Sultan IV. Murad Han

DÖRDÜNCÜ MURAD

(1623-1640)

17-Sultan IV. Murad Han

Osmanlı Devleti dirayetsiz ve çocuk padişahlar dönemine girmiş, beş senede üç saltanat değişikliği yaşamıştır; bunlardan biri, bir daha Allah göstermesin diyeceğimiz padişah katliyle olmuştur. Askerde asayiş, vezirlerde sadakat, devlette düzen unutulanlar arasına karışmış, birinci sınıf devlet adamları çağı sıkıca kapanmış, devleti yönetmeye çalışan ikinci – üçüncü sınıf erkân birinci sınıf soygunlarla itibar aşınmasına devam ediyor. Kadın hâkimiyeti umûmî menfaatlerin zıddına kendini her yerde hissettirmekte, onların teşvikiyle elde edilen makam sahiplerine sel gibi rüşvet akmaktadır. Aklî durumundan dolayı hal edilen Mustafa’nın yerine tahta çıkarılan Murat, işte böyle bir düzenin üzerine gelmiştir. Kendisinden önce üç tane Murad gören tahtta Dördüncü Murad olarak saltanat sürecek; murad almaya çalışacak; ama henüz onbir yaşındadır ve hiç bir sıraya, sayıya girecek halde değildir. Bütün ipler başkasının elindedir. Dördüncü Murad bir çocuktur.
Atlattığı ve yaşadığı bütün badirelere rağmen devlet hâlâ çok büyüktür ve büyük pâdişâh hasretindedir. Valide Kösem Mahpeyker Sultan’ın tek amacı oğlunu avucunun içine alıp, idarede bir numaralı görevi yapmaktır ve uzun süre yapacaktır. Vezir-i Âzam Kemankeş Ali Paşa’nın yeni padişahın tahta cülusunda hizmeti dokunmuştu, onun karşılığını almaya kendi usulüyle çalışacak, bu münasebetle cüretkâr teşebbüsleri olacak, adı büyük rüşvetlere sıkça karışacaktır. Şeyhülislâm Yahya Efendi siyaset bilmemenin cezasını Vezir-i Âzam eliyle görecek, yerini eski Müftü Ömer Efendi’ye bırakacaktır.
Küçük Murad’ın padişahlığı konuşulurken, hazinenin müflis olduğu, cülus bahşişi verilemiyecegi söylenince “hay hay” diyen askerler kazan kaldırdılar. Elde bulunan altın, gümüş cinsinden ne varsa saraydan darphaneye gitti, eritilerek para kesildi ve askere dağıtıldı. Bunların haricinde de çok şeyler oldu… Çocuk pâdişâh seyretti. Seyretti ama herşeyi hafızasına nakşederek… Yeri ve zamanı gelince gördüğü her şeyden istifade edecektir. Anasını bile unutmayacaktır. Anası Kösem Sultan bir Rum Papazı’nın kızı iken küçük yaşta yetim kalıp, Bosna Beylerbeyi’nin eline esir olarak geçince saraya takdim edilmişti. Şimdi kendisi bile hatırlamasa da, adı Anastasya imiş. Güzel Anastasya Mahpeyker adıyla Sultan Ahmed’in gözdesi olmuş, sonra da kadını. İktidara düşkünlüğü ile kocasının zamanında çok nüfuz kazanmıştı. Oğlu Murad’ı saltanata getirenlerin birinci sırasında görülmektedir. Oğlunu sever Kösem Sultan. İktidarı, gücü elinde bulundurmayı daha çok sever. Şimdi iktidar ipi onun kuvvetli ellerindedir.
Kösem Sultan’m siyasi entrikaları çok mükemmel bildiği kabul edilir. İ. H. Danişmend’in Mademe de Gamez’ûen nakline göre: “Birinci Ahmed’in vefatında veraset usulünün değişmesine ve bu suretle Deli Mustafa’nın saltanatına, Kösem Sultan’ın çevirdiği entrikalar sebep olmuştur: Onun bundan maksadı, kudretli bir şahsiyet olan Genç Osman’ı tahttan uzaklaştırarak kendi oğullarının saltanatına yol açmaktır; hatta gene aynı kaynağa göre “Hâile-i Osmaniyye” bile bu müthiş kadının eseridir.”
Dördüncü Murad’ın dört kardeşinden Bâyezid ile Süleyman ayrı anadan Kasım’la İbrahim Mahpeyker Kösem Sultan’dan doğmadır. Kösem’in ömrü iktidarı kendi elinde, tahtı, doğurduğu çocukların altında görmek için adanmış gibidir. Amma önce kendi tatmini gelir:
Sultan Mustafa’nın ikinci saltanatı İstanbul’da, “kimin eli kimin cebinde” dedirtecek kadar karışıklığa sahne olmuştu. Anadolu kaynamaktaydı. Bağdad adamakıllı karışmıştı. Önce Abaza Paşa’ya bakalım.

Abaza Paşa’nın Erzurum’dan Gelen Sesi

Genç Osman’ın katlinden sonra Anadolu panik halindeydi. Başa geçmiş bir Osmanoğlu milletin babası yerindeydi ve millete danışılmadan tahttan indirilmişti. İnsanların kulağına erişen, Sultan Osman’a isnad edilen kabahatler görünürde o insanlara olan sevgiden işlenmişti. Türk kızlarıyla evlenmek, orduyu millileştirmek. Hacca gitmek Türk milletinin beğenmeyeceği davranışlar değildi. Bunun için Anadolu “Osman” diye ağlıyordu. Aradan 1 sene üç ay geçmiş, çocuk da olsa, yeni bir pâdişâha kavuşulmuştu. Artık, insanlar sükûnet bekliyordu. Daha önceleri, kendine, herhangi bir sebepten sükûneti haram eden insanlar yani Celâliler ki birçoğu asker kökenlidir, onlar da yerlerini buldu. “Kuyucu Murad Paşa’nın elinden kurtulan Karayazıcı, Canbolat, Kalenderoğlu, Said ve Tavil” gibi Celâli elebaşıları Sultan Osman’ın intikamcısı olmak üzere Segbân sıfatıyle Abaza’nın sancağı altında toplanmışlardı.”
Erzurum’da başlayan Abaza Paşa İsyanı genişleyerek devam ediyor. Abaza Paşa “Pâdişâhın katilleri” diye binlerce yeniçeriyi öldürtmüş, kendine bağladığı Sipahilere dokunmamış; bir de Segban! namıyla başına topladığı askerler gücünü bir hayli artırmıştı. 40 bin kişiyi bulan kuvvetiyle Ankara’yı kuşatan Abaza Paşa devletle, devletin selameti için savaştadır. Ankara Kalesi’ni alamayınca Sivas ve Kayseri vilayetlerinin Türkmenlerinden yardım ister; gelen cevap Paşa’ya reddiyedir. Derler ki:
“Bizim ol yükte bac’ımız yoktur; somun yediği adamlar ile iş görsün.”

Burada küçük bir paragraf açalım: Rahmetli Faruk Sümer’in Oğuzlar -Türkmenler adlı kitabında Selçuklu Sultanı Alp Aslan’ı eleştiren bir bölüm var. Orada Alp Aslan’ın “İranlı vezirleri öne çıkardığı, Türkmenleri memnun etmek için tedbir almadığı” anlatılır. Oradan yola çıkarak, Abaza Paşa’nın “Türkmenler” dediği kişilerin hakiki Türkler olduğunu anlayabiliriz.
Daha sonra Abaza Paşa’nın safında devletin askerine kılıç çekenler ayrılmaya başladılar. Müttefik olarak görünen Sivas Valisi Tayyar Mehmed Paşa ile Mürteza Paşa da Abaza’nın askerlerine kılıç üşürünce, Abaza’nın durumu sarsıldı. Sonu; özür dileyip, af edilmesine kadar giden Abaza Paşa İsyanı kendisi için başarısız geçmiş sayılıyor, ama yine de Erzurum Valiliğinde bırakılıyordu.

Irak’ın Elden Çıkması (11/12 Ocak 1624)

Abaza Paşa’nın isyanı başka taraflarda da gevşemelere sebep olmuştu. Bunlardan en mühimi Bağdad’ta yaşananlardır. Genç Osman’ın katlinden sorumlu tutulan yeniçerilerin itibarı adamakıllı sarsılmış, Bağdad Subaşısı etrafına oniki bin asker toplamıştı. “Yerli kulu” denen bu gönüllülerle Bekir Subaşı’nın durumu validen daha kuvvetli olmuştu. Artık valiyi bile takmıyordu. Bir gün Yerli Kulu askeriyle Bekir Subaşı âsi bir aşireti sindirmek için şehri terkedince, itibardan düşmüş sayılan vali Yusuf Paşa “bir rivayete göre “Mehmed Kanber Ağa” ismindeki Azebağasını elde edip Bekir Subaşı’nın ailesini imha ettirdi, sonra kendisini şehre sokmamak için tertibat aldı. Bekir Subaşı’nın bu vaziyetten haberdar olan oğlu Derviş Mehmed Ağa hem babasına haber göndermiş, hem idaresinde bulunan askerle Mehmed Kanber Ağa’yı mağlûb edip içkaleye iltica mecburiyetinde bırakmıştı. Oğlunun haberiyle şehre gelen Bekir Subaşı, Yusuf Paşa ile Mehmed Kanber Ağa’yı iç-kalede muhasara etti bir müddet çarpışmadan sonra bir kaza kurşunuyla şehid oldu. Bundan sonra kaleyi mecburen teslim eden Kanber Ağa iki oğluyla beraber Dicle’nin üstünde “Neft ile” tutuşturulan bir kayığa konulup su ile ateş arasında çırpınarak idam edildi.”
Bekir Subaşı için bir başarıdır bu ve devamı gelir. Kendisine ne kadar muhalif var ise kılıçtan geçirilir. Subaşılığı beğenmeyen Bekir, İstanbul’a arıza gönderip, Vali yapılmasını talep eder. Uygun bulunmaz bu talep ve üzerine Hafız Ahmed Paşa Serdar olarak gönderilir. Bekir Subaşı Hafız Paşayla çarpışmayı göze alamayınca, Şah Abbas’a haber gönderip şehri kendilerine teslim edeceğini ve tabiiyetlerine geçeceğini bildirir.
Safevilere ne büyük müjdedir; Bağdat’a yeniden sahip olmak! Hemen 300 kişilik bir heyetle Şiilik tacı ve valilik menşuunu yola çıkarırlar; peşinden de Şah Abbas 30000 kişiyle harekete geçer.
Bekir Subaşı’nın Bağdad’ı Safevilere teslim etme teklifi Hafız Paşa’ya ulaşınca rüşvet yarışı başlar. İşler iyice karışır. Bekir Subaşı tercihde zorlanır. Ama sonunda Hafız Paşa’nın Bağdad Beylerbeyiliği teklifine dayanamaz; bir anda Subaşı Bekir’likten “Bekir Paşa” oluvermek o kadar cazip gelir ki, şehrin anahtarlarını almaya gelen 300 kişilik heyetin başı Şahkuli Han, Subaşı’nın teşekkürünü alıp dönmek durumunda kalır.
Bekir Paşa! Hafız Paşa’nın teklifini kabul ederken ona Bağdad’tan uzaklaşıp Diyarbakır’a çekilmesini şart koşmuş, Hafız Paşa da şarta uymuştu. Safeviler kuvvetli bir orduyla Bağdad’ı muhasara edince, Bekir Paşa onlarla başa çıkamıyacağını anladı ise de Safeviler yardım yollarını kapamışlardır. Bekir Paşa’nın kendilerine yaptığı kalleşliğe kızan Şah-kuli Han, “Bu kongay gidi (koca pezevenk) ne herzesini yer, meğer bizim şahımız aglancık mıdır.” diye isyan etmişti. Şimdi intikam almak için elinden geleni yapacaktır.
Bekir Paşa kuvvetinin yetersizliğine rağmen iyi müdafaa yapar. Yiyecek sıkıntısından, kaledeki kediler, köpekler bile gıda olarak değerlendirilir… Tabii ki bu hale herkes dayanamaz. Asker ve zabitlerden firar edip, Sefevilere sığınanlar olur. Bu kaçaklar kalenin sırlarını düşmana açıklayınca, kötü son kaçınılmaz hale gelir.
Bekir Paşa’nın, “Narin Kale” denen iç kalenin muhafızı bulunan oğlu Derviş Mehmed’e yapılan ihanet teklifi netice verir. Babasının yerine Bağdad Valiliğine getirilmek istenmesi, kale kapısının açılmasına yeter.
Bekir Paşa yakalanıp Şah’ın huzuruna götürülünce, Şah sorar:
“Niçin böyle yaman iş ittün?” Bekir Paşa:
“Şahum, yaman iş ben itmedüm. Bu veled-i zina ittü!” deyince, oğlu bu hakaret karşısında dayanamaz:
“Sen Bağdad’ı virmeğe ahd idüp sözünde durmadın. Ben ol ahdi yerüne getirtip virdüm.” der.
Şah, Şiilerle Sünnileri ayırır. Sünnileri işkenceyle öldürtür. Kadı Ömer Nuri ile Camii Kebir hatibi Mehmed Efendilere, Şeyheyn’e söğmeleri, (Hz. Ebubekir’le, Hz. Ömer) Şiiliği kabul etmeleri halinde af edilecekleri söylenirse de, onlar Şah’a hakaret edip, işkenceler altında şerefleriyle can verirler.
Bekir Paşa da uzun işkencelerden sonra, kendisinin daha önce Kanber Ağa’ya reva gördüğü gibi, neft yağıyla tutuşturulan kayıkta can verir. Oğlu Derviş Mehmed’e gelince, Şah Abbas: “Babasına ihanet eden kâfirin bana ne hayrı d¬kunur.” deyip, Horasan’a sürer. Yolda kaçmaya teşebbüs eden Derviş Mehmed, yakalanır ve öldürülür.
12 Ocak 1624. Bağdad 89 yıl 1 ay 4 gün sonra (Y.Ö.) Osmanlı hâkimiyetinden, tekrar Safevilerin eline geçer. Şii hâkimiyetinden kurtulmak, mutlu günlere dönebilmek için onbeş sene, Dördüncü Murad’ın büyümesini bekleyecektir. Bağdad elden çıkmış olmakla, gözden hiçbir zaman çıkmamıştır.

Vezaret Değişikliği (3 Nisan 1624)

Kemankeş Kara Ali Paşa Dördüncü Murad’ın cülusunda oynadığı önemli rolün gururunu taşıyordu. Sanıyordu ki, Küçük Padişah hiçbir şeyden anlamaz, ne yaparsa sadrazam yapar ve yaptığı yanına kalır! Bu zan tıynetindeki, hoşa gitmeyecek hareketleri alenen yapmasına yol açtı.
Memuriyetleri rüşvet karşılığı dağıtmaya başladı. Halil Paşa ile Gürcü Mehmed Paşa’nın idam edilmelerine çalıştı; onları Abaza isyanının teşvikçileri olarak gösterdi, onlar masumiyetlerini ispat ettiler. Sadareti zamanında sükût eden Bağdad’ı Pâdişâhtan gizleme yoluna gitti; foyası meydana çıktı. Bütün bu anlatılanlar idamına kadar giden kâfi sebepler idi. İdam edildi. Sedârete Çerkez Mehmed Paşa tâyin olunup, 28 Mayıs’ta Abaza Paşa’nın üstüne gönderildi.

Kırım’da İsyan (Mayıs-Temmuz 1624)

Pâdişâh küçük diye dertlerde küçülmüyor. Devletin büyüklüğü nispetinde, büyük olaylar patlak veriyordu. Kırım Osmanlı Devleti’nin elidir, ayağıdır, belki de belkemiğidir.
Kazanılmış nice zaferlerle Kırım askerinin kılıcı parlamıştı. Kırım atları, Osmanlı Devleti adına Avrupa içlerinde doyasıya kişnemişti. Kırım’da meydana gelen bir isyan Anadolu’daymış gibi yankı yapar, devlete yara açardı.
Sultan Osman’ın tahta çıktığı gün Yedikule Zindanı’ndan kaçıp sonra da yakalandığı anlatılan Mehmet Giray ile yine İran’dan memleketine dönen Şahin Giray isyanın iki tarafıdır.
Mehmet Giray yakalanıp Rodos’a sürülmüştü. Mere Hüseyin Paşa, sadrazamlığında bu Giray’ı Kırım Hanlığı’na tayin etti. Kardeşi Şahin Giray da veliaht oldu.
Mehmed Giray âsi ruhludur. Osmanlı hanedanından daha asil bir aileye mensup olduğuna inanmaktadır. Sultan Mustafa’nın saltanatında Abaza Paşa ve ona benzer birilerinin isyana kalkışması Kırım’da da hareketlenmelere meydan verdi.
Padişahlık Dördüncü Murad’a geçtiğinde, Ruslar cülus tebrikine, hediyelerle beraber iki elçi gönderdiler. Mehmed ve Şahin Giraylar hediyeleri alıp, elçileri idam ettiler. Edirne üzerinden İstanbul’a, taht şehrine işgale niyetlenmiş, bunun için ordu toplamaya başlamışlarken, İstanbul uyanmış. Hanlıktan Mehmed Giray azledilip, Rodos’ta oturan eski Han Canıbek Giray tekrar tayin olunup İstanbul’a getirilmişti.
Dört kadırga ve bir miktar askerle Kefe’ye gönderilen Canıbek Giray’ın peşinden onun muhafazasına memur edilen Hasan Paşa ve yardımcısı İbrahim Paşa Kefe’ye vardıklarında Mehmed Giray’ın muhalefetiyle karşılaştılar. İstanbul’dan Kaptan-ı Derya Recep Paşa donanmayla Karadeniz’e sevkedildi. Üç paşayla beraber Kefe Beylerbeyi Mehmed Paşa müştereken bir mektup yazıp Mehmed Giray’la Şahin Giray’ı yola getirmeye çalıştıysalar da nafile. Mora ve Hersek kendilerine teklif edildiği halde Giraylar kabul etmediler.
Gemi azıya alan Kırım’ın Girayları Osmanlı Hanedanı yerine geçmeyi kafalarına koymuştular. 100 bin Tatar ve 8–10 bin Kazak askeriyle, 10 binden az olan Osmanlı askerine savaş ilân ettiler. Kaçınılmaz olan savaşa girişildi ve olması gereken oldu. Serdar Hasan Paşa ile yardımcısı İbrahim Paşa şehit düştü. Birçok şehit verilen savaşta Kırımlılar o kadar çok esir aldı ki “Bir adam bir çamçak bozaya” satılacak kadar ucuzladı. Anlaşıldığı kadarıyla, Kırımlılar iyi terbiye edilmiş aslan gibiydi. Pençeleri kuvvetli ama uslu. Onları kullanmayı bilmeyen azdırıyor, azdıkları zaman da hoşa gitmeyen durum meydana geliyor:
Geri adım atmak zorunda kalan Osmanlı tarafından Recep Paşa, Mehmet Giray’ın Hanlığını tasdik eden bir menşur gönderdi. Mehmed Giray 300 atli ile aldığı menşura öpüp başına koydu. Fakat yine de mesele hallolmuş sayılmadı. Şahin Giray 30.000 atlı ile saldırıp Akkerman, Kili, İsmail ve Yerköyü gibi Osmanlı kalelerini yakıp yıktı. Sıra Babadağı’na gelmişti. Meydana, Mağay beylerinden Kantemir Mirza çıktı. Şahin Giray’ı Tuna boylarında bozguna uğratan Mirza, bütün karşı kuvvetleri imha etti; yalnız; Şahin Giray bir kayıkla kaçarak canını kurtarabildi. Kantemir Mirza’nın hamile karısının şişe takılarak ateşte yakılıp öldürüldüğü, bundan dolayı intikamının acı olduğu söyleniyor.

Abaza Paşa’nın Mağlûbiyeti (5 Eylül 1624)

Abaza Paşa kuvvetleri çığ gibi büyüyerek, sel gibi yıkarak ilerliyordu. Kendisine gönüllü iştirak edenlerin dışında, bir de korkudan katılanlar olmuştu. Sivas valisi Tayyar Mehmed Paşa ile Şarkî-Karahisar Valisi Murteza Paşa zoraki Abazacı olmuştular.
Abaza üzerine gönderilen Serdâr-ı Ekrem, önce onu mektupla yola getirmeyi denedi, olmadı. Kayseri civarında Karasu mevkiinde çarpışma başladı. Tayyar Mehmed Paşa ve Murteza Paşa askerleriyle beraber hükümet kuvvetlerinin yanına geçtiler. Osmanlı topçu ateşi karşı tarafı dağıttı. Bir de, Abaza’nın yedek atlarından biri başıboş kalıp kaçarken asker tarafından görülüp Abaza Paşa’nın maktul düştüğüne yorulunca, âsi ordu tamamen bozuldu.
Bozgundan canını ve hazinesini kurtaran Abaza Paşa Erzurum yoluna düştü, geride kalan askerinin birçoğu kılıçtan geçirildi. Yine ölenlerin çoğu Türk ve öldürenlerin çoğu Türk. Çarpışılan meydan Osmanlı Türk toprağı!

Hafız Ahmed Paşa’nın Sedâreti ve Serdarlığı (Bağdad Seferi)

Vezir-i Âzam Çerkez Mehmed Paşa’nın ölümünün ardından, Sedâret mührü Diyarbakır Beylerbeyi Harız Ahmed Paşa’ya verildi. Yarım kalan bir hesabın görülmesi amacıyla Bağdad Seferi’ne Serdar-ı Ekrem olarak çıkan Paşa, 5 Mayıs’ta Diyarbakır’dan hareket etti. Zafer heyecanı taşıyan Ahmed Paşa, topladığı Harb Meclisi’nde yaptığı konuşmayı: “Kal’amn miftahı ceybümdedir” iddialı cümlesiyle süsledi. Kesin olarak fethine inandığı kalenin anahtarını cebinde sayması, askere moral vermek bakımından iyi ise de, yalancı çıkmakta bir o kadar kötüydü. Ufak tefek vuruşmalar cereyanı ile geçen yolculuk, Hafız Ahmed Paşa’ya kısmî başarılar tattırdı. Esas hedef olan Bağdad’a varıp kalenin muhasara edildiği tarih 13 Kasım 1625’tir. Aradan geçen zaman altı aydan fazla.
Hafız Paşa’nın ordu mevcudu 90-100 bin civarında, kale kuşatması için elzem olan top sayısı ise maalesef sadece 4 adet. Topsuzluğun telâfisini, kazdırdığı 52 lağımla mümkün görüp, bunun için iki ay harcadı. Karşı tarafın bu lağımları keşfi, çekilen emekle harcanan zamanı faydasız hâle getirdi. Hafız Paşa, yapabileceği ne varsa ortaya koyup başarıya ulaşmak istiyordu. Ancak muhasaranın 72. günü patlatılan bir lağımdan ufak bir gedik açmaya muvaffak olunabildi; oradan içeri girmeye çalışan askerin bir kısmı telef olup, sağ kalanlar dönmek zorunda kaldılar. Bu geri çekilme Hafız Paşa’yla alay edilmesine yol açtı. Sebep: Bağdad fethini hafife alıp “anahtarları cebimdedir” demesiydi. Görülen kötü vaziyet, Hafız Ahmed Paşa’yı İstanbul’dan yardım istemek zorunda bıraktı. Bundan sonrası şöyle gelişir; İstanbul’a Pâdişâh Dördüncü Murad’a bir manzume yazıp gönderir. Şiire sığınmıştır Paşa. Biraz da dâmad olmanın verdiği güce güvenmiştir. Kayınbiraderinden istimdat bekleyen manzum şiiri şöyle Hafız Ahmed Paşa’nın:

Aldı etrafı adüv, imdada asker yok mudur?
Din yolunda baş verir bir merdi server yok mudur?
Bir acep girdaba düştük, çaresiz kaldık meded
Âşinâlar zümresinden bir Şinâver yok mudur?
Cenk de hempamız olup bas virip baş almağa
Arse-i âlemde bir merdi hünerver yok mudur?
Def-i bidâdâ tekasülden garaz ne bilmezüz
Derdi mazluman sual olmaz mı mahşer yok mudur?

Hafız Paşa’nın isteği makuldür de, isteyiş biçimi biraz ağıra kaçmış. Sefere çıkarken Bağdad’ın anahtarlarının cebinde olduğunu söylüyor, işin zor olmadığını anlatıyordu. Şimdi, mahşerle pâdişâhı korkutmaya çalışıp, imdâd istemesi, çocuk pâdişâhı biraz büyütür. Zaten büyümeye acelesi olan Dördüncü Murad bir manzumeyle cevap gönderir:

Hafıza Bağdad’a imdad itmeğe er yok mudur?
Bizden istimdâd idersin sende asker yok mudur?
Düşmen-i mat itmeğe ferzâneyim ben der idin
Hasma karşı şimdi at oynatmağa meydan yok mudur?
Gerçi laf ırmakta yoktur sana hempa bilürüm
Lik senden dad alan bir dadküster yok mudur?
Bu Hanife şehrin ihmalünle perişan itdiler
Senda âyâ gayreti din-ü Peygamber yok mudur?
Rüşvet ile cûnd-i İslâmı perişan eyledün
İşidülmez mi sanursun bu haberler yok mudur?
Bir Ali sîret vezir-i şimdi serdâr eyledüm
Hızru Peygamber muin olmaz mı rehber yok mudur?

Bu manzum cevabı yazan Sultan Murad onbeş yaşının içindedir. Yavaş yavaş “devlete ağırlığımı koyuyorum” demekte ve aynı zamanda Dâmad Hafız Paşa’ya, görevden alındığını şiir diliyle bildirmektedir. Böylece Halil Paşa’ya sadâret yolu açılmıştır.

Vezir-i Azam Halil Paşa’nın Abaza Üzerine Hareketi

Kayseri’de uğradığı yenilgiden sonra Erzurum’a kaçan Abaza Paşa tehlike olmaktan çıkmış değildi. Yeni Vezir-i Azam Halil Paşa Abaza Paşa üzerine serdar tâyin edildi. 4 Aralık 1626’da Üsküdar’a geçti. Anadolu ve Rumeli askerleri ve yeniçeriyle sipahiden büyük bir ordu vardı emrinde. Abaza Paşa’nın kolay ele geçmeyeceği belli ya, Halil Paşa’nın marifetleri henüz görülmemişti. Olayların içice yaşandığı zamanlar oluyor, ordu parça parça sağa sola dağılıyor. Bu defa Safeviler’in Ahıska’yı kuşattığı haberi alındı ve Anadolu Beylerbeyi Dişlenk Hüseyin Paşa 4-5 bin askerle 17 Ağustos 1627’de yola çıkarıldı. Ayrıca Abaza Paşa’ya Kerkük Valisi Bostan Paşa gönderilip, şayet Ahıska’ya yardım ederse bağışlanacağı bildirildi. Halil Paşa’nın teklifini Abaza Paşa bir mektupla reddetti; diyordu ki Abaza:
“Ben Pâdişâhın bir kemter bendesiyim; lâkin levendlerin askerden, özellikle yeniçerilerden korkmakta olduğunu bilirsiniz. Siz lütfedip kapıkulu ile Muş canibinden teveccüh ediniz ki, mutmain olsunlar. Bende bu taraftan Ahıska üzerine gideyim. Seraskerliği de bana ihsan ediniz.”
Serasker, Abaza’nın isteğini münasip bulmayarak bir mektup gönderdi ve dedi ki:
“Asker senin seraskerliğine razı değildir. Sana emredildiği gibi sefere çıkıp hizmetini göster, böylece Pâdişâh nezdinde daha makbul olursun!”
Abaza Paşa kurnaz adamdı. Yazışmalardan, kendisini mahvetmek için tuzak kurulduğunu hissetti. İtaate mecbur olduğunu ama ihtiyatlı hareket etmesi gerektiğini düşündü. Ahıska üzerine yürümek bahanesiyle Erzurum yakınlarıda ordusunu kurdu, Erzurum kadısını paşalara gönderdi.
Dişlenk Hüseyin Paşa Abaza’nın pazarlığa girişmesini devletine yakıştıramıyordu; kadıya öfkeyle konuştu: “Abaza da kim oluyormuş ki böyle davranıyor? Ben ondan daha namlısının hakkından geldim. Pâdişâh için kılıç çekmek icabederse Abaza’nın hakkından gelmek hiç de zor bir şey değildir.”
İki taraf da birbirinin tasavvurlarından habersiz gibi birbirine tuzak kurmaya çalışıyordu. Abaza Ahıska’ya gidiyormuş hissini vererek Dişlenk Paşa’nın üzerine yürüdü. Paşa Abaza’nın hareket tarzından şüphelenip Diyarbakır’a dönmeye karar verdi.
Abaza Paşa cesur ve hileleri affetmeyen bir adamdı. Diyarbakır yolu üzerinde Dişlenk Paşa’nın ordusuna hücum etti. “Dişlenk zırhsız, yeşil bir ipek zıbın ile atına sıçradı; Abaza’nın hazineden silahsız cengâverin üzerine hücum ederek, mızrağını boynunun bir tarafından öte tarafına geçirdi. Dişlenk ve Husrev Paşalann oğulları birkaç Paşa ile beraber cenk meydanında kaldılar.”
Dişlenk Hüseyin Paşa boğazından aldığı yarayla acı çekerken oğlunun akıbetini daha çok dert ediniyordu. Kanlar içinde, hazin bir haldeydi. Abaza Paşa onu görünce dayanamadı. Atıdan inip Paşa’nın başını dizlerine koyan Abaza müşfik bir sesle: “Paşa kardeş aç gözünü; oğlun için merak etme, o sağdır!” diye teselliye çalışırken, Dişlenk ancak acı bir ah! çekebildi. Erzurum’a giderlerken yolda öldü.
Abaza Paşa’nın en büyük düşmanı yeniçeriler Erzurum’da kıyıma uğratıldı. Bir tane bile canlı bırakılmamasına çalışıldı. İnsana yakışmayan tahkire uğrayan yeniçerilerden biri, cellâdın merhametiyle kurtulup yaşanan faciayı tarihe emanet etti.
Büyük bir sükseyle yola çıkan Serdar-ı Ekrem Halil Paşa’nın yaşadığı bu bozgun utanç vericiydi. Dünyayı titreten devletin ordusunu bir âsi paşanın ordusuna mahvettirmişti.
Erzurum’da Abaza’yı sıkıştırmak, hesabını görmek istedi. Başaramadı. Şiddetli kar yağışı askeri perişan etti. Abaza Paşa’nın muhkem savunmasını kıramayıp kar altında kar gibi eriyen askerin daha fazla zayiatı göze alınamadı. 25 Kasım 1627’de Tokat yoluna düşüldü. Savaştan beter sıkıntıların pusu kurduğu yolculuk tam kâbus halinde devam etti. Dağ, dere aşılırken, soğuk, açlık, çığ, uçurum, yerinden oynayan buz kütleleri ve hastalık birçok askerin telef olmasına yol açtı. Şimdiye kadar hiçbir Osmanlı Ordusu böylesine muhataralı böylesine soğuk havada, böylesine fena yolculuk yapmamıştı.
Bu kötü netice Halil Paşa’nın sadâretten azline kısa zaman sonra da ölümüne sebep oldu. (6 Nisan 1628)
Halil Paşa için Hammer sadâret makamına gelmiş zeval içinde en mutedil, en insaflı olmakla tanınırdı, derken İsmail Hami Danişmend “Çok ihtiyar olan bu Ermeni dönmesinin Erzurum seferi bir faciaydı” diyor. Dimitri Kantemir’in Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükselişi ve Çöküş Tarihi adlı kitabında silahını bırakarak bir adamıyla kurtulmuş bir sadrâzam olarak, Halil Paşa ayıplanıyor.
Halil Paşa’dan sonra sadarete Husrev Paşa geldi. Tokat’a giden Husrev Paşa (1 Haziran 1628) icraatine kanla başladı. Hamid Muhassalı Emir Defterdar, ordu nişancısı Tokatlı Osman Efendi, Manisa Beyi Sultanzâde Hacı Paşa, Husrev Paşa’nın ilk kurbanlarıdır.
Osmanlı Hanedanı ile akrabalığı olanlar ayrıcalıklı sayılırdı; bu yüzden cellât sultan zadenin idamında biraz mütereddit davrandı. İdamları çadırının önünde bir sandalyeye oturarak seyreden Bosnalı Husrev Paşa cellâdın tereddüdünü ayağının altına beş yüz değnek vurdurmak suretiyle cezalandırdı. Paşa’nın insafla arası iyi değildi. Kan görmekten de hoşlanıyordu, kimi kişileri daha cezaya uğrattı. Arada mükâfat verdiği de oldu.
Husrev Paşa’nın hedefi Halil Paşa’nın yapamadığı işi yapıp, Abaza Paşa’yı teslim almaktı. Gerekli hiçbir tedbiri ihmal etmedi. Topun ne kadar elzem olduğunu biliyordu ve topları vardı Husrev’in. Erzurum muhasara edildi. (5 Eylül 1628) Abaza’nın dayanma şansı yoktu. En büyük toplarla Erzurum Surlaları çepeçevre kuşatılmıştı. Devamlı umudu azalan Abaza, Vezir-i Âzam’a kefenleri boyunlarında altı kişi gönderdi. Eğer âmân verilirse, şehri teslime hazır olduğunu bildirdi.
Her zaman görülmüştür hiçbir oyun zora dayanamıyor. Bu defa da Abaza’nın oyunu Husrev’in zoruna karşı dayanamadı.
Teslim bayrağını çeken Abaza Paşa, Husrev Paşa’dan hüsnü kabul gördü. Çadınrı sadrâzamın çadırının yanına kuruldu. Husrev kan dökülücülüğünün tersine Abaza’ya verdiği sözü tuttu, onu şanına! yakışır biçimde ağırladı.
Artık iş bitmişti. Asker üç seneden beri İstanbul’dan uzaktaydı ve özlemle yanıyordu. Vezir-i Âzam da zaferini pâdişâhın huzurunda yaşamak, onun iltifatlarına nail olmak için acele etmekteydi. 14 Ekim 1628’de yolculuk başladı, 9 Aralık’ta Üsküdar’a gelindi.
“Husrev’in muzafferiyeti, diyor Hammer, ne ganimetlerin zenginliğiyle şöhret buldu; ne de şark galiplerinin mu’tad debdebesiyle; zaferinin en güzel armağanı -bu kadar zamandır yeniçerilere dehşet vermiş, bu kadar zamandan beri kendisini Sultan Osman’ın intikamcısı saymış olan- mağlubun şahsı idi.”
Uzun zaman, devletin bir numaralı gailesi olmayı devam ettiren, büyük miktarlarda devlet askerinin kırılmasına yol açan, bilhassa Anadolu’da asayişsizliği hâkim kılan Abaza’ya Sultan Dördüncü Murad çok içerlemekteydi. Altı senelik saltanatının Abaza kâbusuyla dolması, küçücük yaşından istifade eden diğer kişilerin yaptığından daha ağır geliyordu: Yine, iktidar olup da -çocuk görüldüğü için- muktedir edilmeyişi izzeti nefsini yaralıyordu.
Huzuruna çıkartılan Abaza Paşa’dan bütün ezilmişliğinin acısını almak ister havadaydı. Abaza’ya:
“Bre kafir! der. Bu senin isyanun ne idi?”
Abaza Paşa’nın maruzatı, yiğit pâdişâhın hoşuna gidecek türdedir.
“Devletlü Pâdişâhım, Yeniçeri, merhum karındaşunuzu katlitmeğle cümle beğlerbeğler kanın taleb itmeğe kâğıtlaşduk ve ittifak itdük. Kulunuz ikaamet itdüm, anlar yan çaldılar ve bendenüzü pareden itdiler; yoksa bir Abaza kölesi pâdişâh olası degül idüm! Üzerüme gelen vüzerânun sözleründe sebat olmaduğun bilürdüm; can korkusuyla serfürü itmedüm; emr Pâdişahun. İşte boynum, işte kılıcum!”
“Var imdi, kâfir. Çün haddün bilürmüşsün, seni afvitdüm.”
Sultan Murad’ın hoşuna giden, “Abaza Paşa’nın hanedana olan bağlılığıdır”, gerçi hanedan askeriyle savaşmıştır ya!
Yiğitçe tavırları affına ve Bosna Beylerbeyliği ile taltifine sebeb olur. Bir müddet İstanbul’da kalan yakışıldı ve cesur Abaza Paşa’nın giyim tarzı, tavırları çok farklıdır. Kendisini gören, tanıyan insanlar, onun tesiriyle kıyafetini taklide başlarlar ve “Abaza kesimi” diye bir moda çıkar. Sultan Murad bile bu modadan kendini alamaz.

Hemedan ve Bağdad Seferi (10 Haziran 1629)

Kan dökücülüğü göz ardı edilirse, Husrev Paşa Abaza Paşa zaferiyle büyümüştü. Bağdad komşu evine dönmüş, devamlı şen gidilip yaslı dönülüyordu. Paşaların bir kısmı, Kahraman olmak hülyasıyla atıldığı Bağdad yolundan mevkilerini kaybederek geliyordu.
Yıldızın parlama yahut sönme ölçüsü sayılacak bu yol, bu defa Husrev Paşa’ya göründü. 10 Haziran 1629’da İstanbul’dan, 9 Temmuz’da Üsküdar’dan hareket edildi. Uzun yol, Gul’anber Kalesi’nin inşaatı derken 5 Mayıs’ta Mihriban’a varıldı. Mihriban Kalesi’nin alınması Şehr-i zûr vilâyetinin emniyeti bakımından lüzumluydu. “Haleb Beylerbeyi Mogay Paşa’nın maiyyetine verilen Rumeli Beylerbeyi Deli Yusuf, Şam Beylerbeyi Küçük Ahmed, Sivas Beylerbeyi Halil ve Adana Beylerbeyi Softa Sevündük Paşalarla Tornacıbaşı Mustafa Ağa kumandasında bir yeniçeri müfrezesi, Husrev Paşa tarafından görevlendirildi. Mevcud asker sayısı 10.000 civarındaydı. Başa çıkamayacağını anlayan muhafız teslim oldu.
İş bu kadar basit değil. “Hân-ı Hânan” denilen Safevi Başkumandanı Zeynel-Han 40.000 kişilik bir orduyla geldi. Osmanlı’nın 10.000 kişisi perişan hâle düştü. Yenilgi ayan beyan olmuşken Sivas Valisi Halil Paşa’nın direnci ve bir miktar takviye kuvvetin yetişmesi, Safeviler’in bozgununa sebep oldu. Burada gösterdiği mukavemetten dolayı Halil Paşa’ya Demir-kazık lâkabı verildi.
Ordu 9 Haziran’da Hemedan’a vardı. Hemedan şöhretli bir şehir. Çok istilalar atlatmış. En son Cengiz Han’ın tecavüzüne maruz kalan şehirde ahâli katliama uğramış, şehir harap edilmişti. 1001 Direkli Camii ile de ünlü olan Hemedan Cengiz Han’ı aratmayacak misafirini lanetlemeye hazırdır.
Husrev Paşa’nın geldiğini duyan ahali şehri terk etmiş. Taşınabilir eşyalar kaçırılıp, diğerleri toprağa gömülmüş. Saklanan eşyalar bulunup şehir ateşe verilip, taş binalar yıkılarak, ele geçen insanlarla kılıçtan geçirilerek kendisinden sonraya orada şöyle bir isim bırakmış Vezir-i Âzamimiz. “Husrev Hân-ı bi emân!”

Bağdad Muhasarası

Asıl hedef Bağdad idi. Bu yolda yapılanlar yemek öncesi alınan iştah şurubu mahiyetindedir. Bağdad zor! Bağdad yükseklerden seslenen Humâ kuşudur; sesi dinlenir, kendisi ele geçmez. Ele geçiririm diyen babayiğitlerin çoğunun kaderi yüksekten düşmektir. Nitekim Bağdad hisarına doğru Allah Allah nidalarıyla yapılan hücum epeyce askerin şehâdetiyle neticelendi. Öyle bir durum vardı ki, Osmanlı Ordusu’nun kahramanlığı da işe yaramıyordu. Ve kahramanlar bir bir doğranıyordu. Zor Murtaza Paşa bayrak dikmeleri için iki alemdarını gönderdi, ikisi de vurulup düştü. İstihkâmlara bayrak dikilmeliydi. Murtaza Paşa “Allah” deyip kendisi davrandı. Hançerini merdiven gibi kullanarak tırmandığı duvara sancağı dikeceği sırada, bir kurşunla göğsünden vuruldu. Sadrazamın muhafızları bile şehit düştü. Ahmed Paşa ağır yaralandı.
Eğer kahramanlığın meyvesi zafer olsaydı, bu çarpışmada Osmanlı Ordusu birkaç zafer birden kazanmış olurdu. Husrev Paşa bu sefere çıkmadan önce, Üsküdar’da birçok can telef etmişti. Bağdad’ta Safeviler onun ordusunu telef ederken “kudurmuş gibi (ağzından) köpükler saçarak çadırına girdi. Hiddetinden (ne yapacağım bilmiyordu) evvela mahbûs ve mahremi olan Baba Hân’ın başım kestirdi. (…) Arnavud İskenderiyyesi (İşkodra) beği cenk esnasında: “Eğer burada kalırsam, beni İmam Mûsâ toprağına defnediniz!” diye vasiyet eylemiş, olduğu için, sadrâzam: “Bu hain Şii midir; başı önümde yuvarlansın!” diyerek onu da idam ettirdi.”
Bağdad muhasarası 19 Kasım’da kaldırıldı. Yolda iken 25 Kasım’da Husrev Paşa azledildi. Aynı gün Hafız Ahmed Paşa’nın ikinci sadâreti başladı. Husrev Paşa’ya azli haberi henüz ulaşmamıştı. Diyarbakır’a geldi, Tatar askerlerini kışlamaları için Hasankale’ye gönderdi. İstanbul’a, baharla beraber tekrar sefere çıkacağı haberini gönderdi.
Azlini öğrendiği zaman yeniçerilerle sipahileri el altından isyana teşvik etti, kendisi itaatkâr görünme gayretiyle Tokat’a çekildi. Yeniçeriler ve sipahilerden zorbalığa özenenler Husrev Paşa’yı destekliyordu. Onun lehine Pâdişâha istida veriyorlardı. Hatta Husrev Paşa’nın azil emri geldiğinde yeniçeriler: “Bunca bela ve mihnete beraber katlandık, düşmandan intikam almadan çekip gitmek olmaz. Biz senden başka sadrâzam istemiyoruz. Bu emri getiren kimdir?” diyerek emri getiren çavuşu parçalamak üzere aramaya başladılar. Husrev Paşa’nın hoşuna giden bu tavır, aslında kendi düzeninin bir parçasıydı. Rıza göstermediği işi onların eliyle diliyle saraya ulaştırmak istiyordu. Yeniçerileri yatıştırma babında nasihatte bulunup, pâdişâha âsi olunamayacağını, eğer bir istekleri varsa bunu adab-ı muaşeret dairesinde yapmalarını tembihledi. Kapıcılar kethüdhası Ahmed Ağa’nın getirdiği Ferman-ı Hümâyunu soğukkanlılıkla kabul etti. Mühr-ü Hümâyunu teslim ederken “Pâdişâhın emrine mutî’im” dedi. Kethüdayı da hediyelerle memnun etti.

İsyanlar

Bir Recep Paşa var, uzun bahislerle anlatılacak adamdır, münasebet düşmedi, pek anmadık. Husrev Paşa’dan sonra sadâreti umuyordu, olmadı. Daha üçbuçuk ay uğraşması, desiseler kurması gerekiyor ki, bu konuda pek mahirdir. Husrev Paşa’nın azlini kabul etmek istemeyen yeniçerilerden ve sipahilerden bir kısım âsi, Paşa’nın göreve iadesi için teşebbüse geçtiler. Bunların arkalarındaki adam Recep Paşa’dır. İnce hesaplarla kendi makamını hazırlamaya çalışmaktadır. Muhtelif vilâyetlerde bulunan bu zorbaları Recep Paşa ulufe bahanesiyle İstanbul’a topladı. Sonra da saraya hücumlarını sağladı. Bu bir isyandı. Üçüncü günde sarayın üçüncü kapısına kadar dayanıp, “Pâdişâha sözümüz vardur! Divana çıksun!” diye haykırmışlar, Dördüncü Murad avluda kurulan tahta çıkıp, “ayak divanı” etmeye mecbur kalmıştır.
Zorbalar: “Onyedi muteber erkân-ı devleti bize vir, pâreliyelüm” diye bağırıp vücud-ı pâdişâha dest diraz olmak mertebelerine kadar gitmişlerse de, Pâdişâh nasihatle söz dinletmeye uğraşmış, dinletemeyince de içeri çekilmişti.
Bu âsiler Husrev Paşa’nın sayesinde derebeyi gibi yaşamaya alışan kişilerdi, bunların adları bile farklıydı. “Dağlar Delisi, Seydişehir, Beyşehir, Karaman, Bozkır ve o civar Sipahileri bunun avanesindendirler. Yine bu zümreden Rum Mehmed, Deli İlahi.” Rum Mehmed isimli Sipahi zorbası Konya’ya gelip Abaza’ya karşı şehri müdafaa eden Kâtip Mustafa Çelebi’nin karısını nikahlayıp! el ve kol peyda ederek Konya (Karaman) valisinin hüküm ve nüfuzunu hiçe indirmiş ve bütün işlerde merci olmuştu.”
Afyonkarahisar’da Baba Ömer, Aydın’da Kınalıoğlu, Eskişehir’de Kör Ali, İskilip’te Köse Şaban ve daha niceleri…
Senelerdir, seferlerden gelmeyen askerin İstanbul’a çağrılması ile bu adı geçen zorbalar ve maiyetleri de İstanbul’a gelince, şehir bunlarla dolup taşmış ve asayiş bozulmuştu.
Doğru dürüst bir yerde barınamayan serseri güruhunun mekânı Kurşunlu Han, fesat yuvası haline gelmişti. Aralarında söz söyleyip dinletecek bir ağır başlı adam bulunmayışı, birbirinin şeytanı olan başıbozuk takımını iyice çıldırtıyordu.
Birinci ve ikinci günde, isteklerinin sonraya atılması, zaten bozuk olan morallerini biraz daha tarumar etmişti. Artık kendilerini devletin bendesi değil, devleti kendilerine bende gibi görüyorlardı. Pâdişâhın içeri çekilip, kapıyı kapattırması âsileri tamamen azdırdı, tehditler savurmaya başladılar.
İçeride ise, Topal Recep Paşa var. Hafız Paşa’nın rakibi Recep ayaklarına kapanarak Dördüncü Murad’a yalvardı:
“Pâdişahum! Bu müfsidleri teskin lâzımdır. Kul taifesi istediğini alır. Beni dahi isteseler verin. Ahvâl müşkül olur.” diye gözdağı verdikten sonra, dışarı çıkmaya hazırlanan pâdişâha haince bakarak; “Abdest alsanız iyi olur, Sultanım.” diye, padişahın öldürülebileceğini ima etti. Padişah bunu unutmayacaktı.
“Mademki onyedi kişiyi bize vermezsin biz işimüzü bilirüz.”
Dışarıdan gelen tehdit sesleri, böyle söylüyor. Recep Paşavâri… İstenenlerin başında Hafız Paşa bulunuyor. Pâdişâh onu korumak için Üsküdar’a göndermişti. Vezir Bayram Paşa adam yollayıp geri dönmemesini tenbih ediyor. Canı korunmak istenen Hafız’ın, kendi canına önem verdiği yok, elçiye gülerek: “Var bizden Paşa hazretlerine selâm eyle, zuhur edecek kazâ-i mübremi rüyamda gördüm, ölmekten gam çekmem.” diyerek, geri gönderiyor.
Pâdişâh âsilerin tehditlerine dayanamayıp, tekrar dışarı çıkınca, Hafız Paşa da Üsküdar’dan dönüp gelmiş bulunur. Ve padişaha: “Sultanım, bin Hafız kulun yoluna fedadır! Ricam şudur ki, beni sen katletmeyip, bu zalimler şehid etsinler.” deyip vasiyetini yazar.
Çocuklarını Pâdişâha ısmarladıktan sonra, “İnnâlülâhi ve innâ ileyhi raciûn” deyip, âsilerin arasına dalar. Bir tokatla bir sipahiyi yere serer. Öyle bir tokat ki bu, sonradan “Hafız Paşa tokatı” diye darb-ı mesel olur. Fakat diğer Sipahi başına kılıcı öyle bir vurur ki, başı kulağına kadar ikiye bölünür. Bir diğeri göğsüne hançer sallar. Yere düşen Paşa’nın cesedinin üstüne çıkan kahraman! yeniçeri, başını gövdesinden ayırır.
Yirmi yaşına değen Sultan Murad’ın her şeye aklı ermekte ve bu feci cinayeti gözyaşlarıyla seyretmektedir. Her işin başının Topal Recep olduğu da malûmudur.
Saray hademesi, Paşa’nın cesedini bir örtüyle saklarken, Sultan Murad, “Bre Hakk’dan korkmaz, Peygamber’den utanmaz, şer’e ve Pâdişâha itaat etmez zâlimler” diyerek tahttan kalkıp sarayın harem kısmına geçti.
İdamı istenen onyedi kişiden biriydi Hafız Paşa. Onun işi bitirildi. İkinci sıradaki Şeyhülislâm Yahya Efendi, saklandığı için sırayı şimdilik savmıştı. Görevden azl edildi, yerine Ahizâde Hüseyin Efendi Şeyhülislâm yapıldı. Diğer listezedelerde öldürülmek için âsiler tarafından aranıyorlardı.
Sultan Murad, Sadâret mührünü Topal Recep Paşa’ya verdi, ondan habersiz, Husrev Paşa’nın öldürülmesi için adam gönderdi. Hafız Paşa’nın katli dönüm noktasıdır. Bundan sonra hiçbir zalime, haine, âsiye aman yok.
Husrev Paşa’nın kanlı başı İstanbul’a getirilince Topal Recep Paşa, onun yarenlerini el altından kışkırtıp, Pâdişâhı “Ayak Divanı” yapmaya zorladı. Bu sefer zorbalar, Başdefterdar Mustafa Paşa’nın, Yeniçeri Ağası Hasan Halife’nin ve Musahip Musa Çelebi’nin kendilerine teslimini istediler:
“Bu didüklerümüzü bize virmezsen sen bize padişahlığa lâzım değilsün! Sen Husrev Paşa gibi yarar bir veziri katlettin. Şehzadeleri dahi öldürürsün; elbette şehzadelerini görmek isteriz, sağ iseler çıkar bize göster!”
Bu zorbaların istekleri bitecek gibi değildi. Neye sahip çıktıkları ise hiç anlaşılamıyor. Hem devletin kıymetli adamlarını ortadan kaldırmaya, hem kıymetsiz bir adam için pâdişâhı tehdide kalkışıyorlar. Şimdi de şehzadelere hâmî olma sevdasındalar. Kalabalığın arasında şehzadelerin öldürüldüğü dedikodusu fısıldanır. Bu sefer şiddetle, “Şehzadeleri görmek isterüz.” naraları çınlar.
Sultan Murad’ın emri üzerine, kardeşleri askerin huzuruna çıkarılıyor. En büyükleri Şehzade Bâyezid, Sultan Murad’ın üç ay küçüğü. Süleyman, Kasım ve İbrahim daha küçüktür.
Bâyezid ile Süleyman, âsilere yaptıkları işin yanlış olduğunu anlatırlar. Devlet düzeninden dolayı zaten her anları ölüm korkusuyla geçen şehzadeler:
“Bizden ne istersiz? Biz pederimizin sarayında pâdişâhımızın şefkati altında halimizle meşgul iken, rahat bırakmayıp lisana düşürmek nedendir? Bizi halimize bırakın, sizin himayeniz bize gerekmez.”
Bu söz üzerine fazla bir şey bulamayan zorbalar, işgüzarlık aşkıyla konuşuyorlar:
“Pâdişahum, şehzâdelerümüzün hayatına dokunmayacağunuza kefil ver. Elbette sana inanmayuz!”
Sultan Murad çocukluk gönlerini geride bırakalı çok olmuştur. Devleti demir pençesine almaya başlamıştır da, henüz gücünü asilerin bildiği yoktur. Topal Recep Paşa ile Şeyhülislâm Ahizade de bilmiyorlar. İkisi birden yay gibi öne ûrlayıp, dediler ki:
“Biz kefilüz!”
Bu söz âsilerin dağılması için paydos düdüğü, Topal Recep Paşa ile Ahizade için de idam fermanlarına mühür oldu. Günü gelince basılacaktır.
Ayak Divanı dağıldıktan sonra âsiler idamlarına hükmettikleri zevatın peşine düştüler. Hasan Halife’yle Defterdar Mustafa Paşa’yı ayrı ayrı yerlerde bulup işlerini bitirdiler. Sırada Musa Çelebi var. Çelebi ki, Murad’ın can şenliğidir; bir sürü hilekârın arasında bunalınca, onun insani duygularına koşuyor, aradığı samimiyeti onda buluyordu. O da, Murad’ın ufkundan kara dumanları dağıtan sözler diziyordu sohbetlerine. Ve âsilerin “İlle de Musa Çelebi’yi isterük” dediği de yoktu. Musa Çelebi fitne başı Topal Recep Paşa’nın desisesine kurban gitmiştir. O günlerin şahidi Peçevi’yi dinleyelim:
“Onları Pâdişâh hazretleri saklamış değildir. Onların meydana çıkarılması için sizden fazla gayret etmektedir; hatta Musa Çelebi’yi, hizmetlerinde olduğu halde, onu da gece göndermişlerdir. Onlardan çok sevdiği halde Musa Çelebi’yi göndermekten kaçınmamıştır. Eğer onlar Hasbahçe’de olsalar, önce onları göndereceğine şüphe yoktur.”
Bu sözleri Topal Recep isyancılara anlatıyor. Bu sözler Musa Çelebi’nin üzerine dikkat çekmedir; hedef göstermedir. Âsiler saraydan aldıkları Musa Çelebi’yi de öldürüp, Sultan Murad’ın kolunu kanadını kırmış, Recep Paşa’ya da kuvvet kazandırmış oldular!
Sultan’ın, gerçekten çok fazla üzüldüğü bu hadise, kininin de önüne geçilmez noktaya gelmesine sebep oldu. Bir şiirle arkasından ağladığı musahibinin ve diğer parçalanan insanların intikamını alma vakti gecikmeyecektir.
Sultan Murad’ı okudukça ağlatan şiire bir bakalım:

“Yola düşüp giden dilber
Musa’m eğlendi gelmedi
Acep yolda yol mu şaşdı
Musa’m eğlendi gelmedi”

Musa gelemeyecektir! Buna hiç kimsenin gücü yetmez ama birilerinin, onun gittiği gibi gitme vakti gelmektedir. Pâdişâh, validesi Kösem Sultan’ın elinden iktidar iplerini almaya başlamıştı. Şimdi sıra askerin huzurunda kendisini himayeye kalkışıp küçük düşürenlerdedir. Sonra da başkalarına sıra gelecek. Sultan Murad’ın tam iktidar olma vaktidir. Onsekiz Mart sabahı güneş yeni bir güne doğmaktadır. Bu günün adı iktidardır.
Sultan Murad, sekiz senedir iğreti oturduğu tahtta kendisini hakiki sultan gibi görmeye başlar ve âni bir emirle Vezir-i Âzamin huzuruna çağırtır. Sesindeki ton bile değişiktir.
Huzura süklüm püklüm giren Paşa tedirgindir. Etek öpmeye hazırlanırken, Sultan haşmetle gürler:
“Gel beru bre topal zorba başı!”
Topal Recep Paşa durumun farkına varır, ürkek bakışlarını beyhude dolaştırır etrafta. Görünürde imdada gelecek kimse yoktur. Valide Sultan’ın koruyucu eli kafes arkasından ulaşacak durumda değildir. Dâmad olmanın da kendisine yetmediğini anlayan Paşa, küçülür, küçülür bir zerre kadar kalır. Dördüncü Murad büyüdükçe büyür; sesi de dev uluması gibidir. Senelerin ezilmişliğinin itmesiyle gözünün önüne gelen sahneler sabırsız etmiştir Sultanı.
Kulağında Topal Recep’in “Sultanım abdest alıp da taşra öyle çıkun” diyen sesi zehirli akrep ıslığı gibidir. Paşa:
“Hâşâ Padişahım; vallah ve billâh Padişahımın arzusundan zerre kadar oynak hareketüm yokdur!”
Sultan Murad tiksintiyle iteler ve tekrar gürler:
“Abdest al bre kâfir!”
İşte o an, her şeyin biri için bittiği, diğeri için başladığı andır.
“Şu hainin başın tiz kesin!”
Padişahın, yıldırım gibi düşen bu emrini alan zülüflü baltacılar, kaplan gibi saldırırlar. Topal Recep’in bütün fitne ve desiselerinin mürüvveti üç ay yedi günde ebediyen biter.
Kendisine bağlı adamları dışarıda bekleşirlerken, önlerine atılan cesedi şaşkınlıkla seyre dalarlar. Pabucun pahalı olduğu anlaşılınca dağılıp giderler. Recep Paşa’nın 100 bin duka altını (40 milyon dolar) devlet hazinesine alınır.

Yeni Dönemin Başlangıcı

Topal Recep’in ortadan kalkması ufuktan irice bir karabulutun dağılması demektir. Pâdişâhın kendini bulması demektir. Topal’ın yerine Mühr-ü Hümâyun’a sahip olan Tabanı Yassı Mehmed Paşa da sevilen, sayılan, şahsiyetli, devlete ve padişaha bağlı bir adamdır. Sultan Murad, birazda, bu paşa sayesinde kendi gücünü fark etmiştir. 20 yaşında, zeki, akıllı, güçlü, kuvvetlidir pâdişâh. Kas kuvveti efsaneleşmiştir. Bire bin katılarak anlatılıyor yiğitliği. Birini de biz analım. İri yarı iki kişiyi iki eliyle havaya kaldırabiliyordu. Gücünü kötülere karşı kullanma yarışına başladı. Devir Murad devridir.
Burada bir kitaptan alıntıya yer vermek lüzumu görülüyor: Dördüncü Mehmed zamanında, beş sene İstanbul’da kalan İngiliz elçi kâtibi ve silahdarının “Türkler’in Siyasi Düsturları” adlı kitaptan; yazdıklarını mümkün olduğu kadar akıl ve erdemle yaptığını söyledikten sonra yazar:
“… Fakat bütün bunlarla Türkler’in Devlet teşkilâtını yalandan incelediğimde ve bir hükümdarın kişiliğinde mantıksız, erdemsiz ve haksız mutlaka bir kudreti ve ne kadar yararsız olursa olsun buyruklarının yasa, ne kadar düzensiz olursa olsun davranışlarının örnek teşkil ettiğini, özellikle devlet işlerinde kanunlarına karşı gelmenin imkânsız olduğunu gördüm.”
Bazı dalkavukluk ve yolsuzluk misalleri de veren yazar şöyle devam ediyor: (“… bu imparatorluğun uzun ömrünü, içte sarsılmaz sebatını ve dışta ordularının mutlu başarılarını onu yönetenlerin bilgeliğinden ziyâde tabiatüstü bir sebebe dayandırarak hayran olmamak mümkün değildir; sanki, her şeyin en iyisini yapan Tanrı bu güçlü milleti, Hıristiyanların günahlarını ve kusurlarını cezalandırmak için yüceltmiş ve desteklemiş gibidir.”
Aynı kitaptan olacağımız kısa bir bölüm daha (şimdilik) (“… bu siyasi gövdenin bütün yaralarını onaran şey adaletin süratle ve merhametsizce uygulanmasıdır.”)
Sultan Dördüncü Murad’ın vefatından on-onbeş sene sonra Türkiye’de bulunup araştırma yapan ve öğrendiklerile gördüklerini yazan Ricaut Türk’ün padişahına gösterdiği sadakate, itaate padişahın adalet duygusuna hayrandır. Sultan Murad artık, merhametsiz adaletiyle kasırgalar estirecek, iyi ve kötü davranışıyla zirve olacaktır.
Fitne başı Recep Paşa’nın vücudu ortadan kalktıktan sonra, elebaşılardan Ahmed Ağa, Canım Ali, Yemişçi Mustafa, Salih Efendi, Mahmudoğlu, Sarı Mustafa, Gül Abdi, Bıçakçıoğlu Mehmed, Kumru gibi belli başlılar da öldürüldüler. Diğerlerinin cesareti kırılmıştı; yine de Sultanahmed Meydanı’nda bir Ayak Divanı istediler padişahtan, padişah kabul etti.
Sahanın hâkimiyetini kaptıracak değildi artık. Sipahiler ve yeniçerilerle ayrı ayrı görüşüp, onların sözcülerine çok tesirli konuşmalar yaptı. Devlete, padişaha ve devlet malına sadakatten aynlmalarının devleti çökerteceğini, buna hakları olmadığım, ecdadından kalan devletin selâmette olması gerektiğini, yoksa herkesin felâkete sürükleneceğini söyledi. Tesirli bir üslup kullanıyordu. Boyun büken yeniçerilerden ve sipahilerden aralarında hain barındırmamalarını, barınan varsa teslim etmelerini istedi.
Sultan Murad’m nasıl bir ortamda idareye ağırlığını koymaya çalıştığını göstermesi bakımından, Ziya Nur Aksun’un Tarihi Gılmani”den aldığı bir pasajı aynen aktarıyoruz. Görelim İstanbul’un hali nasılmış?
“Ol zaman kul’un şol mertebe tuğyanı vardı ki, gündüz hamamdan peştemâl ile avrat çıkarmak ve gulâmiye (vergi ve cizye toplayanların aldığı aidat) aldıkları günde, Sultan Mehmed Camii’nde duhan içmek ve müslümanların ırzın pây-imâl etmek ve köşelerde aşikâre ayak üzre zina ve livâta etmek ve kan dökmek ve evler ve saraylar basmak ve bayram günlerinde salıncak kurup, bizzat pâdişâhı ve validesini ve vüzera ve ehl-i divanı mumlar ile salıncağa okumak gibi bahusus kahvehanelerde ve meyhanelerde fiili nâmeşrû etmeleri gibi, şol mertebe âlem nizâmu intizamundan çıkmıştı ki vasfa gelmez.”
Şimdi, Sultan Murad bu işleri yapan ve yaptıranlarla mücadeleye başlamıştı. Onların komutanlarına nutuk çekiyordu.
Konuşmayı dikkatle dinleyen ihtiyar Çorbacılardan biri, “Devletlu Pâdişahum, sen bizim pâdişahımuzsun, bizim sana veçhile muhalefetimüz yoktur, dostuna dost, düşmanına düşmanız.” dedi. Pâdişâh:
“O halde, sözünüze inanmam için aranızda müfsidleri himayeden vaz geçün. Siz kullukta sabitkadem oldukça, ben de sizin haklarınıza riayet ederüm!”
Hepsi birden pâdişâha muti olduklarını, eşkıyayı himaye etmeyeceklerini yüksek sesle haykırınca, teker teker Kur’an üzerine yemin ettirip, “Vallahi mi, billahi mi, tallahi mi?” diye sorup, tasdik aldıktan sonra kayda geçirdi. Kâğıtlar orada mühürlendi ve temizlik harekâtına başlandı. Önce; Saka Mehmet, Gürcü Rıdvan, Cadı Osman ve bazıları kati olunup cesetleri denize atıldı. Ve bu iş hem İstanbul’da, hem de Anadolu’da devam etti.
Ne kadar zorba varsa birer ikişer, bulundukları yerde hayatları nihayete eriyordu. Kimi evinde şarap içerken, kimi yolda yürürken yakalanıyor, devletin nizamı için öldürülüyordu. Ne Dereli Halil kaldı, ne Rum Mehmed, Balıkesir’de isyan çıkarmış olan İlyas Paşa da su yolunda kırılanlardandı. Temizlik harekâtı fasılasız devam ederken, İstanbul’un beşte birini yakan bir yangın çıktı; doludizgin giden sıkıyönetim için bulunmaz fırsattı ve Sultan Murad bunu iyi değerlendirip, kahvehaneleri kapatıp, tütün yasağını koydu. Çünkü yangına tütün içilmesinin sebep olduğu söylenmektedir. Kahvelerin kapatılması ayak takımının işini zorlaştırdı; tütün yasağı, o zehirli dumanı ağzına doldurup “puf” diye etrafa üfürerek, içindeki sıkıntıyı, hıncı boşalttığına inanan tiryakileri bayağı rahatsız etti. 28 senelik mazisi olduğu söylenen acı misafir iyi kabul görmüş, candan dostlar edinmişti kendisine.
Sadık dostlarının arasında şairler de eksik değildir. Bunlardan biri;

“Zararsız bir duhân hakkında neyler bunca dikkatler
Duhân-ı âh-ı mazlûmânı men’eylen hüner oldur”

Tütünü yasaklamanın değil, mazlumların ahını engellemenin hüner olduğunu padişaha bildirir. Amma, herhalde kendi adım bildirmemiştir. Ve tabii ki, padişah, yaptığı her işi fetvaya dayandırır. Meşhur Vaiz Kadızâde’nin fetvasıyla kahvehanelerin binaları bile yıkılıp yerlerine dükkânlar yaptırılır.
Sultan Murad asayişi sağlamaya yeminlidir. Kıyafet değiştirip şehri -bilhassa geceleri- dolaşmaya çıkar, yasağa uymayan kimi görürse öldürtür. Cesetlerini de ibret-i âlem için caddelerde bıraktırdı. İstanbul kabadayılarının hiçbir yerde sesleri çıkmıyordu. Bu arada, bir miktar suçsuz insanın da ölebileceği normal karşılanmalıdır. Padişah geceleri evleri gözetlemeyi ihmal etmezken tütünün daha keyifle içileceği mesire yerlerini de unutmuyordu.
Bir gün Kâğıthane’deki köşke sandalla giden Sultan Murad, bazı insanların piknik yaptığını görür. Öğrenir ki, zamanın tarikat büyüklerinden Abdülmecid Sivâsi Efendi ile dosttandır; dostları da ilim erbabıdır. “Getirün kitaplarını göreyim.” der. Bazı kitaplar gelir, içlerinde Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin divanı da var. Sultan Murad sevinir, diğer kitapları da tedkik ettikten sonra insanların gönül eğlendirmekten ziyade beyin doldurmakla meşgul olduklarını anlayınca, “Kitaplariyle seyre giden ulemaya, seccade ve nidasıyla giden dervişane ve kalem ve hokkalarıyla giden kâtiplere bizim sözümüz yoktur, hemen kendi âlemlerinde olsunlar.” der. Allah muhafaza, bir tütün kokusu olsaydı, herhalde efendiler ertesi günü göremezlerdi.
Sultan Murad özel bir tipti. Padişahlar içinde çok az tarafı çok az kişiye benzeyebilir. Kötülerin kendisine çektirdiğinden daha fazlasını çektirmekten haz alıyordu. Ölen, sürünen olursa olsun o devletin gücünü bütün tebâya göstermekten yanaydı. Bozulan asayişi yeniden hayata geçirirken heba olacak hayatlar umurunda değildi. Onu mecbur eden birçok sebep arasında dürüst insanların korunması da vardı.
Eşkıyanın hâkim olduğu şehirler ki, günlerce dükkânların açılamadığı, dürüst insanların dışarıya çıkamadığı zamanlar yaşanıyordu. Kötülerin kökü kesilince, iyiler rahata kavuştu. Osmanlı devlet düzeninde çok mühim mevkii bulunan, amma fevkalâde çürümüş, itibardan düşmüş Timarlı Sipahi teşkilâtını ele alıp, mümkün olduğu kadar düzen verdi. Bir şey için iki ihtimalden başkası olamazdı: Ya iyi olacak, yahut yok! İyileşmeye müsait görünen şahıs, kurum veya başka şey iyileştirilirken, istidadı olmayanlar yokluğa boyun eğmek zorundadır. Bu, ister kadı, ister Şeyhülislâm olsun, hiç farketmez. Sultan Murad’ın ikinci döneminin, devlete hâkim olma kuralının “olmazsa olmaz”ı budur.

Şeyhülislâm Âhizâde’nin İdamı (7 Ocak 1634)

Sultan Murad hem İstanbul’un etrafını teftiş etmek, hem de avlanmak niyetiyle Bursa’ya kadar gitmek ister. Yolunun üzerinde İzmit ve İznik var. İznikliler kadılarından şikâyetçidir. Kadı Efendi yol tamiratında ihmal davranıyormuş. Sultan af etmeyi lügatinden çıkardığı gibi, Kadı’nın hayatını da gözden çıkarır, resmi kıyafetiyle, kale kapısında astırır.
Pâdişâh Bursa’ya kadar gider, ecdat kabirlerini ziyaret eder. Bursa’da birkaç gün kalmak arzusundadır amma validesi bırakmaz. Validenin de mazereti var, Şeyhülislâm sıkıştırmaktadır. İznik Kadısı’nın hiçbir soruşturma görmeden asılması, Şeyhülislâm’a kadar şikâyetlerin ulaşmasına sebep olmuş, Şeyhülislâm da Valide Sultan’a bir tezkire gönderip şunları söylemiş:
“Kendülerini bedduadan sakınırız, memuldur ki siz kendülere nasihat buyurup zümre-i ulemanın hayır duasını alasız; zira henüz âlemin herc-ü-merci sönmeğe yüz tutmuşken kil-ü kaale mueddi olacak ahvalden cenab-ı hılâfetpenahiyi sıyanet ederiz.”
Bu tezkire, Şeyhülislâm Âhizâde Hüseyin Efendi’nin sevmeyenleri tarafından abartılarak Vâlide’ye anlatılmış ki, pâdişâhın hal ile tehdidi var burada, Şeyhülislâmın niyeti kötüdür! Valide Sultan, hemen bir mektup yollar oğluna, der ki:
“Benim arslanım acele üzere gelesiz, cülus tedbiri için sözler ve tedbirler olmaktadır.”
Sultan Murad’a huzurlu birkaç gün bile çok görülür, alel acele İstanbul yoluna düşer. Tam da yolsuzluklara, asayişsizliklere “dur” dediği günlerde böyle bir olayın zuhuru canını ziyadesiyle sıkmıştı. Biran evvel tahtına oturup, yayını germek, avını vurmak istiyordu.
Hiç bir tahkikata lüzum görmeden, İznik Kadısı’nı astırdığı gibi yapar. Şeyhülislâm’ın ve onun oğlu olan İstanbul Kadısı Mehmed Çelebi’nin sürülmelerini emreder. Baba-oğul ayrı gemilerle Kıbrıs’a sürgün hayatı yaşamaya giderlerken Sultan Murad’ın gazab-ı şahanesi tatmin olmaz, denizden çevrilip idam edilmelerini ister. Bostancıbaşı, boğazdan çıkmadan önce Şeyhülislâm’ın gemisine yetişir. Yedikule’den çıkan Sultan Murad, yanında Abaza Paşa olduğu halde, Hüseyin Efendi’nin yakalandığını görünce, Bostancıbaşı’yı çağırıp, “Tiz şimdi katleyle.” der.
İstanbul Kadısı Mehmed Çelebi canını kurtarmış, babası ise ağır davrandığından Kalabriya köyünde boğdurulmuştur. Tarihte hiç görülmemiş, emsalsiz bir olaydır bu. İlk Şeyhülislâm idamını Sultan Murad gerçekleştirmiş. Sultan Murad halkın vicdanında açılan derin yarayı kendi vicdanında da duyarak üzülmüş ise de, onu rahatlatan bir geçmiş var idi.
Bir “Ayak Divanında, kardeşlerinin katledilmemelerine Topal Recep Paşa’yla beraber bu Şeyhülislâm Hüseyin Efendi kefil olmuş, kendisini çok fena duruma düşürmüşlerdi.
İşte o geçmişten yüreğine çöreklenen kin, teselli bulmasına yetiyordu.

Bekri Mustafa

Dördüncü Murad’ın ipleri tamamen eline aldığı, sorgusuz sualsiz adam öldürdüğü günlerdi. Hikâyeye göre: Tebdili kıyafet dolaşan pâdişâh, bir adamın çamur içinde yuvarlandığını görüp, merakından sormuş “bu adama ne oluyor?” Aldığı cevap: “Şarabı fazla kaçırdı; kendinden geçti; sarhoşluğundan ne yaptığım bilmiyor!” Hikâyeye göre, Pâdişâh henüz içkinin marifetlerini bilmiyor ve yine soruyor: “Bu ne biçim bir içkidir?” Konuşanları dinleyen Bekri, bu arada biraz toparlanmış, Pâdişâha hakaret dolu sözler sarfedip, oradan gitmesini söylüyor. Sultan Murad öfkeye kapılıp Bekri’ye: “Alçak, diyor. Pâdişâh olduğumu bilmiyor musun ki, benim buradan çekip gitmemi söylüyorsun!” Bekri diyor ki: “Bende Bekri Mustafa’yım; ne olmuş yani. Bu şehri satmak istersen ben satın alırım. Pâdişâh ben olurum, Bekri Mustafa da sen olursun. Sultan Murad, bu şehri satın alacak parayı nereden bulacağını sorunca, Bekri iyice sınırlan yıkıyor: “Bu şehirden başka (Pâdişâhın anasının esir olduğunu işareten), esirenin oğlunu da satın alabilirim” diyor.
Pâdişâhla Bekri arasında bir pazarlık geçiyor. Pâdişahın emriyle biraz sonra Bekri saraya götürülüyor. Birkaç saat sonra sarhoşluğu geçip de kendine gelen Bekri, sarayda olduğunu farkedip şaşırıyor ve etrafındakilere rüyada mıyım gerçek mi, diye soruyor. Bekri, gerçekten, sarhoşken yaşadığından habersizdir. Anlatılınca afallıyor, korkudan, çareler bulmaya çabalıyor. Hasta olduğu için şarap içmesi gerektiğini söylüyor. Pâdişâh görmeden ölmesi istenmediğinden dolayı bir maşrapa şarap getiriyorlar. İçtiği zannını veriyor ama şarabı elbisesinin içinde saklıyor.
Pâdişâhla karşılaştırılınca sakladığı şarabı çıkarıp: “Haşmetmeabım, diyor. Şehri satın almak isteyen aslında ben değildim, buydu.
Pâdişâh hayretle: “Bu nasıl olur?” diyor.
Bekri, dolu bir yudum alıyor. Sonra Pâdişâh bir yudum alıyor. Bir yudum daha alıyor… Alışık olmadığı şarap Pâdişâhı sarhoş ediyor.
Dördüncü Murad bir müddet sonra sızıyor ve birkaç saat sonra da başağrısıyla uyanıyor. Derhal Bekri’yi çağırtıyor.
Pâdişâhın durumunu bilen Bekri “Devletlim işte ilacınız”, deyip şarap dolu bir bardak uzatıyor… Böylece içki Bekri ve Padişah arkadaş oluyorlar. Bekri ölünce Pâdişâh çok üzülmüş, bir daha neşeli günler yaşayamamış.

İçki Yasağı (5 Ağustos 1635)

Lehistanla bir anlaşmazlık vardı da Sultan Murad sefere çıktıydı (8 Nisan 1634) Lehliler Osmanlı hükümetinin şartlarına uyacaklarını bildirince seferden döndü. Lehistan’la savaşamadı. Yolu Edirne’yi geçemedi. İstanbul’a döner dönmez “İçki Yasağı”nı ilan etti.
Bekri Mustafa belki de dünyanın sayılı alkoliklerinden idi ve Sultan Murad onunla candan dostluk kurmuştu. Sultan kendisini de alıştırmıştı ve bayağı içki tüketiyordu. Başka insanlara yasakladı. Meyhane binalarını temelden yıktırıp, buraların başka hizmet görmesini bile engelledi. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” akla geliyor. Kendisini men edemediği bir muzır nesneden kendi dışındakileri korumaya çalışıyor. Sultan Murad çok mu dindardı, tebeasını cehennem ateşinden korumaya mı çalışıyordu? Bedenen harap olmamaları için mi, dinen memnu olan bu nesneden uzak tutuyordu insanlarını?
Sultan Murad içindeki acıma duygusunu öldürmüştü. Çocukluğunda Sultan Mustafa’nın deli olmasına rağmen iki defa saltanat sürdüğünü/yahut iktidar hırslıları tarafından ona saltanat sürdürülmediğini görmüştü. Sultan Osman’ın başına gelen, başından geçen iğrenç insanların iğrenç işkencesi Sultan Murad’ın aklından çıkmamıştı. Kendisine kurulan tuzaktan, Davud Paşa’nın kanlı tuzağından nasıl kurtulduğunu unutmuyordu. Sırası gelip de tahta çıkartıldığında 11 yaşında idi ve onbir yerinden kuşatılmış mânevi işkence görüyordu. Sultan Murad kuvvetlenmeyi ve kötü adamlardan intikam almayı aklına yazmıştı. Arada büyük yanlışlar da yaparak, kötüleri iyi edemezse yok ediyordu.
Geceleri tebdil gezen Pâdişâh gördüğü birçok sarhoşu eliyle öldürmüştür. Meyhanelerde insanları men etmekle yetinmeyip o binaları kökten yıktırmasına tarihçinin cevabı kısa: “Bu şiddetin hakiki hedefi, o zamanki İstanbul’u doldurup asayişi ihlâl eden zorba döküntüleriyle serserilerin imhasıdır.”

Abaza Paşa’nın İdamı (24 Ağustos 1635 Perşembe)

Şeyhülislâm’ın idamı üzerinden yedi buçuk ay geçmiş, Sultan Murad’ın can alıcı öfkesi geçmemişti. Genç Osman’ın öldürülmesinden sonra intikam alma sevdasına kapılıp Anadolu’da altı sene mücadele veren, sonra da padişaha boyun büküp Bosna Valiliğini alan Abaza Paşa, padişahın gözdelerinden olmuştu. Padişah onu o kadar sevmişti ki, giyimini bile taklit ederek, sevgisini alenen gösteriyordu. Şeyhülislâm’ın idam fermanını verdiği zaman da yanında bulunan Abaza Paşa idi. Anlatılanlara bakılırsa, Abaza Paşa biraz âdab dışı hareketlerden sakınmaz imiş. Pâdişâhın yanına girişlerinde silahlardan arınmış olması gerektiği halde, bu usûle riâyet etmez, kılıcım çıkarmazmış…
Sultan Murad’ın Abaza Paşa’ya, gösterdiği cesaretten, Osmanlı Hanedanı’na duyduğu sevgiden belki biraz da deliliğinden dolayı zaafı var. Abaza Hasan Paşa’nın dolu bir tabanca olduğunu bilen Pâdişâh, her an tetikte bulunmaktan usanmıştı. Abaza bir gün Sultan Murad’a:
“Pâdişâhım, dedi. Acem ikliminin bütün yollarını bilirim; güç kolay bütün hududuna vukufum vardır. Zât-ı şahanenizi üç bin süvari ile Ejderhan ve Demirkapı semtlerinden Şirvan’a çıkarayım; mutad olduğu üzre ordu dahi Erzurum’a gelsin; az müddet zarfında Şirvan’ı ve bütün İran’ı zaptederiz.”
Pâdişâhın İran sevdası bütün ateşiyle yanarken Abaza’nın anlattığı çok hoş geldi. Hatta Abaza’ya duyduğu sevgiden hoşnutluğu arttı. Bu meseleyi açtığında, kaymakam Bayram Paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi ve Pâdişâhın nedimi Silahdar Mustafa Ağa uygun görmediklerini beyân ettiler; Pâdşahın fikrini çeldiler. Onlara göre Abaza Paşa maceraperest idi. Daimi dostluğa alışık olmayan Sultan Murad Abaza’yla ilgili düşüncelerini değiştirdi.
Bir gün Topkapı civarında dolaşan Pâdişâh, Eğrikapı’da Abaza Paşa’yla karşılaştı. Belin’de kılıç olduğu halde atından inip etek öpmek isteyen Paşa’dan evvel Pâdişâh yanındaki Bostancı zabitine Abaza’yı atından indirip, kılıcını almasını emretti. Derhal attan inip, kılıcını kendi eliyle teslimi azar yemesini önlemedi. Pâdişah’ın yanında kılıç taşımanın adaba aykırı olduğu bilinen bir husustu. Abaza Paşa buna uymada biraz geç kalmıştı.
Sultan Murad’ın gözlerinin iri bakışının tehdidâmiz olduğu anlatılırdı; herhalde, tarife uygun baktı ki, muhatabı korkmuştu. Anadolu’ya geçmenin yolunu bulup, bir an evvel İstanbul’dan, Pâdişah’ın çevresinden uzaklaşmak istedi. Üsküdar’a 50 at gönderdi. Yapılan hazırlık duyuldu, şüphe canlandı. Bir de, Ermenilerle Rumlar’m Kudüs’teki Kamâme Kilisesi’nin kendilerine satılması için 20.000 guruş gönderdikleri açığa çıktı.
Abaza’yı gözden çıkaran Sultan Murad, idamı için muhkem sebebi bulmuştu. İdam fermanını hazırladı. Abaza Paşa idam fermanım mütevekkidâne karşıladı.
“Pâdişahımun emridir” dedi. Abdestlenip namaz kıldıktan sonra başını cellâda teslim etti. Sultan Murad için kolay olmayan bir icraat daha böylece yerine getirildi.
Abaza Paşa’nın cenaze merasimine bütün devlet büyükleri iştirak etti. Bâyezid Camii’nde kılınan namazdan sonra Kuyucu Murat Paşa Türbesi’ne defnedildi.

Şâir Nefi

Sultan Murad’ın hayranı olduğu büyük şâir. Sultan Ahmed’e, Sultan Genç Osman’a kasideler yazmış. Sultan Murad zamanında yıldızı inanılmaz derecede parlamıştı. Onu ve şiirlerini sevenler kendilerini ona sevdirmeyi pek başaramamış. Zehirli hicviyelerinden kurtulabilen olmamış; hattâ, usulsüz bir nefes alanın bile kellesinin gittiği günlerde, Nefi hoyrat gönlünden gelen nağmeleri açığa vurmadan duramamış. Hicvedilecek bir konu yakalayınca, en yüksek rütbeli şahısları rezil etmekten büyük zevk almış. Bazen bir mısraı için servetler veren bir vezir, bazen bir mısraı için canını almaya azmetmiş. Altmış üç yaşını bulması Sultan Murad’ın ona karşı beslediği sevgiyle olmuştur ama o yeri geldiğinde Sultan Murad’ı da mısralarına malzeme yapmaktan çekinmemiştir.
Genç Osman için yazdığı kasideden;

Aferin ey rûzigârın şehsüvârı safderi
Arşa as şimdengerü tîği süreyyâ gevheri

Bir pâdişâha “aferin” diyebilecek kadar kendini büyük sayan şâir, belli ki her şeyin üstünde kendini görmektedir. “Mademki, diyor Allah bana bu kaabiliyeti vermiş, herkes ayağını denk atsın.”
Ben cihan ârâ şehensâh-ı cihan-ı ma’niyim Sözlerinde padişah-ı kâmrânıdır sözüm
“Dünyayı süsleyen, pâdişâhlar pâdişâhı sözleri söyleyen ben, her arzusuna kavuşanım.”
Aslında Nefi’nin derdi şiirdir. Kendine olan hayranlığı da şiirdeki başarısından geliyor.
Babasını bile;

Peder değil bu belâyı siyâhdur boşuma

mısraı ile yerin dibine batıran şâir, elbette, dilinden çıkan her zehirli okun kendisine dönebileceğini, bir gün hayat damarını koparacağını bilmektedir; ve buna razıdır. Nefi, hicviyelerini “Siham-ı-kaza” isimli bir mecmuada toplamıştır.
Sultan Murad bir gün Siham-ı Kaza’yı okurken ayakucuna düşen yıldırımı, şiirlerin uğursuzluğuna verir. Şaire hicvi yasaklar, yemin ettirir yazmayacağına dair. Nefi samimiyetle yemin ederse de, bir gün öyle bir sahne yakalar ki, ölmeye değer bulur ve yazar yazacağını, verir başını.
Dördüncü Murat budur! Gazabının şiddeti daima sevgisinin, merhametinin önünde gitmektedir. Son zamanları önemli insanların yok edilmesiyle doldu. Yavuz Sultan Selim’de çokça vezir idamı görülüyordu. Dördüncü Murad’da biraz farklı kişiler hedef oldu öfke oklarına. Yeni toprakların yeni havasını teneffüs etme zamanı geldi; bakalım bundan sonra ne olur?

Revan Seferi (10 Mart 1635)

Nicedir ki Osmanlı Pâdişâhları ordunun başında sefere çıkma âdetine uymazlardı. Kânunî’den sonra sadece, Üçüncü Mehmed ısrarlar karşısında mecbur kalıp Eğri Seferi’ne çıkmış, bir de Genç Osman’ın Lehistan Seferi vardı. Millette, askerde cevval padişah hasreti çekiyorlardı. Sultan Murad’ın sefere çıkacağı haberi herkeste bayram sevinci meydana getirdi.
Sefer hazırlığı yapıldıktan sonra 10 Mart 1635’de Üsküdar’a geçen padişaha şanına uygun merasim ihmal edilmemişti. Üsküdar’dan hareket edilmeden önce görülecek hesaplar çıkar ortaya ve Sultan Murad kılıçla hesap görmeye alışıktır zaten.
Kati emir vermişti, demişti ki: İstanbul’da benden habersiz hiç bir asker bırakılmayacak. “Maltepe geçilip Kazıklı Derbendi’ne gelindiği zaman solakbaşılardan Galatalı Çelebi’nin bir neferi İstanbul’da bıraktığını duyunca emekdarlığına bakmayarak derhal önünde çökertip boynunu vurdurdu.” Sultan Murad, Erivan’a varmadan kendi vatanındaki temizlik harekâtını tamamlamak istiyordu. “Konya ayanından Karayılan denilen iki kardeşi katlettirdi.” Yetmiyordu. “Manisa Sancakbeyi Duducu Hasan Paşa iki bin kişilik maiyetiyle alay gösterip, Pâdişâhın eteğini öpeceği sırada, “Bir iki düşman öldürmeğe muktedir olamadın, şimdi bana alay gösterirsin bire mel’un” deyip, katlini emretmiştir.”
Bu bilgileri aldığımız İ.H. Uzunçarşılı, devam ediyor:
“Karaman Beylerbeyi Celeboğlu Ali Paşa bu göreve zorbalıktan gelmiştir” ve katli kaçınılmazdır. Sırada Karaağaç Kadısı var. Hakkındaki şikâyetler onun da öldürülmesi için kâfi sebeptir, öldürülür. Sonra? Konya’da, sipahilerden Gürcü Osman ele geçer. O da Sultan Osman’ın katlinden suçludur ve zeametli divan çavuşu tütün içtiği için suç işlemiştir, cezalarını hayatlarıyla öderler!
Sultan Murad hep adam öldürmemiştir aslında, Konya’da Mevlâna dergâhını ziyaret edip, oradaki insanların gönlünü Revan’dan evvel fethetmişti. Ölüm haberini verirken insicam bozulmasın diye peş peşe sıraladık.
Padişahın öldürttüğü bir de Konya Kadısı var, Şehla Mehmed Efendi. O da şikâyet üzere canından olmuş, sonra “Beyşehri Sancakbeyi Keskinli Ali Paşa yaptığı mezalime binaen katlolundu.”
Daha Revan yolundayız, savaş başlamadı. Öldürülenler işledikleri suçların cezasını çekiyorlar, bazan kurunun yanında yaşın yanması normal karşılanacak. Bunlardan birine misal olarak Demirkazık Halil Paşa gösterilir ki, bu paşa savaş esnasında gösterdiği sebattan dolayı “Demirkazık” lakabını almıştır.
Halil Paşa ile Vezir-i Âzam vekili Murteza Paşa’nın araları açıktır. Murteza Paşa’nın eline fırsat geçer, o fırsatı iyi değerlendirir ve Halil Paşa boğdurulur.
Pâdişâhın hışmından, yeri geldiğinde hayvanlar da nasipleniyor. Kayseri’den Develihisar sahrasına doğru gidilirken pâdişâhın arabasının önünden bir yaban keçisi süratle kaçtı. Derhal at verilmesini emretti. At geldiğinde nasıl bindiği farkedilmedi. O kadar çevik hareket ediyor ki, görenler bilmese, onu zaten atın üzerinde idi sanacaklardı. Eline bir mızrak alıp keçinin peşine düşen pâdişâh mızrağı öyle şiddetle vurdu ki keçinin diğer yanından çıkan mızrak toprağa saplandı. Ordu olanlardan duyduğu hayreti “Aleyke avnullah!” nidasıyla dile getirdi.
Dördüncü Murad’ın fevkalade atik, çevik, kuvvetli ve maharetli olduğu zaten bilinen hususlardı. “Birkaç ay atının eğerinden başka yastık, atının gaşiyesinden başka örtü görmeden” yaşadığı olurdu.
Yolculuk devam ediyor. 23 Mayıs 1635’te Sivas sahrasına varıldı. Burada tayinler, terfiler, aziller yapıldı. Bir bostancının Hatt-ı Hümâyunu taklit ederek bazı beylerden ve beylerbeyilerden para çarptığı ortaya çıktı. Sultan Murad’ın, gözü üzerinde kaşı olanı cezalandırması kimilerince hiç önemsenmiyor, ama o her suçu önemsiyor. Bostancı’nın derisi yüzülerek, cezalandırıldı. Sultan Murad’ın gözü kulağı hem ileride hem geride. Geriden, İzmir Kadısı’nın idamı hak ettiğini öğrendi Murteza Paşa’ya emir gönderdi.
10 Mart’ta başlayan yolculuğun üzerinden 4 ay, 11 gün geçti. Revan yakınında Pâdişâh otağı vardı, etrafına diğerleri de kuruldu. 26 Temmuz’da Revan kalesi yakınına topların altına varıldı. Şiddetli bir rüzgâr esiyor, havayı kaplayan tozdan şehir görünmüyordu. İstihkâmların eteğine varılmıştı. Padişaha kılavuzluk eden kişi tehlike sınırına gelince durdu:
“Pâdişâhım, Revan Kalesi bu vadidedir; çok yakınına geldik ama dumandan görünmüyor. Burada durunuz ki asker gelsin” dedi.
Sultan Murad’m âdeti felsefesinin -ölümle hayat arası düşüncesinin- özeti dudaklarından döküldü:
“Bre korkak, ne duruyorsun, insan ecelsiz ölür mü?” Az sonra çıkan rüzgâr dumanı dağıttı. İstihkâmlardan toplar atılmaya başladı. Mermiler çok yakından geçiyordu; Pâdişâh ordusunun yanına döndü. Bütün tedbirler alınıp savaşa hazır vaziyete geçildi:

28/29 Temmuz Revan Muhasarası

Sıra Revan’-Erivan-ın işini bitirmeye gelmişti. Ordu mükemmel hazırlanmıştı bu savaşa. Beylerbeyi Küçük Ah¬ed Paşa adamlarıyla kale bedenlerindeki askerleri telef ederken “Deli Hüseyin Paşa adıyla ünlü akıllı kişi kaleye hakim tepede şâhî darbezenlerle kalenin içini ve dışını bombardıman ederdi.” Diğer paşalar da işlerini en iyi biçimde yürütürken, yaralı askerlerin tedavisi zamanına göre mükemmel bir surette yapılıyordu. Padişahın coşturduğu paşalar ve askerler kale komutanı Emir Gûne’nin gözünü yıldırmışlardı.
Pâdişâh, burada diğer cephesini gösteriyordu. Kumandanları kahraman yapmanın usûlünü çok iyi bildiği de burada belli oldu. Her birine söylenmesi gerekeni söylüyor, Küçük Ahmed Paşa’dan başladı:
“Başka Küçük Ahmed! (İsyankâr İlyas Paşa’yı kastederek) İlyas’ı tuttuğun ve taşları delerek Ma’n-oğlunu çıkardığın bir şey değildir; erlik zamanı bugündür. Göreyim seni. Dîn-i mübîn hizmetine uğur-u hümâyunumda nasıl merdâne çalışacaksın.” Ahmet Paşa yer öptü:
“Başüstüne. Pâdişâhım! Ahmed kulun askeriyle beraber yoluna can-baş vermekten kaçmaz” dedi.
Pâdişâhın ikinci muhatabı olan Canpulat-zâde’dir:
“Baka Kürdistan Beğzadesi! Canpulat oğulluğu vakti şimdidir. Erlik hükmünü verip de namusu vezareti hak edecek gün bugündür. Canın pulat (çelik) gibi olmaktır.”
Murteza Paşa’yı bulduğu konuma göre heyecanlandırdı. Sıra Yeniçeri Ağası’na geldiğinde ona da:
“Şehirde sarhoş değmekle iş olmaz, erliğini burada göreyim” mealinde sözler söyledi. Döndü askere hitaba başladı ki bu sefer üslûp farklıydı. Herkese, göstereceği fedakârlık nisbetinde mükâfat vaat edildi. Şehitlerin mükâfatı Allah’tan.
Muhasaranın haftasıydı. Kale’de büyük büyük gedikler açılmış, Acemlerin işi zorlaşmıştı. Osmanlı Ordugâhına Tahmasbkuli Han’ın bir elçisi gelip, münasebetsiz bir teklifte bulundu:
“Sekiz günlük mütâreke yapalım, eğer bu zaman içinde yardım alamazsak kaleyi size teslim edelim!” Hiçbir diplomatik nezaket taşımayan bu teklifi getiren, neredeyse canından olacaktı. Sadrâzam şefaatçi oldu da, bağışlandı.
Bir yandan kale hırpalanıyor, gedikler açılıyor, öbür yandan tamir yapılıyor. Görüldü ki dayanılacak gibi değil Safeviler teslime mecbur kaldı. Tahmasbkuli Han’ın (Yani bizim Emir Gûne’nin) Kethüdası Murad Ağa birkaç basamak çıkıp padişahla görüşme imkânı buldu. Ahmed Paşa sadrâzama, sadrâzam pâdişâha çıkardı elçiyi. Pâdişâhın “kaleyi niçin teslim etmediniz sorusunu” elçi “Biz aciz karıncaların zamanı, Süleyman’ına mukavemetimiz, Padişahın âvâze-i celâdeti Şâh’ın kulağına varsın kahramanlık velvelesi İran’ın en uzak köşelerine kadar ulaşsın içindir!”
Pâdişah’ın sesi yumuşadı, hükmedici tonu devamda: “Eğer affınızı isterseniz kaleyi hemen teslim ediniz!” dedi. Ertesi gün teslim şartları görüşüldü (8 Ağustos 1635)
Revankapıları Osmanlı Ordusu’na açıldı. Emir Güne merasimle pâdişâhın huzuruna geldi. Pâdişâhın iltifatına mazhar olan, adamlarının bağışlanmasına sevinen, adı Yusuf olarak değiştirilip Paşalık verilen Emir Gûne’nin önünde yepyeni bir yol açıldı. Halep Beylerbeyiliği verilip yola çıkarıldıysa da olmadı. Kâhyasıyla boğuşup sonra da öldürünce, yeni vazifeden vazgeçilip İstanbul’a çağrıldı. Haleb’e bir başkası tayin edildi. Yusuf Paşa İstanbul’da Dördüncü Murad’a can yoldaşı oldu. Şâir Nefi ile Mûsâ Çelebi’nin yokluğunu unutturacak. Unutturma işi biraz fazla ileri gidip, Padişahımız kendi hayatını bile unutacak. Sevgi gösterip, saygı gösterecek tütün ve şarap tiryakiliği gibi Emir Güne tiryakiliğine bulaşacak Pâdişâh!

Şehzadelerin Katli (26 / 27 Ağustos 1635)

Sultan Murad’ın dört kardeşi vardı. Şehzade Bâyezid, Şehzade Süleyman, Şehzade Kasım ve Şehzade İbrahim. 12 Mart 1632’de saray basan zorbalar pâdişâha müşkül ânlar yaşatmıştı. Kardeşlerini öldürttü şayiası yayıp, sonra da biz şehzadelerin yaşadıklarına inanmıyoruz. Eğer yaşıyorlarsa çıkar göster! diye bağırmıştılar.
Sultan’ın henüz idareye hâkim olamadığı günlerdi ve hakaretleri hazmetmede zorlanıyordu. Şehzadeler içtima edildi. Asiler yatışmadı. Padişahın onları yaşatmayacağı korkusunu taşıdıklarını haykırdılar. O zaman Vezir-i Âzam Topal Recep Paşa ile Şeyhülislâm şehzadelerin hayatına kefil olup, Dördüncü Murad’ı biraz daha hor ve hakir mevkiie indirmiştiler. İçine demirden bir top gibi yerleşen kinini, adı geçen kişileri öldürterek eritmişti.
Aradan geçen 3 sene, 5 buçuk ay ne çok değişiklik gördü. Pâdişâh ülkenin eleştirilmesi imkânsız hâkimi oldu. Hükmetmenin büyüsü ile kendinden geçti. Dünyaya bakışı başkalaştı. Bu gün önünde hiçbir engel olmadığı gibi, yarın da olmamasının teminine çalışmak, kardeş sevgisinin önüne geçti. Revan da Safevi ordusuna boyun eğdirmiş olmak hülyalarını zenginleştirdi. Yarın için kurduğu hayallerin gerçekleşmesi için önünde arkasında hiçbir mânia bırakmamaya karar verdi…
Dördüncü Murad, Revan seferi ve fethiyle paşaların ve askerlerin gönlünde taht kurmuş, herkes onun, dünyanın en iyi, en muktedir insan olduğuna inanmıştı. Gerekli tayin ve terfiler yapılır. Bu güzel havadan istifade ederek bir de katl işi planlanır. Plan hemen tatbike konur. Revan fethinin müjdesiyle beraber Veliahd Şehzade Bâyezid’le Şehzade Süleyman’ın idam fermanları da İstanbul’a gönderilir.
Yirmi üç yaşındaki Bâyezid’le, yirmi buçuk yaşındaki Süleyman’ın ölümü, Revan fethini bastırdığı için, İstanbullular matem tutmayı, bayram yapmaya tercih ederler. Bu şehzadelerin katli, Avrupa’da bile yankı bulur, onlar için trajedi sahnelenir.
27 Aralık 1635 Perşembe günü, Dördüncü Murad zafer alayıyla İstanbul’a girer. Resmi tebrikler olsa da, milletin kalbi idam edilen iki şehzadeden dolayı kırıktır.
Sultan Murad, adını Yusuf yapıp, paşalık payesi verdiği Emir Gûne’yi Boğaziçinde bir köye yerleştirir. Daha doğrusu, boğazın en güzel köyünü bu Acem oğluna hediye eder. Acem oğlu işini çok iyi bilir; sık sık tertiplediği eğlencelere padişahı davet ederek, şimdi onun adına izafeten “Emirgân” diye anılan yerde, içkili âlemler yaparlardı. İstanbul’da, hatta diğer vilayetlerde içki içmeye cesaret edecek kimse kalmadığından, Emir Güne ile Sultan Murad’a haddinden fazla şarap kalmış, onlar da bunu bitirmeye yarışıyorlardı! Bilâhare elden çıkan Revan’ın fethiyle kazanılan moral bir süre yetmişti.

Küçük Ahmed Paşa’nın Kahramanca Ölümü (1 Ekim 1636)

Başlık Hammer’e ait. Bizim tarihçiler de Ahmed Paşa’yı metheder, ama bir yabancının methi daha hoş. Ahmed Paşa’ya “Küçük” denmesi boyunun kısalığından; tıpkı küçük Sâid Paşa gibi. Şam Beylerbeyi ve Musul muhafızıydı. Geçmişte kahraman olduğunu ispat etmişti. Peşinde olduğu şey nam kazanmak değil vazife yapmaktır. Biz bahsetmedik, şimdi kısaca değinelim.
Eşkıyalığın devlete boyun eğdirdiği günlerde idi. (Ağustos 1632) İlyas Paşa denen eski Anadolu Beylerbeyi memleketi olan Balıkesir’de isyan çıkarmış, Manisa’yı dahi zaptetmişti. Küçük Ahmed Paşa İlyas Paşa’yı yakalayıp İstanbul’a getirmişti. Tabii, asinin cezası idamdı. Lübnan’da isyan çıkaran Ma’n-oğlu Fahrüddin’i esir alıp İstanbul’a getiren de Ahmed Paşa idi.
Küçük Ahmed Paşa’nın son savaşı Safavilerle oldu. Mihriban önlerinde, kendi askerinden kat be kat fazla bir orduyla savaşmak zorunda kaldı. At üstünde duramayacak kadar hasta, askeri az ve bir de askeri arasında bulunan Şamlılar kalkıp kaçtılar. Bir kere bozgun başlayınca bunun önlenmesi çok defa mümkün olmuyor ve olmadı. Ahmed Paşa savaşı kaybetti.
Küçük Ahmed Paşa hayatını da başı kesilerek kaybetti. Karşı taraf, kestiği başı sahibinin yiğitliğine hürmeten iade etti ve bu gövdesiz baş Küçük Ahmed Paşa’nın Şam’daki türbesine defnedildi.

Solnok Bozgunu (3 Ekim 1636)

Sultan Murad Revan fethiyle rehavete, halk şehzadelerin idamıyla yeise kapılmıştı. Batı cephesinde ufak çaplı bir hareketlenme meydana geldi. Bu hareketlenmenin mimarı Rokaçi idi.
Erdel Prensi Betlen Gabor 1629’da ölmüş, onun yerini doldurmak isteyen üç kişi ortaya atılmıştı. Transilvanya Kralı ve Macaristan hâkimi tâyini, Osmanlı Devleti’nin göreviydi. Bahsedilen yerler Osmanlı’ya tâbi ve haraç veriyor olduğu için yöneticisini seçmek de Divân-ı Hümâyun’un hakkıydı. Adaylar, kendilerine göre başlattıkları baş olma mücadelesinde kafalarına uygun yollar deniyor. Etiyen Betlen Osmanlı’ya Segel Mazes İsveç’e, Rokaçi Viyana Sarayı’na dayanıyordu.
Osmanlı Devleti ağabeyliğinin gözardı edilmemesi için imparatora üstü örtülü ihtarda bulundu. Viyana’ya bir mektup gönderdi. Müteferrika Ahmed Ağa ile gönderilen mektup şu cümleyle esas sözü söylüyordu: “Bir zaman gelir ki gülünç bir haset büyük fenalıklara sebep olabilir; bilakis zahiri bir fedakârlık kıymetli faydalara menbâ olur.”
Budin Valisi Nasûh Paşazâde Hüseyin Paşa’ya sığınan Etiyen Betlen Osmanlı desteğini arkasına aldı. Rokaçi de karşısına almak istemediği Osmanlı’ya elçi gönderdi. “Elçiler padişahın eteğini öpme şerefine nail olamadılar… Ancak tahtın üç adım gerisinde yer öpmekle yetindiler.”
Nasûh Paşazâde Etyen’in kral olması hakkında İstanbul’dan ferman getirtti. Krallığı kendi hakkı olarak düşünen Rokaçi’nin boyun eğmeye niyeti olmadı. İşin hakkını vermek yapılacak savaşa kaldı.
Solnok, Gyula sahrasında bir yer, karşılaşma orada oldu. Rokaçi, Hüseyin Paşa’nın karargâhını basacak kadar ilerlediği halde şansı yaver gitmedi. Birdenbire “vezir bastı!” diye bir söz atıldı ortaya. Bu, sihirli iki kelime Rokaçi’yi şaşırttı. Neye uğradığını anlayamadan, her şeyini bırakarak kaçtı. Rokaçi’nin ordugâhı ve bütün ağırlıkları orada kaldı.
Rokaçi’nin bozulup kaçması Hüseyin Paşa’nın muzaffer olması mânâsına geliyor idiyse de, İstanbul böyle meyil taşımamış, yok yere devletin başına gaile açtığına hükmetmişti. Çünkü Rokaçi’yi mağlûp etmiş olmasına rağmen kendisi de Budin’e kaçmaya mecbur kalmıştı. Bundan sonra Nasûh Paşazade Hüseyin Paşa azledildi. Rokaçi’nin Transilvanya hükümeti makamında kalması Osmanlı Devleti tarafından kabul edildi.
Rokaçi uzun süre görevinde kaldıktan sonra, yerine oğlunu vasiyet edecek duruma geldi. Bunun için pâdişâhtan bir ahidnâme bile aldı.
Sultan Murad’ın adını ebedîleştiren son seferine gelmeden evvel görülen pek önemli bir şey yok; denebilirse de, Kırım’da yaşanan karışıklıklar yüzünden, Azak Kalesi, Rusya’ya tâbi Don-Kazakları ve Lehistan’a tâbi Zaporag Kazakları tarafından zaptedildi.
Rusya Karadeniz’e inme imkânı olmadığı için bu kaleden istifade edemeyecekti, taş taş üstünde bırakmayana kadar kaleyi yıktırdı. Bana yâr olmayan başkasına da yâr olmasın, mantığı belki haklıydı.

Şehzade Kasım’ın İdamı (17 Şubat 1638)

Taht tek kişilikti. Ona oturan insan eğer bir şeyler yapmayı hayal ediyorsa -eğer varsa, daima o hayalin ama yeğen veya bilhassa kardeş tarafından karartıldığını vehmeder. Sanki aniden gelip o tahta biri oturacak ve pâdişâh bütün hayalleriyle beraber yok olacak. Sultanların en müşkil imtihanları buradadır.
Dördüncü Murad Bağdad Seferi’ne çıkacak, dönüşünde tahtım baş bulamama kâbusundan kurtulamıyordu. Kardeşi Kasım’ı bunun için feda etti.

Bağdad Seferi

Son muhasara üzerinden 14 sene üç ay geçmiş, feth edilemeyen Bağdad, Sultan Murad’ın aklından çıkmamıştır. Önceden, paşalarla ön hazırlıklar yapılır, bütün tedarikler görülür. 8 Nisan 1638’de büyük bir merasimle Sultan Murad, Üsküdar’a geçer, bir ay sonra Üsküdar’dan Bağdad’a hareket eder.
Peçevi, bu seferin haşmetini o kadar ballandırarak anlatır ki; devlet zirvede bulunduğu Kanuni zamanında bile, böyle bir sefer görkemi yaşanmamıştı. “Hizmetçi ve seyisler sayılamayacak kadar çoktu. Bunların dışında pâdişâh defterine kayıtlı olan hademe ve seyislerin sayısı hesaba sığmazdı.” dedikten sonra, “Yanında dokuz yedek at götürülüyordu. Örtüleri altınla ve yüksek değerli taşlarla işlenmişti. Kırk tane cirit atı, ayrıca üçyüz at cirit oyunu için. Bu atlar sefil olmasınlar diye seyyar ahırlar yaptırılmıştı. Her ahırda yedişer, sekizer tavla at bağlanır, has ahırların tavlası yemlikleri som gümüşten yapılırdı.” Pâdişâhın atlarının bağlandığı kazıkların da gümüşten olduğunu yazan Peçevi, bu seferde “bin iki-yüz kadar deve, yediyüz kadar süratli yürüyen katır, ayrıca iç halkı denen pâdişâh haremi hizmetçileri ve ağalarından her birinin gücüne göre yirmişer, otuzar atı ve daha başka görkemli süs eşyası vardı ki, bunların burada anlatılması mümkün değil.” Bir de pâdişâhın seyyar köşkünü anlatan Peçevi, insanı hayrette bırakır:
“Meleklerin oturmasına (!) layık süslü ve iç açıcı, taşınabilir bir köşk de yaptırılmıştı. Köşkü meydana getiren bina parçalan birbirine geçme ve burma çivilerle bağlanmıştı. Konulan yerde kurulur, kalkarken parçalara ayrılarak, bir sonraki konakta yeniden kurulurdu. Öyle ki, inceleyenler, bu tekniğe hayran kalırdı. İşte bu köşk de padişahın debdebe ve şaşaasının hayret veren bir göstergesi idi ki, şimdiye kadar hiç kimseye nasip olmuş değildi.”
Atları, seyyar ahırı, katırları, develeri ve portatif köşküyle, kona kona Konya’ya gelen Sultan Murad, Mevlâna dergâhını ziyaret eder, görmek istediği yerleri gezer, istirahatını tamamlayıp yola koyulur. Tabii olarak, Sultan Murad’ın sıkı disiplini her zaman fasılasız devam eder.
Bolu Beyi Abdi Paşa ile Niğde Sancakbeyi Şems Paşazade haklarındaki şikâyetler Sultan Murad’a ulaşınca, ikisinin de hayatlarına kıyılır. Asayişin bozulmasına asla müsaade yoktur.

Bağdad’a Varış ve Muhasara (15 Kasım 1638)

Pâdişâhın otağı yüksekçe bir tepeye kurulur. İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin kabrini ziyaret, zafer sonrasına ertelemiştir. Sultan Murad: “Bağdad’ı fethetmeden ser-mezhebimizi ziyaretten utanırım” demektedir.
Sultan Murad, 24 Aralık’ta muradına nail olur, olur da, şehâdete erişen Sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa’nın acısı da içindedir. Tayyar Paşa’nın şehâdetini anlatanlar, kılıcı elinde çarpışarak şehit düşen ilk sadrazamdır, derler.
Bağdad fethi, belki de Tayyar Paşa’nın fedakârlığıyla gerçekleşmiştir. Sultan Murad bunu bilir. Çünkü Paşa bizzat, sur’un kulelerine çıkmış, orada vuruşa vuruşa şehit olmuştur.
Safevi ordusunun kumandanı Bektaş Han akıllı bir adamdır. Askerinin devamlı kırıldığını, Sultan Murad’ın askerine karşı koymanın imkânsızlığını anlar ve “Vire” ile teslim olmak ister. Yanına bazı kumandanlarını alıp sadrâzamın otağına, oradan da pâdişâhın huzuruna çıkar. Bektaş Han, yer öptükten sonra ellerini kavuşturup dikilir, Pâdişâh sorar:
“Sen kimsün, adun nedür, neye geldin?”
Sultan Murad karşısında duranı bilmez mi? Bilir de, ona söyletmek ister.
“Kal’âi Bağdad hakimi Bektaş Han,kulunum. Kal’âyı Pâdişâhıma teslim itmeğe geldüm!”
“Ya, niçün karşı kodun? Bu kadar muhalefet neden lâzım geldi? Dahi evvel kulluk itsen olmaz mı idi?”
“Çünkim veliyyi nimetümün uğruna kaadir olduğumuz metrebe vuruşmak uhdemize lâzım idi. Nitekim saadetlü Pâdişahumuzun kulları dahi uğur-u hümayunlaruna sarf-ı iktidar iderler. İşte bir avuç kanum ve başumla cânun. Huzûr-i şeriflerine geldüm; dilerse afveylesün, isterse katleylesün; ferman Pâdişahundur!”
“Hele böyle olur. Efendine hidmet itmek ise ancak olur! Sana ve askerüne ve hanlara eman virdüm.”
Bektaş Han da Emir Güne oğlu gibi Osmanlı Devleti hizmetine girdi; fakat kalede kalıp, hâlâ teslimi kabul etmeyenler var ve bunlar kaleye giren yeniçerilere ateş açıyorlar. Kumandanları Bektaş Han onlara teslim olmalarını söylediğinde aldığı cevap: “Bugün hammama varsak gerekdür, yarın çıkıp varalum.”
Pâdişâhın emriyle yeniden başlayan çarpışma Safevilerin biraz daha kırılmalanndan başka işe yaramaz…
Sultan Murad İstanbul’a fatihnâme gönderir, der ki:
“Sair melâin-i haşirin çıkmakda tereddüd itmeğle irtesi askeri İslâm süyû-fi berk iltima-i düşmen iltikaam ile üzer¬lerine hücum idüp zamanı yesirde yirmi otuzbin mikdarı Kızılbaş tu mei şemşir olup…” İ.İ.H.D.) “Lüzumsuz yere inatlaşan melunlar kılıçlarla lokma lokma olarak ziyana uğradılar; hem de 20–30 bin kişi.” diyor.
Savaştır bu, tabii kansız olmaz. Osmanlı askerinin şehit sayısı da beş binden fazla. Safeviler mezheben Şiidir a¬ma, onların da en az dörtte üçü Türk. Herkes mensubu olduğu devleti için savaşıyor ve Osmanlı Devleti kazanıyor. Kanuni zamanında fethedilip 89 sene elimizde kalan Bağdad 14 sene önce kaybedilmişti. Şimdi 278 sene bizim olmak üzere topraklarımıza yeniden katılıyor. Dördüncü Murad’ı Bağdad fatihi yapan bu fetih, dilimize de bir güzel söz yerleştiriyor ki, uzun süre önce kaybettiğimiz Bağdad için bu güzel sözü sürekli tekrarlarız da söyledikçe burnumuzun direği sızlar, gözlerimiz dolar:
“Ana gibi yar, Bağdad gibi diyar olmaz.”
Sultan Murad, “Şimdi yüzümüz oldu” diyerek, İmam-ı Âzam’ın türbesini ziyaret ile kurbanlar kestirir ve türbenin güzelleştirilmesini emreder. Diğer önemli şahısların türbe ziyaretlerini dahi ihmal edilmemiştir.
17.5.1639: “Kasr-ı Şirin Andlaşması” diye tarihe geçen, İranla sulh antlaşması yapılır. Daha öncekilerde olduğu gibi yine önemli maddelerden birisi; “Şeyheyne seb” idi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve bazı sahabelerle Hz. Aişe Val¬demize sövmeleri, hakaret etmeleri yasaklanıyordu.
Sultan Murad, Revan seferi hatırasına Topkapı Sarayı’na yaptırdığı köşke, “Revan Köşkü” adını vermişti, Bağdad hatırasına, saraya “Bağdad Köşkü’nü irade etti.”
Dördüncü Murad padişahlığının boşa giden dokuz seneye yakın zamanının acısını çıkarmaya çalışıyordu. Çalışacaktı. Anası Kösem Sultan’dan ve vezirlerden idareyi eline geçireli sekiz seneye yaklaşıyordu. Memlekette ne asi, ne zorba kalmış, bütün dik başlar, önünde eğilmiş, eğilmeyenler koparılmıştı. Devletin uzun zamandır rahatını kaçıran Bağdad meselesi de hallolunca, gözünü Avrupa’ya çevirmişti Sultan Murad. Avrupa’da yapacağı fetihlerin planı beyninde olgunlaşırken, hastalığı da bünyesini çürütüyordu.
Sultan Murad’ın en büyük zaaflarından sayılan Emir Güne, Silahtar Paşa ve Venedik mühtedisi Biyanki gönlünü eğlendirirken, hastalığının ilerlemesine sebep oluyorlardı. Hiç bir pehlivanın karşısına çıkmaya cesaret edemediği kuvvet sembolü vücûdu çökmeye başlamış, doktorları kesinlikle içkiden uzak durmasını tavsiye ediyorlardı. Kendisine söz geçiremeyene kim tesir edebilir ki?
“Tüfek kurşunundan daha uzağa ok atan kollar” kımıldayamaz hale gelmiş, en cesur insanların, gazabı şahanesinden eridiği bakışlar bulanmış, “koşan bir atın üzerinden diğer koşan atın üzerine sıçrayan” vücut yatağa serilmiş yatıyordu. Saray İmamı Yusuf Efendi başucunda Yasin suresine gözyaşlarını karıştırırken, Sultan Murad’ın ruhu da ebedi âlemdeki yerine uçuyor, ecdad ruhlarına karışıyordu. Geride bir uçurumun kenarından çekip düz yola düşürdüğü devlet arabası kalıyor ve bu devlet, bu yolda, onun verdiği hızla daha bir müddet son sürat gidecekti. (9 Şubat 1640)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.