Sultan III. Selim Han

ÜÇÜNCÜ SELİM

(7 Nisan 1789–29 Mayıs 1807)

28-Sultan III. Selim Han

Üçüncü Mustafa’nın oğlu Üçüncü Selim, amcası Birinci Abdülhâmid’den boşalan tahta geçtiğinde 27 yaşındaydı. Yüz senedir Osmanlı tahtına bu kadar genç bir pâdişâh oturmamıştı. Daha önceleri bu taht sabî yaşta pâdişâhlar görmüş ,”deli” denen pâdişâhlar görmüş, “velî” denen pâdişâhlar görmüş. Üçüncü Selim gibisini ilk defa görüyordu. İyi bir şairdi. Hattattı. Ney ve tanbur çalardı ve büyük bestekârdı. Şiirde mahlası “İlhâmî” idi. Mûsiki de “Sûz-i-dil-ârâ” makamının mucididir. Arapça ve Farsça bilir, İslâmi ilimlerde söz sahibi, nazik, merhametli, yenilikçi, yaşadığı yüzyılın en iyi pâdişâhı idi. Anası Mihrişah Sultan’ın Gürcü olduğu sanılıyor. Tarihçilerimiz onunla ilgili övücü sözlerin yanı sıra amcası Birinci Abdülhâmid’in hakkını da teslim ediyorlar. Yeğenine sonsuz imkânlar tanıdığından, şefkatinden bahsediyorlar ki çok doğrudur. Kendisinden önce birçok şehzade ve kendisi de “şimşirlik” denen saray veya şehzade hapishanesinden alınıp tahta getiriliyordu; güneşe hasret, genelde dünyadan habersiz yetişmiş olmaları hayatlarının sıkıntılı geçmesine yol açıyordu. Ama Sultan Abdülhâmid yeğenine hürriyeti esirgemedi, yeğen de amcasını utandırmayacak kadar iyi bir hayat sürüp kendisini padişahlığa hazırladı. Devletin bilhassa askeri sahada gerilediğini görüp, çarelerini düşünmüş; düşündüklerini tatbik sahasına koymaya hazırlanıyordu. Kaderin neler hazırladığından habersiz; gönlünde vatan-millet sevgisi, kafasında faydalı yeniliklere açık fikirlerle hizmet meydanına atılmıştı. Güzelim Mevlam neyler…
Üçüncü Selim dikensiz gül bahçesine girmemişti; her taraf ateş, kan, sefalet, yolsuzluk, gerilik girdabında, Türkiye var olma savaşındaydı. Üçüncü Selim hassas ruhuyla şiirler yazıp besteler yapacak; demir yapabilmeye uğraştığı yumuşak iradesiyle devletin ihtiyacı olan yenilikleri, köhne düzenin yerine ikameye çalışacaktır.
Şehzadeliğinde, yaratılışında var olan edebî, zevkleri bir tarafa bırakıp üzerine alacağı (muhtemel) vazifeyi düşünüyor, yazdığı şiirlerde bazen de yapa¬cağı hizmeti anlatıyordu. Beyin jimnastiği yapıyordu saltanat için.

“Lâyık olursa cihanda bana tahtı şevket
Eylemek mahz-ı safadır bana nâs’a hizmet.”

Gerçi şiiriyyeti olmayan, zayıf mısrâlardır bunlar, fakat meramını açık seçik anlatıyor. Şayet bir gün bu azametli, bu büyük taht kendisine lâyık görülürse, insanlara hizmet etmekten sevinç duyacak. Cenab-ı Allah tahtı nasib etti. Belki tahayyülündeki gibi şartlar mevcut değildi.
Birinci Abdülhâmidi inme ile hayatından eden savaşlar devam ediyordu. Özi Ruslara teslim olmuş, Bender muhasara altındaydı. Vezir-i âzam ve Serdar-ı Ekrem Yusuf Paşa’ya yeni pâdişâhın mührü ile bir ferman gönderilir; bu fermanda Üçüncü Selim der ki:
Düşmanı din olan Moskov ve Nemçe keferelerine… İlây-ı kelimetullah için ve ahz-ı intikam olunmadıkça seyf-i cihad-ı şehriyânem idhal-i niyam olunmamak cezmkade i daveranemdir.”
İntikam alınmadıkça kılıç kına girmeyecek. Üçüncü Selim’in dileği bu; fakat arzuları gerçekleştiren kuvvettir; orduda bu kuvvet olmadığı için ferman dermansızdır. Yusuf Paşa hakkında irtişa (rüşvet) söylentileri çıkar, 7 Haziran’da mührü hümâyun cenaze Hasan Paşa’ya verilir.
Ordunun savaşa devamı için Bab-ı Âliden baskı yapılıyor, Rusların üç koldan hareketine karşılık Türk ordusu ağırlıklarını taşıyacak hayvan bulamıyordu. Eldeki imkânlarla savaşmaktan başka çare kalmayınca, Allah’a sığınıp, sonu düşünülmeden hareket ediliyor, böylece bir bozgunun daha eşiğine geliniyor…

Fakşan Bozgunu (1 Ağustos 1789)

Eflâkla Boğdan arasında Fakşan denen şehirde serasker Kemankeş Mustafa Paşa’nın ordusu Rus Suvarov’un ordusuyla karşılaşır. (1 Ağustos 1789) meydan muharebesi başlar. 25–30 bin kişilik Türk ordusu Ruslarla savaşırken, birden Avusturya ordusu da işe dâhil olur ve iki ateş arasında kalan Kemankeş Mustafa Paşa orduyu bir arada tutamaz, savaşı kaydeder.
Savaş niçin kaybedildi? Kemankeş Mustafa Paşa mağrurdu. Kendi kuvvetinin Rusların 10 bin kişisinden çok üstün olduğunu düşünüp Yaş kasabasına yönelmek istedi. Rus general Savarov kurnaz, Kemankeş Paşa Rus-Avusturya ittifakından gafil. Siyret Nehri’nin sağ yakasında Fakşan’a gizlice gelen Ruslar burada Avusturyalılarla aralarındaki anlaşmayı uygulayıp, Kemankeş’i iki ateş arasında bıraktılar. Türk askerinin çoğu şehid düştü. Kalanların büyük kısmı esir oldu. Harp levazımatı düşmana bırakıldı. İki yüz yeniçeri bir manastıra girerek, oradan savaşa devam etti ve hepsi şehit olana kadar düşmana biraz zayiat verdirdi.
Eğer Kemankeş Paşa Rus-Avusturya ittifakından haberdar olsaydı ki, olmalıydı, bu facia yaşanmayabilirdi.

Buza Bozgunu

Sadrâzam Kemankeş Paşa’nın mağlubiyeti boyunca tabii olarak üzüntüye boğuldu. Önden 9 bin kişilik bir kuvvet gönderip, kendisi de Silistre’den hareket edip Maçin’e geldi. Burada padişahtan eski emirleri andıran bir Hattı Hümâyun alındı. Sadrâzam Cenaze Hasan Paşa duygulanın açığa vuran bir konuşma yaparak askeri şevke getirdi. Hasan Paşa şöyle diyordu: Vezir-i âzamlığı bir tarafa bırakalım. Bugüne kadar benden incinmiş olan varsa bağışlasın. Allah rızası için, herkes aklından geçeni söylesin, bu Din-i Mübin’in emridir. Birlik ve beraberliğe riâyet edelim. Daha sonra müzâkerelere geçildi. İbrail’e doğru gidilmesi kararlaştırıldı.
İstanbul’da yüreğinde çıralar tutuşan Üçüncü Selim’in uykuları kaçmakta, amcası gibi fermanlarla askeri şevke getirmeye çalışmaktadır. İşte o fermanlardan biri.
“Âbâ ve ecdadım mücahid ve cihangir pâdişâhlar olup, kırk, elli şahlık yerleri evvelâ Allahû Teâlâ’nın tevfik ve inayeti ve saniyen Hacı Bektaşi köçekleri ve din yolunda sinelerini düşmanın top ve tüfengine siper eden Yeniçeri ocağı gazileri ve sair ocaklar ve mürettip olan askerler sây ve sebatı ile fethettiler ve ol gâzîler ve dilâverler pâdişâhlarını manevî baba gibi bilip emrine muti ve düşman karşısında demirden duvar gibi durup şeriat-i Muhammediyye uğrunda arslanlar gibi âdâya hücum ettiler, cenab-ı rahim ve gaffar durakların cennet eylesin.
“Elhamdülillah bizim zamanımızdaki asâkirimiz dahi onlar gibidir ve belki içlerinde yiğitler vardır ki şecaatte evvelkilerden ziyadedir; bu ne hal ve keyfiyettir ki düşmandan yüz döndürülüp âdâyı din memleketimizi almağa başladı; Cenab-ı Hak bizlere nusret ve zaferler ihsan eyleye.”
“Moskovlar, evvelki seferlerde ve hu¬susa bu seferimizde kraliçeleri namına bir avratın gayreti için açlığa ve susuzluğa ve kışa ve yaza ve yara ve bereye tahammül edip beş yüz seneye baliğdir ki mülûk-i nesaraya galebe ile meşhur olan Devlet-i Osmaniyye’ye bu hasaretleri etti; istilâ ettiği vilâyetlerimizde eteğinin ucunu ecnebi görmemiş kızları ve iyâl ve evlatlarını esir edip zevceleri ve babalan ve kardeşleri görerek ırzlarını herk ettiler ve bu kadar sıbyanı analarından ve babalarından ayırıp kendi âyinlerine koydular; gayret-i islâm nice oldu? Ben şehzade iken bunları işitip kan ağlardım ve gayretimden gözlerime uyku girmezdi.
“Ehl-i islâma bu hakaretleri eden düşmanların kast ve niyetleri ne olduğunu mülahaza lâzım değil midir? Benim sizlerden diriğim olmayıp devletin kudreti mertebe vezaif ve tayinatınız verilmekte ve gaza levazımatınızı görmekte pâdişâhlar zimmetine vacip olanı icra ediyorum.”
“Gâzî dilâver kullarım! Cümlenizden iltimas ederim ki gayret kemerini birkaç yerden belinize bağlayıp cebanlık ve alçaklık edenleri kabul etmeyip düşmandan ahz-ı intikama ihtimam edesiz; benim duam sizinle biledir, büyüğünüz, küçüğünüz berhudar olasız; Hazreti Fettahu mustean sizleri mansur ve muzaffer eyliye, âmin.”
Pâdişâhın inanç ve duygu yüklü fermanı, fermanları askeri ne kadar coşturmuş bilinemez, bilinen o ki, mağlubiyetlerin ilacı olamamış. Eskiden de olduğu gibi, ordusu yenilen kumandan değiştiriliyor; vezir,i âzam değiştiriliyor… Bu sefer, Cenazenin yerine sadârate getirilen Cezayirli Hasan Paşa’dır.
4 Ağustos 1791’de Avusturya ile Ziştovi adlı bir kasabada yapılan sulh andlaşması, kasabanın ismiyle tarihe geçiyor. 9 Ocak 1792’de Yaş barışı, Ruslarla anlaşılıyor ve Türkiye’nin faydasına olan antlaşma imzalanıyor. Osmanlı ordusunun gücü yoktur ama şimdilerde biraz şansı var, bu şansın rüzgârı Fransa’dan esiyor. 1789 Fransız ihtilâli ile Avupa’da dengeler değişmeye başlayınca Türkiye rahat nefes alıyor. “Tam 4 sene, 4 ay, 27 gün süren bu uğursuz Rus seferinde Türkiye Kırımı istirdad edememişse de Rusların Türkiye’yi taksim projesi suya düşmüş, memleketeyn ve Besarabya hülyaları iflas etmiş ve netice olarak Tuna’nın öte yakasındaki Türk eyâletleri kurtulmuştur.”
Uzun seneler savaşmak mecburiyetinde kalışı devleti bunaltmıştı, bu sulh ile biraz toparlanma imkânı doğacak, Üçüncü Selim aklından geçenleri icraata dökmeye çalışacaktı.

Kafkas Cephesi ve Şeyh Mansur

Ruslar bir yanda Osmanlı ile uğraşıp, Kırım’ı öz kimliğinden koparırken Kafkas kavimleriyle başı dertteydi. Kaynarca Anlaşması’nın kendisine tanıdığı hakları komşuları aleyhine kullanmaya kalkışması huzurunun bozulma sebebiydi. Tabii olarak Rusya’nın yakın komşuları Kabartaylar, Çeçenler, Çerkezler ve Dağıstanlılar yapılan kalelerden dolayı sıkıntılıydı.
Kaynarca Anlaşması Rusya’ya geniş haklar tanıdıydı ya, bunu devamlı komşuları aleyhine kullanınca, komşuları da Şeyh Mansur’un öncülüğünde Rus kuvvetlerine saldırdı. Nakşi Tarikatı üyesi (Şeyhi) olan Mansur’un hareketi “İslâmî gaza telakkisiyle meşbû idi.” Osmanlı Devleti bu hareketi el altından destekliyordu.
Bir tarafta Osmanlı’yla savaşırken o bir yanda Şeyh Mansur tarafından hırpalanan Ruslar sıkışık durumdaydı; Osmanlı kadar onlar da barışa muhtaçtı ve yapılan sulh anlaşmasıyla rahatladı. İslâm Halifesi Osmanlı Pâdişâhı sulh içinde yaşarken, İslâm adına birilerinin savaş yapmasının uygun olmayacağı propagandasını yapan Ruslar başarı kazanmıştı.
Osmanlı Rus harbi başlayınca Kafkas Kabileleri Halife-i Müslimin olan Osmanlı pâdişâhına müracaat edip Moskof’la sonuna kadar mücadele etmek istediklerini bildirdiler ve yardım istediler. Üçüncü Selim bir vezir kumandasında 10 bin askeri gönderdi. Arapo’ya Donanmayı Hümâyunla gönderilen asker, vezirin kabiliyetsizliği yüzünden Aropa Kalesi’ni koruyamadı.
Devamlı, Osmanlı Devleti’nin yardımını gören Kafkaslılar, Ruslara 70 sene göz açtırmadılar. Şeyh Şamil’in ortaya çıkışı Rusların nice bin askerinin ölümüne, hazinesinin iflasına sebep oldu. Sonunda fizik kanunu ağırlığını koydu ve büyük balık küçük balığı yuttu. Yuttu ya kılçıkları hâlâ midesini kanatmaya devam ediyor, yani büyük balık pek rahat değil.
Esas mevzuumuza dönersek, Üçüncü Selim’in ölen ve esir olan askerler için kaybedilen topraklar için çektiği üzüntüyü görüyoruz.
Hafakanlar, uykusuzluklar beynini çatlatıyor, milletine lâyık görmediği bezginliğin, ezikliğin çaresini arıyor…

Umumi Manzara

Harpler bitti, ne kadar dayanacağı belli olmayan barış elbisesi giyinildi. Türkiye’nin askerî sisteminin ve ekonomisinin iyi olmadığı gibi içerideki asayişi de pek düzgün değil. Ya dışarı?
Rusya’nın amansız gayzı, tükenmez gayreti bize yakın olacakları uzaklaştırmaya teksif edilmiş. Eflâk ve Boğdan Voyvodalıkları, Rus ajanlarının tahriki ile Osmanlı Devleti aleyhine çevrilmiş.
Fransa 1789’da başlayan ihtilâlin ateşiyle yanıyor, çıngılarının nerelere sıçrayacağı, nerelerde aleve döneceği ve bu ateşten dünyaya ne düşeceği merak ediliyor. Avusturya, Prusya’ya bakınca savaş içinde olduklarını görüyoruz, hem de Fransa’yla.
Sırbistan ve Karadağ sağlıklı sinyaller vermiyor. Balkanlar’a değen cılız bir üfürük kasırgaya dönmeden kaybolmaz; bu kavimlerin karakteri bu. Devamlı büyümekte olan isyan tohumlan çatlamak üzere.
Bu ara İran’dan ses çıkmıyor ya, sanki yalanda Mısır’ın bela olacağı için onlar sakinmiş gibi.
Aslında hiçbir taraftan Türkiye’ye hayırlı rüzgâr esecek değil. Çıkacak yangına, kopacak fırtınaya hazinenin de kışlanın da hazır bulunması lâzım.

Nizâm-ı Cedîd 1793

Yenilikçi pâdişâh Üçüncü Selim yeni bir ordu kurmak, bu yeni orduyla zaferler kazanmak niyetindeydi. Mevcûd ordunun miyadını doldurduğu aşikârdı; bunu görmemek için kör olmak bile kâfi değildi; çünkü kaybedilen savaşlar her şeyi söylüyordu: Orduya yazılı olup maaş alan ama, savaşa gitmeyen yığınla asker vardı. İstanbul’da esnaflık yapan ocaklılar, Anadolu ve Rumeli’de çiftçilik yapanlar devletin sırtında, taşınamayacak yük haline gelmişti.
Yorga’nın tarihinden okuyacaklarımız âdeta yeni bir komedi türü. o Abesci’den naklediyor ki, çok abes! bilgiler. “Osmanlı ordusu 112 bin kişilik bir yeniçeri ordusuna mâlikti. Şüphesiz ki bunların çoğu, kale muhafızları olarak öteye beriye dağılmışlardı. Bunlardan başka yeniçeri adı verilen insanların sayısı namütenahi (sonsuz) denecek kadar çoktu. Hatta İstanbul’da bulunan 40 bin kişilik yeniçeri askerinin adlarını ihtiva eden listede Rum patriği ile Fransız konsolosunun da isimleri görülmekte idi.”
Aynı yerden diğer askerlerin dökümünü alıyoruz: 2 bin humbaracı, 12 bin bostancı, muhafız kıtaları, 18 bin topçu -6 bini İstanbul’da-, 6 bin mekkareci, 6 bin saraç, yükçü, 32 bin levend, 12 bin ücretli sipahi oğlanı, 100 binden fazla zeamet ve tımarlı -ki zeamet sahipleri topraklarından yılda 6–20 bin arası, tımar sahipleri ise 20-100 bin kuruşluk gelir alırlardı-, 18-30 bin cebeci, muhtelif paşalara ait 4 bin sekban, 6 bin malacı veya ordu hizmetçileri ve ilâve olarak 5 bin gönüllü asker vardı.”
Bu kadar sayı kalabalığı, son savaşların çoğunda görüldüğü üzere keyfiyet olarak fazla mânâ ifâde etmiyordu. İş savaşa gelince Avrupa’nın, hatta Rusya’nın askeri durumu Türkiye’den çok üstündü. Tâ İkinci Osman devrinde yenilenmesi gereken askerî düzen, pâdişâhın öldürülmesiyle akamete uğramış, ondan sonra gelenler de köklü değişiklikler yapma imkânı bulamamıştı. Biriken dertlerin çözümü şair, bestekâr, musikişinas, hassas yaratılışlı bir pâdişâh olan Üçüncü Selim’e kalmıştı. Devlet adamlarından görüşlerini soruyor lâyihalar istiyordu.
Kurulması düşünülen yeni ordu -Nizâm-ı Cedid- halk tarafından anlaşılamadığı gibi, devlet adamlarının çoğu tarafından da tasvip görmüyordu. Hâlâ Türk medeniyetinin üstünlüğüne inananlar vardı. Her şeye rağmen padişahla ters düşmeye çekinen devlet adamları verdikleri lâyihalarla, müspet görüş bildirirler.
III. Selim yapacağı işin şart olduğunu biliyordu, bu yüzden “Viyanaya sefaret vazifesi ile gönderdiği bir zata (Ebu Bekir Ratıb Efendi) Avusturya’nın bütün müesseselerini görüp, tetkik etmesi ve incelemelerinin neticesinden kendisini haberdar eylemesi vazifesini vermiş idi.
Ratıb Efendi 8 aylık seyahatinde elde ettiği bilgileri pâdişâha aktarmış, pâdişâh bu bilgilerden çok istifade etmişti. İlk önce 12 bin kişilik modern bir piyade birliği kurulmak üzere teşebbüse geçildi. 1602 gönüllü ile levent çiftliğinde talimlere başlandı. Muallimleri Fran¬ız ve İsveçli idi. Yeniçeriler böyle müstakil bir rakibe tahammül edemeyecekleri için “Talimli asker” resmen Bostancı Ocağı’na ilhak edildi ve hatta “Bostancı Tüfenkçisi Ocağı” sayıldı.”
Böylece, Türk ordusuna yeni isimler de girmiş oluyordu; Binbaşı, Yüzbaşı v.b. “Erkan-ı harbiye heyetleri de işte o zaman kurulmuştur.”
III. Selim’i böyle bir ordu teşkiline sevk eden sebepler sıralanırken en önemli noktayı Yeniçerilerin bozulmuşluğu olarak görüyoruz. “Yeniçeri olmak için, yeniçerilik haklarından faydalanmayı sağlayan ve bir nevî maaş cüzdanı olan esâmi elde etmek kâfi gelmektedir. Çiftçiler, esnaf ve daha başka iş güç sahipleri, şu veya bu şekilde ve çok defa para ile esâmi satın alarak, yeniçeri sıfatını kazanmışlardır. Herhangi bir meslek ve aile sahibi olan bu gibi kimselerin, askerî tâlim ve terbiye ile uğraşacak zamanları olmadığı gibi, işlerini ve ailelerini bırakarak, harp yapmağa da heves ve istekleri yoktur.” Bu tip insanlarda vatan-millet sevgisi ve utanma duygusu da olmadığı için, devletin hayrına yapılan işlere ilk karşı çıkanlar da bunlar oluyordu.
Levent’te kurulan kışlaya izafeten “Levend Çiftliği Kanunnamesi” adı verilen bir de kanunnamesi olan Nizam-ı Cedidin ayrı hazinesi olacaktı, bunun için tedbirler alındı, para kaçakları önlendi; bundan cam yananlar da tabi ki bu işi yapanlara düşman kesildi. Nizam-ı Cedit Hazinesi’ne biriken paralarla Üsküdar’da bir kışla yapıldı; bugün “Selimiye Kışlası” diye anılan muhteşem bina.
Üçüncü Selim’in bütün meselesi İstanbul’da değildi. Eyaletlerde de asayişsizlik almış başını gidiyor. Kuzey Afrika’da Cezayir, Tunus, Trablusgarp karışık, Mısır, Bağdad ona keza, Suriye, Lübnan, Filistin, Hicaz karışık. Balkanlar kaynıyor, eşkıyalık ortalığı kasıp kavuruyor “ayan” denen derebeyleri türemiş, bazı ayan aileleri, Anadolu ve Rumeli’nde geniş çevrelere hâkim olmaya başlamışlardı. Yozgat’ta Çapanoğulları, Manisa’da Karaosmanoğluları, Çukurova kuzeyinde Kozanoğulları gibi aileler, bunların en tanınmışlarıdır.

Yangın!

Alacağımız olayları sıralarken III. Selim’in çektiği sıkıntılar devamlı en başta görünüyor. Orduları bozulan bir devletin başına, belki de hiç ummadığı bir zamanda geçip, bütün dertleri yüklendi. İrili ufaklı düşmanları yetmiyormuş gibi, padişahların çoğuna “illallah” dedirten yangın onu da ihmal etmedi. Bütün meselelerin çözümünü ona bağladığı Nizam-ı Cedid’le uğraşırken, Balık Pazarı dışındaki Hisar iskelesinde bir yangın çıktı. Bir sürü mahalleyi kül yığınına çeviren alevler 11 saat devam etti. Yanan ev ve işyeri sayısı belli değil.

Pazvandoğlu İsyanı

Devlet bünyesi, aldığı yaraları sarmaya mecal bulmamışken dışarıdan ve içeriden tekmelenmesi bitmiyor. Merkez, taşra ile münasebetinde gevşek. “Afrika’daki Garp ocakları adeta müstakil hâle gelmiş, Mısır yerli beyler elinde, Suriye’ye Cezzar Ahmed Paşa hakim, Bağdad havalisi Kölemen hükümeti halini almış, Mecid’de Vehhabiler -kendi anlayışlarına göre- dinî bir idare kurmuş, Rumeli ve Anadolu’da derebeyleriyle âsiler türemiş.”
Rumeli’de Pazvandoğlu, Efendisinin hastalığından istifade eden hain uşak gibidir. Yanına topladığı bir yığın eşkıya ile şehirleri basıyor, evleri, camileri ateşe veriyor, önüne çıkan insanları öldürüyor.
Yaptığı ilk harekete göz yumulması âsî cesaretini gemlenemez hâle getirmiş, devlet merkezinin şimdilik alil vaziyette oluşunu kendi gücünün sınırsızlığı saymış, çevresinde tam manâsıyla terör estiriyor.
Pazvandoğlu Osman Ağa asker kaçağı bir yeniçerinin oğludur. Babası, devlete isyan ettiği için başı kesilerek idam edilmişti. Babasının yolundan giden Osman Ağa an be an onun akıbetine yaklaşıyor, bu arada günahsız ince inşam da malından ve canından ediyor.
Kendisine benzeyen binlerce eşkıya ile hiçbir temeli olmayan arzularının peşinde kaderlerine koşuyorlar.
İşi o kadar ilerlettiler ki Pazvandoğlu, adamlarından birini Niğbolu’ya mütesellim yaptı. Sanıyordu ki, artık o yörede devlet kendisidir. Yakıp yıktığı şehirlerin, canına kıydığı insanların hesabı sorulmayacak! Kendisine sorulursa Köroğlu rolü oynadığını söyleyecektir. Bir rivayete göre meydana çıkışı da Köroğlu gibiymiş. Hakları yenen insanların koruyuculuğuna soyunmuş, ıslahata ve fazla vergilere karşı gelerek, kendisini halka sevdirmiş, hareketlerinin ölçüsünü mâkul seviyede tutmayı bilmemiş.
Herhalde, III. Selim’in Nizâm-ı Cedid hareketi Pazvandoğlu’nun manivelası olmuş. Yapılan menfi propaganda, yapılması kararlaştırılan ıslahatı insanlara kötü tanıtınca şansı artmış âsinin.
Nizamı Cedid’e karşı hoşnutsuzluğu bulunan İstanbul’daki yeniçeriler de onu destekleyince, kasırga gibi esmeye başlayan Pazvandoğlu, Bâb-ı Âli tarafından âsi ilan edilip “hurûc ale’s-sultan” fetvasıyla idamına karar verilir. Ancak; vaktiyle, küçük bir fermanla iki kapıcıbaşı gönderip en uzak ülkedeki en nüfuzlu şahsiyeti idam eden hükümet bu kararını uygulayacak güçte değildir. Bir savaşta ihmali görülen paşayı vezir-i âzam idam ettiriyordu. Pâdişâhın bir yan bakışıyla vezir-i âzam ipi boynuna kendi eliyle geçiriyordu. O günler çok gerilerde kalmış. Şimdi bir yeniçeri oğlu Rumeli’nde Sofya, Niş, Niğbolu, Rusçuk, Belgrad, Semendire gibi şehirlere taarruz ediyor, şehirleri yangın yerine çeviriyor. Pâdişâh fermanı hiçbir tesir gösteremiyordu: Bu Pazvandoğlu, Sırp bağımsızlığının yolunu açmakla, cürmünü ve ihanetini büyütmeye devam etmekteydi.

Napolyon Bonapart’ın Sahneye Çıkışı

Üçüncü Selim canavarlar kafesine düşmüş bir güvercin gibiydi. Yaratılışındaki ince ruhluluk, güzel sanatlara karşı meyli ve kabiliyeti ile, yapmak zorunda olduğu vazifeler hiç uyuşmuyordu. Rusya’da Çariçe Katerina tam bir kan emici olmuş etrafa saldırıyor;
Avusturya’da bir başka hesabın takipçileri, Fransa’da ortaya çıkan bir general ki, dünyanın bir numarası olmaya aday; tam manasıyla “olmak” tutkunu. Henüz adını duyuramamış ama bunun yollarını arıyor. Kendisini sahneye bir atabilse, marifetlerini gösterecek; kendisine lâyık gördüğü yere gelebilecekti. Türkiye ile ilgilenmek geldi aklına ve “Selâmet-i Umumiye Komitesine” şu dilekçeyi verdi:
“Rusya İmparatoriçesi’nin Rusya-Avusturya dostluk bağlarını kuvvetlendirdiği bu devirde, Türkiye’nin askerlik bakımından hatırı sayılır bir hale gelmesi için, Fransa’nın elinden gelen her şeyi yapması kendi çıkarınadır.”
“Bu devletin kahraman, fakat harp sanatının prensiplerinden anlamayan pek çok milis askeri vardır.”
Napolyon’un dilekçesi devam ediyor, özetle: “Türkiye’ye gitmeme müsade edilirse, Türklere harp sanatını öğretirim; böylece vatanıma büyük hizmet etmiş olurum. Zira Türkiye’nin ayakta kalmasında Fransa’nın menfaati vardır.”
Napolyon Bonapart, bu dilekçesinden sonra İtalya ordusu başkumandanı olacak, zaferler kazanacak, fikrini değiştirecek ve diğer Avrupalılar gibi, Ruslar gibi o da “vurun abalıya” diyecektir. Ona göre de artık “Osmanlı İmparatorluğu yıkılmak üzeredir, Türkiye’yi savunmayı düşünmek beyhudedir.”
Vay benim zavallı memleketim!
Napolyon, Türkleri düşünmeden edemiyordu. Önce “Kahraman” fakat “harp sanatını bilmeyen” millete bu sanatı öğretmek için gönüllü idi; sonra vazgeçti; daha sonra da “bari kötülük yapayım” diyerek, Mısır’a saldırmaya karar verdi.

Napolyon’un İskenderiye’yi İşgali (2 Temmuz 1798)

Napolyon, Fransa’ya ihtilâlin armağanıdır, “dehâ”sını gösterme fırsatını iyi kullanıp, İtalya’ya karşı çok önemli bir savaş kazanmıştı. Devamı için; hedefini belli etmeden Mısır’a yönelmiş; yolda şaşırtmacalar yapıp Malta’yı almış, hiç beklenmedik bir günde (1 Temmuz 1798) Fransız donanması İskenderiye’de görünüvermiş. Gemi sayısı 280–450 arası söyleniyor. Asker 38 bin 60 bin arası gösterilir; ama generalin yaşı değişmiyor 29. Üçüncü Selim’den genç. Aralarında 8 yaş var.
Napolyon, sanki Lavrens’in öncüsüydü. İskenderiye’de askerini hemen saldırıya geçirmiyor, halka bir beyanname yayınlayıp, kendisine zemin hazırlamayı tasarlıyor. Müslümanlığı beğendiğini, pâdişâhın dostu olduğunu, pâdişâhın otoritesine gölge düşüren, emir dinlemeyen kölemenleri cezalandırmaya geldiğini, başka niyeti olmadığını duyuruyor. Niyeti daha önceden anlaşılamadığı için Türkiye tarafından müdafaa tedbiri alınmamıştı. Kölemenlerin çabası kâfi değildi. İskenderiye kolayca Napolyon’un eline geçti.

Kahire’nin Napolyon’a Boyun Eğişi (22 Temmuz 1798)

Napolyon savaşta harab ettiği İskenderiye Kalesi’ni tamir ettirdikten sonra, buraya 3000 asker yerleştirdi. Artık İskenderiye elde edilmiş olduğundan yeni maceralar araması lazımdı. Bir nehir filosu hazırladı. Raşid ve Rahmaniye yoluyla Kahire’ye geldi. Kölemen Beyleri birbiriyle çekişmekteydiler. Fakat Napolyon’a karşı birleşme lüzumunu his ve tercih ettiler. Kölemen Beyleri Osmanlı valisiyle de anlaşarak, müşterek düşmana karşı beraber savunma hazırlığı yaptılar.
Napolyon büyük savaşçıydı ve Mısır’a gelirken göze aldığı riskler vardı. Karşısına muazzam bir ordu çıkmalıydı, başında zaferler kazanmaya alışmış Paşası olmalıydı. Memluklardan Murat Bey’in 10 000 kişilik askeri Rahmaniye’de, Mısır Beylerbeyi Vezir Ebubekir Paşa’nın 20 000 kişilik ordusu Cize’de birkaç saatte dağıldı. Napolyon’un askerlerine yaptığı konuşmada, onları şevke getirmek için:
“Askerler, bu Ehramların üstünden size kırk asır bakıyor!” demesi ile savaşın adı konmuş, bu savaş tarihe “Ehramlar Savaşı” olarak geçmişti.
Napolyon’un, şeref için savaştığını söyleyen birine “herkes kendinde olmayan şey için savaşır, ben para için savaşırım” dediği meşhurdur:
Napolyon savaşıyor ve bütün savaşları kazanıyor ama askerlerine zulüm yaptırmıyor, sadece soygun yaptırıyordu. Paraya karşı tavrı yukarıda gösterildi. “Yalnız güneye kaçan Memlûk Murad Bey’in zevcesi Nefise Hanım’dan 120 000 altın aldılar. “Zenginleri haraca kestiler.” Gafil avlanan kölemenleri ağır bir hezimete uğrattılar. “Fransa yüzyıllarca kendisine her türlü yardımda bulunmuş olan dost bir devlete (Türkiye) karşı ihanette bulundu.
Bugün nasıl ki “devletlerin dostu değil menfaati olur” düsturu geçerli ise, o gün de öyle idi. Napolyon bunu açık bir biçimde ispatlamıştı. Geçmişte yaptığı yardımları düşünüp esef edecek bir Türkiye’nin kazanacağı sadece hayâl kırıklığıdır, alacağı ders ise, geleceği belki kurtarabilirdi.

Bab-ı Âli’nin Kafası Karışık

Fransa Mısır’a çıkarma yaptığı günlerde, Rumelinde Pazvandoglu belasıyla uğraşan Osmanlı ordusu bir şey yapacak imkândan yoksundur. III. Selim Devlet erkanıyla hareket tarzını tayin için bir araya geldiğinde farklı görüşler dile getiriliyordu. Bir kısmı: “Derhâl Fransa’ya harp açalım” derken, padişah maceradan uzak, akıllı davranmak gerektiğini savunuyor; “Yarın, başka yerlere de aynı şey yapılırsa” korkusu ile şu görüşü beyan ediyordu: “Tedarikât-ı seferiyede gayet acele olunup ilan-ı harp hususunda teenni ve bataati birle bir miktar vakit te¬darik eylemek iktiza eyler zannederim.”
“Germiyetlü Mora’ya vesair serhadlara takviyet verilse ve buğzu anda olan devletlerle muhabere olunsa ve Mısır’ın hâli ne suret kesbeyler bilinse bâdehû ilan-ı harp olunsa. Altı senedir bizi kâfirler iğfal eyledi. Biz dahi altı mah kadar onları iğfal eyleyüp mümkün mertebe işimize baksak. Hele ilan-ı harp hususu gayet mülahaza götürür maddedir.”

İngilizler İşe Yaradı

Bâb-ı Âli Fransızlar’a karşı davranış tespitine uğraşırken birileri boş durmuyordu. Akdeniz hâkimiyeti için birbirleriyle rekabet halinde olan İngiltere, Fransız donanmasının peşinden yetişip İskenderiye’de feci şekilde mağlub ediyor. 17 Fransız gemisinden 13’ü batırılıyor; Napolyon’un gururu İngiliz Amiral Nelson’un ayaklarının altında çiğneniyordu. (1 Ağustos 1798) Çünkü: Ebuhır koyunda batan Fransız gemileri aynı zamanda Napolyon’un memleketiyle bağlantısının da kesilmesi demekti. Devamlı takviye olamayan, vatanına durumunu bildiremeyen kumandanın yapabileceği fazla bir şeyi kalmamış oluyordu. Geçici de olsa, asrın şımarık çocuğu galibiyetin kendisine bile ihanet edeceğini anlamıştı. Karalara, denizlere sığmayan, dünyanın hâkimi olma sevdasıyla tutuşan mağrur general dünyanın uzak bir köşesinde, Ehramlar diyarı Mısır’da esir durumuna düşmüştü. Bu durum, Osmanlı Devleti’ne yaptığı kalleşliğin, İngilizler eliyle cezalandırılması sayılsa herhalde, uygundur.

Savaş Fetvası

İngilizlerle dostluğu yok Bâb-ı Âli’nin; Ruslarla düşmanlık ileri derecede… hele Kırım yüzünden; derin yürek yarası var. Fransızların yaptığı ve yapacağı daha ötelere geçince, Fransızlar Ruslarla, İngilizlerle menfaat kavgasına düşünce, III. Selim’e ince siyaset yolu görünüyor. Müşterek düşmana, müşterek tavır!
Önce Napolyon’un Mısır’daki nazik durumu cesaretlendiriyor Bâb-ı Âli’yi; Şeyhülislâm’a soruluyor:
“Françe keferesi bilad-ı islâmiyeden Eâzım-ı emsar-ı devlet-i âliye-i ebediyyulkarar olan Mısır ve havalisini bağteten istilâ etmeleriyle ehalisi defe kadir olmasalar îmamülmüslimin seyyidüsselatîn pâdişâhımız hazretlerine kefere-i mezbureyi def için berren ve bahren irşat edip mukatile etmeleri şer’an vacip olur mu? Elcevap “olur”. (2 Eylül 1798)
Vezir-i âzam İzzet Mehmed Paşa 3 yıl, 10 ay, 12 günlük vazifesinden alınıp Sakız’a yollanır. Ezurum Beylerbeyi Yusuf Ziyaeddin Paşa onun yerine sadârete getirilir. Ocak 1799’da Ruslarla ve İngilizlerle ittifak imzalanır.
Napolyon’un Mısır’da rahat durması düşünülemezdi. Fransa adına yapacağı fetihler onu bekliyordu. 10 Şubat 1799’da Kahire’den hareket eder, Gazze ve Remle’nin işini çabuk bitirir, Yafa’da biraz uğraşır; acısını da 4 bin Arnavut askerini kılıçtan geçirmekle çıkarır.

Kasaptan Kaçan Kahraman

Kahire’de, İskenderiye’de halka iyi davranmıştı, burada çok kötü. “Müslümanlarla beraber Hıristiyanların da katliâmı Napolyon’a karşı umûmî bir nefret uyandırmıştır. 10 bin kadar asker ve sivili kılıçtan geçirerek yerli halkın gözünü korkutmaya çalıştı. 19 Martta Akka Kalesi önüne geldi. Akka! İşte Napolyon Bonapart’ın tosladığı sarp kaya… Akka Kalesini müdafaa eden “Cezzar Ahmed Paşa Boşnaktır. “Kasap” mânâsma gelen “Cezzar” kan dökücülüğünden ve gaddarlığından kinayedir. Suriye’ye hakim olmak sevdasıyla İstanbul hükümetine kafa tutmakla meşhurdur. Napolyon hiç ummadığı bir yenilgiyle, büyük zayiatlar verdikten sonra Kahire’ye kaçmıştır. Hem de gece karanlığında, ağırlıklarını gömerek. Maiyetindeki generallere Kahire’de söylediği sözler: “Akka’da durdurulmasaydım belki şark imparatoru olurdum!”
“Akka müdafaası Bonapart’m ilk yenilgisi idi. İhtilâlin yenilmez Fransız ordusu artık yenilmişti. Bonapart başarısızlığını örtmek için bir beyanname yayınlayarak Mısır’a yürümekte olan Türk ordusunu yendiğini ve Suriye seferinin bu suretle sona ermiş olduğunu ilân etti ise de kimse inanmadı.”
18 Martta Akka’da bozulan Fransız ordusu Ebuhır’a saldırdı. (25 Mart) Kaleyi koruyan Köse Mustafa Paşa başarı gösteremeyince, binlerce asker şehit olup, kale Fransızların eline geçerken Mustafa Paşa da Napolyon’a esir düştü. Bilahare büyük Osmanlı ordusunun Mısır’a yaklaşmakta olduğu haberi Napolyon’a ulaşınca Mısır’ı terk etmek mecburiyetinde kaldı. (22.8.1799) Mısır macerası 1 sene, 1 ay, 21 gün süren Bonapart kale muhasarasına tövbe etmiş, Akka yenilgisini ömür boyu unutamamıştır.
Napolyon bir generalini Başkomutan tayin edip, Mısır’dan gizlice ayrıldı. Savaş ve hastalıktan arta kalan ordusu Mısır’da kaldı.
İstanbul’dan çıkan 60 bin kişilik Osmanlı ordusu, Vezir-i âzam ve Serdarı Ekrem Yusuf Ziyaeddin Paşa komutasında Gazze’ye gelmişti. Burada Fransız General Kleberle önce sulh yolu denendi. Fakat sonradan işlerin istendiği gibi gitmemesi savaşı mecburi kıldı ve savaşta Türk ordusu yenildi. Bir defa da Mısır Beylerbeyi Fransızlara saldırmayı denedi, o da yenildi: Daha sonra “14 Haziran’da Kilisli Süleyman Bey adlı 24 yaşındaki bir Türkün Kleber’i hançerleyerek öldürmesi Fransızların durumunu bozdu ama ele geçirilen Süleyman Bey işkence altında şehit edildi. Artık Fransızlar’ın da dayanacak güçleri kalmamıştı. Devamlı eriyen ordunun yardım alma imkânı da bulunmadığı için Mısır’ı boşaltmaya mecbur oldular:

Amgen Barışı

Rusya ile dost kalmanın zorluğunu bilmeyen devlet adamı yok. İngiltere’nin sömürgeci zihniyeti de malûm. Napolyon’un saldırganlığından ürken devletimiz Rusya ve İngiltere ile Fransa’ya karşı ittifak yapmıştı. Bonapart’ın Mısır’dan çekilmesiyle tehlikenin ortadan kalktığı görüldü. Bundan sonra Fransa’dan ziyâde Rusya ve İngiltere’nin tehlikeli olabileceği anlaşılıyordu. Bunlarla dostluğun istikbali karanlık sayılınca Fransa’ya yönelindi. İstanbul’un Paris Elçisi Esseyyid Ali Efendi tesisine çalışılacak barış görüşmesine memur edildi. Bonapart’ın güttüğü siyaset İngiltere ile Rusya’nın arasını açmak üzere kuruluydu. Kendisine karşı Osmanlı dostluğu göstermelerine alınmıştı. Tabii ki siyasetin amacı, yararın zararını menfaate çevirmekti.
Diğer şartların da desteğiyle Napolyon iki devletin arasını açmaya muvaffak oldu. Adı anılan üç devlet ayrı ayrı hesaplarında Osmanlı düşmanlığını birinci planda tutuyordu.
Fransa elinde bulunan Rus esirlerini güzelce giydirip, fidyesiz olarak teslim etti. Ayrıca Bonapart Malta Şövalyeleri’nin mukaddes saydığı bir kılıcı Çar I. Pol’e takdim etti. Neticede Fransa Rusya dostluğu başlamış oldu. İngilizlerden ayrılan Rusya Fransa’ya bir şey yapamayacağı gibi, Rusya’dan ayrı İngiltere de Fransa’yı korkutamazdı.
Hülyaları sınırsız olan Napolyon karşısında kuvvetli düşmanlar bırakmamak için şartları zorladı. Şimdi Rusya ile de anlaştı, Osmanlı ile anlaştı, hareket alanını genişletti. Hem, Rusya’nın Osmanlı Devletiyle ilgili hesabı çok işine yaradı. Bonapart, Rusya’nın Osmanlı ile ilgili düşüncelerini de bir özel mektupla desteklediğini kurnazca bildirdi. Şöyle: “Rusya’da bir adamınız olması çok lüzumludur. Osmanlı İmparatorluğu uzun müddet devam etmeyecektir. Eğer I. Pol nazarlanm bu cihete çevirirse müşterek menfaatimiz olacaktır.”
Napolyon dünya imparatorluğu kurmaya çalışırken Osmanlı’yı -kısmen-Rusya’ya peşkeş çekmekten geri kalmadı. Avusturya da, Osmanlı mirasının taksiminde önemli pay sahibi olacaktı. Bonapart Avusturya’ya Osmanlı’dan nereleri almak istediğini sorduğunda beklediği gibi cevap almıştı: “Sırbistan, Bosna-Hersek, Eflâk-Boğdan ve Bulgaristan.” Rusya, İran, Afganistan ve Buhara’ya kadar bütün bölgeyi alıp Hindistan’a kadar ilerleyecek, İstanbul ile ilgili hesaplan malûm. Fransa’nın hesabı Mısır ve Suriye’ye yerleşip Doğu Akdeniz hâkimiyeti kuracak… Bütün bu hesaplar Osmanlı-Fransız dostluk anlaşması yapılırken düşünülüyor. Osmanlı Devleti sağlığına kavuşmak, bedenine arız olan mikrobu defetmek için ilaçlar denemeye devam ediyor. Mısır’da Napolyon’a karşı savaşa sürdüğü Nizâm-ı Cedid’in fazla varlık gösteremediği de ayrı bir dert sayılır.

Taif’te Vahhâbiler’in İsyanı (18 Şubat 1803)

Mecidli Şeyh-Muhammed ibni Ab-dülvahhab, Hanbeli mezhebi ulemâsıdır. Uygulanmasını istediği kurallar Ahmed bin Hanbel’den bazı yerlerde ayrılır. Çok katıdır.
Yazdığı risalelerde, dinî meselelerde yeni şeyler söylüyor: Amel imandandır, diyor. Böyle olunca bir vakit namazın terki küfürdür, öyleyse namazı terk eden kâfir olur ve kâfirin kanı heder ve malı helâldir.
Abdülvahhab, ayrıca kabirlerin gösterişli olmamasını, enbiyadan, evliyadan medet umulmamasını, türbe inşasını yasaklıyor. Bid’at olduğu gerekçesiyle tespih çekilmesi dahi hoş görülmüyor Abdülvahhab’ın mezhebinde.
Onun İslam çerçevesi bu kadar daraltılınca insanların büyük bölümü çerçevenin dışında kalıp, kâfir sayılıyor, kâfirin kanı heder, malı helâl olduğu da belli!
Abdülvahhab kızını vererek Mecid Emiri Muhammed İbni Suud’u damad edinmişti. Damad kayınbabasının esaslarını kabul edince, mücadelesi kolaylaştı. Yağmadan hoşlanan Bedeviler de işin içinde olunca Taif’in işgali zor olmadı. Mecid, Bahreyn, Lahzâ’dan sonra Basra ve Bağdad tehlikeye girdi. Umman, Moksad, Hicaz, Yemen ve Ceziret-ül Arab’ın her tarafı bu fırtınayla çalkalandı.
Vaziyetin korkunç bir hal alması Mekke şeriflerini İstanbul’dan yardım istetmeye şevketti. Ulema şeri araştırmalarla oyalanırken, Abdulvahhab’ın adamları yağma ve katliâm ile Taif’i harab etti.
Suud hanedanının daha doğrusu Arabistan’ın Vehhabiliği buraya dayanıyor. Halen Arabistan’ı yöneten Suud Hanedanından bir kraldır, devletin adı bunun için Suudi Arabistan’dır ve mezheben Vahhabi’dirler.
Osmanlı Devleti’nin kolları kısaldığı, gücü azaldığı için uzaklara gidemiyor, kolu yetişemiyor, yavaş yavaş uzak diyarlar elden çıkıyor. Merkezin zayıf olduğu hissedilince, bırakın binlerce kilometrelik yolu, en yakında bile başkaldırmalar oluyor da, yetişmekte güçlük çekiliyor.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa

İşte bir kurtarıcı isim! Mısır’da, bir kelime Arapça bilmeyen, Türkçe okuma yazması olmayan “fakat son derece zeki, muhteris, maksadına ulaşmak için bütün yollan mubah sayan, icabında merhametsizce kan dökebilen bir adam.” Mısır’a 200 gönüllünün kumandan muavini olarak gelip kurnazlığı, cesareti ve girişkenliği ile kendi yıldızım kendi parlatan adam 30 yaşında basit bir “Mehmed Ali Ağa” olarak geldiği Mısır’da hanedanlığının temellerini atıyordu. Siyasi kurnazlıklarıiyi bilen Ağa, Mısır’ın sosyal karışıklığını kendi menfaatine kullanmayı becerir, Bâb-ı Âli’de Mısır’ı kurtaracak tek şahıs intibaı uyandırır ve 6 senelik gayreti semeresini verir. İstanbul’a gönderdiği âsi kelleleri ona vezâret payesiyle Mısır Beylerbeyliği’ni getirir. Artık Mehmed Ali Paşa’dır. (8.7.1805) Zavallı Osmanlı; başına büyük bir dert almıştır. İleride, Anadolu’da bunun oğluyla Osmanlı ordusu savaşacak, bin türlü sıkıntılar yaşanacaktır.
Kavalalı Mısır’da asayişi sağlayıp, devlet otoritesini yerleştireceğim diye, kendi devletini kurmaya çalışırken, diğer taraflar daha iyi değildi. Balkanlar kaynıyordu. “Vidin’deki Pazvandoğlu, Rusçuk’taki Tersenikli / Tirsinikli oğlu İsmail Ağa ve Edirne’deki Dağdevirenoğlu Mehmed Ağa” birer habis ur gibi kesilip atılmayı bekliyorlardı. Nizam-ı Cedid İstanbul’da, Anadolu’da teşkil edilmiş; semeresi alınmaya başlanmıştı.
Kadı Abdurrahman Paşa Karaman Beylerbeyi’dir. Anadolu’da Nizam askerini mühim bir kuvvet haline getirmişti. Görünüşte, Rumeli (Sırp) isyanlarını bastırma bahanesiyle Karaman’dan getirildi. Yanında 24 000 Nizam-ı Cedid askeri var. Paşa’ya yüklenen asıl vazife Nizâm-ı Cedid’in teşkiline çalışması idi. Üçüncü Selim Abdurrahman Paşa’nın askerlerini çok beğendi, bir aydan fazla İstanbul’da eğleyip yaptıkları manevraları seyretti.
Üçüncü Selim’in yenilikten hoşlanması acaba her yeniyi sevdiği mânâsına mı geliyordu? Tabii ki değil. Savaşsız yaşanmayan dünyada, eskiden olduğu gibi, girdiği savaşı kazanan ordu lazımdı; bizim ordu yenilgiye ayarlanmış saat olmuş. Yeni usullerle yapılan savaşlarda Rusya dahil, bütün devlet askerleri Türk askerinden daha başarılı, çünkü onlar köhnemiş usulleri terk etmiş. Peki, madem böyle, devlet adamlarından bazıları neden pâdişâhın görüşünü paylaşmıyor? Bunlar hain mi?
Rusya ile mütareke görüşmeleri yapılıyor, Avusturya ile harpten yeni çıkılmıştı. Pâdişâh devlet adamlarından layihalar istedi. Sadrâzam Koca Yusuf Paşa, sudurdar Veli Efendizâde Emin, Defterdar Şerif Efendi, Tatarcık Abdullah Efendi, Çavuşbaşı Efendi, Enverî Efendi, Hıristiyan Bertrant ki Türk ordusunda hizmet gören bir subay, İsveç elçiliğinde memur D’Ohssan, adı yazılmayanlarla beraber toplum 22 kişi layihalar hazırlandılar. Bunlardan bir kısmı Yeniçeri Ocağı ile diğer ocakların kanunî devri kanunnâmelerine göre düzenlenmelerini, bir kısmı yukarıdaki görüşe ilaveten Frenk eğitim ve öğretim usullerinin kabulünü, bir kısmı da Yeniçeri Ocağı’nın bir kenarda bırakılıp, Frenk esaslarına göre yeni bir ordu kurulmasını istiyordu.
Üçüncü Selim çoğunluğun kendi isteğine yakın sözler söylediğini gördü. İşin bu kadar kolay olacağım herhalde tahmin etmiyordu.
Karaman Beylerbeyi Kadı Abdurrahman Paşa’yı 15 Temmuz’da İstanbul’dan Edirne’ye gönderirken her ne kadar tedirgin idiyse de içine kötülük olacağı endişesi düşmemişti. Fakat hiçbir şey basit değildi:
Vezir-i Âzam İsmail Paşa Nizâm-ı Cedid’e karşıdır; bunu pâdişâha söylemez ise de, veliahd Şehzade Mustafa ile anlaşıp, Rusçuk’taki âsi Terseniklioğlu’na haber göndererek, pâdişâh ordusuna karşı mukavemetini teşvik etmiştir. “İşte bundan dolayı, diğer Rumeli ayanlarını da etrafına toplayıp Edirne’ye kadar gelen Terseniklioğlu, Kadı Paşa’nın işi yatıştırmak için gönderdiği adamları idam ettirmiştir.” Bunun üzerine, 24 bin kişiyle harekete geçen Kadı Paşa, Silivri ve Çorlu’da eşkiyaları imha ediyordu. Pâdişâh durumu öğrenince ince hislerinin emrini dinleyip “Etfâl ve aceze-i nisvan pâymâl olur” diye dönüş emri verdi. Müslüman kanı dökülmesin düşüncesi ile yarınları için önemli bir hata yapmıştı.
Âsiler işi iyice azıtırlar ama Terseniklioğlu da bu arada öldürülür, yerine Türk Tarihinin unutulmazları arasına katılacak olan Rusçuk Ayam Alemdar Mustafa Ağa geçer.
Rumeli III. Selim’i gözden çıkarmış; hutbelerde ismi okunmuyor. Yılanın başını ezme fırsatını değerlendirmeyen pâdişâhın pişmanlığı ileride hiçbir işe yaramayacak, hataların telâfisi olmayacaktır…

Sırp İsyanı

Vidin’de, asker kaçağı bir yeniçerinin oğlu olan (Pazvandoğlu Osman Ağa’yı yola getiremeyen Bâb-ı Âli, acziyetini örtmek için ona geniş selahiyetler vererek bir de vezir rütbesiyle taltif etmişti. O ise, yine isyan ederek Sırpları katliâma girişti. Fransız ihtilaliyle dünyaya yayılan “milletlerin hürriyeti” ateşi Sırpların da yüreğine düşmüş, onlar da bağımsız Sırbistan bayrağını açmışlardı. Başlarına geçen Kara Yorgi adlı bir haydut Rusya ve Avusturya’dan İslavlık adına aldığı yardımlarla gücünü artırmıştı. Ruslar Karadağlıları da isyan ettirince, Balkanlardaki Osmanlı gücü iyice zaafa uğruyor, Bâb-ı Âli Kara Yorgi ile sulh yapmak zorunda kalıyor ve bu sulh sonucu Belgrad Sırplara teslim ediliyor. (13 Aralık 1806) İstanbul, Kara Yorgi ile fazla uğraşacak halde değildi, zira Ruslarla savaşın eşiğine gelinmiştir…

Türk-Rus Türk-İngiliz Savaşı (22 Aralık 1806)

Sekiz sene önce Fransızlara karşı, müşterek menfaatler Türkiye ile Rusya’yı yan yana getirmişti. Çok hızlı dönen dünyanın çabuk değişen şartlan, şimdi bu iki devleti savaşa tutuşturuyordu. Ne yazık ki, adet üzere yine Türkiye kaybediyor. Bender, Hotin, Akkerman kalelerinden Türk askeri çekiliyor; yani bu kaleler Ruslara teslim ediliyor…
Savaşın başlama sebebi: Napolyon Bonapart Avrupa’da zaferler kazanıyordu. Osmanlı Devleti kâğıt üzerinde de olsa Fransa’yla dosttur. Dostumuzun zaferi, İstanbul’da Rusya ile İngiltere’nin itibarını sarsıyor. Osmanlı-Fransa işbirliğine dönebilecek bir hava koklayan Rusya’nın huzurunun kaçtığı sıralarda Napolyon meşhur elçi General Sebastiyani’yi İstanbul’a gönderiyor. Dananın kuyruğu geriliyor. Bundan sonra olanların başlatıcısı İngiltere’nin İstanbul Sefiri Sir Arbuthnot am, gerekçe Sebastiyani’nin gelişi değil, gelişiyle beraber yaptırdığı azildir.
Sebastiyani, Osmanlı’daki Fransa muhabbetini değerlendirmek isteyip, Rus taraftarlığı bilinen Eflâk Beyi Konstantin İpsîlanti ile Boğdan Beyi Aleksandr Moruzzi’nin azillerini rica etti. Bu rica derhal yerine getirildi. Bundan sonra Boğazlar Rus gemilerine açılmadı. Rusya protesto etti, İngiltere Elçisi Sebastiyani’nin kovulmasını istedi. Alınan red cevabı üzerine İngiliz elçisi İstanbul’dan ayrıldı. (29 Ocak 1807).
Herhalde ince siyaseti bilmemenin sonucudur. Bir devletin sevgisini kazanmak uğruna iki büyük devletin düşmanlığını tahrik pek de ucuza mal olmamıştır. Rusya harb ilanına lüzum görmeden yapacağını yapmaya çalışırken Türk tarafı hiç hazırlıklı değildi.
Ayrıca, Çanakkale Boğazı’nı zorlayan İngiliz donanması Kurban Bayramı sabahı boğazı geçmeye başladı. 60 kadar askerini kaybedip, çok az hasar görerek Marmara’ya girdi. Osmanlı’ya ait birkaç küçük gemi bu arada yandı.
İngiliz donanması Kınalı Ada önünde demirledi. İstanbul’a şimdiye kadar böyle yaklaşan donanma olmamıştı. Milli duyguların coşmasına sebep olan bu görüntü, pâdişâh başta olmak üzere asker, sivil bütün milleti kurtarma hareketine sevketti. Gerekli tedbirler alındı, yapılacak hücum yapıldı, İngiliz donanması iki gemi ve bir miktar asker kaybı ile Bozca Ada’ya kadar kaçabildi. Bu kadar az zayiatla kurtulduğu için Allah’a şükreden İngiliz kumandan, geldiğine bin pişman olmuştu. Onu böyle, cehennemden kaçar gibi arkasına bakmadan gönderen, hâlâ kaybolmamış olan millî duygudan başka bir şey değildi. Yani Türkler’deki millî duygu.
İngilizlerin donanması Çanakkale Boğazı’ndan kaçabildiğine sevinirken, bütün İngilizler İskenderiye’de bayram yaptı. 20 Mart 1807’de, bazı hainlerin yardımını gören İngilizler, şehri teslim aldılar.

Kabakçı İhtilâli

Üçüncü Selim’in gördüğü en büyük belâ ne Ruslardır, ne İngilizler, ne Fransızlar… Memleketin içinde bulunduğu çöküntüyü gidermek, devletin ömrünü haysiyetiyle devam ettirmek için düşündüğü çareleri uygulamak, uygularken aşın derecede merhametli olmak. İşte pâdişâhın en büyük düşmanı; yüreğinde yatan merhametidir. Hiçbir yenilikçi, bazı eski kafaları yok etmeden başarıya ulaşamamıştır. Üçüncü Selim bir eliyle şiirler yazıp, bir eliyle besteler yapacak, musiki aletleri çalacak, eline kılıç almadan asırların kökleştirdiği alışkanlıkları değiştirecekti, olmadı.
İ. H. Danişmend Kabakçı İhtilâli’nin çıkmasının 22 tane sebebini sıralıyor. 21.’si son derece haris ahlâksız bir herif olan sadâret kaymakamı “Adı Musa, boyu kısa, sakalı köse” Selanikli Musa Paşa’nın, ikiyüzlü, yenilik düşmanı Şeyhülislâm Topal Ataullah Efendi ile işbirliği. 22.’si III. Selim’in muktedir bir yardımcıdan mahrum kalmasıdır.
Köse Musa masallarda anlatılan köselerdendir. Fitne fücur kaynıyor. İngilizce bildiği için “İngiliz” denilen ve o sıralarda boğaz nazırlığında bulunan eski Reis ül Küttâb Raif Mehmed Efendi ile Bostancıbaşı Şahin Bey’in Karadeniz boğazında muhafız yeniçeri yamaklarına Nizam-ı Cedid elbisesi giydirmekle görevlendirilmeleri Köse Musa’nın işidir. Aynı şahıs ayrıca yamaklara gönderdiği haber de der ki:
“Nizam-ı Cedid elbisesi giyerseniz dinden çıkarsınız, giymezseniz tard edileceksiniz. Belki Nizam-ı Cedid sizi öldürecek.” Bunun üzerine yamaklar: “Biz kuloğlu kuluz ve ebaanced yeniçeriyiz, Nizam-ı Cedid elbisesi giymiyoruz” diyerek ayaklandılar. İngiliz Mahmud Efendi’yi katlettiler. Çeşitli bahanelerle Bâb-ı Âli’yi tazyike başladılar ve başlarına da bir Reis buldular, bu Kabakçı Mustafa’dır.
Kastamonulu Mustafa da bir neferdi; Karadenizli yamaklar onun liderliğinde, “istemezük” naraları atacaklardı. Bunların haklı tarafları var mıdır? Sadece yeniliklere red midir kavga sebebi? Hayır: Ahmed Cevdet Paşa beri tarafın suçlarını da sayıyor.
Nizam-ı Cedidçiler Lâle Devri eğlencelerine dalmışlar. Nizam-ı Cedid iradından bir sürü zengin türemiş. Halk yiyecek ekmek bulamaz durumda iken, Cedidçilerin uşakları, hademeleri bile bolluk içinde yüzüyordu. Yılmaz Öztuna soruyor: Pâdişâha kızanların ağzından “hiç pâdişâha tanbur çalmak, ney üflemek yakışır mı? Pâdişâhın kız kardeşlerinin, Boğaziçi’nde Avrupa usulünde döşenmiş saraylarında serbest bir hayat yaşamaları, Melling gibi Avrupalı ressamlarla görüşmeleri, Şeyh Galib gibi şairlerle samimiyet kurmaları, yakışık alan hallerden değildi. Şeyh Galib, Hatice Sultan’a aşk şiirleri yazacak kadar işi ileri götürmemiş miydi?
Asilerin reisi Kabakçı Mustafa İstanbul halkına meramlarını anlatmak için telallar çıkarıp, her yerde konuşturuyordu. “Ey ahâli, meramımız Nizam-ı Cedid belasını kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar, kendilerini ocaklı bilenler bizimle beraber olsunlar.”
Nizam-ı Cedid düşmanları Kabakçı’nın yanında toplanırlar. Veliahd Şehzade Mustafa pâdişâh olma özlemiyle, Şeyhülislâm Ataullah Efendi’yle Köse Musa III. Selim’i devirme hırsıyla Kabakçı’ya destek olmaya çalışıyorlar. Musa Paşa, padişaha korkulacak bir şey olmadığını, isyan hareketinin çabucak söneceğini anlatıyor, Nizam-ı Cedid askerlerine de kışlalarından çıkmamalarını söylüyor. Topçu Ocağı âsilere karşı koymaya hazırdır; Musa Paşa onlara; “karşı gelmesinler, bu iş cümle ittifakıyledir” diye haber gönderiyor.
Üçüncü Selim işin nerelere varacağını anlamıştır; Köse Musa’ya, “Bu işlere sebep benim hilmimdir (yumuşaklık)” demesi bundandır.
Kabakçı Mustafa’nın başını çektiği âsiler güruhuna Topçular ve Cebeciler de katılınca azgın ve güçlü durumda Sultanahmed Meydanı’na geldiler. Onların esas yöneticileri Şeyhülislâm ile Köse Musa Paşa, bilhassa Köse her şeyi ayarlamıştı. Üçüncü Selim kan dökmeyi isteseydi vaktinde bu hareketi tesirsiz hâle getirebilirdi ise de, artık iş işten geçmişti. Nizam-ı Cedidi kaldırdığına dair bir Hattı Hümâyun yazdı, ama bu kâfi değildi. Henüz, Haseki Halil Ağa ile Raif Mahmud Efendi isimli iki Cedid taraftarı parçalanmıştı. İhtilâl dediğin biraz kelle götürmelidir!
Kabakçı Mustafa’ya akıl hocası Köse Musa Paşa bir liste verdi. Padişahtan kellesi istenen onbir kişinin ismi yazılı burada. Bunlar İbrahim Kethüda, Bahriye Nazırı Hacı İbrahim, Rikap Kethüdası Hacı Mehmet, Reisülküttap Vekili Ahmet, Enderun ricalinden Sırkâtibi Ahmet ve başkaları “Sultan Selim bunlardan üçünü çıkararak kurtarmıştır. Zavallı pâdişâhın bu sırada.”
“Benim için kan dökülmesin, benim yüzümden ümmet-i Muhammed’e zarar gelmesin!” dediğini İ.H.D. yazıyor.
E.Z. Karal ise; listede ismi geçenleri pâdişâhın verdiğini, âsilerin onları parçaladığını yazdıktan sonra devamla: “Fakat onları kuran devlet ricali bu kadarı kâfi görmüyorlardı. İstanbul Kadısı âsilerin yanlarına gönderildi ve onlarla şu meselenin münakaşasına başladı:”
“Bundan sonra bu pâdişâha eminiyet olabilir mi? Şeyhülislamı çağınp soruyor âsiler. Soru; cevabı emrediyor:
“Sultan Selim’in saltanatta istiklâli yok. Hükümeti birtakım zalimlerin eline verdi. Kendisi zevku safa ile meşgul. Devlete getirdikleri de fukaraya ve reayaya zulüm yapıyorlar; böyle bir pâdişâhın hilafeti sahih midir?” El cevap: “Sahih değildir.” Ataullah Efendi hal fetvasını yazar. Âsîler bağrışırlar:
“Sultan Selim’i istemiyoruz, Sultan Mustafa Efendimizi istiyoruz!”
Pâdişâha hal fetvasını götüren heyet “kapılar kapalı olduğu için kızlar ağasına bir tezkire yazdırıp âsilerin “kabl-el-cülûs” dağılmayacakları bildirilmiş. Ağa da bu meşun tezkireyi “mührünü fekketmeden” büyük pâdişâha takdim etmiş ve işte bunun üzerine “zâlike takdir-ül aziz-ül alîm” âyeti kerimesini okuyan muhterem Sultan Selim’i Salis amcasının oğlu Dördüncü Mustafa’nın saltanatını tebrik etmiştir.”
Sultan Selim’e yakınları “orduyu hümayunu İstanbul’a çağırarak isyanı bastırmasını” teklif etmişler, bu teklife cevabı şu olmuştu: “Olmaz, sonra Rus orduları Çatalca’ya gelir.”
Necip Fazıl Kısakürek “Yeniçeri” adlı kitabında, özel üslubuyla yeniçerileri yedi kat yerin dibine batırırken, Prusya Sefiri Dietz’den “Bu hükümdar hüner ve marifetçe, fikir ve dirayetçe milletinin çok üstündedir…” Fransa Sefiri Şuazöl-Gufye”den; “Üçüncü Selim Türkiye’de bir Büyük Petro olmak istidadındadır” sözlerini alır ve kendi görüşünü şöyle özetler: “Üçüncü Selim’in her türlü ince anlayışına rağmen sert ve hamleci bir seciye taşımadığı ve dervişlikle karışık bir sanatkâr mizacı içinde aksiyonculuk ruhuna yabancı kaldığı”
Şu söz de Üstad’ın: “Yeniçeriler Genç Osman’dan Üçüncü Selim’e kadar beyni ezen yumruk halinde geldiler.”
Yaşadığı zamanı kendine uyduramayanı, zaman kendine uyduruyor yahut Üçüncü Selim misâli eleğin altına geçiriyorlar. Devlet yönetiminde başarılı olabilmesi için asileri tepeleme gücüne, belki de vicdansızlığına sahip olmalıydı. Kader hükmünü böyle icra edecekmiş, etti. Kendisi her şeyin fâni olduğunu bilerek saltanat sürdü, yazdığı şiirde kendine, gafil olmamasını ihtar etti. Karakterini değiştirmesi mümkün olmadığı için kendine tembihi şiirde kaldı.

“Serir-i saltanatda olma gafil bir an ey İlhamı
Sana da bakî kalmaz bu bir çarh-ı devrândır”

diyordu. Devrâna kurban oldu. Ve bir de şöyle yazmıştı bahtsız pâdişâh:

“Millet ve devlete lâyık mı bu vaz-ı nâ sûz
Bunun encamını fehîme Selim mecburuz”

Üçüncü Selim’in Ölümü Dördüncü Mustafa’nın saltanatı zamanındadır.
İnce ruhlu padişah, mutlaka gönlünü boş bırakmamış âşık da olmuştur ama, hiçbir kadınına ana olma zevkini tattıramamıştı, kendisi de babalık duygularını yaşamamış.
1761’de dünyaya gelip 27 yaşında tahta oturan Üçüncü Selim “18 sene, 1 ay, 22 gün saltanat sürmüş, 46 yaşının içinde tahta veda etmiştir. 29 Mayıs 1807.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.