Sultan III. Mehmed Han

ÜÇÜNCÜ MEHMED

(1595–1603)

13-Sultan III. Mehmed Han

“Ölüm Allah’ın emri ayrılık olmasaydı!” Bir türkümüzün mısrâlarından biridir.
Üçüncü Murad oğlu Üçüncü Mehmed’i anlatacağız. Bir ölüm ve bir kavuşma var! Ayrılık nerede? Bunu “nizamı alem” için boğdurulan şehzadeler için söylemiş oluyoruz herhalde. Üçüncü Murad’ın 100 şehzadesinden hayatta kalan 19 tanesinin acı çığlıkları şimdiden kulağımıza geldi de hayıflandık biraz. Biz hâlâ bazı meselelerin idrakinden yoksunuz galiba, her şehzade boğulmasıyla biraz kinleniyoruz, hâlbuki rahmetli Dündar Taşer kendisine sorulan bir suale karşı verdiği cevapla izahını yapmıştı. Şehzade öldürülmesi meselesinden rahatsızlık duyan bir gence demişti ki:
“Bu aslında çok takdir edilmesi gereken azametli bir karardır. Osmanoğlu, bununla milletin rahatı huzuru, âlemin nizâmı, devletin ve din’in selâmeti için kendi ailesinden fedakârlık yapıyordu”.
1566’da doğmuştu. 29 yaşındaydı. 12 senedir Manisa Valisi idi. İstanbul’dan gelecek büyük müjdeyi bekliyordu. Onun doğumu babasına duyurulunca bir kaç kese altın vermişti müjdeciye. O babasının ölüm haberini getireni servete boğacak. Sadece bu servete göz koyarak Üçüncü Murad’ın ölümünü bekleyenler bile vardı. Kimlerin gönlünde neler yatıyor, bilinmez ki!
Pâdişâhın öldüğü yine usûle uyularak yeni pâdişâh gelene kadar saklanacak, Safiye Sultan’ın çağıracağı Şehzade tahta oturacaktır. Safiye Sultan entrikalar içinde pişmiş bir kadındı. Venedik’ten esir olarak getirildiği gencecik yaşından itibaren önce şehzade sarayında, sonra pâdişâh olan kocasıyla sultan sarayında siyasetin her türlüsünü öğrenmişti. Kocasının önce öleceğini tahmin ediyormuş ki, oğlu vali olarak Manisa’ya giderken bir gümüş tası gösterip, “Bir gün emr-i Hak vâki olur da babanı kaybedersen seni çağırmaya gelenlerle bu tası göndereceğim. Bu tası getirenlere inan” demişti.
Safiye Sultan, Bostancı Başı Ferhad Ağa’nın koynuna bir mektup, eline de gümüş tası tutuşturup, Manisa’ya yolladı. Ölüm çok mühim sır olarak saklansa da bazı kulağı deliklerin de haberi oldu. Bunlardan biri “vüzerâdan” İbrahim Paşa’dır. O da Sofu Osman Ağa adlı adamını yola düşürdü. Durumdan haberdar olan Sadâret Kaymakamı Ferhad Paşa yarıştan geri kalmak istemeyecektir. O da bir taziye ve tebrik tezkiresiyle bir Ağa’yı gönderdi. Ferhat Ağa Şehzâde’nin huzuruna varıp gümüş tası da gösterince her şey bitmiştir. Kendisine müjde karşılığı olarak “Mısır” eyaletini ihsan buyurdular. Ferhad Ağa ölünceye kadar Bostancı Başı kalmayı dileyerek Mısır’ı kabul etmedi. “Şehzadeyi Mudanya’dan alıp İstanbul’a getiren Sancak Beyine de Kıbrıs eyaleti ihsan edildi.” (Peçevi)
Bütün ihsanlar, sevinçler bir tarafta böyle yaşanırken, diğer tarafta on yedi yaşındaki Şehzade Mustafa duygularım şiire dökmeye çalışıyordu.

Nâsiyemde kâtibi kudret ne yazdı bilmedim
Âh kim bû gülşeni âlemde herkiz gülmedim

Ferhad Ağa’nın yeni pâdişâhtan aldığı bahşişin 20 bin duka olduğu, onun dolar karşılığı 8 milyona eşit olduğu bildiriliyor.
Yeni padişah kuşluk vakti Sarayburnu’nda karaya çıktı. 101 pare top atılmaya başladı ve İstanbul halkı Sultan Murad’ın öldüğünü, saltanatın el değiştirdiğini anladı. Yavuz Sultan Selim’in Nedimi Hasan Çan’ın babası Hoca Saadeddin Efendi’nin öncülüğünde biat merasimi başladı. Makam sırasına göre devlet erkânı birer birer yeni padişaha biat ettiler.
Yeni pâdişâh Üçüncü Mehmed için Hâlim, Selim, Kerim, Edip ve Vakur gibi sıfatlar kullanılır ve “evkaatı hamsede cemaate müdavim” denir. (Beş vakit namazı cemaatle kılardı.) “Hazreti Peygamber’in adı anıldığı zaman ayağa kalkardı” denir. Zaafı olarak da “her türlü tezvirata koşardı” diye anlatılır. Meziyetlerinden biri de iyi şairliğidir. “Çok kültürlü, iyi tahsil gördü, en iyi hocaların elinde eğitildi” diyerek göklere çıkartılır. Şiirlerinde Adlî mahlasını kullanırdı. Şu şiir onundur:

Yokdurur zulme rızamız adle biz mailleriz
Gözleriz Hakk’ın mâsın emrine kailleriz
Arifiz, âyine i âlem nümâdır gönlümüz
Rüzgârın cünbüşünden sanmayın gafilleriz
Pûte i aşk içre Adlî kaal edelden kalbimiz
Gıllu gışdan hâliyiz, âlemde safi dilleriz

“Adlî” mahlasını kendisinden önce kullanan İkinci Bâyezid bulunduğu gibi, daha sonra İkinci Mahmut da kullanacaktır. Bu, padişahlarımızın adalete olan bağlılıkları, sevgileri, saygıları ve ona verdikleri değerin ifadesidir. Adaletin mülkün temeli olduğunun idrakinde idiler, hepsi de… Her halükarda bunun tatbikine de çalışacaklardı, “din ü devlet mülkü millet” için. İşte, Üçüncü Mehmet, bu konuda birinci imtihanı veriyor. Büyük dedesi, Büyük Fatih’in kanununa uyarak ondokuz kardeşinin boğdurulmasını emrediyor. Dilsizler; süt emen bebeden, onyedi yaşındaki Şâir Şehzade Mustafa’ya kadar hepsini boğarak öldürüyorlar. İstanbulluların ağlamaktan kan çanağına dönen gözleri, Üçüncü Mehmed’in yanan bağrını göremeyecek kadar öfke doludur. O devletin bekası için en ağır acılara katlanmaya mecburdur. Eğer, yaratan onu biraz sonraya bıraksaydı, kendisinden önce gelen de aynı işlemi yapacaktı! Kader bu.
“Din-ü devlet-mülkü millet” din, devlet, vatan ve millet için yapılmayacak hiçbir fedakârlık yoktu. Yapılıyordu. Ama bu, bundan sonra değişecek. Üçüncü Mehmed valilikten gelen son şehzade ve sıralanan kardeş tabutlarını gören son padişahtır.
Üçüncü Murad’ın cenazesi kalkar, ertesi gün de ondokuz şehzadenin cenaze namazları Şeyhülislâm Bostanzâde tarafından kıldırılır. Şehzadeler sıra sıra, babalarının ayakucuna defnedilirler. “Kanunnâme-i Âl-i Osman”ın saltanat kavgalarını önlemek için konulan ‘Nizam-ı âlem’ maddesine mugayirdir!”
Gerekçesi ise ondokuz şehzadeden sadece dördünün yetişkin, diğerlerinin pek küçük oluşu. Yani onbeş tane şehzade nâ hak yere öldürülmüştür.
Üçüncü Mehmed’in padişahlığının üçüncü günüdür. Cülus bahşişi dağılır ki, tam 160.000 duka altını. Üçüncü Mehmed, daha sonra bazı insanların işlerine son verir.
Babasından kalan hokkabazlar, madrabazlar, sazendeler, cüceler saraydan uzaklaştırılır. Sadâret değişikliği yapılır… Vezir-i Âzam Koca Sinan Paşa gözden uzak kalınca, Ferhad Paşa padişahın gönlünü kendinden yana çelmeyi, Mührü Hümâyunun yönünü değiştirmeyi becermiştir. Aslen Arnavut olan Koca Sinan Paşa’dan sonra yine Arnavut olan Ferhad Paşa sadarete getirilir. Bu değişikliği hazmedemeyen Sinan Paşa, sipahileri kışkırtıp Ferhad Paşa aleyhine olay çıkartır, beş ay kadar sonra Ferhad Paşa azledilir, tekrar Koca Sinan Paşa sadârete kavuşur.
“Avrupa cephelerinde Osmanlı şehirleri düşman orduları tarafından yakılıp yıkılırken mevkilerinden başka bir şey düşünmeyen devşirme vezirlerin birbirleriyle uğraşıp İstanbul sokaklarında askeri isyanlar çıkartmaları devlet bünyesinin ne kadar bozulduğunu gösteren çok acı bir vaziyet demektir.”

Prens Mansfeld’in Estergon Kuşatması (1 Temmuz 1595)

Koca Sinan Paşa Vezir-i Azam ve Serdar-ı Ekrem’dir. Kendisi Eflâk cephesinde bulunur, oğlu Mehmed Paşa’yı Macar serdarlığına tayin eder. Mehmed Paşa’nın, muhasara edilen Estergon’a koşup Prens Mansfeld’in 70 bin kişilik ordusunu püskürtmesi lâzım. Kalenin fazla dayanma gücü kalmamıştır. Dışkale gitmiş. Barut ve su düşman eline geçmiş, içerde yaralı askerler “bir yudum su” diye inlemektedirler. Bir kısım asker de susuzluktan ölmüştür.
Devlet o kadar büyük ki; bir baştan öbür başa gitmek isteyen, iki mevsimi yolda geçirmek zorunda kalır. III. Mehmed’e kalan, onun hükmü altında bulunan yerlere bir bakalım. 1300 senesine doğru Osman Gazi ile başlayan büyüme 300 senedir devam edegelmiş, henüz toprak ve deniz kaybına uğramamıştı. Tarihte hiçbir devletin bu kadar geniş toprağı olmamıştı. “Her biri tek başına bir krallık olabilecek güçte kırk Beylerbeyliğe ayrılmıştı.”
“Bu kırk Beylerbeylikten Avrupa’da olanları: Macaristan, Bosna, Rumeli, Girit, Yunanistan, Yunan Adaları, Makedonya, Trakya, Sırbistan, Bulgaristan’la; Afrika’da: Mısır, Cezayir, Tunus ve Trablus krallıkları Asya’da ise bütün küçük Asya’yı içine alan Anadolu, Karaman, Kıbrıs Krallığı, Suriye, Mezopotamya, Gürcistan, Kafkas ülkeleri, Bağdad ve Fırat kıyıları, Trabzon Krallığı, Kudüs, Basra, Musul, Diyarbekir, Kızıldeniz kıyısındaki iki Arabistan eyaleti Aden ve Hint Denizi’nin bir kısmı, kırım ve Türkistan’ın bir bölümü vs. idi.”
“Bu eyaletlere ilâve olarak Bâb-ı Âli’nin kendi kanunlarına göre hükümdarlarını seçtiği yan bağımsız ülkeler olan Erdel,Boğdan, Eflâk, Raguşa Cumhuriyeti bazen de Lehistan vardı.”
İşte, bu koca ülkeyi bir kişinin mutlak otoritesi yönetiyor ve yönetecek. Şimdi bu otoritenin adı Üçüncü Mehmed. Lamartin’in sıraladığı yukarıdaki eyaletlerin bazıları Hammer’de daha değişik isimlerle takdim ediliyor ama netice aynı, tam 40 eyalet: Din, dil, milliyet farkı, iklim farkı yani, ne kadar fark olabilirse hepsi olduğu halde bu geniş coğrafyayı bir tek vatan olarak, bu kadar ayrı insanları bir millet olarak bir arada tutabilmek her babayiğidin kârı mı?
Hükmedilen ülkelerin farklılığı hükmedenlere de yansımış, Pâdişâh ve Şeyhülislâm hariç diğer yönetimlerin başı çoğu kez gayrı Türk’tür. Estergon’da askerimiz susuzluktan kırılır, bir avuç insanla 70.000 kişiye karşı koyması beklenirken onların imdadına koşmayan Paşa da gayri Türk idi.
Bu tür insanlardan iyileri çıkmıyor mu, denirse, elbette çıkıyor, denecektir. Vazifesini vazife gibi yapan kahramanlık sıfatını hak edenler de var, yeri geldikçe, övgüye lâyık olanlar övülecek, yergiyi hak eden de yerilecek. Şimdi, İsmail Hami Danişmend’in öfkesini, isteyerek paylaşıyoruz.
“Korkak oğlu korkak”, Uğursuz oğlu uğursuz”, “Alçak oğlu alçak”. Bu sıfatlar Koca Sinan Paşazade Mehmed Paşa’ya aittir ve Estergon’daki mahsur askerlerimiz bu zatın yardımını, kurtarıcılığını beklemekteler. Mehmed Paşa’nın maiyetinde ünlü kumandanlar var. Bunlar: Budin Beylerbeyi Sofu Sinan Paşa, Timaşvar Beylerbeyi Mihaliçli Ahmed Paşa, Sigetvar Beylerbeyi Tiryaki Hasan Paşa, Halep Beylerbeyi Çerkez Mahmud Paşa ve Yanık Beylerbeyi Arnavud Osman Paşa. Bu namlı paşaların askeri gücünün yekûnu 10 bini bulmamaktadır.
İşte, bu onbin kişilik askeri kuvvet ile yetmiş binlik Almanya, Macaristan, Avusturya, Bohemya, İtalya ve Belçika kuvvetlerinin karşısına çıkılacak. Silâh üstünlüğü de karşı taraftadır. Mehmed Paşa’nın öne çıkan vasıflarından olan korkaklığı, cesaret gösterisiyle kapanacaktır. Bunun için de, bildiği bir çare var Sinan Paşazade’nin; kafayı çekmek. O da öyle yapar. Kendisinden yedi kat fazla düşmanın karşısına çıkabilmek için alınması gereken tedbirlere başvurmadan, yardım kuvveti istemeden, kumandanlarının fikirlerine hiç ehemmiyet vermeden macera peşine düşen Sinan Paşazade Mehmed Paşa, bütün korkularını örtmek için kafayı adamakıllı çeker. O kadar sarhoş ki, at üstünde duracak hali yoktur. Hatta askerin karşısında kusar; fakat emir vermekten de geri kalmaz. Bir emri:
“… Alayın önünde kusmaya başladı. Bu hâli görenler ve duyanlar onu azar yağmuruna tuttular, ama neye yarar? Kendini kaybetmiş, ne söylediğini bilir, ne de suçunu anlar durumda idi.”
“Mehmet Paşa’ya ve Osman Paşa’ya «hemen yürüsünler» diye çavuşlar gönderip duyurdu. Gerçi metrisin her biri hendekle çevrilmiş birer tabya olduğu açıkça görülüyordu. Lakin Osman Paşa, «bu uçarının sözünü işitmektense ölmek yeğdir» deyip, yürüdü… O sırada Osman Paşa şehid düştü.”
Bir şanlı Paşamız, bu adamın muhatabı olmayı istemeden, ölümü seçişi vahameti göstermeye yeter. Bu “korkak oğlu korkak” sonunda savaş meydanından kaçarak İslâm ordusuna büyük bir bozgun yaşattı. Hikâyesi şöyle:
“O sırada Mihaliçli Ahmed Paşa ile Sofu Sinan Paşa da üst taraftaki tabyalara saldırırken «Serdarı bî ar» Müneccimbaşı’nın tabiriyle «bilâ sebep» Kâtip Çelebi’ye göre «iki asker birbirine karışmaya karib olup top ve tüfek atulurken serdarı bedkâr askeri sındı sanıp» ve Edirneli Mehmed’e göre de «Avret gibi şaşup Budin’e doğru kaçmaya başladı.”
Çok fazla şehid verilen bu savaşta bir miktar asker kaçıp kurtulmuş, 1400 kadarı da kaleye sığınmayı başarabilmişti ve savaş meydanında bırakılan her şey düşmanındı. Bu yenilginin bütün şerefi! Baba-oğul paşalara aiddir.

Estergon, Estergon!

Bu fasıldan sonra tarihimizin hem şanlı hem de acı bir safhası olan Estergon’un düşüşüne geçelim. Bir türkümüz var kanımızı coşturur, içimize yiğit acılar doldurur:

Estergon kal’ası bre dilber aman subaşı durak
Yakıyor sinemi bre dilber aman bir sinsi firak

“Korkak oğlu korkak” Budin’e kaçmış, 1400 asker kaleye sığınmıştı ya, şimdi onlar, dışarıda bekleşen 70000 düşman askeriyle savaşacaklar. Evet, sadece 1400 Türk askeri, ellerinde 42 topları var. Düşman bir günde 2000 gülle yağdırabiliyor.
Askeriyle beraber kaçan “bî ar” Mehmed Paşa’dan yardım alamayan Estergon Kalesi, Kerbelâ gibidir. Su deposu ve barut deposu da düşmanın elinde.
Asker kavrulmuş buğday yiyor, yanıyor. İçecek su bulamıyor. Serinlemek için “sarnıç çevresindeki mermerleri yalayan ve bir damla su diye can verip can alan elsiz ve ayaksız, bitkin ve yaralı, humbaradan haşlanıp gözü kapanmış ve yüzü şişmiş, pis kokulardan halkın genzi dolmuş çaresiz dertlilerin çığlıkları ve iniltileri, gönülleri çıldırtır, umutsuzluğa düşürürdü.”
Bu Estergon’un acıklı hikâyesi çok uzundur. Peçevi İbrahim Efendi olayın canlı şahididir. Yazdığı tarihinde, özetleyip anlattığını, her şeyin doğru olduğunu yemin ederek kuvvetlendiriyor. Biz onun özetini de özetleyip alıyoruz.
“Kalenin içinde yaşamaya imkân kalmamış gibidir. Askerler kumandanları teslime zorlarken, kumandanlar ölmeyi tercih ederler. Mehmet Paşa «buraya ölmek için girmiş kapanmışım, ben ölmeden kaleyi veremezsiniz» der ama askerden dayak yer. Askerler sonra, esas yetkilinin Sancakbeyi Seyit Bey olduğu, bu meselenin onunla halledileceği düşüncesiyle ona giderler. O da Mehmet Paşa gibidir. Zavallı yiğit Seyit Bey’in başı yarılır, kolu kırılır. Bu direnmenin sonu yoktur…
Ertesi gün Sirem Alaybeyi Boyalı Hüseyin Beyi zorla, yumrukla, tokatla vura vura “vire” için dışarı çıkarırlar. Hüseyin Bey “Olacak oldu, gel beraber çıkalım, hazır seyirdir” der Peçevi’ye.
Vire şartlarını görüşmeleri ilginçtir, aynen aktaralım.
Sorarlar: “Kaleyi niçin veriyorsunuz, bunca çilesini çektiniz; top atışlarına katlandınızdı. Yiyeceğiniz, içeceğiniz mi kalmadı?” Alaybeyi cevap vermez, Peçevi: “Sinan Paşazade sözünü tutmadı, bu sebepten onu padişahın gözünden düşürüp, idam edilmesini temin için, ona garezimizden teslim oluyoruz.” “Yiyeceğimiz çok, anbarların kapısı açık durur. Suyumuz sarnıçtan. Bir aydır içiyoruz, üç karış eksilmedi.” Bunları anlatan Peçevi iyi bir anlaşmaya varmak için çaba sarfeder. Sonunda anlaşmaya varılır. Kaleye dönerken endişe içerisindedir Peçevi. Kendisi paşanın kâtibidir ama paşadan habersiz, paşanın işini yapmıştır. Durumu nasıl anlatacağını bilemez; Allah’tan yardım ister.
Kaleye dönüşünde, Mehmed Paşa’nın bir şeyden haberi olmadığını anlayan Peçevi rahatlar. Paşa, beylerle, beyoğlularla oturuyor, gözleri yaşlıdır. Beni görünce nerede olduğumu sordu. Ben de, “Sultanım, şanı yüce Tanrı’dan rica edelim, inşaallah yine Estergon’u aldığımız zaman vireyi söyleşecek bendeniz olayım” dedim. Gözleri yaşla doldu ve ağladı. Meğerse bu sözü tam vaktinde ve yerinde söylemişim. 10 sene sonra dilek gerçekleşti.”
O gün, düşman tarafını, Sinan Paşazade Mehmed Paşa’ya garezlerinden teslim olmak istediklerine inandırmışlar. Onlar, yine de, kalenin yiyecek-içecek durumunu merak ederler. Kalede kendilerine göre incelemeler yaparlar, tabi hissettirmemeye özenerek. Bizimkiler de zenginlik, bolluk içinde olduklarını göstermek için epey ter dökerler. Hikâye çok uzun. Peçevi’nin, “İlginç bir konuşma” diye başlık attığı bir bölümün özetine bakalım.
“Palfi denilen (vire anlaşması için konuştuğu adam) melun çok tedbirli ve akıllı bir kâfir idi. Her ne söylerse, bir de örnek verirdi… Estergon’un viresini söyleşirken şöyle konuştu:”
“Biz eski insanlardan şunu öğrendik; Müslümanlar kapalı bir kutudur. Aman açmayalım. Açılırsa içinden yılan, çıyan, akrep çıkar, hepimizi sokar öldürür! Bu korkuyla bakardık size, meğer kutunun içi boş imiş. İşte açtık ve gördük.”
Palfi cevabı Peçevi’den alır.
“Atalarınız doğru söylemişler; yanlış yapan sizsiniz. Şu anda siz kutunun üzerindeki zarfı açtınız, kutunun kapağını açmış değilsiniz. Bundan sonra açılırsa açılır. O zaman sokucu yaratıkların zararını görün, bakalım nasıl olur?”
“Eğri fethedilince, kâfir anlamıştır ve Türk’ün dediği doğru imiş, demiştir.” diyor, Peçevi.

Ferhad Paşa’nın İdamı (9 Ekim 1595)

Eski sadrâzamlardan Ferhad Paşa’nın idamına sebep, sevimsiz ve geçimsiz oluşudur. Resmen gösterilen sebep şöyle:
“Tuna yakalarından bazı feryatlar gelip”
“Ehli iyâlimiz kâfire esir olduğundan gayri, meclislerinde kadınlarımıza ve kızlarımıza kadeh sürdürürler! Namus ve İslâm gayreti kanı?”
“Dediklerinde gazab u unf ile” Paşanın cevabı:
“Ya siz anlarun avretlerin ve kızların esir ittüğünüz hoşça mıydı?”
Ferhad Paşa’nın bu öfkeli cevabı; Şeyhülislâm Bostanzâde’nin idam fetvasına sebep olur. Bostanzâde’nin bu fetvayı Sinan Paşa’dan aldığı 30 bin altına verdiği iddia edilir ve ayıplanır.
Ferhad Paşa’nın idamı hemen olabilmez, çünkü kendisi Rusçuk’tan henüz dönmemiştir, yoldadır. Ölümünü, bir an evvel ortadan yok olmasını arzulayan Sinan Paşa, Şam yeniçerilerini yola çıkarırken der ki:
“- Mâlı sizin, başı saâdetlü Pâdişâhın!”
Ferhad Paşa, üzerine gelen Yeniçerilerin ayaklarına altınlar saçar, onlar altınları toplarken birkaç adamıyla Istranca Dağları’na kaçar… Oradan Valide Sultan’a kıymetli mücevherler göndererek “Hattı eman” temin eder. Bir müddet şaşa’alı yaşar. Araya başka rüşvet olayları da karışır ama sonuç değişmez. Yedikule Zindanı’nda asılmak veya boğulmak kaderidir, kaçamaz.
Ferhad Paşa’nın sonu böyle gelirse de, bütün suçlamaların bir tezgâhtan ibaret olduğu, tezgâhçının da Koca Sinan Paşa olduğu herkes tarafından bilinir. O günlerin tarihini yazan Peçevi anlatır: “Rahmetli Sultan Murad Han zamanında olsa, Ferhat Paşa’ya kıymak ihtimali düşünülemez. Oysa değil öldürülmeye azledilmeye bile müstahak değildi. Fakat Sultan Mehmed çok saf, temiz yürekli, vezirlerin hile ve entrikalarından habersiz olduğundan, böyle haksız işleri şahsî gurur yüzünden yapardı.”
Ve Peçevi şunu da ilave eder sözlerine:
“Sinan Paşa Ferhad Paşa’ya kin beslediği için böyle bir iş etti ama kazdığı kuyuya kendisi düştü. Büyük Allah’tan cezasını buldu.”

prü Faciası ve Akıncı Ocağı’nın Sönmesi

Üçüncü Mehmed devrinin önemli facialarındandır: Devletin, padişahtan sonraki en büyüğü olan vezir-i âzamin açtığı en büyük yaradır bu. Sinan Paşa’dır bu adam ki, “utanmaz adam” diye de bir sıfat yakıştırılmış ona. Yerköyü’nü Rusçu’ğa bağlayan Tuna Köprüsü’nden askeri geçirmek ister. Bu geçiş üç gün üç gece sürecektir.
Arkada düşman kuvvetleri var. Önce paşa geçer karşıya ve sonra bütün ağırlıklarla askerin geçmesine sıra gelir. Askerlerin ellerinde ganimetler vardır. Paşa’nın emriyle ganimetlerden “Bâc” alınmaya başlanır. Bunun yeri değildir ama Paşa söz dinlemez. Düşman son hızla yaklaşmakta, askerler vergi işlemleriyle oyalanmakta. Hem esirlerin hem ganimetlerin hesabı uzar gider. Hesap verenlerin içinde serhadleri titreten akıncılar bulunmaktadır. Paşa, “Basra harab olduktan sonra” vergiden vaz geçer. Fakat neye yarar. Düşman yetişir. Köprüyü top ateşiyle ortadan yıkar ve beri yakada kalan askerlerimiz kılıçtan geçirilirken, köprüdekiler feryatlarla Tuna’nın azgın sularında boğularak can verirler. Bugün, Sinan Paşa’nın kara vicdanıyla Türk’ün kanlı bir sayfası yazılmış ve “hiçbir ferd halas olmayup ol zamanda Akıncı kökü kesilüp münkariz olmuştur.”
“Efradı umumiyetle Türk ırkından olan ve iki buçuk asırdan beri Avrupa’yı titreten bu ocağın sönüşü Koca Sinan denilen feci devşirmenin sebep olduğu en büyük felâketlerden biridir. Karşı yakada kalan bütün ağırlıklar düşman eline geçmiştir. “Serdar ı bî-âr”ın yüzünden o gün binlerce insan kırılmış, devlet milyonlar değerinde zayiata uğramıştır.”
“Osmanzâde Tâib de Koca Sinan’ın bu faciadaki yüz kızartıcı vaziyetini şu beytiyle anlatır:

“Kendünün hod işi tebâh oldu / Kendisinin birinci işi yıkmak oldu
Balçığa düşdü rû-siyah oldu”/ Çamura saplanıp yüzü siyah oldu

diyerek Paşa’nın bataklığa saplandığı, bir asker tarafından kurtarıldığı zamanı başına kakıyor Şair Taib.
Allah, devleti böyle felâketlerden de, böyle paşalardan da korusun. Bu felâketten sonra Paşa’nın sözü dinlenmez. İstanbul yoluna düşülür. Haber İstanbul’u da mateme boğmuştur ki, Sinan Paşa Kapucular Kethüdası Ahmet Ağa’nın Haramidere’de yetiştirdiği “Hattı Hümayun”la görevden alınıp, Malkara’daki çiftliğine gönderilir.
Rahmetli İsmail Hami Danişmend kronolojisinde Sinan’ın yerine geçen Lala Mehmed Paşa’yı anlatırken sevincini gizleyemez ve yaptığı hesapları da sıralar. Ona göre, “Yeni Vezir-i Âzam Manisa eşrafından birinin oğludur. Fatih devrinden beri 142 senede 44 defa sadâret değişikliğinde 30 kişi görev yapmış. Bunların 26’sı Arnavut, Boşnak, Hırvat, Rum, Macar ve hatta Frenk devşirmesi, içlerinde 4 tane Türk var, bunlar da Karamâni Mehmed Paşa, Çan-darlı İbrahim, Piri Mehmed ve işte bu Lala Mehmed Paşa’dır.”
Herhalde Üçüncü Mehmed’in yaptığı en isabetli işlerinden biri bu, vezâret-i ehline vermesidir. Amma ki, yeni vezir-i âzam hiç bir icraate fırsat bulamadan, dokuz gün sonra ecele teslim olur.
Lala Mehmed Paşa’nın beklenmeyen ölümü tekrar Koca Sinan Paşa’ya sadâret yolunu açar. Paşa’nın, beşinci defa gelişidir bu, hem de son gelişidir. Tarih: 1 Aralık 1595 Cuma.
Sinan Paşa gibi, kimse tarafından sevilmeyen bir insanın tekrar, tekrar sadâret makamına getirilmesini izaha çalışanlar koruyucularının çokluğundan bahsederler ve derler ki: “Sinan Paşa’nın kîsesi kebir ve hamileri kebir,” idi.
Koruyucularının başında Şeyhülislâm Bostanzâde’nin gelmesi, ayrıca üzüntü vericidir. Bu zatla ilgili, Ferhad Paşa’nın idamına, 30 bin altın alarak fetva verdiği de söyleniyordu.

Sinan Paşa’nın Ölümü (4 Nisan 1596)

Koca Sinan Paşa’nın beş sadaretinin üçü, Üçüncü Murad devrinde, ikisi Üçüncü Mehmed devrindedir. Onu kötülemek için kendimizi hiç zorlamadık, sadece kaynaklardan bir miktarım aktardığımız onunla ilgili yazılar, yazık ki yürek ferahlatıcı değildi.
“Hilekâr, yalancı ve bilhassa palavracı” diyen I.H. Danişmend, “En büyük ve en son fenalığı devletin başına, on üç sene sürmüş bir Nemçe seferi açması ve en büyük iyiliği de Üçüncü Mehmed Eğri seferine çıkmadan evvel ölmesidir” diyor.
Sinan Paşa’nın medeniyet düşmanı olduğu da söylenir. Şâirleri ve âlimleri de hiç sevmezmiş Sinan Paşa. Şairler de onu sevecek değil ya! İşte Tarihçi Ali’nin, Paşa ölünce söylediği,

Gerçi mürd oldu gitti ol murdar
Kabr içinde azabı nârını gör

Şair Emin Bey de bir şiir yazarak tarih düşürmüş;

Vâsıl i Berzah Sinan Paşayı hod râyi anid
Sal i ömrü zulm ile yetişdi doksan yaşına
Nasb ı nefs etmişdi kesr i ırzına her bî kesin
Kasd ederdi bir fakirin ekmeğine aşına
Kalbi sahtında yok idi hiç terahhumdan eser
Bakmaz idi kimsenin gözden akan kan yaşına
Herkese “toprak başına” der idi tarih dedim
N’ola öldü ise ol bed-ahd toprak başına.

Ne bahtsızlıktır ki, ölümüne seviniliyor, şairler sinelerinde biriktirdikleri -sevgiyi değil- kini seslendiriyorlar. Koskoca bir vezir-i âzamin kaybı üzüntü yerine, millete sevinç çığlıkları attırıyor. Aradan geçen asırlar bile onun affedilmesine yetmiyor.
Koca Sinan Paşa’nın doksan yaşında öldüğü söylenir. Belki biraz daha azdır ama sekseni geçtiği muhakkaktır. Bir de çok zengin olduğu söylenir. Uzun bir liste halinde sıralanan terekesi, zamanın modasına yakışan servet cinsiyle doludur. 600.000 duka altınla başlar liste ve devam eder, akçe, kıymetli taş, zeberced, inci teşbih, inci, altın tozu, elmas gerdanlık vs. vs. En ünlü bir kaç zenginden biri olan Paşa, hazineye borçlanacak ve öde-miyecek kadar da tiynetsizdir. Tabii ki bütün serveti hazineye kalmış. (4 Nisan 1596)

Damat İbrahim Paşa’nın Sadareti

Osmanlı tarihinde iki tane çok meşhur Dâmad İbrahim Paşa var. Biri Kânuni’nin veziri Pargalı İbrahim idi, geçti; diğeri Nevşehirli İbrahim’dir, gelecek. İkisinin ortasında, bir de Üçüncü Mehmed’in damadı olan İbrahim Paşa var, bahsi geçen budur. Sinan Paşa’nın Ferhad Paşa’ya kurduğu tuzaklarda parmağı, Ferhad Paşa’nın öldürülmesinde bile rolü bulunan İbrahim Paşa’nın, son zamanlarda Sinan Paşa ile arası açılmıştı.
Sefer hazırlıkları yapılırken, ihtiyar Sinan Paşa, doyamadığı dünyadan ve servetinden ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Cenazesi, Ayasofya Camii’nde kılınmadan evvel, ondan kalan Mührü Hümayun, kendisini hasretle bekleyen İbrahim Paşa’ya verildi.

Valide Sultan

Safiye adını alıp Türkleşmiş, müslüman olmuş bulunan Üçüncü Murad’ın sevgili eşi Venedikli Bafa. Kocası üzerindeki nüfuzunu, onun ölümünden sonra oğlu üzerinde kullanmaya başladı. Valide Sultan olmanın getirdiği artıları iyi değerlendiren bu müsrif kadın yevmiye 3000 akçe, ayrıca yaz ve kış başlarında 360.000 akçe hediye alıyor. Bunlar yetmiyor gibi “Poşmak (terlik parası) nâmıyle bir milyon akçe de zam yapıldı.”
Üçüncü Mehmed’i gözünün önünden ayırmak istemeyen Venedikli Bafa, bunu, kendisinin bulunamayacağı bir seferde tesirinin azalacağı için yapıyordu. Öyle bir durum hâsıl oldu ki, oğlunun sefere çıkışını önleyemedi. Öfkesine hâkim olamayan Valide Sultan, kendi eski dininden olan Hıristiyanlar için katliam teklif etti.
Safiye Sultan’ın teklifi uyulması gereken kat’i bir emir değildi. Hatırının sayılması, pâdişâh üzerinde otorite kurması, ağzından çıkan sözlerin kanun olmasını gerektirmiyordu. Bunu ancak, Pâdişah’a söyletebilirse meramına ulaşabilirdi ki Pâdişah’ın böyle bir söz söylediği yoktur. Hammer tarihinden iktibas olan bu bilgiler ne derece doğrudur bilemeyiz; doğruluğu tartışılsa dahi, kerhen söylenmiş olması da düşünülebilir. Bırakın eski dininin inananlarını, sadece insan olmaları bile, Valide Sultan tarafından katliama tabi tutulmalarını ayıp saymaya yeter. Safiye Sultan’ın parayla münasebetindeki sıcaklığın kalbini bu kadar soğutmuş olması, vicdanım altın torbalarına hapsetmesi herhalde olacak iş değil.

Eğri Seferi Hümâyunu (20 Haziran – 22 Aralık 1596)

Sadrâzamla ve diğer vezirlerle çıkılan seferlerin sonu hüsran oluyor, askerler savaştan soğuyor, herkes Kanunî devrini ve önceki devirleri özlüyordu. Asker, Niğbolu’da düşman askerinin arasından görünmez adam gibi geçip kaledeki kumandana “Bre Doğan!” diye bağıran bir Yıldırım Bâyezid’i, Kosova’da, savaş meydanında şehit olan İkinci Murad’ı, 71 yaşında Sigetvar’da can veren Kânûni’yi arıyor… Sarayda oturan pâdişâh istemiyor, asker-sivil bütün millet Safiye Sultan’a kinleniyordu.
Bütün tarihçilerin “her söze hemen kanardı” diye saflığını anlattıkları Üçüncü Mehmed, anasının tesiri altından Hoca Saadeddin Efendi sayesinde kurtulur ve askerin arzusu gerçekleşir. Babası Üçüncü Murad için söyleyemediğimiz, “Seferi Hümâyun”u bir defa için de olsa, şimdi söyleyebiliyoruz. Eski vezir-i âzamlar Serdar-ı Ekrem olarak sefere çıkarken büyük şevkle gider, haşmetle, muzaffer olarak dönerlerdi. Her sefer, memleket hudutlarını genişletirdi. Son senelerde bunlar görülmediği için Vezir-i Âzam Dâmad İbrahim Paşa bile pâdişâhın sefere çıkışına seviniyordu. Başkumandan olarak gireceği savaşın kaybı halinde, kendi “Hal”i de gündeme gelebilirdi.
Yirmisekiz yaşındaki pâdişâhın kızı Ayşe Sultan’la evli olan İbrahim Paşa’nın kaç yaşında olduğunu bilmiyoruz. Tahminimiz o ki, kayınbabasından büyüktür.
Üçüncü Mehmed’i Eğri seferine çıkması için zorlayan herkesin bir hesabı vardı: Bunlardan Sinan Paşa’nın hesabını ki, tabî Paşa sağ iken söylemişti. Peçevi anlatıyor:
“1. Sadrâzam serdar olursa kaymakamı onu desteklemez ve basan kazanmasını istemez. Sadrâzam başarısız olursa azli gerekir, yerine kaymakam geçer.
2. Eğer aşağı derecedeki vezirlerden serdar yapılırsa sadrâzam ona yardımcı olmaz. Çünkü zafer kazanırsa sadrazamlıktan başka bir makam onu tatmin etmez. Hâl böyle olunca yapılacak en doğru iş, Cihangir pâdişâhın bir yıl için zahmete katlanarak şahsen sefere gitmesi ve rahmetli Sultan Süleyman Han gibi Allah’ın inayeti ile din ve devlet düşmanlarına hadlerini bildirmesidir.”
Pâdişâh, yanında bir sürü vezir, paşa, kadıasker, kazasker ve hocası Saadeddin Efendi olduğu halde, sefere hazırdır. En göz alıcı giysiler içerisinde, mücevherlerin parıltısıyla, çavuşların “Savul Irak dur!” sesleri arasında yola çıkılır. Hazinenin yarısına yakın “7.4 milyar dolar değerinde 18.5 milyar dukalık altın, gümüş de padişahla sefere gider.” Hedef, Kanuni’nin zamanında muhasara edilip de alınamayan Eğri Kalesi’dir.
Senelerdir pâdişâh başkumandanlığına hasret kalan orduda her şeye azamî dikkat gösterilmektedir. Yolda padişahla konuşmak isteyen ulema efendiler, vüzera paşalar uğur saydıkları güneşe bile dikkat ederler. Baş kethüdanın işaretiyle “Otağa varıncaya kadar pâdişâha yanaşmak isteyenler güneş sağ canibinde oldukda sal canibine yanaşırlar ve sağ canibde bulunup sola yanaşmak lâzım geldükde uğur kesmeyüp pâdişâhın ardundan dolaşıp sola yanaşırlardı.”
Pâdişâh Belgrad’a gelince Hünkâr tepesi’nde otağ kurulup, askere resmigeçit yaptırdı. Burada da garip bir olay yaşandı. Estergon Kalesi’nin düşmesindeki baş suçlu Menhus Mehmed Paşa denen hainin vezirlik rütbesi alındı, araya, kendisi gibi dönme olan Cağaloğlu Sinan Paşa girip padişaha ricada bulununca rütbe üç gün sonra iade edildi. Ve Belgrad muhafızlığı vazifesiyle orada bırakıldı; amma devlete verdiği zararlar için elinden alınan malları iade edilmedi. Padişahların işine de akıl sır ermiyor. Bu hain paşayı padişah affetse bile aynı hoşgörüyü göstermeyecek insanlar da vardır. Şimdi devamım görelim. Şu üç günlük dünyada, üç günde kaybeden ve bulan paşa sonra ne olmuştur?
Tuna’nın karşı yakasına geçmek için köprü yaptırma vazifesi Mehmed Paşa’nındır. Askerler azimle çalışıyorlar, işi başaralar ki karşıya geçilsin. Kış gelmeden Eğri Kalesi’ni düzeltsinler, zaferle ve bol ganimetle İstanbul’a dönsünler. Bu hırsla çalışan askerler, bir de Mehmed Paşa’yı karşılarında görmezler mi? Hemen saldırırlar. Onun korkaklığı, kalleşliği yüzünden şehit olan arkadaşları ve devletin uğradığı zarar unutulmamıştı. Paşa, alışık olduğu gibi atını mahmuzlayıp Belgrad’a kaçarak linç olmaktan kurtuldu. Onun yerine Yeniçeri Ağası komutayı aldı, köprü yapımına devam edildi. “Muhannes oğlu muhannes” Mehmed Paşa, hâlâ askerin paşası olarak kalabilecek mi?
Yapılan köprüden geçen Orduyu Hümâyun Macar Ovası’nda ilerlerken üzücü bir haber geldi. Osmanlı idaresindeki Hatvan Kalesi “Vire ile” Almanlara teslim olmuştur. Vire ile teslimin şartları vardır; en azından canlarına dokunulmayan insanlar zâti eşyalarını alıp giderler. O devrin devletler hukuku böyledir. Hukuk böyledir ya uygulayıcısının insanî hasletlerden mahrum olmaması da lâzımdır: Uygulayıcı insan değilse ne fayda? Teslim olan askerleri Almanlar kılıçtan geçirmişler. Çocukları, kadınları bile. “Nisa ve sibyan dahi cümleten katliâm edilmiş.” Bu asil! Almanlar öldürmekle öfkelerini dindiremeyince, insanların derilerini yüzüp, organlarını parçalamışlar; kaleyi de temelinden yıkmışlar.
Bu feci hadisenin tatbik edicilerine insan demek kaabil değildi! —Fakat suç sadece Almanlarda mı, beri tarafın kabahati yok muydu?- gibi bir sual aklımızdan geçince, karşımıza bir mücrim dikiliyor: Bu, Cağaloğlu Sinan Paşa’dır. Dönmelere özel bir kinimiz yok ama nedense hainlikler de hep bunlardan görünüyor ve isyan ediyoruz. Sinan Paşa da malum bir dönmedir. Kaleden istenen yardımı padişah bu paşa ile gönderir, çok acele yetişmesi gerektiği halde paşa o kadar ağır hareket eder ki, iş işten geçer. Paşanın aldığı ceza; sadece padişahın hafif azarıdır.
Bu seferde bulunan Peçevi, Cağaloğlu Sinan Paşa’yı ve o zamanı anlatıyor:
“Bazı gaziler ellerinde feryat yazılarıyla gelip Hatvan Kalesi’nin ancak üç gün dayanabileceğini söylediler. Derhâl Cağalazâde emrine çok sayıda asker verilip Hatvan’ın imdadına yetişmekle görevlendirildi. Lâkin o, işi çok yavaştan aldı ve aradan beş gün geçtiği halde hâlâ ordudan ayrılmadı… Bütün asker onun ce¬alandırılmasını beklerken, olmadı ve ona bir tek lâf gelmedi.”
Hammer kaledeki fecaati nasıl anlatıyor, bir de ona kulak verelim:
“Kendinden önce vaad gönder sözüne uyularak, bir mektupla kendileri İslama davet edilir. Müsbet cevap gelmeyince saldırıya geçilir. Savaşta alınan yerlerde kaybedenin fazla şansı yoktur. Zaten Pâdişâh bunu mektubunda bildirmiştir. Davete uymazsanız, Allah ve Resûlullah hakkıyçun sizi katliam edip, birinizi halâs eylemem, bilmiş olasız.”
Hammer, din ve ırk gayretiyle olacak herhalde, inanmadığı yanlışı savunuyor: “Eğri Kalesi’nin fethiyle öfkeler biraz duruldu. Hatvan’ın intikamı 4500 düşman askerinden alındı.” diye yazar tarihçiler. Bizim de içimiz biraz ferahlar.
Askerin dilinde bir türkü dalgalanmaya başlar:
Yokdur sizinle viremüz / Eğrülü gidi Eğrülü…

Haçova

Bizim askerlerin Hatvan’da imdad beklemeleri ne idiyse, Eğrili’ninki de o. Onlara da Arşidük Maksimilyen’in kumanda ettiği Alman ve müttefik ordusu yetişmeye çalışıyordu. Onlar da geç kalmıştı.
Eğri ellerinden gitmiş olsa da, onlar Osmanlı’ya ders vermek arzusundaydılar. Cafer Paşa 15 bin askerle Maksimilyen’e karşı gönderildi. Dördüncü Vezir Cafer Paşa yolda öğrendi ki, düşman askeri haddinden fazladır; ordugâha durumu bildirir, der ki:
“Bu kadar az bir kuvvetle kâfirlerin üzerine varmak, yalnız saltanat namusuna leke sürmekten başka bir netice vermez.”
Haber alınır da kulak ardı edilir. İnanılmaz Cafer Paşa’ya, korkaklıkla itham olunur ve Vezir-i Âzam Dâmad İbrahim Paşa taarruz emri verir. Sonra da Rumeli Beylerbeyi Veli Paşa bir miktar askerle yardıma gönderilir. Fakat Veli Paşa getirdiği on bin askerle bu savaşa girişmenin çılgınlık olacağını düşünerek, gerisin geri Eğri’ye döner.
Burada, biz de bir kitaba dönüp, bir yabancı yazara biraz kulak vereceğiz. Yazar İngiliz. Krallık elçisinin silahtan ve kâtibi Ricaut. IV Mehmed devrinde İstanbul’da 5 sene kalmış, bu süre zarfında gücü nispetinde Türkleri, Türk Devlet düzenini tanımaya çalışmış. Bütün gördüklerini, duyduklarını, bildiklerini biraraya getirip “Türklerin Siyasi Düsturları” diye bir kitap yazmış. Elimizdeki o kita¬tan birkaç cümle aktarıyoruz. Türklerin devlet teşkilâtında, incelemesinden çıkardığı, pâdişâhın diğerleri nazarındaki görüntüsünü, ne mânâya geldiğini şöyle anlamış:
“… Ne kadar yararsız olursa olsun buyruklarının yasa, ne kadar düzensiz olursa olsun davranışlarının örnek teşkil ettiğini, özellikle Devlet işlerinde kararlarına karşı gelmenin imkânsız olduğunu gördüm…”
Pâdişâhın buyruğuna karşı gelmek bir Osmanlı paşasının aklından geçmez (istisnalar vardır). Çoğu, böyle bir düşünceyi bilmez. Pâdişâhı inciten davranış alışılmış bir şey değil. Bir paşanın beklediği pâdişâhın teveccühünü kazanmaktır…
Cafer Paşa, Pâdişâhın korkaklıkla suçlamasına dayanamaz, kahr eder “alnımızın yazısı bu imiş” diyerek, savaşa girişir. Düşman fevkalâde üstünlüğe sahiptir, baş edilmesi ihtimali yoktur amma, Paşa “kazaya rıza” demiştir. Peçevi diyor ki:
“Kâfirlere yaklaştıkları zaman o kadar düşman askeri gördüler ki, dağı taşı kaplamış, tepe ve vadileri kat kat alaylarla doldurmuştu.” Cafer Paşa’nın üzerine öyle bir gelinir ki, “yanı başındaki satır ve tüfekçileri öldürürler, adamlarını kırarlar” Paşa görür, askeri eriyip bitmekte, önünde kan su gibi akmaktadır. Fakat padişahın da buyruğu vardır; sebat gerek.
Neticede bir can değil mi vereceği! Onu zaten gözden çıkarmıştır. Lâkin bazı adamları paşayı kendi haline bırakmazlar. Maiyetinde 4-5 bin askeri kalmıştı, biraz daha durulursa onlar da bitecek. Zorla, üzengisine yapışan ağalar, harp meydanından ordugâha dönmeye razı ederler Paşa’yı. Paşa’nın bütün ağırlıkları düşmana kalır.
Bu bozgun veya mağlubiyet veya macera herkesi düşüncelere sevk eder. Tamam mı, devam mı? Makam ve mevkilerini ellerinde tutmaktan başka zevkleri, kaybetmekten başka dertleri olmayan bazı paşalar “Eğri’yi Kanunî bile alamamıştı, biz aldık, bu şeref yeter, İstanbul’a dönelim.” derler. Pâdişâh da dönmeye meyillidir. Bu savaşa Padişahın yanında gelen Hoca Saadeddin Efendi, “Eğer, der. Dönüş olursa, düşman, bizi yıldırdığına inanır. Karşısındaki askerin korktuğunu hisseden tarafın gücü artar, inançla saldıran taraf kazanır. Bir de mücbir sebep yok iken ‘bir kale fethi kâfidir’ deyip dönmek adetten değildir” der.
Hoca Efendi, savaşa devam edilmesi için ikna edici sözler söyler ve karar alınır. Savaşa devam. Lâkin bir pürüz daha atılır ortaya. Padişah Eğri’de kalsın. Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa kumandan olarak savaşı idare etsin! Hoca Efendi, “Bu iş paşaların kullanacağı işlerden değildir. Bu durumlarda mutlaka Padişah huzuru lâzımdır.” der.
Bu mesele bir de şöyle anlatılır: Üçüncü Mehmed ilk defa bir sefere çıkmış, biraz zayiat verilmişse de, netice elde etmiştir. Eğri Fâtihi olarak İstanbul’a dönmek, buralarda, belki de kaybedilecek bir savaşa girmekten evlâdır. Savaşa karar verildiği için, orduyu bırakıp kendisi burada kalmamayı planlar. Fikrini çadırdan çadıra gönderdiği “Hattı Şerifle belirtir. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa’ya “Sen ki lalamsın, burada muharebe için seni serdâr-ı asker-i zafer şiar idüp, ben bu aradan İstanbul’a revan olsam, olmaz mı?” der.
Hasrete dayanamayan Padişahımızı yeni bir unvan uydurmuş olarak görüyoruz, “Serdâr-ı asker-i zafer şiar”. Paşa bile bu unvandan ve tekliften rahatsız olmuş. Otağı Hümâyuna giderek, pâdişâhın böyle bir iş yapmasının orduda moral bırakmayacağını, felâketlere sebep olacağını anlatmış, pâdişâhı bu sevdadan vazgeçirmiş; diye anlatır tarihçiler.
Cafer Paşa’nın zayiatla geri dönmesinden dört gün sonra 120 bin kişilik müttefik ordusuyla, 100–110 bin kişilik Osmanlı ordusu karşı karşıya gelir. İlk gün oradaki bataklığın iki yakasında herkes maharetini göstermeye çalışırsa da, netice alınamaz. İkinci gün seher vakti: Pâdişâh, Hazret-i Peygamber’in sancağı şerifi ile askerin ortasında; arkasında atlı bölük halkı, sağında vezirler, solunda Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ile Hoca Saadeddin Efendi bulunuyordu. Kuvvetli saldırılarla düşman ordusu galibiyete daha yakın görünüyordu. Onların toplan bizimkilere göre üstünlük sağlamıştı. Üçüncü Mehmed “Otağı Hümâyûn” civarına bir seccade döşedüp zafer duasına başlamış, ordunun mukadderatım Vezir-i Âzam İbrahim Paşa ile diğer vezirlere bırakmıştı!
Pâdişâhın gözünü korkutan düşman ordusunu, canlı şahid Peçevi şöyle anlatıyor:
“… Kısacası, düşmanın yüz belki yüzü aşkın piyade alayı olduğu kesindi. Yine aynı biçimde duran Macar atlı alayları safı, sırık ve bayrakları ile Yüce Tanrı bilir ki, büyük bir dağ gibi görünürdü. Her biri en az üç, en çok beş tüfek taşıyan Nemçe, Çek ve Leh süvari alayının sayısı elliyi aşıyordu.” (Diğerleriyle beraber iki yüzü geçerdi.)
“İşte bu durumda düzenlenmiş olan düşman birlikleri taburlarından ayrıldılar ve alay alay olup İslâmlar üzerine saldırdılar. Bizim hiç bir alayımız dayanamadı ve bir adım karşılarına gidemedi. Hepsi dağılıp perişan oldu. O sahra kalabalık İslâm askeri ile doldu taşdı.”
Kâfirler ordugâha kadar gelip korkmadan içeri dalıp yağmaya başladılar. Hattâ devlet hazinesinin yanma geldiklerinde, koruyucu yeniçeriler kaçtılar, düşman askerleri hazine sandıklarının üstüne çıkıp dans etmeye başladılar.
Vaziyeti gören Üçüncü Mehmed yanında bulunan Hoca Saadeddin Efendi’ye, “Efendi şimdiden geru ne yapmak gerek, çare nedir?” diye sorunca, Hoca Efendi: “Padişahım, gereken, yerinizden oynamayıp sebat etmektir, savaşın hâli budur. Yüce atalarınız zamanında da böyle olmuştur. Peygamber Efendimiz Hazretleri’nin mucizeleriyle inşallah fırsat ve zafer İslâmındır. Mübarek hatırınızı hoş tutun.” dedi.
Düşman askeri yağma coşkusuyla tepinip, Pâdişâh bozgun endişesiyle terlerken, otuz kadar içoğlanı atlara binip kaçtı, kaçarken de etrafa padişahın ahır-beyi ile kaçtığı şayiasını yaydılar. Saadet-lü pâdişâhı suâl idenlere “bir koçuya bindi ve mirahur önüne düşdü dahi vakt-i asr da gitti.” İşte, kaçanlar böyle diyor kalanlara. Bu otuz kişiden ayrı, binlerce asker daha can kurtarma yarışına girmişti. Düşman askerleri Türk çadırlarım işgal ettiler. Ölenler şehid oldu, kaçanlar hain, hayattaki bir miktar asker “İşimiz Allah’a kaldı” deyip dua ediyorlardı ki rüzgârın yönü değişiverdi. Yağma ve zafer sarhoşluğuyla kendinden geçip, ne yaptığını bilmeyen düşman askerlerine, ne yapması gerektiğini bilen, savaş dışı hizmet erleri ders vermeye başladı.
“At oğlanı, aşçıbaşı, aşçı yamağı, deveci, katırcı ve benzeri ne kadar adam varsa eline kazma, kürek, tava, taş, odun yani vurmaya yarayacak ne buldularsa onunla düşmana hücum ettiler. Dilleri dahi işe yaradı: “Kâfir kaçdı! Nemçeli sındı!” diye ortalığı velveleye verdiler. Düşman askeri şaşkın, Türk askeri gayrette. Her şeyden ümidini kesmiş ne kadar asker varsa hepsi ölümüne hücumda. Hiç olacağı düşünülmeyen bir iş ne güzel oluyordu!
Başlarında Cağaloğlu Sinan Paşa olduğu halde düşman askerine unutamayacakları bir bozgun yaşattılar. Diğer yandan Kırım Tatarları göz açtırmadılar düşmana. Osmanlı sağ cenahını 15–20 dakikada bozan 20 bin düşman süvarisi 20 dakikada bataklığa sürülüp imha edildi. Kaçan 50 bin askerin peşine düşen Kırım atlıları onları kılıçtan geçirdiler.
Bu büyük meydan muharebesinin sonucu 70.000 kadar düşman askerinin feci sonu. 100 adet topun Türklerin eline geçmesi ve düşman ordugâhında bulunan 10 bin duka altın (4 milyar dolar) ile birçok değerli ganimetin Türklere kalmasıdır.
Tamamen kaybedildiğine inanılan bir savaşın böyle parlak bir zaferle neticelenmesinin en büyük şerefi Hoca Saadeddin Efendi’ye aittir. Pâdişâh geri çekilmeyi düşünürken, tam zamanında yetişip, o tarihi müdahalesini yapmasaydı “İkinci Viyana’dan 87 yıl önce devlet büyük bir felâkete uğrayacaktı.”
Hoca Efendi’nin, padişahı sebata teşviki, aşçı vs.nin gayrete gelip cesaretle düşmana saldırması, Kırımlı Fetih Giray’la, Cağaloğlu Sinan Paşa’nın başarılı kumandası ve büyük bir zafer!
Bu savaşın en güzel yeri son saatidir. Öncesi, bir daha yaşanmaması arzulanan perişanlıktır. Sonrasında ise, Peçevi’ye göre. Hemen İstanbul’a dönülmemeli idi. “Eğer bu gazadan sonra saadetlü pâdişâhımızı Budin’e getirselerdi, bütün uç boyu kaleleri bırakılır ve Müslümanların eline geçerdi. Hiç olmazsa o kış Belgrad’da kışlansa ve ilkbaharda, gideceğimiz yer Beç’tir deseler, Nemçe kâfirlerinin de Eflâk ve Boğdan gibi haraca kesilmiş olacağı kesindi.” Bu gösterilen birinci yanlış, ikincisi Cağaloğlu Sinan Paşa’ya aidtir.
Savaştan sonra, hemen pâdişâhın huzuruna varıp, olup biteni anlatan Cağaloğlu Sinan Paşa, “bu yüz aklığına ben sebep oldum” der. Böylece sadrazamlığı hak ettiğim ima etmektedir. Hemşehrisi “burada küçük bir paragraf açalım. Sinan Paşa, Kanuni devrinde Kaptan-ı Derya Piyale Paşa’nın esir ettiği Cenevizli (İtalyan) Cigala’nın oğludur. Kendisine Cağaloğlu denmesi bundandır. İstanbul’un kültür semti Cağaloğlu bunun adından gelmedir.” olan Kapıağası Gazenfer Ağa Sinan Paşa’yı pâdişâha över, “İsteği yerine getirilirse yeridir” der.
Saadetlü Pâdişâh da, “Edelim” deyince, paşa etek öpüp sevinçle huzurdan ayrılır. Pâdişâh ileride bu işe pişman olacaktır. Peçevi’den dinleyelim.
“Allah’ın hikmeti bu ya; Cağalazâde’nin sadrazamlığı herkes için bir belâ ve uğursuzluk oldu… Paşa’nın ilk işi Kırım Hanı’nı azlettirip kardeşi Fetih Giray’ı Pâdişâha hizmette bulunmuş diye Han nasbettirdi. Fetih Giray, hanlığı kabul etmek istemedi. “Aslında hizmet eden odur, benim ulu kardeşim ağamdır” dedi. Paşa’nın Fetih Giray’a zorla hanlığı kabul ettirmesi, iki kardeşin biri birine düşman olmasına, sonunda Fetih Giray’ın katledilmesine kadar gider. Yeni Vezir-i Âzam Cağaloğlu Sinan Paşa’nın çok büyük ikinci hatası, ileride 10 binlerce Türk’ün katline çıkarılan erken fermandır.
Cağaloğlu Sinan Paşa üç gün yoklama yaptınp firarileri tesbite çalıştı. Haçova Muharebesi’nde yaşanan bozgunda, kimi kendi reyiyle, kimi kumandanlarının emriyle ordudan ayrılanlar tam 30 bin kişidir. Bunların dirliklerini kesti, bütün mal ve mülklerini müsadere etti ve bunların nerede bulunursa öldürülmeleri hakkında her tarafa emirler gönderdi. Orada yakalananları derhâl idam ettirdi. Bir eski Habeş Beylerbeyi ile bir mütefer¬ikayı Belgrad sokaklarında kadın elbiseleriyle teşhir ettirdi. İ. Hami Danişmend’in Nâima’dan nakline göre, “Kefere-i fecere leşger-i İslama (harb hiledir) mıskâdınca hile tasavvur itmişken bu ‘firari’ namını takup düşman illerinde asker-i İslama böyle şeyn isbâtına şöhret virmiş.”
Sinan Paşa’nın, bulduğunu idam ettirdiği, bulamadıkları için ölüm fermanı yayınladığı “firariler” Anadolu’da “Celâli” oldular. Cağaloğlu’nun anlatmakla bitmeyecek kötü yanları vardır. Onun gibi bir adamı sadrazam yapmak da devletin ne derece zaaf içerisinde olduğuna delildir. Gerçi bu sadaret 39 gün sürmüştür ama onun zehirli tohumuyla yeşeren isyan, Kuyucu Murad Paşa’nın elinde onbinlerce Türk’ün hayatına mâl olmuştur. Bunların içinde ölümü hakedenler olduğu gibi, pek çok masumun da boşu boşuna boğazlandığı her halde yalan değildir.
Pâdişâh savaş yerinden İstanbul’a hareket edeli 39 gün olmuş, Edirne civarına gelmiştir. Safiye Sultan’dan gelen mektup burada eline geçer. Sevgi ve tebrikten sonra Dâmad olan İbrahim Paşa’nın tekrar sadrazamlığa getirilmesi tavsiye edilir ve Pâdişâh bu tavsiyeye uyar. Valide Sultan’ın sözü dinlenir. Zaten kendisi de Sinan’dan hoşnud değildir. Mührü Hümâyunu rakibine kaptıran Sinan, Edirne’den sürgün yeri olan Afyonkarahisar’a gönderilir.
Üçüncü Mehmed, İstanbullulara coşkun tezâhüratları arasında, yollara döşenen halılarda, şallarda yürüyerek saraya gelir. Eğri Fatihi ünvanıyla kendisi de halk da mutludur. (22 Aralık 1596)
Görüldüğü gibi, Üçüncü Mehmed zorla sefere çıkarıldı; zorla savaş meydanında durduruldu; kaybedilen bir savaş at uşağı, deveci, katırcı vs. ile ad değiştirdi. Bütün bunların sonunda, Pâdişâh Eğri Fâtihi ünvânını aldı. Kısmetin çevrilmesi mümkün mü!
Sefer dönüşü, daha önce cülusunu tebrike gelemeyen Avrupa ülkelerinden elçiler geldi. Fransa’dan elçi geldi. “Mekke Şerifi Kâbe-i Mükerreme ve Ravza-i Münevvere örtülerini göndererek Halifelerin ve Selçuk hükümdarlarının cüluslarında kendilerine bu eşyadan hediye etmek hakkında, seleflerinden intikal etmiş oldukları eski usulü yeniledi. Vezirler ve âlimler mukaddes eşyaların yüklenmiş olduğu deveyi karşılamaya çıkarak, Eyüb Camii’nden Saray-ı Hümâyun’a getirdiler. Orada husûsi bir merasimle tesellüm olundu.”
Mukaddes makamlarda kullanılan eşyalarla bile ilgilenen, o eşyaya dini adına saygı gösteren bir millet saygıya da lâyık oluyor. Mukaddes örtülerin görünmeye başladığı andan itibaren halkın duyduğu heyecan o kadar etkileyici olmuş ki, bu içten sevgi birçok Yahudi ve Hıristiyanı kendiliğinden Müslüman etmiş.
1596 senesi Eğri’nin ve Haçova’nın neşesiyle geçti. 1597 Haziran başında Satırcı Mehmed Paşa Serdar olarak cepheye hareket etti; Ağustos ortalarında Belgrad’a vardı. İlk önce Tota Kalesi zapt edildi; bilâhare Tuna kıyısındaki Vaç Kalesi’ne karşı teşebbüse geçildi. Bu hareket başarılı olamadı. Paşalar kazanamamayı hazmedemiyor, Vaç’daki başarısızlığın suçu, sefere iştirak etmeyen Kırım Han’ına yüklendi.
3 Kasım 1597’de Vezâret değişikliği yaşandı. Damad İbrahim Paşa’nın azline sebep olan günahı! Valide Sultan’a “Ubudiyette taksir’i” idi. Yeterince rüşvet veremediği için Valide sultan öfkelendirilmiş ve onun mektupla ricası neticesi elde ettiği koltuk, bu seferde onun öfkesiyle altından çekilmişti. Sadâretin yeni sahibi Hadım Hasan Paşa nasıl bir değirmene buğday yetiştirmesi gerektiğini biliyordu.” Her mansıbı para ile sattı, âlemi birbirine kattı.
Rüşvet aldığı kimselere “Valide Sultan beni kışta kesmiştir.” diyerek herkesi onun aleyhine kışkırttı.
Hasan Paşa’nın sözleri Valide Sultan’ın ve Pâdişah’ın kulağına varmaz mı? Elbette varır. Güçlü insanları karşısına alanda güç bırakılmaz. Hasan Paşa’nın günleri sayılı idi. Nahoş vasiyetli sana doğru yürüdü.

Yeni Camii

Sirkeci’de bir cami yapımı düşünülmüştü, oranın bir Yahudi mahallesi olduğu ve Yahudilerin ne kadar zor insanlar olduğu ilk başta akla gelmemişti. 9 Nisan 1598’de merasimle temel atıldı. Mademki camii yapılacak, arazi sahipleri hoşnûd edilmelidir. Pâdişâh böyle düşündü. Hak sahiplerine arsa değeri, iki kat fazlasıyla ödenmesi kararlaştırıldı. Amma, bir talihsizlik vardı bu camide; tam 66 sene ve yedi padişah değişikliğinden sonra tamamlanabildi.
Vezir-i Âzam Hadım Hasan Paşa Valide Sultan’a (Venedikli Bafa) para yetiştirme uğruna bir yığın düşman kazandı. Etrafta yaptığı konuşmalarla kendisini temize çıkarma gayreti uzaya uzaya Safiye Sultan’ın kulağına kadar varınca, onun da garazını çekti. 9 Nisan 1598’de azlolunup, yerine Cerrah Mehmed Paşa geldi. Hasan Paşa beş, altı gün Yedikule Zindanı’nda çile doldurup, sonra da idam edildi. Hasan Paşa’nın sadâretinde görülen en önemli olay Yanık Kalesi’nin elden çıkması olmuştu. Bunu anlatalım:
Rumeli’de daimi kalma çabası bütün pâdişâhların en önde tuttukları vazife olmakla beraber, bazen adam seçimi yanlış yapılıyor, düşman yanlışı affetmiyor.
Yahya Ağa isminde bir Yeniçeri Ağası Yanık Kalesi’nde görevliydi. “Sarhoş, Sefih” bir şahsiyet olan Yahya Ağa askeri disiplinden ve idareden uzaktı. Dört bin muhafızı olan kale, muhafızlarının çoğu civar şehirlerde bark sahibi olduğu için sahipsiz kalmış gibiydi. Hammer bu hadiseyi şöyle anlatıyor: “Yanık muhafızlarını teşkil eden iki bin cebeci, ikibin yeniçeri devşirmesinden ekserisi Fünfkirken’de, Kapani’de, Ustolni Belgrad’da evlenmişlerdi; buradan dolayı kale ekseriya müdafaasız kalırdı.” Türkçeyi iyi bilen Şuarzenberg ile Palfi
Türk kıyafetiyle, geceleyin kaleye yaklaşarak nöbetçiye sesleniyorlar:
“Peçuy’dan zahire getirdik, yolda karşılaştığımız düşmandan zor kurtulduk. Kapıyı çabuk açın da burada yakalanmayalım; zahireyi kaptırmayalım!”
Bu sözler biraz sonra kapının açılmasına kâfi geldi. Sonu facia. Kalenin kumandam Mahmud Paşa iki elinde iki kılıçla vuruşarak şehit düştü.
Paşanın kesilen başı bir mızrağın ucunda teşhir edilerek maneviyat bozma aleti yapıldı. Savaşa savaşa kırılan askerden arta kalan 300 kişi cephane mahzenini havaya uçurup, kendi canlarıyla beraber bir hayli düşmanın ölümüne meydan verdi.
Yanık Kalesi’nden sağ kurtulup, Budin’e kaçan asker sayısı 4–5 kişidir. Kayıp asker sayısının 1000 kadar olduğu sanılıyor.

1598’in Son Olayları

8 Eylül’de Çanad Kalesi fethedildi. “Küçük olsun bizim olsun” diyoruz. “Çanad Timaşvar’m 70 kilometre güneyinde küçük bir kale, fethi de gayet kolay oldu. Kale askerlerinden kaçan kaçtı, kalanlardan kimi kılıçtan geçirilip, kimi esir edildi.
10 Eylül’de Arad Kalesi’nin işgali gerçekleşti.
2 Ekim’de Varal muhasara edildi. Hazırlıksız olunduğu için havanda su döğüldü.
8 Ekim’de Bespiren, Tatal Paşa ve Palota kalelerinin düşmana geçtiği haberi alındı.
2 Kasım’da Budin muhasaradan kurtuldu. Burada uğranılan kayıp elem vericidir. Serdar Satırcı Mehmed Paşa’nın hiçbir işe yaramadığı görünmekteydi. Şeyhülislâm ve Pâdişâh hocası Sadeddin Efendi. Budin’in uğradığı zararları, Satırcı Mehmed Paşa’ya gönderdiği tekdirnâmede şöyle anlatıyor:
“Sekiz bin hanesi mehdûm ve mesâcid-i medâris ve maâbid ve muallimhâne ve hanhânkahlan kel-madûm olup bu musibet-i ciğer-sûz ile şeb-i nûz ehl-i in-tibâhun âh-u vâhlan tebâh ve ser-hadd ehlinün günleri siyah oldu.”
Bu sözlerin bugünkü dilde yapılacak özeti şu: Sekiz bin hâne, mescidler, medreseler, okullar, hanlar yıkıldı. Bu musibet yüzünden halkın, yıkılmış kaleden gelen iniltileri, günlerin karardığı vs. Burada tabii ki Satırcı suçlanmaktadır. Şehid düşen binlerce askerin sorumluluğu Satırcı Paşa’ya yüklenmektedir.
Budin’de Türklerin kara gününden bir gün sonra Vorat’ta devam eden 33 günlük muhasara kaldırıldı. Satırcı Mehmed Paşa’nın serdarlığı Osmanlı ordulannın enerjisini tüketmiş, Batı cephesinde açılan yarıklara, önceki zaferden gömülmekteydi. Sanki artık “buralarda size hayat hakkı yok” işaretleri geliyordu. Hiçbir şey kazanamadan ölenler vazife uğruna şehit oldu sayılıyor ama kalanlarda huzur yüzü görmüyor. Asker açlıkla mücadele eder hale geldi. 3 Kasım’da Varat’ı bırakan asker 4 Kasım’da Budin’e doğru harekete geçti. 20 Kasım’da Tise Nehri’ne kadar gelindi; burada erzak gemilerinin bulunacağına inandırılan aç asker, hiçbir şeyin olmadığını görünce gözü dönmüş vaziyette Serdar’ın otağına hücum etti.
Ve 1598’in sonları Batı’daki Türk ordusu için hatırlanmaması gereken kötü günlerin deposu olarak, soluk benizlerle, öfkeyle, yeisle atlatıldı.

1599

4 Ağustos Çarşamba: Devşirme hâkimiyetine karşı çıkan Anadolu Türk ihtilâlini bastırmak üzere “Serdâr-ı bî ar” denilen Koca Sinan Paşa’nın “Muhannes İbn-i Muhannes” lakabıyla ve korkaklığıyla meşhur oğlu Üçüncü Vezir Mehmed Paşa’nın serdarlığı.
Anadolu çoktan beri için için kaynamaktadır: Sarayın devşirme hâkimiyetine girmesi, hakiki Türk çocuklarının önemli mevkilere hiç yaklaştırılmaması, hattâ gayrı Türklerce Türklerin hor görülmesi, bazı şahısların millî duygularını galeyana getirmektedir. Hele de Haçova’da Cağaloğlu Sinan’ın 30 bin asker için yoklama yaptırıp, bulunmayışlarını firârilikle suçlayıp, bu suçun cezası olarak da öldürülmelerini emretmesi vaziyeti iyice karıştırmıştı. 30 bin askerden büyük bir kısmı Anadolu’daki bu isyan hareketine katılıp, devletin adamlarına silah çekmeye başlamışlardı, İsmail Hami Danişmend’in, “Amasya Tarihi” adlı eserden tarihine aldığı bazı cümleleri bir gö¬den geçirip bakalım: Resmen, “Celâli İsyanları” denen olaylar için, Hüsameddin Efendi. “Bu şakâvet değil, kuvvetli bir ihtilâldi. Çünkü bütün tımar ve zeamet Türkler’den ziyâde gayri Türklere verilmekte idi. Türklere vezâret kanunen memnu olmuştu.
Vezirlik ve sadrazamlık âdeta Arnavutlarla Boşnaklara has bir mesned-i âli idi. Frenk İbrahim Paşa’dan beri Türkler sadârete gelmemişti. Türkler aleyhine uydurulan yalanların, hezayanların sahipleri hep gayri Türklerdi.Türk olmayanların nazarında Türkler reaya’dandı.” diyor.
Osmanlı Türk Devleti demeye hakkımız var da, Türklere yapılanları gördükçe şaşıp kalıyoruz. Nasıl oluyor da, asil atalarının kurduğu devlette sığıntı durumuna düşürülüyor bu millet. Hangi sebepler Türk’ü önemli görevlerden uzak tutuyor? Ertuğrul Gazi oğlu Osman Ga-zi’den gelen bu pâdişâhlar, hep babadan oğula devredilerek tahta oturmuşlardı. Araya yabancı bir pâdişâh girmemişti! Zaten girmesi mümkün de değildi. Analarının gayri Türk olması onların kendilerini de başka türlü hissetmeleri için bir sebep miydi? Bunları mümkün göremeyiz; başka sebepler var ise onu da bilmeyiz. Ve bu mevzuu erbabına havale ederiz.
Yalnız, Üçüncü Mehmed devrinin sonlarına gelindikçe gayri Türk unsurun iyice palazlandığı, devletin esas sahiplerine göz açtırmadığı gerçeğini unutmayacağız.

Hoca Saadeddin Efendi’nin Ölümü (2 Ekim 1599)

Hoca Saadeddin Efendi muhtelif vesilelerle önceki satırlarda yer almıştı. Bunlardan en hatırda kalanı Pâdişâhı Eğri Seferi’ne çıkmaya razı edişi, bir ara iyice bunalan Pâdişâhın, sebatını sağlamasıdır. Eğer, Hoca Efendi’nin Pâdişâha tesiri olmasaydı, Haçova’da tutmasaydı, Allah bilir bir Eğri Fâtihi Üçüncü Mehmed olmazdı.
Sadeddin Efendi Yavuz Sultan Selim’in nedimi Hasan Can’ın oğluydu. Çaldıran Zaferi’nden sonra Yavuz’un İstanbul’a getirdiği babası İsfahanlıydı. Hasan Can’ın babası da çok güzel sesli müezzin Hafız Mehmed Efendi imiş.
Gerçekten, yaşadığı zamanı nurlandıran, hizmetinde bulunduğu pâdişâhı verdiği telkinatla değerli davranışlara sevkeden bir insandı Saadeddin Efendi. Şeyhül-İslâm ve Muallim-i Sultan idi. Bunların dışında yazdığı ve bugünün tarih yazıcılarının kaynak olarak istifade ettiği Tacü’t Tevarih adlı sadeleştirilmişi beş cilt olan kitabı pek makbuldür. Bir yabancının Tacü’t Tevarihle ilgili sözleri: “Sa’deddin, ki Devlet’in kuruluşundan 1. Selim’in irtihaline kadar Osmanlı Devleti Tarihi’nin müellifi ve Fars ediblerinden Lâri’nin Umûmi Tarihi’nin mütercimidir. Sa’deddin ki, müzeyyen ve mutantan üslûbuna kendinden sonrakilerin hiçbiri yetişememiştir.”
Peygamber Efendimiz kadar yaşayıp, bir rivayete göre Peygamberinizin doğduğu gün, 63 yaşında ölmüştür. Üçüncü Mehmed’in babası Üçüncü Murad’ın ruhuna ithafen Ayasofya Camii’nde Mevlid okunacaktı. Saadeddin Efendi hazırlığını yaptı. Mevlid merasimi için camiye gidecekti, ansızın gelen ecele teslim oldu. Cenazesi Eyüp Camii yanına defnedildi.

Ester Kira’nın İdamı (1 Nisan 1600)

Yahudilerin Osmanlı Sarayı’na girmeleri, nüfuz sahibi olmaları Kanunî devrinde başladı. İşte, bahsedilen Ester Kira adlı kadın bunlardan biridir. Bütün Yahudiler gibi para işlerinden iyi anlardı.
Parayla ilgili çevirmediği dolap kalmamıştı. “Yahudiyye-i acuze” denen Kira, Üçüncü Mehmed’in anası Venedikli Bafa’nın, yani Safiye Sultan’m para meselesinde bir numaralı adamıydı. Şöyle söyleniyor onun için “Umûr-ı Külliyye’ye karuşup nice meşâhie mansıb alıverüp rüşvete imâle ile iç halkını izlâl ve umûr-ı âlemi pür ihtilal!” etmiş olmakla meşhurdur.
Ester Kira epeyce yaşlanmış olmasına rağmen, gençliğinde başladığı yaşayış tarzını sürdürüyordu. İstanbul gümrüğünün gelirini toplama işini almıştı. Bu alışveriş mukabili kalp para verince, bu kalp paralarda Sipahilere maaş olarak ödenince kıyamet koptu. Padişahlara para için kafa tutan insanlar bir kocakarıya yüz verirler mi? Ester Kira ileri yaşında, para tamahına kurban gitti. Sipahiler onu buldurup parça parça ettiler.

Şâir Bâki’nin Ölümü (7 Nisan 1600)

Peşpeşe üç ölüm olayını getirdik. Biri ilmiyle gönüller Fâtihi idi, diğeri kötülüğüyle gönüller karartan. Baki ise bir şâir. Denizcilerin en büyükleri, âlimlerin, müverrihlerin, mimarların ve pâdişâhların en zirve isimleri bu 16. asırda çıkmıştı. Baki de şiiriyle bu asrın en silinmez iz bırakanı oldu.
Şehzade Mustafa’nın katli sonrası (1553) yazdığı şiirlerle askerin Mustafa sevgisine rüzgâr veren idi. Vezir-i Âzam Rüstem Paşa’yı alenen katil ilân eden idi. Kanunî mersiyesinin şâiri idi. Sadece şâir değildi, bir âlimdi o. Müderrislik yapmış, Halep, Mekke, Medine Kadılıkları ve İstanbul Kadılığı yapmıştı.
Anadolu Kazaskerliği ve Rumeli Kazaskerliği de yapan Bâki’nin Şeyhül İslâm olmasına az kalmıştı. Eğer Hoca Saadeddin Efendi gibi bir ulu mania önünde durmasaydı, o makam Bâki’nin olacaktı. Hayatta, olan da olmayan da nasip meselesidir. Şayet Şeyhülislâm olsaydı, herhalde, yine şairliğiyle anılacaktı. Yaşayan bir Divan’ı olan Baki öldüğünde 73-74 yaşlarıdaydı. “Mezarı Edirnekapusu haricindeki kabristanda ve yol üzerindedir.”
Ölüm haberlerini peş peşe verirken, atlanmaması gerektiği halde, atladığımız olaylara döneceğiz.

Avusturyalıların Budin Kuşatması

Osmanlı Ordusu Vörat önlerindeyken Budin üzerine yürüyen Avusturyalılar, kuşatmaya başladılar. Yanık Kalesi’yle Estergon düşman eline geçti. 80.000 kişilik düşmana karşı koyacak gücümüz yoktu. İki mühim kale Avusturya’nın eline geçerken, Eflak Voyvodası Mihail de Tuna yollarım koruyan askerimize saldırdı, 3000 şehit verdirdi.
Avusturyalılarla Budin’in kenar mahallelerinde yapılan savaşta Türk ordusu çok fazla zayiat verdi. Maraş Beylerbeyi Sinan Paşa ile İstolni Belgrad muhafızı Semender Paşa şehit düştü; Bosna Beylerbeyi Tiryaki Hasan Paşa ve Semendire Sancakbeyi Mehmed Bey yaralandı.

Uyvar Seferi

Dâmad İbrahim Paşa Üçüncü defa sadrâzam oldu, serdar-ı ekremlikle Macaristan’a geldi. Satırcı Mehmed Paşa o kadar başarısız idi ki, sayfası idamla kapandıydı.
Düşman tarafı sulh teklifinde bulundu; yarım yamalak görüştüler. İsteklerde ortak nokta bulunamadı. Fakat savaş mevsimi de geçmişti. Kırım atlıları memleketlerine gönderildi, Vezir-i Âzam da kışlığa çekildi.
İbrahim Paşa Papa Kalesi’ni koruyan üç Fransız’ı satın alıp, kaleyi teslim etmelerini sağlamaya çalıştı, önce para meselesi hemen temin edilemedi, sonra da Avusturyalılar uyardılar…
Budin Beylerbeyi Süleyman Paşa maiyyetiyle bir gezinti esnasında esir düştü, bu görev Rumeli Beylerbeyi Lala Mustafa Paşa’ya verildi.

Kanije Zaptı

Vezir-i Âzam İbrahim Paşa 1600’ün ilkbaharında Belgrad’dan çıktı. Fetihler mevsimiydi ve geçen seneden kalan işler bitirilmeliydi. Murad Paşa (Kuyucu) yol üstündeki Babofca’ya gönderildi. Orası küçük ve kolay zapt edilecek bir yer, esas hedef Estergon’dur. Tiryaki Hasan Paşa orduya katıldı. Müzakereler sonucu hedef değişti. Kanije’ye doğru sürüldü atlar.
Kanije kırk gün kadar muhasara edildi. Barut mahzeni havaya uçuruldu. Kaleyi savunanlar müşkül durumda kaldılar, dışarıdan yardım alma ümitleri kesildi. Mecburen, vire ile teslim oldular. Teslimden sonra hiç kimseye dokunulmadı. “Tavuk kümeslerine kadar bütün eşyalarını alıp gittiler. Bu muhasarada Osmanlı ordusunda bulunan Fransız kuvvetlerinin büyük gayretleri görüldü. Kanije Beylerbeyilik ile Tiryaki Hasan Paşa’ya verildi.”
Kanije’nin fethinden sonra oraya yakın bazı kaleler de kendiliklerinden teslim oldular. Serdar-ı Ekrem İbrahim Paşa Belgrat kışlağına çekildi. Kanije de Tiryaki Hasan Paşa’ya 4–5 bin asker bırakılmıştı ve bir miktarda erzak. Bu fetih haberine İstanbul’da üç gün şenlik yapıldı.
Teslim alınan Kanije Kalesi’ne derhal bir cami inşa edildi. Bir hafta içinde tamamlanan camide cuma namazı kılındı. Tiryaki Hasan Paşa’nın maceraları bundan sonra başlayacak.
Belgrad kışlağına çekilen Vezir-i Âzam ve Serdar-ı Ekrem Dâmad İbrahim Paşa hastalandı. Dört-beş gün kıvrandı ve yatağından kalkamadı; 10 Temmuz 1601’de öldü.
İbrahim Paşa’nın yerine sadârete Yemişçi Hasan Paşa tayin edildi. Bu Paşa biraz uğursuz olarak tanınırdı. Kibirli ve inad olduğu söylenirdi. Anadolu Celâli İsyanı’yla kavrulurken, Avrupa ateş çemberi iken böyle, müsbet vasıfları olmayan birinin sadâreti hoş karşılanmadı. Amma Hasan Paşa hevesliydi. İbrahim Paşa’nın yerine cepheye gönderildi, İbrahim Paşa’dan kalan Belgrad’daki her şeye vâris oldu, Paşa’nın dul eşi, Üçüncü Murad’ın kızı Ayşe Sultan’a da talip oldu. Cepheye hevesi kırılmadan gitmesi için, Üçüncü Mehmed, damatlık arzusunu da geri çevirmedi.
Şimdi kısa bir nazarla Anadolu’ya bakıp tekrar Avrupa’ya döneceğiz. Anadolu’nun Celâli İsyanı’yla kavrulduğunu söylemiştik. Devşirmelere tahammülsüzlük olarak gösterilen Celâli İsyanları’nın daha öne başladığını görmüştük. Şimdi anlatacağımızın öncekinin devamı sayılması lâzım. Şahıslar değişse de gayeler aynı. Devşirmelere, onların Türklere yaptığı zulümden dolayı duyulan kin dense de, bu taş Celâlileri aklamaz. Kara-Yazıcı Abdülhalim, Halim Şâh unvanıyla ortaya atılmış, devletin ordusuna savaş açmıştı. Şah unvanı alışı, nereden beslendiğini işaret ediyor.
Kara-Yazıcı, üzerine gönderilen Bağdad Valisi Sokullu Hasan Paşa ile savaşıp, zora düşünce dağlara çekilmişti. (25 Nisan 1600) Bundan beş ay sonra Kayseri’de devletin ordusuyla Kara-Yazıcı Halim Şâh’ın ordusu karşılaştı. Binden fazla yeniçerinin ölümüyle Devlet savaşı kaybetti.
12 Ağustos 1601’de Elbistan yaylağında karşılaşan Sokullu Mehmed Paşa’nın oğlu Hasan Paşa komutasındaki Devlet ordusu ile Kara-Yazıcı’nın adamları çok şiddetli savaştı. Celâliler 30.000 kişi kadardı; bunun üçte ikisi telef edildi; kalanlar Canik Dağları’na kaçtı.
Halim Şâh (Kara-Yazıcı) aldığı addan da belli Şahlık peşinde koşuyor. Etrafına toplanan insanlar Kronoloji’nin anlatımına göre Cumhuriyet tarzı bir idare peşindeydi. Aralarında anlaşmazlık çıktı ve Kara-Yazıcı öldürüldü. Bu Kara-Yazıcı’nın ölümüyle ilgili birinci rivayettir. Çarpışmada öldü, eceliyle öldü diyenler de var…
Şimdi, dönelim Tiryaki Hasan Paşa’ya…
Bu bir destandır. Tiryaki Hasan Paşa denen harb hileleri dahisi ihtiyarın, 4000 askeri ile 100 bin kişilik müttefik Hıristiyan ordusuyla dalga geçerek kazandığı zaferin hikâyesidir. Her safhası ayrı tat veren ve iki buçuk ay süren bu destandan bir kaç tablo seyretmeden geçilemez!!
Kanije Kalesi Türkler tarafından zaptedilince, Tiryaki Hasan Paşa’ya emânet edilmişti. Esas ordunun gittiğini bilen düşman için fırsattır, hemen Arşidük Ferdinand komutasında 100 bin kişilik bir ordu gönderdiler ve 47 adet top getirdiler yanlarında. Kaledekiler sadece 4000 kişi. İhtiyar Tiryaki Hasan Paşa düşman ordusundaki azameti görünce, hemen takviye ihtiyacım hissetti. Bir kaç yabancı dil bilen çok maharetli Kara Pençe Osman’ı, Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa’ya gönderip yardım istedi. Yardım gelmesi mümkün değildir. Yemişçi Hasan Paşa bir mektupla, “gelemem” demiştir. Paşa’nın vaziyeti ayarlayıp gelmesi beklenirken gelememesi ihanet olarak değerlendirilir. Tiryaki Hasan Paşa, çok müşkül durumda kalınca her şeyi göze alarak askerin moralini bozmamaya çalışır. Yardımın yolda olduğunu yayar asker arasına ve çeşitli hilelerle düşmanı da buna inandırır.
Bu sıkıntılı vaziyet sürerken iki hademe kaleden firar eder. Firariler iki Macar kardeştir. Adları Handan ve Kenan olan kardeşler düşman ordusuna, kalenin sırlarını ifşa ederler, düşman cesaretlenir. Bir günde, binden fazla gülle yağar Kanije Kalesi’ne, kaleden hiç karşılık verilmeyişini, topun olmadığına yorar düşman, ateş menziline girer ve Hasan Paşa’nın birinci tuzağına düşmüş olur. Yüz topun birden atışa başlamasıyla neye uğradığını şaşıran askerlerden ölen ölür, ka¬anlar canlarını kurtarma telaşıyla kaçışırlar.
Hasan Paşa’nın bu vartayı atlatması Allah’a kalmıştır. O da Allah vergisi zekâsını kullanarak çareler üretir. Bir mektup yazar; satırlar, düşman tarafının bilmesi istenen bilgilerle doludur. Bu hileli mektup, taşıyıcı tarafından, düşürülmesi gerektiği yerde düşürülür ve Arşi-dük’ün eline geçer…
Olaylar devam eder. Heyecanlıdır, korkuludur, seyrine yürek dayanmaz. İki esir ele geçirilir Arşidük’ün ordusundan. Bu esirlerden karşı tarafın durumu iyice öğrenilir. Tiryaki Hasan Paşa, Beşli Ağası Ömer Bey’e teslim ettiği esirler için, kat-i emrini verir:
“- Bunları hemen öldür!”
Paşa, daha sonra Ömer Bey’e talimatını vererek gönderir. Ömer Bey iki esiri özel odasına götürür, kapıyı kapar ve der ki: “Gelin, rahatınıza bakın. Aynı milletteniz. Tiryaki Hasan Paşa yaman bir hilecidir. İki kişiyi mahsus salıp, kaçmış gibi gösterdi ki, öbür tarafı kandıra.”
Ömer Bey iki esire Handanla Kenan’ı öyle bir anlatır ki, onların Hasan Paşa tarafından casusluğa gönderildiğine ve kendisinin de gerçek dostları olduğuna inandırır. Daha sonra da: “Bu kale çok muhkemdir. Yiyecek, içecek ve silah da pek çoktur. Ben şimdi hayatımı tehlikeye atacağım; sizi buradan salıvereceğim. Sakın, Paşa’nın yalanlarına kanılmasın.” der.
Artistik kabiliyeti yüksek olan Ömer Bey, iyice inandırdığı sahte millettaşlarına bir de ziyafet çeker ki, muhasara edilen bir kalede bulunması zor olan cinstendir. Bununla amaçlanan da, bolluk gösterisidir. Ömer Bey muvaffak olur. Karınları doyunca gözleri yolda olan esirleri, gizli çıkış yerine gizlice götürürken,
“Şimdi, der, dikkatlice siz gidin. Ben sizi öldürdüğümü yayacağım, paşayı buna inandıracağım.” İki esir hayatlarını kurtarmanın ve ordularına önemli sırlar götürmenin sevinciyle kaçar giderler. Bu esirlerin karşı tarafta ne kadar işe yaradığı, kaledekilere gösterilen Kenan’la Handan’ın kesik başlarından anlaşılır.
Bir mektup hikâyesi daha. Bu mektup da, güya sadrâzam tarafından Tiryaki Hasan Paşa’ya yazılmış olan mektuba ve gönderilen yardıma teşekkürnâmedir. Bunun da bir yolla düşürülüp düşman eline geçmesi sağlanır. Kara Pençe, mektup meselelerinde önemli hizmetler gören, sadrâzamla Tiryaki Paşa arasında, düşman muhasarasına rağmen mekik dokuyan kahramandır.
Tiryaki Hasan Paşa’nın hileleri bitmez; ama biz şimdilik bu kadarla yetiniyoruz.
Sadrâzamdan yardım gelmez ise de, Allah’tan öyle dondurucu soğuklar gelir ki; düşman ordusu Kanije’yi terk etmek zorunda kalır. Gidişleri de tam Tiryaki Hasan Paşa’nın istediği gibidir; toplarını ve eşyalarının büyük bir kısmını savaş yerinde bırakırlar. Sadece bunlarla kalmaz iş. Hücum sırası Türk ordusundadır. Tamamı 4000 kadar olan askerimiz kaçan 100.000 kişilik düşmanın peşine takılır…
İlk hücumda 18 bin düşman kellesi yığılır Tiryaki Hasan Paşa’nın önüne, ikinci hücumda 30.000 kelle…
Yetmiş gün, binbir sıkıntı içerisinde savunulan kaleden maddi hesaplara göre cesetleri toplanmaları gerekenler, başsız cesetlerle dağı, bayırı doldururlar.
Kanije müdafaasını uzatışımız, böyle muazzam zaferlere hasretimizdendir. Tiryaki Hasan Paşa Arşidük Ferdinand’ın otağına girer, görür ki içeride “bir âli taht, çevresi trabzan, biri altın ve biri gümüş; parmaklıkları başları elvan-ı cevahir ile murassa ve müzeyyen ve direkleri başına birer elmas vaz’olunmuş ki, her biri Rum harâci değer idi…”
Hasan Paşa burada iki rekât namaz kılıp, Cenab-ı Allah’a hamd eder ve dua edip ağlar.
Tabii ki bu ağlama sevinçtendir, der ki: “Bu nusret mücerret Hak-Tealâ’nın inayeti ve Hazret-i Resûl-i Ekremin mucizâtı eseridür!”
Kılıcım çekip, ortadan tahtı kılıçlar, üzerine oturur. Beylerine vaz-u nasihat ettikten sonra:
“Her kim bu ulu gazada bulundu ise inşaallah mağfurdur”, der ve otağda bulunan cephaneden başka ne var ise askerine verir.
Haber İstanbul’a ulaşınca şenlikler yapılır. Pâdişâh, Paşa’ya gönderdiği Hatt-ı Hümâyunda, “Sen ki Kanije Beylerbeyi ihtiyar kulum ve müdebbir vezirim Hasan Paşasın.” “Berhudar olasun” “Manevî oğullarumun yüzleri ağ ala”.
Böylece, Padişah, Tiryaki Hasan Paşa’ya vezirlik vermiş oluyor. Askerleri manevi oğulları olarak taltif ediyor ve “Muktezayı tertib-i saltanatıyle Hak Teâla Hazretleri’ne ısmarlıyor” hepsini!

Celâliler ve Hasan Paşa’nın Ölümü (22 Nisan 1602)

Kara-Yazıcı ile Sokullu-oğlu Hasan Paşa Elbistan’da çarpışmış, Celâliler’in 30.000 mevcudu 10.000’e inmişti. Kılıç artıkları Canik Dağları’na çekilmişti, Hasan Paşa Tokat’a. Savaşta yahut sonra Kara-Yazıcı ölmüş, yerini, kardeşi Deli Hasan almıştı. Ayrıca üç Celâli lideri daha ortaya çıktı. Şâhverdi, Yular-kasdı ve Tavil. Kimine göre bunların adı eşkıya, kimine göre Celâli’dir. Bunların hareketi devam etti. Tokat’a saldırdılar. Etrafı yağmaladıktan sonra Tokat’ı çevirdiler.
Pâdişâh, olayların büyüdüğünü öğrenince Hasan Paşa’yı azledip, eşkıyayı sindirme görevini Diyarbakır’ın valisi Hadım Hüsrev Paşa’ya verdi. Hasan Paşa Tokat’ta “Cennet Bağı” adım verdiği murassa ve mücevher sükûçeleri olan bir yerde yaşıyordu. Çünkü rahatı fevkalade idi. Azlini tebliğe cesaret edilemiyordu. Kapıcıbaşı tebliğinin mükâfatım katledilerek aldı. Hasan Paşa, aynı görevle gelen kardeşini öldürmeye kıyamadı, onu sadece huzurundan kovdu.
Celâlilerin Tokat muhasarası bir ay sürdü. Bir sabah kapı önünde oturan Hasan Paşa’ya nişan alan “iyi bir Türk nişancısı tüfeğini boşalttı.” Hasan Paşa’nın öldürülmesinden sonra Tokat talan edildi. Paşa’nın bütün hazinesi Celâlilerin eline geçti. Daha güçlenmiş olarak bütün Anadolu’ya yayıldılar.

İstolni Belgrad’ın Yeniden Alınması (6 Ağustos 1602)

Belgrad elimizden çıkmıştı. Rumeli Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa tekrar almak için faaliyete geçti. Ahmed adlı bir yiğit asker molozlara basarak, Battal-kapu kulesine çıkıp elindeki bayrağı kuleye dikti. Birden gördükleri manzara karşsında panikleyen düşman yenilmekten kurtulamadı. Bütün olaylar Peçevî’nin gözleri önünde cereyan etmiş olup, o da aynen kitabında aktarmıştır. Biz savaş safahatına girmiyoruz. Fetih’ten sonra Sancakbeyi ve gerekli asker bırakılarak, ordu Budin’e hareket etti.

18 Kasım 1602

Serdar-ı Ekrem Yemişçi Hasan Paşa Belgrad fethinden sonra Budin’e değil, Erdel üzerine gitmeye karar verdi. Buna sebep Türkiye tarafından Voyvoda tayin edilen Moziş’in Avusturyalılara karşı yardım istemesiydi. Bu sıralarda, Arşidük Mathias’m ordusu Ciğerdelen önlerinde ve top sesleri Budin’e kadar yansımaktaydı. Budin Beylerbeyi Kadızâde Ali Paşa ile Kadı Nâbil Efendi Yemişçi’ye yalvardılar. Erdel’e giderse, 40 topu olan 80 bin kişilik Avusturya ordusunun Budin’e saldıracağını casuslarından öğrendiklerini söylediler. Yemişçi dinlemedi.
Yemişçi Hasan Paşa istediğini yaptı, düşmanda vazifesini ihmal etmedi. Önce Peşte’yi kolayca alıp bir yığın kadın ve çocuğu esir ettiler. Sıra Budin’e geldi. Yemişçi’ye yolda duyurulan felaket biraz aklını başına getirdi ve bir miktar kuvvetle Rumeli Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa Budin’i kurtarmaya memur edildi.
Türk askerlerinin mukavemetine hava durumu da yardımcı olunca, Arşidük çekilmek zorunda kaldı.

Anadolu’dan Sıçrayan Ateş İstanbul’a Düşer

6 Ocak 1603: Kapu Ağası ve Darüssaade Ağası’nın idamı. Gazanfer Ağa ile Osman Ağa’nın idamları Osmanlı Devleti’nin çok derin olan iç yarası bakımından önemlidir. Biraz üzerinde durmak lâzım!
Anadolu’da başlayan devlete başkaldırma hareketleri, ordudan ayrılan “30 bin sipahinin kayıtlarının silinmesi, bulundukları yerde öldürülmesi” emri ile güç kazanmış, hayatta kalabilen sipahiler Anadolu’da isyancıların safına katılıp, devlet kuvvetlerine karşı savaşmaya başlamışlardı. İstanbul’dan gönderilen ordular isyancılara karşı zafer elde edemeden dönüyorlar, bazı paşalar ise rezil oluyorlardı. Bizim bu meseleleri aktardığımız kaynak (Kronoloji) Celâlileri bastırmaya giden paşaların dönme-devşirme olduğunu, öp öz Türk olan Anadolu halkına müsamaha göstermediğini yazar. İsyanların gerçek sebebi olarak da, Osmanlı Türk Devleti’nin, dönmelerin elinden kurtarılması, gibi iddialar taşıdığı anlatılır. Ve “Türk milliyetinin devşirmelikle mücadelesinden hâsıl olmuş feci bir vaziyettir” denir.
İstanbul’da çıkan isyan Anadolu yüzündendir. Devşirmelerin Türkleri kırmasına karşı çıkan, Hüseyin Halife, Poyraz Osman, Tepegöz Rıdvan, Kazzaz Ali, Burnay Mehmed, Öküz Mehmed, Kâtip Cezmi… bunlar Sipahi Ocağı’ndandırlar. Padişahtan “Ayak Divanı” isterler.
Sultan Mehmed saray avlusuna kurulan tahta çıkar ve dinler. Hüseyin Halife, Poyraz Osman ve Kâtip Cezmi Pâdişâha Anadolu vaziyetinden çok acı bir dille bahsedip, sebep olanların kellelerini talep ederler.
İsmail Hami Danişmend’e göre Venedikli Valide Safiye Sultan’ın rüşvetle memuriyet sattığı Macar devşirmesi Kapu Ağası Gazanfer Ağa ile Darussaade Ağası Zenci Osman Ağa saraya hâkimdir. “Üçüncü Mehmed sipahileri yatıştırmak için biri siyah bir beyaz olan Gazanfer Ağa ile Osman Ağa’nın başlarını siyaset meydanına düşürdü. Halkın dualarını alarak, meydandan içeri çekildi.”

Şehzade Mahmud’un İdamı (7 Haziran Cumartesi 1603)

Anadolu’da başlayan ihtilâl hareketleri, padişahın gönderdiği askerleri perişan etmektedir. Bu olaylara çok üzülen Pâdişâh yemeden içmeden kesilir. 21 yaşında ve cesaretiyle ünlü şehzadenin babasının üzüntüsüne üzülüp isyancılara karşı Anadolu serdarhğına talip olması, bu arada bir şeyhin büyü ile uğraştığı ve şehzadenin tahta göz koyduğu rivayetleri dolaşmaktadır.
Üçüncü Mehmed, 19 kardeşinin cenaze namazlarım kılarak oturduğu tahtı, oğlunun cenazesini kılarak ebediyyen terkedecektir.
Şehzade Mahmud’un boğdurulmasından sonra Üçüncü Mehmed iyice sarsılmıştır. Ne sarayda, gönlünü hoşnut eden işler olur, ne cephelerden güzel haberler gelir.

Ve Padişahın Ölümü (20/21 Aralık 1603)

Eski tarih kitaplarında kayıtlıdır. Pâdişâh bir gün dışarıdan sarayına dönerken, bir derviş bağırarak şöyle söyler: “Padişahım gafil olma 56 gün sonra büyük bir hâdise zuhur edecek.” Zaten yaşama sevincini kaybetmiş bulunan Üçüncü Mehmed bundan endişeye kapılır. Elli iki gün sonra hastalanıp, dört gün yattıktan sonra ölür.
Padişahlığı dokuz sene süren Üçüncü Mehmed 38 yaşının içinde, Eğri fatihliği gibi iyi bir ün, 19 şehzade ve bir evlâdın ölümünden sorumlu kötü bir nam bırakmış olarak Allah’ına kavuşur.
Hiç bir tarihçi onun zamanını övünçle anlatamaz. Ölümü bile çok basit bir kaç satırla geçiştirilir.
Osmanlı toprağına bereketli yağmurlar yağmaz, has meyveler yetişmez olmuşsa, Mehmed ne yapsın.
Fatih, Yavuz, Kanuni o devrin nimetleri miydiler acaba? Bundan sonra öyle bir devir görülebilir mi?

Üçüncü Mehmed’in kadınları: Bir tek isim var, Handan Sultan.

Üçüncü Mehmed Nasıl Bir Padişahtı?

Peçevî’den özetle aktardığımız Şemsi Paşa’nın, III. Murad’a rüşvet verdiği yolundaki sözleri iç karartıcı idi. İftiharla diyordu ki Şemsi Paşa Osmanlı Hanedanı bundan sonra iflah olmaz. O Padişahın zamanı kötü sayılırdı, onun oğlu III. Mehmed zamanı da, Osmanlı’nın eski asaletinin erimeye başladığı bir devir olarak geçti.
Fatih devşirmelere makam vermiş, sayısız nimetler vermişti fakat almayı da bilmişti. Son iki padişah maalesef öyle çıkmadı. Çelik iradeli olması mutlak şart iken padişah, anasının iradesi dışına çıkamadı. Anadolu’da isyan hareketleri yaygınlık kazandı. Devletin günü eşkıyaya yetemeyecek kadar azaldı.
III. Mehmed’in ana sözü dinlemesi terbiyesinden, yumuşak başlılığından denir ya, padişahlık sadece terbiye ve yumuşak başlılıkla yürümüyor…
III. Mehmed’in kabri Ayasofya’da II. Selim Türbesi’nin yanındadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.