Sultan İbrahim Han

SULTAN İBRAHİM

(1640-1648)

 

18-Sultan İbrahim Han

Ölüm Allah’ın emridir; acısı da, hüznü de doğumlar kadar tesirli değildir. Doğum, hele de Osmanlı Devleti’nin kaderine el koymaya, tahtına oturmaya bir doğum ise…
Dördüncü Murad ezile ezile gelişip, devleti güçlü pençesine almıştı, o güçle disiplin en bozuk yerlere bile ulaşmıştı. Yüce Mevlâ ondan aklı, zekâyı kuvveti esirgememişti, o da bu vasıtaları iyi kullanmıştı, belki de aşın kullanmıştı. Bir zamanlar aleyhine dönen çarkı lehine çevirmeye çalışırken bu çarka takılıp üğütülenler olmuştu, kimi haklı kimi haksız yere. Bu üğütülenlerden üç kişi var ki yürekler yanmış onlara uzun zaman. Bâyezid, Süleyman ve Kasım adlı şehzadelerdi bu üç kişi ve bir şehzade daha vardı, o, çarkın uzağında kalmıştı. Şehzadelerin en zayıfı, taht için en münasip olmayanı, Şehzade İbrahim’di bu. Sultan Murad, elbette taht için ayırmamıştı onu; kendi oğlu olacak, büyüyecek, veliaht tayin edilecek, padişahlığa hazırlanacaktı. Murad yaşlanacak; 50, 60, 70 yaşına gelecekti… Bunlar Sultan Murad’ın hesapları; bir de, Cenâb-ı Allah’ın, bilinmeyen hesabı var ya! Murad’m kız çocukları olur, hem de yedi kız, gelinlik çağına gelirler, erkek çocukları dört sene yaşamaz.
Murad Han 28’ini doldurmadan ölür, taht rakipsiz İbrahim’e kalır.
Şehzade İbrahim yedi senedir kafes arkasında, amcası Sultan Mustafa gibi yaşamaktadır. Onun aklî durumu kaygı verici idi; bunun da baş ağrıları! Ve onun ürktüğü ayak sesleri bunu da hep ürkütmüştü. Üç ağabeyinin öldürülüşüne şahit olunca, kendi hayatından korkmaya başlamıştı. Ne bilsin ki, pâdişâh veliahtsız, genç yaşta Hakk’ın rahmetine kavuşacaktı!
Kapısı sürgülü bulunan odasında, dışarıdan gelecek her türlü olumsuzluğa karşı tedbirli bulunmaya çalışan Şehzade İbrahim tedirgindi. Duyduğu her sözü dikkatle dinliyor, kendisini ilgilendiren kelimeler işitmeyince rahatlıyordu. Sultan Murad’ın ölüm haberi ile kendisine padişahlık müjdesi getirenlere de inanmak istemedi; inanamadı. Her zaman olduğu gibi yine acele ediliyordu; yeni pâdişâh bir an evvel tahtına oturmalıydı.
Ayak seslerinden devamlı ürkmüş olan İbrahim, Kapuağası’nın başsağlığı dilemesine de, tahtı müjdelemesine de inanmaz; kandırılıp da cellâda gitmeyi istemez; en azından biraz direnmeye yeltenir. Hileyi anladığını belirtmek için Kapuağası’na der ki:
“Siz bana mekr-ü âl idersiz, bana saltanat gerekmez. Karundaşım sağ olsun! Benden ne istersiz?”
Saygıda kusur etmemeye çalışılırken kapıyı kırma denemesi de yapılıyordu. Sultanım! Hitabı bile İbrahim’in ikna olmasına kâfi gelmiyor, devamlı ayak diriyor kapıyı açmıyordu.
Tabii ki, bu ne şakadır, ne de hile. Bir Kapuağası’ndan korkan, cellada götürüleceğini zanneden Şehzade İbrahim, şimdi Sultan İbrahim’dir. Cellâtları cellata teslim edecek imkâna sahiptir. Çağırıldığı yere gider, tahta oturursa; artık herkes ondan korksundu! Kapuağası’yla olmaz bu iş. İktidar hırsıyla tutuşan Valide Kösem Sultan sabırsızdır. Kendisini sıradan bir saray kadını hayatına mahkûm eden oğlu Murad’ın ölümüne, İbrahim’in tahta geçeceğine o kadar sevinmektedir ki, kapının kilidini kırdırır; yirmi beşine basan Şehzade kollarından sürüklenerek Sultan Murad’ın yattığı yere götürülür. İbrahim, gerçek olan ölümü ağabeyinde görünce, yalancı dünya saltanatına sahip olduğuna inanır. Tahta çıkıp pâdişâh olan bu garibin ilk sözleri “Elhamdülillaah Ya Rab ki, benim gibi zaif bir kulunu bu makama lâyık gördün. Ya Rab, eyyamımda (saltanatım sırasında) ümmeti (milleti) hoşhâl eyle ve birbirimizden hoşnûd eyle!” Bilhassa son üç kelime, fazlasıyla ilgi çekicidir. Çünkü “ilâhi hukuk” teorisinde hükümdar, Tanrı tarafından milletinin başına geçirilmiştir ve mükellefiyet tek taraflıdır; hükümdar, ancak Tanrı’ya hesap verir.
Bu İbrahim Pâdişâha bazıları “Deli İbrahim” diyorlar. Deli bir insanın yukarıdaki sözleri sarfetmesi akla yatmaz. Yılmaz Öztuna diyor ki:
“Sultan İbrahim müzmin baş ağrılarından şikâyetçiydi. Bu derdi hayatının sonuna kadar çekti. Aşırı hareketlerini, bu hastalığına bağlamak mümkündür. Ancak “deli” değildi. Şuur bozukluğuyla alâkası yoktu. “Deli” olduğu son zamanlarda kendisine yakıştırılmıştır. Gene son zamanlarda pek çok tarihçi, Sultan İbrahim’in rehabilitasyonunu yapmaya çalışmışlar. Sultan İbrahim çağı orijinal vesikalardan incelendiği, XVII. yüzyılda bulunduğumuz unutulmadığı takdirde, bu hükümdarın iade-i itibar etmesi mümkündür. Zira onun yaptığı aşırı hareketlerin çok fazlasını yapan birçok hükümdar göstermek kabildir.”
Sultan İbrahim’in tahta kavuşması akşamın geç vaktinde olmuştu. Ertesi gün cülus merasimi yapılır, daha sonra yeni padişahın da katıldığı Sultan Murad’ın cenaze namazı “Er kişi” niyetine kılınır. Cenaze Sultan Ahmed Türbesi’ne dem edildikten sonra, Sultan İbrahim validesinin telkinleriyle işi yürütmeye başlar. Ağabeyi kendisine boğulacak şehzade bırakmadığı için elini kardeşkanına bulaştırmaz. Yaptığı, en önemli ilk icraatı “EmirGûne” diye tanıdığımız Emir Güne oğlu Tahmasb Kuli Han’ın yani, yeni adıyla Yusuf Paşa’nın idamıdır.
Emir Gûne’nin vücudunu ortadan kaldırmakla, Sultan Murad’ın içki mübtelası olmasına sebep olduğu için ona diş bileyenlerin gönlünü rahatlatır. Emirgan’daki muhteşem yalıyı Vezir-i Âzam Kemankeş Mustafa Paşa’ya ihsan ederek de isabetli bir iş yapar.
Geldiği yer hapishanede olsa, bulunduğu makam Osmanlı Devleti Padişahlığı idi. Bir Osman oğlu olarak ağırlığını hissetmesi ve hissettirmesi gerekiyordu. “Divân-ı Hümâyun Sultan İbrahim’in cülusunu ecnebi hükümetlerine haber verdi…”
Dış siyaset fasıl kabul etmez. Rusya dâhil birçok Avrupa ülkesiyle devamlı münasebeti bulunan Osmanlı her işi vaktinde görmek mecburiyetindeydi. Pâdişah’ın acemiliği geçene kadar devlet büyükleri vazifelerinde daha dikkatli olacak pâdişâhın bir eksikliği varsa bunu dışarıya belli etmeyecekler.
Adına ne denirse densin Sultan İbrahim’de normal olmayan bir hal vardı. Aslında devletin hali de normal bir hal değildi. Her yeni pâdişâhla beraber şehzade cenazelerine gözyaşı döken insanların büyük korku çemberiyle sarıldığı, hiç kimsede huzur olmadığı dikkatlerden kaçmıyordu. Erkek evlât bırakmadan hayata veda eden Sultan Murad, devletin istikbalini düşünenleri korkutmuştu. Senelerdir kadınlarla münasebeti olduğu halde “baba” olma zevkini tadamamış olan bir pâdişâh bu kaygıları daha da artırıyordu…
Sultan İbrahim’in bunalımlı şehzadelik yollarında uğradığı zaafların giderilmesi için annesi Kösem Sultan’ın çok gayret sarfettiği anlatılır. Sultan Murad’ın bir erkek evlat bırakmadan genç yaşta ölmesi, sorumlu mevkideki insanların içine korku salmıştı. Ya, İbrahim de veliaht bırakmadan ölürse. Hanedanın kökü kesilir, devlet krizlere duçar olurdu. Bunun için Valide Sultan oğluna devamlı güzel cariyeler takdim etmeye başlar. Ne yazık ki, pâdişâhın bu güzel kızlardan zevk aldığı yoktur. İşi ilaçlara, sonra da hocalara kadar ilerletilir. “Cinci Hoca” denen genç bir yobaz, mânevi telkin hususunda gerçekten başarı gösterdi. Sultan İbrahim birden azgınlaştı. Aynı gece birkaç cariye birden kabul etmeye başladı.
“Bunun ilk meyvesi alındı. Bir şeker bayramının arefe günü, 1642 milat yılının ilk gününün (1 Ocak) geceyansına doğru, veliahd şehzade, müstakbel IV Mehmed doğdu ve bütün imparatorluk rahat bir nefes aldı.”
Yılmaz Öztuna yukarıdaki bilgileri verdikten sonra, Sultan İbrahim’in doğan çocuklarım şöyle sıralıyor:
Veliahd Şehzâde’nin annesi 14 yaşlannda genç bir kadın olan Hadice Tarhan Haseki idi. İlk defa olarak 1 yıl 10 ay 21 gün varissiz kalan Osmanoğulları tahtı, varisine kavuştu. Artık ardarda birçok şehzade ve sultan doğdu. Veliahd şehzadenin doğumundan ancak 3 ay 14 gün sonra 15 Nisan 1642’de Sâliha Dilâşat Haseki, Şehzade Süleyman’ı (III. Süleyman), ondan 10 ay 10 gün sonra Hadice Muazzez Haseki, Şehzade Ahmed’i (II. Ahmed) doğurdu. 1 yıl 12 gün sonra Şehzade Selim dünyaya geldi.”
Bunların arasında doğan kızlar da vardı. Ümmü Külsüm Sultan, Fatma Sultan, Ayşe Sultan, Beyhan, Âtike ve Gülten Sultanlar… Pek küçük yaşta ölenlerin de bir hayli fazla olduğu anlatılır.
Genelde, her pâdişâh kendi Vezir-i Âzamını seçerdi; fakat Sultan İbrahim Kara Mustafa Paşa’yı yerinde bırakmıştı. Bu hareketinin çok isabetli olduğu kısa zamanda fark edildi. Geniş yetkiyle kuşatılmış olan Vezir-i Âzam dış ilişkilere öncelik vermişti. İhtilaflı meselelerin halli huzurlu günlerin yaşanmasını sağlamıştı. En fazla rahatsızlık duyulan Sultan İbrahim’in bir çocuk babası olamayışı idi, o da halloldu. Peş peşe gelen şehzadeler çorak gönüllerdeki çimenleri yeşertti. Sevinçler, ümitler doyasıya yaşanmalıydı; ne yazık ki öyle olamadı.
Şehzadelerin doğumları hanedan için duyulan endişeleri giderdi ise de, padişahla ilgili tereddütler derinleşti. Hadsiz hesapsız ve de farklı bir eğlencenin kölesi oldu pâdişâh. Ufak çaplı bir zelzele ile beraber, çıkan yangınlar, müneccimlerin haberleri, yıldız kaymaları, yıldırımlar… Bunlar Sultan İbrahim’in dizginsiz hareketleriyle yan yana gelince, yüreklerdeki huzur buhar oluyordu.
Devlet yönetimi Vezir-i Azamla Kösem Sultan’ın ellerinde. İktidara doymayan Kösem Valide Sultan son oğlunun mürüvvetini doyasıya içine sindiriyordu. Oğlunun, diğer eğlencelerle oyalanması Kösem için büyük şans olmuştu. Sistem sağlam temele dayalı idi ve Sultan’ın hiç müdahalesi olmasa da vezirler eliyle çalışıyordu. Dışişlerinde elde edilen başarılardan dahi bahsedilebilir. İçeride ise, pek değişiklik yok.
Şehzadelerin doğumuyla hanedan kurtulmuştu. Sultan İbrahim, çılgınca eğlencelerine devam edebilir, devleti Vezir-i Azamla Kösem Sultan’a bırakabilirdi. Dördüncü Murad’ın kurduğu düzen, tütün yasağıyla beraber devam ediyordu. Tiryakilik öyle yaman bir tutku ki, bir yolu bulunup, bu yasak delinmelidir; bunu da bulurlar. Tiryakiler uzun yollara gitmeden, küçücük bir değişiklikle vaziyeti kurtarırlar. Ağızla tütünün dumanını solumak yerine, burunla enfiye çekilse ne olur? Belki aynı zevki vermez; ama hiç yoktan iyidir. (26 Haziran 1643)

Malî İşler

Büyük pâdişahların “Büyük Zaferler” kazandığı seneler geride kaldı. Osmanlı Devleti’nin en büyük gelir kaynağı kurudu. Zafer yok, ganimet yok, haraç yok, hediye yok… Fakirlik daimi misafir gibi, kovsan bile gitmiyor. Sadrâzam değeri düşen para meselesine el attı. Yeni para bastırıp -kestirip, “kuruşun kıymetini 125 akçeden 80’e, altınınkini (duka) 250 akçeden 160’a ve Mısır parasınınkini de 2 akçeye tenzil etti…”
Parayla ilgili şikâyetler padişahın da kulağına gelmekteydi; o da sıkıntı içindeydi. Yeni para basılması yönünde sadrâzama Hatt-ı Hümâyun gönderiyor, diyor ki: “Padişahlara bir hutbe bir sikke lâzımdır ya, bizim dahi sikkemiz kesilmiyor; bu babda ne dersin? Akçe kesilsin münasip değil midir?” Gerçi kendi âleminde idi, acayip şeylerden zevk alıyordu, ama devletin ve milletin başı olduğunu unutmamıştı. Her padişahın kendi adına, sikke kestirmesi ve hutbe okutması geleneği onun için uygulanmamış mı idi ki, biraz da sitemkâr davranıyor!
Bir de İstanbul’da yaşayanların geçim sıkıntısı çektiği kulağına gelmiş, onu da soruyor…” Sen ki Vezir-i Âzamsın… İstanbul’da gerçekten kıtlık vardır deyu söylenir… İstanbul efendisine muhkem tenbih ile marh ahvâline ziyâde takayyüt etsün, gezsün, dolaşsm, yohsam kendüsü bilür ve göreyim seni, ahvâl-i âlem ile can başla çalış…”
Pâdişâhın ince düşünceli olduğunu anlamamıza yarayabilecek birkaç söz daha; kendisi Vezir-i Âzamına söylüyor: “Şöyle ortalığı idelim ki, hayır duaya mazhar düşeli, âdil pâdişâha eyü vezire düştük deyü…”
Bizim, üzerinde durmak istediğimiz konu olmamasına rağmen arada bir dikkatimizi çeken durumlara dikkat çekmeye çalışıyoruz. Yine, Sultan İbrahim’in deliliğiyle ilgili sözümüz var. Sadrâzamı bir mânâda gaza getirmeyi deniyor; havaya sokuyor. Aman dikkatli çalış, insanlar memnun kalsın da arkamızdan iyiliğimizi söylesinler… Bu düşünce mühim bir beyinden çıkabilir sanıyoruz. Yeri geldikçe mevzua dönebiliriz.

Paşaların Kavgası

Birinci Ahmet zamanında bir Nasuh Paşa vardı. Hiç bir başarısı bulunmayan, hilekâr, kan dökücü, hırslı idi ve hatta padişahın makamına bile göz dikecek kadar şuursuzdu. Onun oğlu Hüseyin Paşa da babasına benzeyen huylar edinmiş.
Vezir-i Âzam Kemankeş Paşa da, Hüseyin Paşa da Arnavud’dur. Vaktiyle aralarına kan girmiş, o yüzden biribirini sevmez ve çekemezler. Buna sebep, Hüşeyin Paşa kapucubaşı iken Kemankeş Mustafa Paşa’nın bir akrabasını idam ettirmesi imiş. Aradan zaman geçer de davalarının harı bir türlü geçmez. Şimdi, iktidarda Sultan İbrahim kendi alemindedir. Paşalar kendi davalarında. Hüseyin Paşa Erzurum Valisi olduğu halde, pâdişâh adına Tuğra çekiyor, Sadrâzam men ediyor, Vali âsidir.
“Tuğra Keşlük bana mirasdur. Ben veziroğlu vezirim ve tuğrayı bana Sultan Murad gibi gazi sahib kıran ısmarladı!” Hüseyin Paşa Vezir-i Âzam hakkında aşağılayıcı kelimeler kullanmaktan da çekinmez. Sadrazam da onu cezalandırmak için Halep valiliğine tayin eder. Orada Hüseyin Paşa’nın sevildiğini duyar üzülür ve Sivas’a getirir. Bu Paşa ile Vezir-i azamın mücadelesi bağımsız iki devlet gibi savaşmalarına kadar uzar gider. Hüseyin Paşa’nın ordusuyla sadrâzamın gönderdiği Çiftdereli Osman Paşa’nın ordusu Bulgurlu da (Üsküdar) vuruşmaya başlarlar, Osman Paşa maktul düşer. Paşası ölen askerler dağılır. Ancak Pâdişâh işe el koyar, bir Hatt-ı Hümâyun gönderir, Hüseyin Paşa buna baş eğer ve der ki:
“Şer ile davamı görmeğe geldim, çün olmadu, emir Pâdişahundur!”
Hüseyin Paşa’nın Hatt-ı Hümayun’a baş eğmesi, başını idamdan korumasına yetmeyecek, 27 Haziran 1643’te cellâda teslim edilecektir.

Sadrâzamla Cinci Hoca’nın Kuvvet Yarışı

Kemankeş Kara Mustafa Paşa önemli bir rakipten kurtulmuş, sonra da “Pâdişâhın sefahatle meşgul olmasından cüret alarak şiddetli bir tedhiş siyasetiyle devletin başında müthiş bir diktatör kesilip halkın nefretini kazanmıştır.”
Kemankeş Paşa, Sultan Murad’ın sadrâzamı iken, onun ölümüyle Sultan İbrahim’e miras kalmış ve vazifesine devam ediyordu. Mührü biraz keyfine göre kullanmaya, salahiyetini genişletmeye meyyaldi. Sultan İbrahim her ne kadar sefahata kapılmış idiyse de bazı şeyler gözünden kaçmıyordu. Ayrıca pâdişâh Vezir-i Azamdan hoşnut değildi. Önceleri bahsettiğimiz bir “Cinci Hoca” vardı ya, asıl adı Hüseyin olan, pâdişâhın kadınlara ilgisizliğini gidermiş, pâdişâh da onu olağanüstü ihsanlara boğmuştu. İşte bu zat Pâdişâh Hocası ve Anadolu Kazaskeri’dir. Henüz 30 yaşındadır ve pâdişâh avucunun içindedir. Bu Cinci Hoca, padişahtan gördüğü itibar dolayısıyla başta Vezir-i Âzam olmak üzere, devlet erkânının şimşeklerini üzerine çekmektedir. Güç kullanmaktan hoşlanan Vezir-i Âzam, Cinci Hoca ile başa çıkmanın yollarını arıyordu. Kendi gücünün Cinci’den üstün olduğunu ispat etmesi gerekir, yoksa makamını muhafaza etmesi bile mümkün olmayabilirdi. Çünkü Yusuf Paşa da Vezir-i Âzamın dost olmadığı bir insandı. Yeniçerilere keseler dolusu para bile gönderildi.
Vezir-i Âzam Kemankeş Paşa, Yeniçerileri ayaklandırmanın çaresini aramaya başladı, ahbabı olan Kul Kethüdası’m buldu, niyetini ona açtı, o da ocağın akıl hocası Müslihiddin Ağa’ya sordu ve: “Aman sakının, bu doğru değildir. Sultan Murad’ın nice bin nüfuzu öldürerek söndürdüğü fitne ateşini uyandırmayın.” tenbihini aldılar, sonra Müslihiddin Ağa Vezir-i Azama gidip yeniçerileri niçin kışkırttığını sorunca, o öyle bir işin aslı olmadığım söyledi. Daha sonra da vaziyet pâdişâha intikal etti. “Bunun üzerine Pâdişâh, Müslihiddin Ağa’yı davet ederek:”
“Baka! İhtiyar kullarım çorba yememek isterlermiş aslı var mıdır?”
“Hâşâ Pâdişahum, cümlesinin boynu kıldan incedir, cümlesi emrinize mutidirler; bu sözden asla haberleri yoktur.”
Müslihiddin Ağa başka sözler de söyleyip padişahın endişesini tatmine çalıştıktan sonra, Pâdişâh:
“Ya ben şimdi lalamı katletsem, kullarım buna incinirler mi?”
“Hâşâ Pâdişâhım, belki cümlesi hazzederler ve Padişahıma hayır dua ederler.”
Asker adına konuşan Ağa’dan öğrenildi ki sadrazamın ortadan kaldırılması kimsenin umurunda olmayacak; ama, Pâdişâh onun baskısından kurtularak istediği hayatı daha rahat yaşayabilecek ve Hocası Hüseyin Efendi de derin bir nefes alacak. Padişah sevindi.
Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın şahsi hataları varsa da devlete bağlı olduğu, bu yüzden de bazan Pâdişâhla aykırı düştüğü söylenirdi.
Uzunçarşılı’nın tarihinden bir pasaj aktarıp ters düşüşlerine misal verelim.
Bir gün divan toplantısında, divanı bozup iki saat evvel gelmesini söyleyen padişaha sebebini soran Kemankeş Paşa; “Kethüda Hatun’a ferman ettiğim odun bu vakte dek niçin verilmedi?” hitabıyla karşılaşınca, aynı sertlikte: “Pâdişâhım tenbih edelim verilsin” deyip, biraz daha hiddetle devam etmiş: “Pâdişâhım ben senin vezirinim, divanı bozdurup bu makule cüz’i maslahat için beni çağırdırsın.
Beşyüz çeki odun onbeşbin akçe eder; bu kadar şey-i hasis için beni getirtip umurı mühimmeyi ta’vik ettirirsiz ve siz bana râiyyet ve hazine ve serhadler ahvalini sormazsız.”
Paşa, pâdişâha kızıyor; ufak tefek şeyler için devlet işlerini bıraktırdığını, önemli olan savaş ve hazineyi sormayışını eleştiriyor, tabii pâdişâhın da takdirini hak ediyor. Paşa ile pâdişâh arasında geçen bu konuşma bilâhare Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin kulağına gitmiş de, Şeyhülislâm adam gönderip: “Bre, zinhar sakınsın, pâdişâhlara böyle söz söylenmez.” demiş.
“Can çıkmadan huy çıkmaz” derler ya, Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın boynu Cellat Kara Ali’nin kemendine takılınca, hem cam hem de huyu çıkıvermiş.
Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın idam edilişini Hammer biraz daha tafsilatlı anlatıyor. Ona göre, divanı kafes arkasından seyreden Pâdişâh Vezir-i Âzamın iş sahiplerine kaba davrandığını gördü. İnsanlara şiddet uygulanması Sultan İbrahim’e göre önemli hata idi. Birden öfkeye kapılıp, “Divan’nın tatili için eliyle iki defa kafese vurdu. Kara Mustafa Paşa, divan sonunda mu’tad olduğu üzere huzur-ı şahaneye girmek istediği halde, kabul olunmadı. Mahremlerinden biri, Muslihiddin Ağa’nın Pâdişâha macerayı haber vermiş olduğunu bildirmesi üzerine, Kara Mustafa Paşa koynuna bir Mushaf-ı Şerif alarak saraya gitti; demir kapıdan içeri girip Pâdişâhı yürüyerek gezinir buldu. Sultan İbrahim hiddetle:
“Lala! Ne acaip ki babanın evine gider gibi davetsiz geliyorsun” dedi.
“Sadrazam, hareketini haklı göstermeye çalıştı. O zamana kadar yeniçerilerin dizginlerini zaptetmeye çalışmıştı. Şimdi itaatsizlik göstermeleri, kendisinin iktidardan düştüğünü anlamış olmalarından kaynaklanıyordu. Sultan İbrahim:
“Yalan söylüyorsun! Fitneyi çıkarmak isteyen sensin; mühr-ü hümâyunuma senden lâyık birini bulurum” dedi ve hazır bulunan bostancıbaşıya dönerek: “al şunu” diye seslendi.
Aynı yazara göre: Bostancıbaşı aldığı emri, öldürmek değil oradan uzaklaştırmak gibi yorumlamış. Daha sonra ise kaçmış olan sadrâzam yakalanıp idam edilmiştir. Bu, Paşa’nın idamı çok maceralıdır, tafsile gerek görmüyoruz.

Bir Dalkavuk Paşa

Osmanlı Devleti’nde mühr-ü hümâyuna talip çoktur, kısmeti olanın koynuna girer, ekseri orada bir çıban gibi durur; çıbanın patlaması gibi patlayınca taşıyıcısını zehirler, öldürür. Yine de “öleceksem seninle öleyim” diyen vezirler her zaman çok olmuştur. Şimdi yeni Vezir-i Âzam Semiz Mehmed Paşa’dır. Bu paşa “Sultanzâde” diye de anılır. Fakat bu sıfatı kendisine çok gören de var. Soyunun, meşhur kehleyi ikbal Rüstem Paşa’ya dayanması, bir kaç göbekten, Kânuni’nin kızı Mihriban Sultan’a varması sultanzâde olarak anılması için kâfi görülmez; ve onun için Yılmaz Öztuna:
“En adi cinsinden bir dalkavuk, riyakâr, hilekâr, değersiz bir adamdır.” derken, Danişmend biraz daha ileri gider:
“Ayyaş-u kalleş sıfatlarıyla tavsif edilen bu ahlâk düşkünü bilhassa yalancılığı ve dalkavukluğuyla meşhurdur. Sultan İbrahim’in en çılgınca sözlerini bile birer ‘İlhamı Rabbani’ sayarak sinirleri zaten bozuk olan pâdişâhı çileden çıkarmıştır.” diyerek Paşa’ya duyduğu öfkeyi açığa vurur.

Aklı Olan Delirir

Sultan İbrahim’in nasıl bir idareye, daha doğrusu nasıl çevreye sahip olduğuna biraz daha yakından bakalım. En gözde adamı Cinci Hoca’dır. Kemankeş Paşa ve sonra Şeyhülislâm Yahya Efendi de ölmüş, Cinci Hoca iyice rahatlamıştır. Çünkü üzerinde onların baskısı vardı. Tek korkacağı insan Sultan İbrahim de minnet duygusuyla, ona hiç ummadığı makamı kazandırmıştı. Hatırlayalım, Pâdişâh kadınlara ilgi duymuyordu da, onun nefesiyle değişmişti!
Cinci Hoca veya artık öz adıyla söyleyelim, Hüseyin Efendi Anadolu Kazaskeri mevkiinde, gücünün eriştiği bütün makamları parayla satıyor, rüşvete tam manasıyla müptela olmuş. Parasını da çarçur etmiyor, büyük çaplı bir servete sahiptir. Padişahın yanındaki nüfuzu da günden güne artıyor olmalı ki, güzel bir saray yaptıran Padişah, Hüseyin Efendi’ye hediye etmişti. Böylece, devlet çarkı da dönüp duruyordu.
Dünyaya nizam vermeye kalkılmış, bir hayli de başarı sağlanmıştı. Ağacın asaleti midir, toprağın mahareti mi her ne ise üç kıtaya dal salınmıştı. Dünyanın haşeratı kökünü kemirmeye seferber olduğu halde hâlâ gür bir biçimde semaya doğru yükseliyor; sahipleri tarafından dibine vurulan baltalara bile aldırmıyor. “Bu çarkı bir gizli el döndürüyor” diyesi geliyor, insanın. Sultan İbrahim’in aklını -ekseri- yanlış yolda kullanmasına, üçkâğıtçı -sahtekâr- hoca geçinen bir maceraperestin çok yüksek bir makamı işgaline ve haysiyetsizliği karakter edinen bir paşanın sadaret mührünü taşıyor olmasına rağmen bakın neler oluyor:

Girit Seferi (19 Nisan 1645)

Mesela: Asırlardır Venediklilerin elinde bulunan Girit, Osmanlı Devleti için bir çıbandır. Bir örnek olarak, Kızlar Ağası Sünbül Ağa’nın Hac’ca giderken uğradığı baskını görelim.
Sünbül Ağa, padişahın gözünden düştüğü için, önce Hac’ca gitmiş, oradan da yerleşmek üzere Mısır’a giderken Girit Adası civarında korsanların baskınına uğramışlar. Yanında “Mısır eyaletinin beş yıllık vergisine muadil hazinesi, elli güzel cariyesi, birçok köleleri ve 40 Arap atından başka beşyüz kadar müsellâh muhafızlarıyla” Malta korsanlarının eline geçmişler. Sünbül Ağa ve Kaptan İbrahim Çelebi dahil 500’den fazla insan ölmüş, sadece 60 kişi sağ kalmış, onlar da esir pazarına düşmüşler.
Bu bir faciadır; devletin itibarına indirilmiş bir darbedir; çaresi, iyi hazırlıkla çıkılacak bir seferle Girit Adası’nın fethedilmesidir. Silahtar Yusuf Paşa İkinci vezirdi; Girit üzerine serdar tayin edildi. Bu sefer için en büyük destek Cinci Hüseyin Efendi’den, köstek Vezir-i Azamdan geldi. Köstek, itibar görmeyince gemiler yola dizildi. (30 Nisan 1645) Serdar Yusuf Paşa’nın Hıristiyan ve asıl adının Jozef Markoviç olduğunu, Ali Ağa adlı birinin kölesi iken sonradan saraya intisab ettiğini, Hammer’den öğreniyoruz. Bunun şimdiki adı Yusuf ve bizim paşamızdır. Girit fethi için yoldadır da, açıkça söylenmez. Malta seferi, diye yayılır etrafa. Ancak 21 Haziran’da ifşa edilir. Kaptanlar bile bugün öğrenirler asıl hedefi, dümenler Hanya üzerine kırılır.
25 Haziran’da Aya Todari adasındaki Turlulu Kalesi’nin işgali ve Liman Kalesi’nin fethi, 19 Ağustos’da Hanya Kalesi’nin teslim alınması, 22 Ağustos’da Venediklilerden tahliye edilen kaleyi Türk ordusunun işgali, 25 Kasım Cumartesi günü donanmanın İstanbul’a dönüşü gerçekleşir.

Semiz Mehmet Paşa’nın Azli Baş defterdar Salih Paşa’nın Nasb-ı (17 Aralık 1645)

Vezir-i Âzam’ın azil sebebi iki kişinin birbirini çekememesinden kaynaklanır. Girit seferini lüzumsuz görüp, karşı tavır takınan ama güç yetiremeyen Semiz Mehmed Paşa, sefer dönüşü Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa’yı aşağılama yarışına girer. Pâdişâhı, kazanılanın kaybedilene değmediğine iknaya çalışır. “Bu nasıl fetih ki, elde doğru dürüst bir ganimet bile yok, pâdişâha takdim edilen işe yarar bir hediye yok… Venediklilerden Paşa rüşvet almıştır.” gibi ağır suçlamalarla Sultan İbrahim’in kafasını karıştırmaya uğraşır. Daha önce bahsetmiştik; bu paşa, pâdişâhın her sözüne (İlham-ı Rabbani) diyen adamdır. Neredeyse Peygamber yerine koyduğu Pâdişâha karşı saygısızca sözler sarfediyordu. Kaptan-ı Derya onun suçlamasına karşı daha gerçek olan benzeri bir iddiayla cevap verir.
Venedik elçisinin, Girit seferine mani olmasına karşılık olarak 60 bin filori rüşvet teklifini Vezir-i Âzam’ın kaçırmak istemediğini yüzüne karşı söyler. Pâdişâhın huzurunda yaşanan bu sahnelerden sonra Vezir-i Âzam’ın azli gerçekleşir. Önceki sayfalarda, bu adamın fazilet fukarası olduğu anlatılmıştı. Bir de, Pâdişâhın kendisine gönderdiği Hatt-ı Hümâyunlardaki hitabı ile, biraz daha tanıyalım deriz.
“Bre karpuz kıyafetlü püzeveng” şişmanlığından ötürü Semiz deniyordu. Pâdişâh da “karpuz kıyafetlü” diyerek şişmanlığını anlatıyor. Geniş karınlı Paşa, Pâdişâhın kendisine hitabını isyansız karşılarmış!
Ne yazık ki “pezeveng” denmesini umursamayan şahıstan alınan devlet mührünün yeni sahibi de “mehr-ü ihtiyariyle maruftu, hilekâr ve gururludur, yani.
Yusuf Paşa, Vezir-i Âzam’ın azlini sağlamıştır da, kendi durumunu sağlama alamamış. Sultan İbrahim, Girit’ten hazineler beklerken kuru bir fetihle dönmesini içine sindirememiş. Sefahate sarfedeceği para sıkıntısı ile bunaldığı bir gün ki, o gün 27 Ocak 1646’dır. Şiddetli kış hüküm sürmektedir ve sefere çıkmak kesinlikle doğru değildir.
Huzura çağırılan Yusuf Paşa’ya, Pâdişâh; derhal gidip, Girit’i almasını emreder. Yusuf Paşa, mevsimin böyle bir sefer için müsait olmadığını, yeni gemiler yapıldığını, zamanını beklemek gerektiğini söyler.
Pâdişâhın aklına Semiz Mehmed Paşa’nın sözü takılır. “Sizin sözünüz İlham-ı Rabbani”dir, diyordu. Madem öyle, şimdi Yusuf Paşa niçin dinlemez? Sözleri İlham-ı Rabbani ise bir hayır vardır ve uyulması gerektir. Sinirlenir, der ki:
“Sen kendini bir hizmet mi ettim sanıyorsun? Bu kadar hazinemi sarfedip, akibet bir alay mel’unu katletmeyip, mallarıyla beraber memleketlerine gönderdin.”
(Yusuf Paşa alttan almayı bilmez.)
“Gerçi hazine sarf eyledik amma büyük bir kaleyi memlekete ilave ettim. Kudretim nisbetinde uğrunuzda hizmet ettim. Bir kulunuz dahi varup ben kadar hizmet etsin!”
(Sultan İbrahim adamakıllı şaşırır; bu nasıl iştir? Bir kul pâdişâhına itaatsizlik edebilir mi?)
“Ne yabani sözler, sana var git, dedim, durma git, yoksa seni katlederim!”
Yusuf Paşa inadında samimidir, pes etmez.
“Şimdi vakti değildir, gidilmez!”
Sultan İbrahim sözden anlamayan paşaya başka söz söylemez. Nasıl olsa dinlemiyor; itiraz etmeyecek adam mı yok? Bostancabaşı’ya döner: “Kaldır şunu.” der.
Bostancıbaşı’nın nasıl kaldıracağı malûm. Yusuf Paşa, hiç eyvallah etmeden, ölüme kendiliğinden yürür gider. Onun yerine pâdişâhın ayaklarına Vezir-i Âzam kapanır ama beyhudedir.
Pâdişâhın, daha sonra paşanın idamına üzüldüğü, ağladığı ve “Ne güzel elma gibi yanakları var imiş, yazık oldu ki kıydım.” dediği anlatılır.”

Ah! Şu Hastalık…

Az sonra trajikomik bir idam sahnesi seyredeceğiz. Biri idam edilen diğeri idam emri veren iki kişiden birine haksız cezası için acırken cezacıya bile acımadan kurtulamayacağız. Sultan İbrahim görünürde, hep zevku safa içindeymiş gibidir; oysa çektiği acılar hiçbir zevkten tat almasına müsaade etmiyor. Onu acılarıyla tanıyabilmek için, sadrâzamına yazdığı hatt-ı hümâyunlara bir göz atmak kâfidir: “Sancı deyu yaturum, kâh arkama gelür, irkilür, kulaklarım tıkalur… Şöyle sıkılmam vardır ki, ölüyorum, gayetle hâlim yaman olmuştur… Yangından beri eski hastalığım ziyâdelendi, ne kollarım ve ne de başım vardır… Ziyâde elemdeyim… Pek hâlim mükedderdir; şöyle mizacımda küdürat vardır ki tâbir olunmaz…”
Pâdişâh bir çocuk gibi acısını haykırdığı sadrâzama âdeta yalvarıyor: “Göreyim seni, bu benim derdime nice çalışursuz… Beni seversen buna çare bulasın, ona buna sorasın… Hekimbaşı ile söyleşiniz birkaçı bile olsun… Etraf ve enkafa haber sal, bilen adamları huzuruma getür, sen bilürsün…”
Sadrâzamdan ağrılarını dindirecek ilaç dilenen Pâdişâh sabredemez. Bizzat kendisi yollara düşer. Kâh at veya araba ile bazen de tahtı revanla İstanbul’u dolaşır ve kendisini okutmak üzere, ismini duyduğu okuyuculara giderdi.
Bu dolaşmaların birinde, köyden şehire gelen arabalardan biri yolu üzerine tesadüf ettiğinden canı sıkılarak, Vezir-i Âzam Salih Paşa’ya arabaların şehre girmelerinin yasak edilmesini emreylemişti. Yine bir gün, dolaşırken önüne araba çıkınca, emrinin yerine getirilmediğine kızarak, “Tiz veziri çağırın” diye emreder, üst üste adamlar gönderir. Biraz sonra huzuruna telaşla gelen Vezir-i Âzam’a, hiddetle: “Ben arabaları yasak etmişken niçin benim tenbihim tutulmaz, ben pâdişâh değil miyim? Tiz boğun.” diye bağırınca, Salih Paşa, özür dilediyse de aldırmayıp, “Tiz boğun” diye tekrar etmesi üzerine zavallı sadrâzamı imamın evindeki kapu ipiyle boğdular.
Sultan İbrahim’in deli olmadığı, sonraki tarihçilerin bu sıfatı uydurduğu, belki doğrudur da yaptığı işlerin akılla izahı da mümkün değildir. Onun delilikten değil de, kadınlar yüzünden muvazenesizleştiği anlatılır. Kadınlar yüzünden hazinenin iflâs ettiği, yine kadınlar yüzünden pâdişâh ailesinden insanların hizmetkârlık yaptığı da anlatılır. Bu kadınlar ki, dünya güzelleridir. Pâdişâhın hem yüreğini hem aklını oynatırlar… Sonra da, her iş şirazesinden çıkar! İsimlerine bakalım bu afetlerin ve sömürdükleri devlet hazinesine göz gezdirelim:
En meşhurları Şekerpare denilen Şehsuvar Usta; buna devlet hazinesinden bir ev alınmış. Diğerlerine sancak ve vilayetlerinde haslar verilmiş ki, her biri o zamanın külliyetli parası olan yüzerbin kuruş. Haslar; Şam Eyaleti, Bolu Sancağı, Niğbolu Sancağı, Hamid Sancağı, v.s.
Humaşah Sultan adı verilen Telli Haseki, pâdişâhın gözdelerindendir. O yemek yerken pâdişâhın hemşireleri, yeğenleri hizmet ederlerdi.
Kadınlarla ilgili Hammer’in söylediklerinden bir paragraf şöyle:
“Bu yedi gözdesinden her birinin hususî sarayı, Kethüdası bulunur, her biri ‘paşmak bahası’ olmak üzere bir sancağın varidatını alır, kendilerine kıymetli taşlarla ziynetlenmiş sandallar, arabalar tahsis edilirdi. Pâdişâh nazarında iltifata mazhar olan sultanlardan (kadın) başka, ayrıca gözde cariyeleri vardı ki, bunların en şöhretlileri “Şekerpare” ve “Şeker-boli” idi. Sultanların paşmak bahâsı olmak üzere sancakları bulunur, cariyeler ise devletin en büyük makamlarının satışını inhisar altına alırlardı.”
Sayfanın altındaki not bu konunun daha geniş aktarılmış olması gerektiğini bildiriyor. Eline geçen vesikanın ikinci sahifesinin yırtık oluşu, konuyu yarım vaziyette bulma ve yarım vaziyette olma mecburiyeti getirmiş. Bizim için daha fazlasına gerek olmasa da Hammer üzülmüş!
Sultan İbrahim’in, hayatına ve icraatine parça parça bakıldığı zaman çift şahsiyetli gibi görünür. Özel yaşayışında dengeden eser yok; bunun dışında ise iyi bir Devlet Başkam manzarası seyredilir. Yine, onu değerlendirmek için, öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak icabeder. Önceleri, daha ziyade akıl hâkimdir yaptıklarında; sonraları âdeta bir meczup. Sonraki İbrahim’in akıl katili Semiz Mehmed Paşa sayılsa yeridir: Çektiği acılardan devamlı şikâyetçi olduğu bilinen pâdişâhı değişik vehimlere sürükleyen Sefih Paşa’nın sözlerine bir daha bakalım:
Daha önceki Vezir-i Azamla yeni Ve-zir-i Âzam’ı arasındaki muazzam farkı farkeden pâdişâh, bir gün “Lalam (kara) Mustafa Paşa gani bana itiraz edip ‘bu iş nâ-mâkuuldür’ derdi; senden hiç anın gibi söz sâdır olmadı. Cümle kelâmın ‘sa-daka’1-emir’ kaaidesine bina olduğunun aslı nedir?” diye hayretle sordu. Kendisini hatasız görmeyen pâdişâh hiçbir sözünün itiraza uğramayışına tacccüp ediyordu. Beşer olması hasebiyle, arada bir hata yapmış olacağına inanıyordu. Garip durum kafasına takılmış, bunun esrarına vâkıf olmak istiyordu. Bu sorunun sorulduğu ân Sultan İbrahim’in hayatının dönüm noktasıdır. Adam gibi bir sadrâzam olsaydı ve adam gibi cevap verseydi her şey farklı gelişebilirdi. Sadrâzam Semiz Mehmed Paşa’nın cevabı: “Siz yeryüzünün halifesi, zıllu’llah’sınız (Allah’ın gölgesi) zamîr-i münîrinize (hatırınıza ne gelirse Tanrı ilhamıdır) ve kavlen ve fi’ilen sizden bî-hûde hata zuhur eylemez ki i’tiraza mecal ola!”
Zavallı Sultan İbrahim! Böyle bir yakıştırmanın manasızlığını anlayamayacak kadar hasta idi. Saf bir çocuk gibi, dalkavuğun sözlerini gerçek sandı. Aklına ne gelirse onu işlemeye başladı. Mademki içine doğan her şey Allah’ın ilhamıdır, bunun ertelenmesi de, reddi de Allah’ın rızasına aykırı olurdu! Önceleri görülen hatt-ı hümâyunlarda tevazu dikkat çekecek kadar belirgindi “Eğer bir yanlış yazdım ise bildiresin” diyordu. Şimdi; bir emrine karşı gelinmesini aklı almıyor.
Kadınlarla ilgili aşın davranışını hoş görmek elbet mümkün değil, ama onu bu hâle düşürenler de ortada duruyor… Uğraşa uğraşa frenini patlatanlar, çarptığı duvarları gösterip, yaptığı hasarın hesabını soramazlar! Biz yine de, yorumları bir tarafa bırakıp yazılı tarihten kısa aktarmalar yapalım. Kadınlarla ilgili anlatılacak o kadar çok hikâye var ki, her biri ayrı roman mevzuudur. Fakat bilhassa kadınlardan biriyle ilgili hikâye hepsinden beterdir; rezalet üstü rezalettir…
Bu çirkin hikâyeyi, o günlerin canlı şahidi Evliya Çelebi ile Danişmend’in kronolojisinden ve Uzunçarşılı tarihinden özetleyerek aktarmaya çalışacağız. Bunlardan alacağımız bilgilerle Sultan İbrahim’e bakışımız biraz bulanacak. İbşir Paşa’nın yüzüne tüküreceğiz. Varvar Ali Paşa’yı alkışlayacağız… En kötüsü, vah devletim! Zavallı milletim diye inleyeceğiz…
Pâdişâh, belli ki devleti yönetecek vasıfta değildir. Biraz soydan gelen hünerler var idiyse de, “Yürek sıkılması ve sevdâvi illet” denen hastalığı onu da alıp götürmüştü. Büyük zaferler görmeyen devlet fakirleşmekte, mevcut hazine varlığı rüşvetlere sarf edilmekte, pâdişâh dahi para sıkıntısı çekmekteydi. Bu sırada Vezir-i Âzam, Hezarpâre denilen Ahmed Paşa’dır. Varvar Ali Paşa Sivas valisidir ve Sivas’ta güzelliği dillere destan bir kadın yaşamaktadır. Peri kızı gibi bu kadın, Musul Han kızı Peri Han’dır. Kocasının adı İbşir Mustafa Paşa. Bunların hepsi Pâdişâh İbrahim Sultan’ın kullarıdır. Sultan İbrahim rüşvetle küpünü doldurmaya çalışan Vezir-i Azanıma emreder, der ki:
“Sivas valisi Varvar Ali Paşa’ya adam sal, bana 30 bin kuruş ve İbşir Paşa’nın karısını acele göndersin!”
Emir gider Ali Paşa’ya ve der ki Ali Paşa:
“Ben bu kadar parayı nereden vereyim; yol keserek halkın malını mı alayım?”
Para meselesini reddettikten sonra:
“Bir müslümanın nikâhlısını başkasına nasıl teslim edeyim?” diye çıkışır.
Varvar Paşa elçileri eli boş gönderirken akıbetini hiç düşünmez ve bu kadarla da kalmak niyetinde değildir. “Devlet işlerinin kadınlar elinde olması dolayısıyla sık sık yapılan azil ve tayinlerin önünü almak için bazı ıslahatlar yapmak isteyen Ali Paşa, kendisini ortaya atarak i¬yan etmiştir.” Varvar Ali Paşa:
“Pâdişâh devlet işlerine mukayyed değildir; işler ve saltanat kadınlar elindedir, ümera ve beylerbeyiler az zamanda azlolunuyorlar, reaya (köylü) perişan, memleket harap bir hale gelmiştir; bu hale nihayet verilmesini devlet adamları pâdişâha bildirmelidir; üç sene tamam olmayınca idari ve askeri memuriyetler değiştirilmemelidir.”
Ali Paşa, bu fikirlerini etrafındaki adamlarına açıkladı. Kısa zamanda isyan hareketi başladı. Ali Paşa’nın asayişi düzeltme isteği adamları tarafından anlaşılamamış olmalı ki etrafa kötülükler yapmaya başladılar.
Pâdişâh, Varvar Paşa’nın isyanını duyunca, tebdili işini İbşir Paşa’ya havale etti. İkisinin dostluğu vardı. Emri alan İbşir Paşa; “Hak söz söyleyen adamın üzerine nasıl varayım?” diye itiraz etti ise de, ikinci defa gelen emirde, “Ya başı ya başın” deniyordu.
Bunun üzerine İbşir, Sivas’a yürüdü. Ali Paşa tarafından karşılandı. Ali Paşa: “Ben pâdişâha âsi değilim. İşte mansıp. Çünkü size tevcih olunmuş, Allah mübarek eylesin.” dedi.
Ali Paşa’nın makamda gözü yoktu. “Benim şer ile davam vardır.” deyip oradan ayrıldı. Zannediyordu ki, İstanbul’a gelip her işi yoluna koyacak. Hikâye uzun. Özeti ise; Varvar Paşa, Karaman Beylerbeyi Mehmed Paşa tarafından yaralı olarak yakalanıp İbşir Paşa’ya getirildi. Hazindir, İbşir Paşa sordu:
“Paşa baba, bu ne haldir? Niçin kendini böyle muhataraya uğrattın?” Ali Paşa’nın cevabı:
“Ben ne işledim? Senin avradın talep ettiler, ırzını koruyup vermediğim için seni üzerime gönderdiler. Zulümle halkın malını alıp göndermediğim için bana katil mi icab eder?”
İbşir Paşa’yı bu sözlerle, adamlarının yanında utandırmıştı.
Evet! Varvar Ali Paşa, kaderde bu da var, bu yüzden senin ölmen icab eder ve bu ölüm Ibşir Paşa gibi zelil yaşamaktan bin defa daha iyidir.
İbşir Mustafa Paşa aldığı ferman gereği Varvar Ali Paşa’nın kellesini İstanbul’a göndermek durumundaydı. Hadiselerin muhasebesini yapacak, doğru olan hareketi tercih edecek hali yoktu. Nitekim olanlar oldu. Varvar Ali Paşa’nın, gövdesinden koparılan başı İstanbul’a getirilip saray kapısına asıldı. İbret-i âlem için, Paşa’nın gövdesiz başı üç gün teşhir edildi. Sultan İbrahim’in bundan ne kadar zevk aldığını bilemiyoruz! Yalnız, kesik kelleler hoşuna gitmiş olmalı ki, biraz sonra da Kaptan-ı Derya Mehmed Paşa’nın başı kesildi. Sırada Ahmed Paşa var; onun akıbeti öncekilerden beter. Ortalığın Sultan İbrahim’in kafasından daha karışık olduğu günler kâbus g¬bi geçiyor; yarının nelere gebe olduğu bilinemiyor, ama, iyi bir şey beklentisi kesinlikle yoktu.

Hezar Pare Ahmed Paşa

Ahmed Paşa’nın iyi bir insan olmadığını anlatan tarihçiler, riyakâr ve dalkavuk, kalleş, vicdansız ve yalancı idi derler. 21 Eylül 1647’de Vezir-i Âzam yapıldı. Pâdişah’ın samur ve amber tutkusunun zirveye çıktığı zaman idi. Hazine fakir. Ahmed Paşa pâdişâhın gönlünü (kendi gönlü hoşnut olsun diye) incitmemeye bakıyor. Devlet ricalinden vergi toplamaya kalktı. Ne için olduğu belli! Paşa herkesten vergi ister, hem de olmayacak biçimde. Kendi servetine asla dokunmak istemez. Vergi, vergi, vergi… Herkes acayip isimler altında vergi veriyor. İnsanların kasasından-kesesinden çıkan her kuruş binlerce misli kin olarak kalplerine oturuyor. Pâdişâha da Vezir-i Azama da lanetler okunuyor… Hele de Ahmed Paşa için beddualar bir an evvel canının çıkması yönündeydi.
Ocak Ağaları “devletin başı”nın zayıflığı nisbetinde güçlü oluyor. Sultan İbrahim çok zayıf, dolayısıyla ağalar güçlü.
Vergi istenen bu ağalar Vezir-i Azam için güzel bir son düşünmekteler…. Sadece Vezir-i Âzam değil Pâdişâh bile gözden çıkarılmıştır. Her şey sırayla yapılacak; ilk sıra Ahmed Paşa’da.
Sadâretinin yaşı dolmak üzereydi. 10 ay, 16 gün geçmişti aradan. Önce azlini sağladı ağalar; sonra, Şeyhülislâm Abdürrahim Efendi’nin fetvasıyla idam ettiler.
Ahmed Paşa idam edildikten sonra yeni bir lâkap kazandı “Hezarpâre.” Cesedini Sultanahmed Meydanı’na bıraktılar ve etrafa bir şayia yaydılar… “Şahmi âdem-i mefasıla deva!” Bu demek ki; insan vücudundaki yağ romatizma hastalığına birebir şifadır.
İstanbullulardan o kadar çok romatizmalı var ki, duyan, Sultan Ahmed Meydanı’na koşuyor. Birkaç saat içinde parçalanmış kemiklerden başka bir şeyi kalmayan Ahmed Paşa’ya “Hezar pare” (bin parça) deniyor.
Hezar pare Ahmed Paşa’nın korkak olduğu dahi söylenebilir; bunun için küçük bir misal kâfi: Kırım Hanı İslâm Giray Ruslar’m Türkiye aleyhine kaleler yaptığını görüp, akın hareketiyle onları sindiriyor, külliyetli miktarda esir alıyor da, Ahmed Paşa Giray’ı azarlıyor.
“Rus bizimle barışık etmişti…” diye öfke dolu mektup yazıyor. İslâm Giray gönderdiği cevabi mektupta hakkı olduğunu ispat ediyor ki, gerçekten çok esaslı bir iş yapmış olduğu anlaşılıyor.

Son’a Çeyrek Kala

Ahmed Paşa’nın azlinden sorumlu olanlar idamından da sorumlu idi. Pâdişâhın adı var hükmü yok; kendisi de artık durumun farkında, fakat belli etmemeye çalışıyor. Yeni tayin edilen Vezir-i Âzam Sofu Mehmed Paşa’dır.
Henüz Mühr-ü Hümâyun Padişahta ve Ahmed Paşa’nın başına gelenden haberdar değil. Mühr-ü istemeye gelen yeni görevliye dedi ki:
“Sakın ha eski sadrâzamın hayatına dokunulmaya!”
Pâdişâh Vezir-i Âzamin hayatına dokunulduğunu öğrenince, kızdı. Sadrâzamın öldürülmesi belki kendi hayatı için de bir ihtar sayılabilirdi. Sultan İbrahim öfkeyle:
“Bre köpek koca! Kendin Vezir-i Âzam olmak için kulu tahrik ettin. Bu cemiyet bertaraf olduktan sonra görürsün!”
Bu sözlerle öfkesi yatışmadı Pâdişâhın. İhtiyar Mehmed Paşa öyle bir yumruk yedi ki, yeni Vezir-i Âzam neye uğradığına şaşırdı. Pâdişâh bu yumrukla yetinmeyip bir de tehdid ediyordu. “Ben ne yapacağımı bilirim.” Kara Mehmed Paşa, ihtilâl heyetinin teşviki ile gelip mührü hümâyunu istemişti, Padişah da kendisini mecbur hissettiği için vermişti. İkisi de durumdan pek memnun değildi.
Bundan sonra Sultan İbrahim hiç kimseye yumruk atamayacak, sadece kendisi kaderinin dayağını yiyecek, başkalarından merhamet bekleyecektir. Çünkü teşkilât iyi kurulmuş, aleyhindeki faaliyet iyi çalışıyor, bunlara karşı koyacak gücü yok. İnsanları zulümle yönetmenin, kadınlara samur, vaşak vs. temini için milleti soymanın gelip dayanacağı nokta hal idi.
Uzun uzun anlatmayacağız; asker ve ulemanın el ve güç birliği ile yapılmakta olan ihtilâli pâdişâha bildirmek işi için bir adam seçmek durumundaydılar; buna münasip adam ağırbaşlı, hürmet gösterilen biri olmalıydı, en münasip görülen Mekke Kadılığından ayrılma Bosnalı Beyazî Hasan Efendi’yi pâdişâha gönderdiler. Sultan İbrahim:
“Veziri öldürdüler, daha ne isterler?” deyince, Beyazî Hasan Efendi:
“Pâdişâhım, beytülmali israftan Bosna’da ve Boğaz’da düşman dururken onu defe himmet etmediğinizden dolayı cumhur sizden şikâyetçidirler; asker, ulemâ ve vezir bendeleriniz sizleri görmek isterler.” Sultan İbrahim cevap vermez. Hasan Efendi geldiği yere yarenlerinin yanına döner. Fetva alınmıştır. Valide Sultan’a denir ki: “Büyük Şehzade Mehmed, camie getirilsin.” O der ki: “Camide cülus olmaz, sizler saraya gelin.”
Sarayda Sultan İbrahim var, Sultanın bostancıları var, topları var, sarayı koruyan 12 bin askeri var. Ve Sultan İbrahim hayatım korumak için tedbirini alır.
Valide Sultan’a heyet gelir. Yüz yüze niyetlerini konuşurlar. Valide, oğlunun tahtta kalması, bir vezirin vasiliği altında görevine devam etmesi yönünde fikrini beyan ederse de, heyet razı olmaz. Vâlide’nin,büyük şehzadenin daha “yedi yaşında çocuk” olduğunu söylemesine karşılık, Anadolu Kazaskeri Hanifl Efendi; Sultan İbrahim’in düşman hücumlarına karşı koymadığını, rüşvetle iş görmenin devlet düzenini iyice bozduğunu, samur merakı ve kadınlara düşkünlüğünden fakir fukaranın perişan halde olduğunu, padişahın vazifeye devamı ile ırza tecavüzlerin, zulümlerin devam edeceğini söyledikten sonra, “Mezhebimizin imamları olan Hanefi ulemasının; büyük, akıldan yoksun olursa sultanlık edemez; akıllı küçüğün sultanlığı caizdir buyurdukları kitaplarımızda yazılıdır. Buna göre fetvalar verilerek iş bitmiştir. Masum cülus eder, veziri işleri yürütür.” der.
Valide Sultan, bütün yolların kapandığını, kararın kesin olduğunu anlar; direnmek nafiledir. Oğluna fenalık yapılmamasını rica ettikten sonra: “Varayım şehzadenin sarıcığını sardırıp çıkarayım.” diyerek müstakbel pâdişâhın yanına gider. Yedek taht ortaya çıkartılır, az sonra babaanne torun okula gidiyor gibi elele tutuşmuş vaziyette gelirler. Torun, hazırlanmış olan tahta oturur, hâzirûn alkış tufanı koparır ve sırayla ak sakallı, kara sakallı güngörmüş erkân, yedi yaşındaki pâdişâhın minicik elini öperler. Biat merasimi uzatılmaz, ola ki, çocuk korkar diye kısa tutulur.
Valide Sultan ve Bostancıbaşı küçük pâdişâhın muhafazasına memur edildikten sonra büyük pâdişâhın makamına duhul olurlar. Vakit ikindi. Günlerden Cumartesi. 8 Ağustos 1648.
Sultan İbrahim’in huzuruna gelen heyet üyeleri, durumu kendisine bildirince, derin bir yeis içinde bulunan Pâdişâh hiddetle: “Bre hâinler, pezevengler, ben sizin pâdişâhınız değil miyim? Bu nasıl iştir?” deyince, Kazasker Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi, hem makamına yakışmayan, hem de pâdişâha mün¬sip görülmeyecek biçimde hakaretlerle cevap verir.
Sultan İbrahim her anı boğulma tehdidi altında geçen on altı senelik şehzadeliğinde feleğin sillesini yemişti. Onun yaşadığı hayatı yaşayan hangi akıllıda akıl kalır ki onda kalsın! Abdülaziz Efendi’ye, yaptığı hakaretler yakıştınlamaz. Neyse, geçelim Abdülaziz Efendi’nin pâdişâha söylediği sözlere:
“Umur-i şeriyye ve diniyyeye ademi takayyüdle cihan-ı haraba virdün ve evkaatunu lehv-ü gafletle geçürüp rüşveti faş ve bunca zalemeyi âleme musallat ve Beytülmâli telef ettün.”
Sultan İbrahim direnmenin fayda vermeyeceğini anlamıştı. Ellerini kaldırıp huzurdakilere beddua ettikten sonra: “… başımıza yazılan bu imiş, emir Allah’ın.” deyip kadere rıza gösterir ve hakkını veremediği tahttan ayrılır.
Bir küçük daireye hapsedilip yanına iki cariye konduğu zaman şu sözleri söyler:
“Elhamdülillah, hele bir cemaatin başı oldum.”
Bu sözlerle hanedanın kendi çocuklarından yürüyeceğine sevindiği sanılır.
Sultan İbrahim’in konduğu yeri Bahai Efendi şöyle anlatıyor:
“Hemen hayyen defnolundu (sağ iken mezara kondu), zira bir gusulhâne ve bir abdesthane ile bir ocağı havi iki küçük oda ile bacası gökyüzüne bakan bir ocak ve bir yemek sahanı sığacak kadar bir pencere yeri olup başka hiçbir taraf görünmezdi.”
Bu anlatılan yerden kaçacağına dair bir şayia çıkartılınca, Vezir-i Azamla Şeyhülislâm sahan girecek pencereden başka hiç bir açık yer bıraktırmazlar.
Kaçma ve kaçırılma ihtimaline karşı böyle mezara çevrilen yerde yaşamaya mahkûm edilmişti. Bütün tedbirler kaçmaması – kaçırılmaması içindi.
En basit benzetmeyle, ağzından emziği alınıp bir kenara fırlatılan çocuk gibidir eski pâdişâh. Feryad ederek ağlar durmadan. İbrahim yanık sedalar çıkarır; duyanlar dayanamaz. En fazla bu çığlıkları dinleyen enderun halkıdır ve bunlar aralarında, onu çıkartıp tekrar cülus ettirmek çarelerini arıyorlardı. Bu vaziyet karşısında hayatta bulunduğu müddetçe işlerin salim bir şekilde idaresinin mümkün olmayacağını anlayan devlet erkânı “zarar-ı âm’dan zarar-ı hâs tercih oluna” kararına vardı ve cemiyet halinde saraya giderek, Şeyhülislâm’ın verdiği fetva üzerine” duvarı yıkarak İbrahim’i çıkardılar. Öldürülmek istendiğini anlayan eski pâdişâh: “Beni göre göre öldürüyorlar, benim iyiliğimi gören, bana acıyan kimse yok mu?” diye figan edince; taş yürekli cellad Kara Ali bile kaçmış, bir tarafa sinmişti. Vezir-i Âzam Sofu Mehmet Paşa, Kara Ali’yi vazifesini yapmaya zorla götürmüş, “Sultan İbrahim gül renginde bir atlas entari” içerisinde, cellâdının karşısında titrerken, Şeyhülislâm’a sitem etmeden alamaz kendini:
“Baka Abdurrahim, Yusuf Paşa bana senin için bir dinsiz fettandır, tepele demiş idi. Seni öldürmedim; çünkü Allah’tan korktum. Meğer sen beni öldürecekmişsin -elindeki Kur’an-ı Kerim’i göstererek- İşte Kitabullah, beni ne hüküm ile öldürürsünüz? Zalimler.”
Fetva hazırdı: “İzâ ictemaa’l-hâlife-tün, fektulü ehadi minhumu (Eğer iki halife içtimâ ederse biri katlolunur)”. “Bu, âyet değil, hadis değil, eimme içtihadı değil idi.” Ama bir padişahın hayatına son vermeye yetmişti.
Sultan İbrahim katlolunduğu 8 Ağustos 1648 Cumartesi günü, 32 sene, 9 ay, 4 günlük bir ömürmüş idi. Bunun 8 sene, 5 ay, 28 günü pâdişâh olarak -on günü mahpus- geçmiştir.
Oğulları Mehmed (Dördüncü Mehmed) 6,5 yaşında idi. Şehzade Süleyman 6, Şehzade Ahmed 5,5, Şehzade Selim 4,5 yaşında idi.
Küçük bir not: Sultan İbrahim zamanının en önemli kaynağı sayılan kitap, Kazasker Konaçelebizâde Abdülaziz Efendi’ye ait; o da Pâdişâhı hiç sevmeyen biridir. Sayın Yılmaz Öztuna’ya göre Sultan İbrahim’in kötü tanınmasında adı geçen zatın rolü büyüktür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.