Sultan II. Ahmed Han

SULTAN İKİNCİ AHMED

(1691–1695)

21-Sultan II. Ahmed Han

Sultan İkinci Ahmet de malûm sebepten dolayı saray hapishanesinde yaşlanmıştı. Ağabeyinin ölüm gününde bile tutsak muamelesi görüyordu. Vezir-i Âzam ile saray erkânı kendisini istemeselerdi, ya eski padişah veya onun oğlu Mustafa tahta geçirilecekti. Şans Ahmed’den yanaydı. Vezir-i Âzamin sıkı tembihini dikkate alan görevliler, Edirne’de tahtı Şehzade Ahmed’e takdim ettiler.
Sultan Ahmed aksakallı bir ihtiyardı. 49 yaşına, kuşlar gibi hür olmadan değmişti. Belki de biraz erken kocamış, çektiği ürküntü dolu senelerin izlerini yüzüne nakşeden kaderine sitemler etmişti. Şimdi, padişahlık etmek için vazifeye başladı ve birikmiş dertlerin üstesinden gelebilmek için yapabileceğini yapacaktı.
Defalarca taht sahibi değişmiş, her defasında aynı sıkıntılar yaşanmıştı ya, yine yaşanıyor, askerler cülus bahşişi bekliyorlar. Malûm olduğu üzere hazine boş.
Cephede ise Avusturyalılarla savaşan Vezir-i Âzam Fazıl Mustafa Paşa alnından vurularak şehid düşmüş, devlet son yıllarda bulduğu en iyi vezirinden olmuştu. Pâdişâh bunalınca “Ben bu makamı ne istedim, ne de bekledim. Hak Teâlâ fazl-u kereminden bu aciz kuluna nasib etti, bu nimetin şükür borcunu ödeyemem” diyecektir. Vezir-i Âzamin şehadetiyle ordunun bozulması ve kaybedilen savaş, binlerce askerin şehid düşmesi, Tuna’nın beri yakasında kalmaya mahkum olan Osmanlı Devleti, Pâdişâhı çok üzüyordu. Sadrâzamın, askerlerin, toprağın ve harp levazımatının kaybı… Hiç birinin telafisi mümkün değildi.
Salankemen Bozgunu acı hatıralarımızdandır ve yeni padişahın yediği ilk darbedir.

Salankemen Bozgunu (19 Ağustos 1691)

Salankemen Bozgunu ve Vezir-i Âzamın şehâdetinden bir miktar bahsetmek lâzım. Türk milletinin gönlünden, kök tutmaya başlayan ye’isi atan, soluk yüzüne renk getiren Arnavud Köprülü-zâde’nin şehâdeti hikâyesi şöyle:
Savaşa Serdar-ı Ekrem olarak giderken, arkasında hasta ve hassas bir pâdişâh bırakmıştı. “Gidip de gelmemek”ten ziyâde, “gelip de görmemek” yer etmişti zihninde, göremeyeceği pâdişâhına gözyaşı dökmüştü. Fazıl Mustafa Paşa 13 Temmuz 1690’da helâlleşti pâdişâhla, aynı tarihte yola düştü. Zaferler kazandı. Pâdişâhı, ulaşan iyi haberler güldürememiş olsa da sevindirdi. Çok sürmedi sevinç ve 22 Haziran 1691’de İkinci Süleyman öldü. İkinci Ahmed pâdişâh sıfatıyla mührünü gönderdi cepheye. “Sadrazamlığın benim saltanatımda da geçerlidir” demekti.
Şu yağmurlar… nehirlerin taşması düşman kılıcından fazla zarar vermiştir askere. Fazıl Mustafa Paşa Budin’i düşmandan almak istiyordu. Belgrad’daki ordugâhından harekete geçti. Zemun yakasından, kurulan köprüyle askerin bir kısmı Macaristan topraklarına taşındı. Tuna ile Sava nehirlerinin taşması geri kalan askerin, beri yakada mahkûm kalmasını mecbur kıldı. Düşman askeri fazla, Türk askeri az. Tutuşulacak bir savaşın muhtemel neticesi yenilgidir. Vezir-i Âzam cesur, düşmandan korkmuyor: Yine de “hemen hücuma mı geçmeli yoksa siperlere çekilip karşı tarafın hücumunu mu beklemeli” diye paşalara danıştı. “Kul kâhyası, Yeniçeri Ağası Eğinli Mehmed ve yaşlı vezir Hoca Halil ikinci yolu tercih ettiklerini söylediler. Vezir-i Âzam Köprülü İhtiyar Halil’e: “Bir hayalet gibi değil, bir insan gibi görünmen için seni davet ettim,” dedi. Halil sakalım sıvazlayarak ona cevap verdi: “Yaşayacak az günlerim var, bunun için bu gün veya yarın ölmemin bence önemi az; ama imparatorluğa utanç veya felâket dermekten başka bir şey düşmeyecek bir yerde bulunmak istemezdim” dedi.
prülü Fazıl Mustafa Paşa bazı yerlerde tecrübenin cesaretten daha üstün olduğunu o ân kavrayamadı. Toplan ileri sürdürdü, siperden çıktı. Karada iki ordu karşı karşıya gelmekteyken denizde (Tuna nehrinde) Türk donanması zaferini kazandı.
Binlerce defa duyulan Allah Allah nidaları, Kemankeş Ahmed Paşa’nın “cesaret” diye haykırışı, “cennette huriler sizi bekliyor” diye askeri şevke getirmesi işe yaramadı.
Düşman ateşi askerin istikametini değiştirdi. Türk askeri atlarını geldiği yöne çevirmişti. Avusturya birlikleri sancağı şerif üzerine doğru ilerledi.
Vezir-i Âzam, askerin kaybolan cesaretini toplaması için ne yapmak gerektiğini silahdar kâhyası ile müteferrika başına sordu. “Elde kılıç savaşalım” dediler. Onun da başka düşüncesi yoktu. Elde kılıç ileri atılan Vezir-i Âzamı görüp galeyana gelen asker azim kazandı, düşmana saldırdı. Bir başka cenahta bir başka vezirin, Kemankeş Ahmed Paşa’nın askeri bozuldu. Karaman Beylerbeyi Vezir Çelebi İsmail Paşa iki kat fazla olan düşmanın yaya ve süvarilerini bozdu. Sayıca az olanın çok olana galibiyeti görülecekti ki, bir kurşun Vezir-i Âzamın alnına isabet etti. Bir kurşun yalnız bir adamın alnına çakılmış sayılmaz, bu aynı zamanda ordunun beynine çakılmıştı. Bazı pâdişahların, becerikli vezirler tarafından saklanan ölümündeki beceri burada görülemedi. “Serdar düştü!” diye bağırılıp, ilan edilince, netice kabullenilmiş oldu.
Tamamen bozulup dağılmakta iken Vezir-i Azamdan aldığı şevkle coşan askerde hayır kalmadı. Bundan sonrası için ne kurtarılırsa o kâr sayılır. Zaman her şeyi kurtarmaya yetmeyeceği için Hoca Halil Paşa ile Küçük Cafer Paşa sancağı şerifi alıp, ordunun sağ kalan kısmını kurtarmaya baktılar. Savaş araç gereçleri ve hazine düşmana terk edildi. Salankemen Bozgunu ve Fazıl Mustafa Paşa’nın şehâdetinin kısa hikâyesi böyle. (19 Ağustos 1691)

Salankemen Sonrası

Kırım Hanı Selim Giray istifa etmiş, yerine Kör Saadet isimli, işe yaramaz biri Han seçilmişti. Osmanlı Ordusuna yardım için yola çıkmış fakat yetişememişti. Padişahtan ağır bir Hatt-ı Hümâyun alarak tehdit edildi. Bozgunda payı bulunan Sipahiler Ağası Belgrad’da idam edildi. Serdarlığa oy birliğiyle Halil Paşa seçildi. Sadrâzamın cesedi bulunamadı. Avusturya ordusu adamakıllı yorulmuş ve yıpranmış takip edecek takati kalmamıştı; ancak etraftaki Türk kalelerini tacize giriştiler. Lipve Kalesi düşmanın eline geçti. Timaşvar zor durumdaydı takviye edildi. Serhadden İstanbul’a-Edirne’ye ulaşan kötü haberler matem havası meydana getirdi.
Devlet, teşkilat işidir. Osmanlı Devleti’nde sadâret, pâdişâhtan sonraki baş makam. En iyi insanın en iyi biçimde yetişip o makama gelmesi gerekirse de, elde bulunanla idare etmekten başka ne çare? Elde bulunan ise beceriksizdir. Pâdişâhın eksiğini dolduracak ayarda değildir. Yeni yeni isimler denenmekle bir yere varılacaktır.

Arabacı Ali Paşanın Sadâreti (27 Mart 1692)

Devlet erkânının teklifiyle Vezir-i Âzamlığa Sadâret Kaymakamı Ali Paşa getirildi. “İlmiyyeden yetiştiği için “Kadı/Hoca” ve ihtiyarlığından dolayı “Koca” lâkaplarıyla anılan bu haris ve zâlim Arnavuda “Arabacı” denilmesi, hışmına uğrayanları arabalara doldurup sürdürmesindendir.” Kendisine Mühr-ü Hümâyun verilirken, cepheye, askerin yanına gitmesi şartı da söylenmesine rağmen, Ali Paşa çeşitli bahanelerle cepheye gitmemiştir. Buna mal hırsından, diyenler var. Ordunun levazımım hazırlamak için merkezde kalan Paşa’nın yerine, Serdar olarak Koca Halil Paşa görevlendirilmiştir.
Ali Paşa sadârette 6 ay 29 gün kaldı; uygun olmayan davranışlarından dolayı azledilip yerine Çalık Ali Paşa getirildi. Merzifonlu olduğu için Merzifonî diye de anılan Paşa değerli ve ahlaklı bir insan olmasına rağmen zor günlerin üstesinden gelecek kapasitede değildi. Bir sene süren vazifesinin sonunda Pâdişâhla araları açıldı ve istifa etti. Bu istifanın sebebi; Baş Defterdarın vazifeden alınmasını isteyen Pâdişâhın emrini dinlememesi; Pâdişâhın, emrinde ısrar etmesi olarak gösterilir.
“II. Ahmed: “Ben sana üç defa defterdarı azlettim. Yerine bir mütedeyyin, müstakim bendeyi nasbedesin deyû hatt-ı şerif gönderdim. Yine fermanımı tutmadın.”
Sadrâzam: “Ne cürm ile müttehem oldu ki azli icab eder!”
“Bütün memleketime ettiği zulümden şehr-i Edirne şikayetçilerle doldu.”
“Hayır Pâdişâhım aslı yoktur. Hünkârıma hilaf inha etmişler. Defterdar bir hizmetkârdır. Kendiliğinden bir işe kadir değildir. Her ne işlerse benim fermanımla amel eder.”
Böyle cevap veren Sadrâzam, koynundan mühr-ü hümâyûnu çıkarıp Pâdişâhın yanına koyunca, II. Ahmed çok kızdı ve şöyle dedi:
— Behey adam, ben öteye gün fukarayı araba kenarına getirip kendim suâl eyledim. Üzerlerine sâlyâne olunan bid’atleri ferâde ferâde söylediler. Mâ’lûm oldu ki zulümde defterdar bile olup ben zâlimi hâricde tecessüs ederken, meğer zâlim sen imişsin. Emrim tutmıyan şahıs bana vekil olamaz. Getir sende olan emâneti… Bir alay halk “gördün mü pâdşâhı bir adamı bunca uzak yerden getirip vezir-i â’zam edip şimdi öldürdü” deyü tâ’n ederler. Yoksa şimdi senin hakkından gelirdim. Var taşrada eğlen. Vezir-i â’zam geldikde mansıb veya tekaa’üd ile muradına müsâ’ade olunur.”
Sadârete, gene pek yüksek karakterli bir adam olan ve selefi gibi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın maiyyetinde yetişen Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa getirildi. Ali Paşa’nın Belgrad seferinde sadâret kaymakamlığı da yapmıştı. Kedhudâ (iç işleri bakanı) Osman Ağa, İkinci Vezir oldu. Mustafa Paşa, sadâreti kabul etmek istemeyince II. Ahmed çok kızdı ve hem kendisini, hem de Ali Paşa’yı idam ettirip Yeniçeri ağası Vezir İsmail Paşa’yı sadrâzam yapacağını söyledi. Bunun üzerine Paşa, iktidar makamını kabul etti. Asabî, fakat merhametli ve hakşinas olan II. Ahmed, bundan sonra Çalık Ali Paşa’yı tekrar huzuruna çağırdı:
— Paşa, dedi; bu işi kendi kendine sen eyledin. Hangi memleket valiliğini istersen sana ihsanım olur. Muradın neyse makbûl-i hümâyûnumdur.
Çalık Ali Paşa, teşekkür etti ve:
— Mansıb recâsında değilim, diye cevap verdi. Tekaüt edilmesini ve tekaüt maaşı olarak Mihaliç hassını istedi. Halefi Mustafa Paşa, bu hassın gelirinin çok az olduğunu söyleyince:
— Böyle sefer vaktinde ve hazînenin darlığı sebebiyle bu dahi çoktur. Kanâ’at ederim, cevabını verdi.
Bir müddet Bursa’da oturdu. Kandiye muhafızlığına gönderildi. Orada 1700’de öldü. 55-60 yaşlarındaydı. Aynı yaşlarda olan halefi Mustafa Paşa, güzel şiirler de yazmıştır. Şu kıt’a ve beyit onundur:”

Ey gönül sahn-ı çemende leb-i derya zevkin
Bir sanemle edegör kâm-alasın dünyâdan
Yoksa bir dişleri dür kaameti serv-olmayıcak
Ne biter sahn-ı çemenden ne çıkar deryadan
Tevbe etdim ki etmeyim tevbe
Tevbeye tevbe-î nasüh-olsun

Çalık Ali Paşa izzeti nefis meselesiyle vazifeden ayrıldı; bu sağlam karakterinin yansımasıydı. Yerine Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa tayin edildi, o da halefi gibi karakterli, mert, kuvvetli bir şahsiyetti. 6 Temmuzda Edirne’den cepheye hareket etti. Cephe Avusturya. Kırım Hanı, Hacı Selim Giray zaferler kazanıyor, esirler topluyor, bulunduğu yerlerin ahvalini Serdar Mustafa Paşa’ya bildirerek, hangi cepheye saldırması gerektiğini tenbihliyordu.
“— Erdel tarafının ehemmiyetine mebnî Belgrad’ı Allah’a emanet eyleyip siz asâkir-i İslâm ile Rusçuk’a gelip, Tuna’dan Eflak yakasına geçip Erdel’e girersiniz ve düşman gelirse harb ederiz; bozarsak Erdel’i tamamen zaptederiz; kaleleri Avusturya askeriyle dolu olan Erdel alınmadıkça diğer Avusturya kalelerinin alınmalarına imkân yoktur.” Kırım Han’ı Bozoklu’ya bunları yazıyor ve güzel anlaşıyorlar.
Vezir-i Âzam 5 Temmuz’da Edirne’den hareketle 18 gün sonra Rusçuk’a vardı. Çadırları kuruldu. Kırım Han’ı saygılı bir törenle kabul ve “her zaman olduğu gibi, bir hil’at, bir kaftan, kıymetli taşlarla süslü bir ok muhafazası ve bir kılıç ihsan edildi.”
Han, Vezir-i Âzam ve ordu erkânı hareket tarzını görüştüler. Erdel’e gidilmesi kararlaştırıldı. Osmanlı Ordusu Eflak tarafına geçtiği sırada Avusturya’nın 100 bin kişilik bir orduyla Belgrad’ı muhasara edeceği haberi alındı.
Bir kararsızlık yaşandı. Asıl hedef Erdel olduğu halde, muhasarası mevzu olan Belgrad, işi çatallaştırmıştı. Muhasara var ise dönmek, yoksa boş yere zaman kaybetmemek için Demirkapı’dan Erdel’e girilmesi karara bağlandı.
Daha sonra öğrenildi ki Belgrad kuşatma altında. 8 Eylül 1693’te Tuna’dan Vidin’e gelindi. Semendire’de bulunan Kırım Han’ı ile Rumeli Beylerbeyi tarafından düşman karakol efradı baskına uğratılıp bir hayli ganimet elde edildi.
Avusturyalılar yaklaşmakta olan tehlikeyi görünce kuşatmayı kaldırıp Sava Nehri’ni geçti, köprüyü yıktıktan sonra gitti.
Erdel’den vazgeçildi. Belgrad Kalesi tamir edildikten sonra Bozoklu Mustafa Paşa Edirne’ye dödü. Kırım’a gönderilen Hacı Selim Giray da bilahere Edirne’ye geldi; iki aydan sonra tekrar Kırım’a döndü.
Bozoklu Mustafa Paşa, Selim Giray’ın da kahramanlığıyla süslenen bu seferden devletin haysiyetini yükselterek, Almanlara büyük zayiatlar verdirmiştir. Savaştan sonra giriştiği iyileştirme faaliyetleri, bolca düşman kazanmasına sebep oldu. Devletin çektiği iktisâdi sıkıntıların sebeplerini keşfedip, çare arayan Paşanın karşısına muazzam bir askeri haksızlık çıkmaktadır. Adı defterde kayıtlı, ama kendisi hiçbir zaman savaşa iştirak etmeyen binlerce Timarlı ve Ocaklı’nın ismini defterden silip, birçoğu ölmüş bulunan bu insanların yerine geçenlerin devletin kasasını boşaltanların husûmetine hedef olan Bozoklu, devlete (yılda 77 milyon dolar kazandırdı) Kendisine de sadâret makamını kaybettirdi.

Dimetokalı Sürmeli Ali Paşa’nın Sadâreti (14 Mart 1694)

14 Mart 1694’te Mustafa Paşa azledildi. Sadâreti 11 ay, 18 gündür. Trablusşam Beylerbeyi Vezir Dimetokalı Sürmeli Ali Paşa, sadrâzam oldu. 30 günde Trablusşam’dan gelip mühr-ü hümâyunu aldı. Bu aylarda IV Mehmed’in kızı ve II. Ahmed’in kızı gibi sevdiği yeğeni Ümmî Sultan, 3 yıl önce nişanlandığı İkinci Vezir Osman Paşa ile evlendi. Gene bu aylarda, Türkiye’deki İngiliz tacirlerinin Türk kıyafetiyle dolaştıkları öğrenildiği için, kendi kıyafetleri dışında giyinmeleri yasak edildi. Sürmeli Ali Paşa iki selefi gibi değerli bir adam değildi. Haris ve zâlimdi. Dâmâd Osman Paşa’yı kaymakamlıktan uzaklaştırarak Diyâr-ı Bekr Beylerbeyiliği’ne gönderdi. Van Beylerbeyi Vezir Mustafa Paşa, İstanbul’da sadâret kaymakamı, Vezir Abdullah Paşa da Edirne’de rikâb-ı hümâyûn kaymakamı oldu. Sürmeli Ali Paşa, bu gibi işlerle uğraştı. Şeyhülislâm ve kazaskerlere kadar karışıp her makama adamlarını yerleştirmeye başladı.
Sürmeli Ali Paşa’nın saygısızlığı mıdır, II. Ahmed’in pasifliği mi? Dâmad Osman Paşa’nın hışma uğraması nasıl izah edilir, bilemiyoruz. Yoksa pâdişâhın demokrat düşüncesi mi böyle bir tayini durdurmaya engeldi? Daha önce görmüştük. Çalık Ali Paşa ile II. Ahmed, Başdefterdar meselesinde nasıl mücadele etmişlerdi. Her ne ise.
Vezir-i Âzam Sürmeli Ali Paşa Serdâr-ı Ekrem olarak 28 Haziranda Edirne’den Belgrad’a hareket eder. Kırım Hanı Selim Giray da bu sefere davetlidir. Ordusuyla beraber dört oğlu da yanında. Türk ordusunun mevcudu ve levazım yerinde, fakat hava şartları düşmanın yanındadır ve sonu sükûtu hayâl olan bir sefer daha yaşanır.
“İkinci Ahmed devrinde vilayetlerin ahvâli pek muntazam değildi.” diyen Cavit Baysun Hicaz ve Irak’ta karışıklıklar olduğunu, Suriye’de Sürhan Oğullan ile Dürzi Ma’n Oğullarının devlete âsi davranışlarını, Garp Ocaklarından Trablus ve Cezayir donanmalarının Tunus’a tecavüzlerini, bazı eyaletlerdeki miri ve mukataa halindeki toprakların kayd-ı hayat şartıyla satılmasını yazıyor. Bu halin; devletin zayıfladığını, otoritesinin ne kadar sarsıldığım göstermesi bakımından önemi büyüktür.
Her taraftan vurgun yiyen devlet, Sultan Ahmed zamanında son olarak Sakız Adası’nın vire ile Venediklilere teslimiyle biraz daha sarsılmıştır.

Sultan İkinci Ahmed’in Ölümü (6 Şubat 1695)

II. Sultan Ahmed parlak zaferleri tadamadan, ordunun ekseri mağlubiyetlerle geçen savaşlarıyla sarsıla sarsıla hasta düşer. Tarihte önemli bir iz bırakmadan “3 sene, 7 ay, 14 gün” süren padişahlık hayatını 52 yaşında vefatıyla, Edirne’de noktalar.
II. Sultan Ahmed’in hususiyetleri arasında dikkat çekecek hiçbir şey görülmüyor. Ne saray dolusu cariyeleri, ne ahırlar dolusu atları, ne şiirleri ne başka marifetleri var. Küçücük yaşından itibaren mahpus hayatı başlayıp belirsizlik içinde geçen 43 senesi ve ummadığı bir zamanda 49 yaşında kavuştuğu saltanat, devletin buhranlı yularına rastlar.
Yerini Yeğeni II. Mustafa’ya bırakan Padişahın cenazesi İstanbul’da Kanuni Sultan Süleyman Türbesi’ne defnedilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.