlı devletiyle Kütahya’da bir masaya oturup, anlaşma imzaladılar. Suriye Şam, Halep, Mısır, Sudan, Habeş, Filistin, Lübnan, Adana ve Cidde Mehmed Ali Paşa’ya verildi. İsyancılar hakkındaki idam fermanı kaldırıldı.
Mısır ordusunun Anadolu’yu tahliyesi de antlaşmada kayda geçilmesine rağmen Bâb-ı Âli güvenmedi İbrahim Paşa’ya gerektiğinde yardımı görmek için Rusya ile Hünkar iskelesi adıyla meşhur antlaşmayı yapmaya mecbur oldu. (8 Temmuz 1833)
Yılmaz Öztuna Mısırlı Paşalarla yapılan andlaşma için: “7 eyaletin bir tek valiye verilmesi, İmparatorluğun adeta Osmanoğulları ile Kavalalılar arasında paylaşılması gibiydi” diyor.
1838’e kadar Mısır meselesi unutulur. Sultan Mahmud’un İngilizlerle yaptığı tekel anlaşması, Mehmed Ali Paşa’nın gelirinin % 60’ını elinden alıyordu. İngiltere lehine Türkiye’nin de zararına olan bu anlaşmanın Mehmed Ali Paşa korkusundan yapıldığı; ama Pâdişâhın çok tenkide uğradığı anlatılır. Çünkü bu anlaşma Türk sanayinin gelişmesine engel teşkil etmektedir.
Mehmed Ali Paşa Bâb-ı Âli’ye yıllık yüklü miktarda vergi ödüyordu. Tekel anlaşması gelirini azaltınca, o da vergiyi geciktirdi ve savaşın yeniden başlamasına sebep oldu. “İbrahim Paşa Suriye’de 80.000 asker hazırlamıştı. Mehmed Ali Paşa da Mısır’da 50.000 asker ve donanmayla bekliyordu.
Osmanlı Devleti adına Hafız Paşa 40.000 askerle savaşa hazırdı. İbrahim Paşa ile Hafız Paşa 24 Haziran 1839 da Nizip’te karşılaştı.
Sultan Mahmud son günlerini yaşıyordu. Nizip’te Hafız Paşa’nın Osmanlı ordusu İbrahim Paşa’nın Mısır ordusuna mağlup oldu.
Mağlubiyetin sebebi: Mısır ordusu bozulmak üzere tam panik hali yaşarken Cuma günü oluyor. O gün kuvvetli bir hücum yapılsa karşı tarafın işi bitirilecek ama Hafız Paşanın softalığı tutmuş ve ulemaya sormuş. Bugün hücum etmek caiz midir? Aldığı cevap hayır olunca, hayırsız bir neticenin önü açılmış. O gün hücum edilmesini isteyen harpçı subaylardan biri de meşhur Maltke’dir. Henüz yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı ordusuna hizmet ediyordu. Hafız Paşa iş bilenlerin sözlerini dinlemeyince, bilahare bütün savaş levazımatını savaş meydanında bırakıp, kaçan askerle beraber kaçtı.

İkinci Mahmud’un Ölümü

Sultan Mahmud önceki pâdişâhlardan devam ederek gelen bir büyük işi neticelendirmeye çalıştı. Bu yüzden tenkit edeni de takdir edeni de boldur. Yaptığı yenilik hareketlerinde uyguladığı yanlışlıkları eleştiren Hıristiyan devlet adamları da olmuştu, “bilhassa cahil ve müteassıp tabakaların kendisini tekfir derecesine varan husûmetlerine rağmen teceddüt yolunda gösterdiği azim” diye yazan Danişmend, belli ki seviyordu. Yılmaz Öztuna ise “İkinci Mahmud Türk tahtının 2,5 asırdan, Kanuni’nin ölümünden beri görmediği çapta bir hükümdardı. Dağılabilecek imparatorluğu, şahsiyeti ve inkılâpları ile nispeten az kayıplarla kurtarmıştır” diyor.
Bilhassa Mehmet Ali Paşa ve oğlunun isyanı ile çok sarsılan, uykuları dağılan Sultan Mahmud veremden öldüğünde 53 yaşını bitiriyordu. Padişahlığı 30 sene, 11 ay, 4 gündür. Hayatında, devletin yaşadığı son felaket Nizip Bozgunu’dur, fakat Pâdişâh bu felaketi duymamıştır.
Yapmak isteyip de yapamadıkları çok fazlaydı. Oğlu Abdülmecid ile Reşit Paşa bıraktığı yerden devam edecekler, onlar da dua ve nefret kazanacaklar. Sultan Mahmud:
“Posta, karantina, nüfus sayımı, Rüştüye, Tıbbiye, Harbiye mekteplerinin tesisi, buharlı gemi v.s. gibi teknik terakkiyatın memlekete girmesinde ön ayak olması, Unkapanı Köprüsü’yle daha pek çok hayırlı teşebbüsleriyle eserleri inkıraza doğru giden devleti muhakkak bir vartadan kurtarmıştır”
Sultan İkinci Mahmud yaşadığı muhataralı senelerde, gönlünü dinlendirecek zaman buldukça baş koyacağı dizlere fayzasıyla sahipti.

Bir Başka Açıdan Sultan II. Mahmud

Askerî Tıbbiye ve Harbiye onun zamanında kuruldu. Avrupa’ya, askerî sahada yetişmeleri için talebeler gönderildi. Medreselerde ilaveten Rüştiyeler açıldı. Devlet memurları yetiştirmek amacıyla Mekteb-i Mârif-i Adlî açıldı. Öğrenim parasız ve ilk tahsil mecburî idi. İlk defa bir gazete neşre başladı. “Takvim-i Vekâyi” (Ekim 1831). Bu gazeteden Avrupa ülkelerine de gönderilerek, propagandaya çalışıldı.
Devlet teşkilatında isimlerin yenilenmesi de İkinci Mahmud zamanına aittir. (Sadrâzam’a Başvekil, Reis-ül Kut-tab’a Hariciye Nazın gibi.) Postacılık, nüfus sayımı vs. yani birçok yenilik, doğuşunu II. Mahmud’a borçludur.
Hayır sahibiydi: Bâyezid Yangın Kulesi, Unkapanı Köprüsü, Beylerbeyi ve Çırağan Sarayları, Hidâyet, Nusretiye ve Tevfikiye Camileri onun eserleridir. Tamirini yaptırdığı Eyüb Sultan Türbesi, sanduka üzerindeki elyazısı ile güzelleşti; bu yazı da padişahındır.
Anlatılan, seyredilen hayatına aklanıp da başka hiçbir şey yapmadığı, sadece günü kurtarmaya çabaladığı sanılmamalıymış. İlim ve kültür sahası, hayır sahası da ondan alacağını almıştı. Bütün samimi Müslümanların ortak duygusu onda da vardı. Peygamber âşığıydı.
Osmanlı pâdişahlanna hacc yasağı olduğu için kutsal topraklara -o da- gidemedi, orayla ilgili hizmeti imkân ölçüsünde oldu. Ama: Peygamber Efendimize karşı, sanki mahcubiyet içinde, vazifesini yapamamış insanların halet-i ruhiyesi içindeydi. Buna delilimiz aşağıda. Bir şamdanla beraber Hücre-i Saadet’e hediye ettiği, kendi hattı ile kendi gönlünden kopan mısralar…


Şamdan ihdâya eyledim cür’et yâ Resülallah!
Muradım der-i ulyâya hizmet, yâ Resülallah!
Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim,
Kabulünle kıl ihsan-u inayet, yâ Resülallah
Kimim var hazretinden gayrı, hâlim eyleyem ilam,

Cenâbındandır ihsân-u mürüvvet, yâ Resülallah!
Dahîlek, el-amân, sad el-amân, dergâhına düştüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefaat yâ Resülallah
Dü âlemde kıl istishâb bu Han Mahmûd-i Adliyi,
Senindir evvelü âhırda devlet yâ Resülallah!