YÛSUF ZİYÂ PAŞA

YÛSUF ZİYÂ PAŞA

(ö. 1817)

Osmanlı sadrazamı.

Yûsuf Ziyâ (Ziyâeddin) Paşa, 1760-1761 arasında beş ay kaptan-ı deryâ görevinde bulunan Benli Hacı Mustafa Ağa’nın kölelerindendir, aslen Gürcü olduğuna işaret edilir (Abdülfettâh Şefkat Bağdâdî, s. 3). Doğum tarihi bilinmemekle beraber, Mısır seferi dolayısıyla 1800’de Suriye’ye geldiğinde orduda bulunan ve kendisini tanıyan İngiliz topçu subaylarından W. Wittman’ın kaydına göre ellili yaşlardadır. Ayrıca Gürcü kökenine burada da vurgu yapılır (Travels in Turkey, s. 126). Devlet adamlarının himayesinde gençleri yetiştirme ve bir intisap dairesi teşkil etme uygulaması dahilinde Hacı Mustafa Ağa’nın kardeşi, Anadolu Kazaskeri İbrâhim Beyefendi’nin hânesinde eğitimine özen gösterildi ve özel hocalardan dersler alıp dinî ve aklî ilimlerle hüsn-i hat tahsil etti; muhasebe ve defter tutmayı öğrendi; zamanla ata binme, cirit oynama ve silâh kullanma gibi beceriler kazandı. Efendisinin 1762’de vefatı üzerine mîr-i mîrândan maden emini Ispanakçı Mustafa Paşa’ya intisap ederek Enderun ağası oldu. Mustafa Paşa’nın vezâret rütbesiyle Erzurum valiliğine tayininden (1768) sonra da maiyetinde bulundu, Wittman’a göre en güvenilir kişilere havale edilen bir iş olan tütüncübaşılığa getirildi ve onunla birlikte hacca gitti. Dönüşte Rakka’da paşanın yanından ayrılıp İstanbul’a geldi. Burada Ocak 1777de sadrazamlığa tayin edilen Darendeli Mehmed Paşa’ya intisap etti; Mehmed Paşa’nın ertesi yıl eylül başında azledilmesiyle İstanbul’da değişik kişilerin hizmetine girdi. Nihayet Keban ve Ergani madenlerine emin tayin edilen Çil Mehmed Emin Ağa’nın mühürdarı sıfatıyla Keban bölgesine gitti (1779) ve görevini Emin Ağa’nın yerine gelen Yeğen Mehmed Ağa’nın yanında da sürdürdü. Görevi esnasında çevredeki Kürt aşiretlerinin eşkıyalık hareketlerini te’dible görevlendirilen kuvvetlere kumanda ederek bu alanda da becerikliliğini gösterdi; bölgede adını duyurmaya ve kendini kabul ettirmeye başladı. Daha sonra İstanbul’a döndü. Bu sıralarda (1781) kısa bir zaman için Tersane eminliği yapan ve bir müddet sonra sadâret kethüdâlığına, ardından da sadârete getirilen Halil Hamîd Paşa’nın önce mühürdarı, daha sonra silâhdarı oldu. Maden emini Yeğen Mehmed Ağa’nın vefatı üzerine (1784) bölgeyi tanıyan bir kişi olarak onun terekesinin zaptı göreviyle oraya gönderildi. Yeğen Mehmed Ağa’nın yerine 1784 yazında Köse Mustafa Ağa tayin edildi ve bu görevi 1786’ya kadar sürdürdü. Mustafa Ağa’nın azlini müteakip Darbhâne-i Âmire Nâzırı Arnavut Mehmed Efendi’nin “tahkik ve tensibiyle” yerine Yûsuf Ağa tayin edildi. Bunda kendisi gibi Gürcü asıllı olan Sadrazam Koca Yûsuf Paşa’nın “Gürcü dayanışması” gütmesinin rol oynadığı iddiası, tayinine Arnavut asıllı olan Darbhâne-i Âmire nâzırının tahkikinden sonra onay verildiği bilgisi karşısında dayanaksız kalmaktadır.

Yûsuf Ziyâ Paşa’nın kariyerinde, 17851799 ve 1807-1811 yılları arasında emsallerine kıyasla çok uzun seneler elinde tuttuğu maden emaneti önemli bir yer işgal eder ve sadârete getirilmesinde başlıca etken olur. Gümüşhane ve Keban havzasındaki gümüş madeni işletmelerine yeterli sermaye tahsisiyle verimli çalışmasına özen gösteren Yûsuf Ziyâ Paşa, Ergani’de bakır üretimine geçilmesini, Malatya sancağı dahilinde yeni gümüş madenlerinin açılmasını ve işletilmesini sağladı Fırat nehrinden kütük ve kömür sevki için yararlanmasını bildi. Teşkil ettiği zaptiye güçleriyle merkezin tâlimatı üzerine harekete geçirdiği Erzurum, Diyarbekir, Rakka ve Sivas valiliklerinin kuvvetleri sayesinde bölgeyi Kürt eşkıyasından temizledi, böylece güven ve istikrarı temin etti. İkinci sadâreti esnasında da uhdesine bırakılan bu vazifeyi vekil eliyle yürüttü. Şânîzâde’nin “garabet” diye nitelediği bu durum (Târih, I, 465; Cevdet, IX, 229), Yûsuf Ziyâ Paşa’nın bölgedeki yaygın ve kalıcı nüfuzunun doğal bir sonucu olarak yorumlanmalıdır. Sadâretten azliyle maden eminliği vazifesine de son verildi.

Maden eminliğindeki başarılı hizmetleri yükselme kapılarını açtı. Kendisine Malatya sancağı tevcih edildi; ardından vezir rütbesiyle Diyarbekir ve Erzurum eyaletleri, Çıldır, Canik muhassıllığı ve Karaman eyaleti verildi. Bu görevleri genelde halka eziyet eden, haraç alan, vergi ödememekte direnenlere yönelik mücadelelerle geçti. Ahalinin korunması ve asayişin sağlanması, özellikle maden sahalarında olumsuzlukları görülen Kürt eşkıyasının te’dibine dair faaliyetleriyle bütün bu bölgelerin en önemli ismi haline geldi. Askerî güç kullanmanın yanında meseleleri kan dökülmesine yer vermeden uzlaşma ile çözmekte başarılı olması İstanbul’da takdirle karşılandı. Fransa’nın Mısır’a saldırısı ve savaş ilânı üzerine (Eylül 1798), karadan Mısır’a sevkedilecek ordunun başına geçecek muktedir bir sadrazam arandığında ve özellikle ordunun sefer güzergâhına hâkim, bölgeyi ve bölge insanlarını tanıyan nüfuzlu bir şahsın seçilmesi gerektiğinde akla ilk gelen isim oldu. Böylece sadârete davet edildi (Eylül 1798) ve Erzurum’dan hareketle 26 Ekim 1798’de İstanbul’a gitti (Beydilli, s. 186, 201). 1 Haziran 1799’da orduyla beraber İstanbul’dan yola çıktı ve üç yılı aşan sefer günleri sonunda 3 Ağustos 1802’de galibiyetle geri döndü. Paşanın serdâr-ı ekrem olarak icraatı, onun kitâbet ve teşrifat vazifesinde bulunan Darendeli Hasan İzzet Efen- di’nin Ziyânâme adlı eserinden etraflıca takip edilebilmektedir.

Yûsuf Ziyâ Paşa Arîş’e yaklaştığında Napolyon’un Fransa’ya döndüğü haberini aldı (Ağustos 1799) ve bunu İstanbul’a bildirdi. Yolda geçtiği bütün bölgelerde kendisini tanıyanların istekli katılımıyla sayısı artan büyük bir orduyla yaklaşmakta olması Mısır’da kumandayı üstlenen General Jean Babtiste Kleber’i dehşete düşürdüğünden general tahliye şartlarını görüşme talebinde bulundu (Karal, s. 123). Bu arada sadrazam 28 Aralık 1799’da Arîş’in muhasarasını zaferle sonuçlandırdı (Ham- mer-Purgstall, s. 59). Mısır’ın tahliye şart- nâmesi, bu zafer ışığında Fransız delegeleri General Charles Lois Desaix ve Jean- Babtiste Poussielque ile İngiliz Amirali Sidney Smith’in katılımıyla kendi çadırında imzalandı (25 Ocak 1800). Bu antlaşma müttefik İngiliz hükümeti tarafından kabul edilmediğinden çatışmalar tekrar başladı. Fransızlar, Heliopolis’te (Hammer-Purgstall, s. 60’ta el-Chanka’da) sadrazamın kuvvetlerini hazırlıksız yakalayarak bozguna uğrattı (20 Mart 1800). Yûsuf Ziyâ Paşa böyle bir lekeye tahammül etmeyip sonuna kadar çarpışmaya girişti ve meydandan ayrılmayı reddetti. Bu fikrinden çevresindekiler tarafından güçlükle vazgeçirilerek arka hatlara alındı. Böylece bozguna uğramadan Gazze’ye kadar çekildi ve lojistik bazı sebeplerden ötürü Yafa’da ordugâh kurdu. Fransızlar’ın daha sonra karşı hücuma geçmeleri üzerine Haneke yakınlarında Müneyyer köyü civarında meydana gelen savaşta bu defa Fransız kuvvetleri yenilgiye uğradı (31 Mayıs 1801). Bu yenilgi, Fransız işgalinin sonunu getirecek gelişmelerin başlangıcı olmakla beraber kaynaklarda gereğince yer almamış ve önemsenmemiş, Cevdet Paşa’nın Târih’inde de (VII, 124) kısa bir değinmeyle geçiştirilmiştir. Bu zaferde ilk hezimete rağmen orduyu bir arada tutmayı başaran Sadrazam Yûsuf Ziyâ Paşa’nın büyük payı vardır. Sadrazam 17 Temmuz 1801’de merasimle Kahire’ye girerek askerî harekâtı başarıyla sona erdirmiş oldu (Darendeli İzzet Efendi, s. 219). İstanbul’da kendisine “Gazi” unvanı verildi ve III. Selim tebriknâmesinde kendisine bu sıfatla hitap etti . Mısır’da gerekli önlemler alınıp idaresi vali Hüsrev Paşa’ya teslim edildi ve İstanbul’dan gelen emre uyularak yola çıkıldı (Şubat 1802). Yeniçeri ocakları ve mühimmat deniz yoluyla gönderilirken kendisi, yanında kalan orduyla birlikte karadan hareket etti. Devlet ricâli tarafından İznik’te karşılandı ve 3 Ağustos 1802’de törenle İstanbul’a girdi. Barış görüşmelerine Paris’te devam edildi; tahliyeyi de içeren barış antlaşması 25 Haziran 1802’de imzalanarak iki devlet arasındaki düşmanlık sona erdirildi (Karal, s. 141).

İstanbul’a döndükten sonra sadâreti iki buçuk yıla yakın bir süre daha devam etti ve 24 Nisan 1805’te istifa suretiyle görevinden ayrıldı. Bu ilk sadâreti altı yıl sekiz ay sürmüştür (Cevdet, VIII, 22). İstifa gerekçesi olarak yaşlılığını ve hastalığını ileri sürmekle beraber böyle bir karar almasında, sadârete Nizâm-ı Cedîd ricâlinin müdahalesi yanında gittikçe ağırlaşan iç siyasî durum karşısında işin kötüye gitmekte olduğunu sezmesinin ve kendisini tehlikeye atmak istememesinin ağır bastığını düşünmek daha isabetlidir. Nitekim yerine getirilen Hâfız İsmâil Paşa, III. Selim’in reformlarına muhalif biriydi ve Edirne Vak‘ası’ndaki icraatıyla bunu açıkça ortaya koymuş, yeniçerilere dayandığı için idamdan kurtulmuştu. İsmâil Paşa’nın halefi İbrâhim Hilmi Paşa’nın yeniçeri ağalığından sadârete geçirilmesi hassas dengelerin devam ettiğinin işaretidir. İki yıl sonra III. Selim’in tahttan indirilmesine yol açan ayaklanma, kendisinin sadârette -mührün mutlak sahibi olarak- kalması durumunda herhalde meydana gelme imkânı bulamazdı.

Yûsuf Ziyâ Paşa, Beylerbeyi’ndeki yalısında ikamete memur edildi. Birkaç ay sonra da vezâreti iade edilerek Nizâm-ı Cedîd karşıtı Tayyar Mahmud Paşa’nın isyanını bastırmakla görevlendirildi. Onun Rusya’ya kaçmasıyla mesele kendiliğinden çözüme kavuştu. Avrupa’da değişen şartlar ve Napolyon’un üstünlüğü Fransa ile dostluk siyasetini kaçınılmaz kıldığından İngiltere ve Rusya ile Mısır saldırısı esnasında oluşan ittifak sona erdi ve bu iki eski müttefikle savaş hali ortaya çıktı (1806-1807). Eylül 1807’de Kars valiliğine getirilen Yûsuf Ziyâ Paşa (Beydilli, s. 184) Doğu cephesi seraskerliğine tayin edildi. İstanbul’da III. Selim’in tahttan indirilmesi ve IV. Mustafa’nın tahta çıkarılması hadiselerinin uzağında kaldı. Ardından Bağdat valiliğine getirildi. Ancak daha yola çıkmadan bu defa IV. Mustafa’nın tahttan indirilmesi ve II. Mahmud’un tahta çıkarılması olayı meydana geldi (28 Temmuz 1808). III. Selim’in saltanattan uzaklaştırılması üzerine Rusya’dan dönen Tayyar Mahmud Paşa’nın Köse Musa Paşa’nın yerine kaymakamlığa tayini (Kasım 1807) eski düşmanlığı sebebiyle Yûsuf Ziyâ Paşa’yı rahatsız etti. Keban maden havzasını Kürt eşkıyasının saldırılarından korumak amacıyla bölgede kendisine itibar eden âyan, muhassıl ve paşalarla ittifak halinde güvenliğin sağlanmasına çalıştı, bu vesileyle etrafında belirli bir kuvveti hazır tuttu. Kısa bir müddet sonra Tayyar Mahmud Paşa’nın azli (Mart 1808) rahatlamasını sağlamakla birlikte Alemdar Mustafa Paşa’nın müdahalesini ve ardından yıkılmasını da (Kasım 1808) endişe ile takip etti. Nizâm-ı Cedîd muhaliflerine ve özellikle yeniçerilere karşı tetikte durdu (Şânîzâde, I, 205-206).

İçteki bu kargaşa yüzünden daha vahim duruma gelen Rus savaşı sebebiyle tecrübeli ve güçlü bir kumandana ihtiyaç duyulduğundan Yûsuf Ziyâ Paşa 1 Ocak 1809’da tekrar sadârete davet edildi. Sadâret haberini Malatya taraflarında iken aldı ve mührün kendisine gönderilmesini memnuniyetle karşıladı. İstanbul’da ise sadârete kimin getirildiği, “fitne ve fesad erbabının zihinlerini işgal etmek ve korkutmak kastıyla” gizli tutulmuş bulunuyordu. İç ve dış durumun kötülüğü, yeniçerilerin isyankâr hali, hazinenin boşalması gibi sebepler yüzünden mührü kabulde tereddüt gösterdi, ancak tekrar istifaya cesaret edemediğinden mecburen kabul etti . III. Selim’e sadâkat göstermiş bir devlet adamı olarak bilindiğinden ve reformlara muhalif Tayyar Mahmud Paşa’nın te’- dibinde, başta Caparzâde Süleyman olmak üzere Anadolu âyanını da yanına çekerek başarı göstermesinden ötürü mührün kendisine gönderilmesi Nizâm-ı Cedîd karşıtlarının şikâyetlerine yol açtı ve bunlar kendilerine uygun bir vezirin tayin edilmesi doğrultusunda çalışmalar yürüttü. İstanbul’a gelene kadar kaymakam tayin edilen Çarhacı Ali Paşa’nın sadrazamlığa can atması durumu daha da kötüleştirmekte, şehrin belirli yerlerine yeniçeriler adına kendisine güven duyulmadığına dair yazılı kâğıtlar yapıştırılmaktaydı (Şânîzâde, I, 180, 183). Böylece eşkıyalık yapmakta olan bazı aşiretlerin te’dibiyle uğraştığı gerekçesiyle İstanbul’a gitmekte acele etmedi. II. Mahmud’un ısrarlarına dayanamayıp nihayet yola çıktığında da ayağını sürüyerek “nâzân nâzân” üç buçuk ayda zorla İstanbul’a geldi (24 Nisan 1809; a.g.e., I, 205-207; Cevdet, IX, 112). 27 Nisan 1809’- da serdâr-ı ekrem ilân edildi (hatt-ı hümâyun sûreti için bk. Cevdet, IX, 290-293) ve 5 Temmuz’da ordunun başında Edirne’ye doğru yola çıktı (Şânîzâde, I, 236; ayrıca bk. Cevdet, IX, 115). Hareket etmeden önce Moralı Seyyid Ali ve Mehmed Behiç efendiler gibi Nizâm-ı Cedîd döneminin iki önemli simasını -affa uğramalarına rağmen- idam ettirdi. Bu kararın, kendilerinden ilk sadâreti esnasında epey çekmiş olması ve Ali Efendi’nin IV. Mustafa’nın katline karışmış bulunmasının yanında (Şânîzâde, I, 228-229) özellikle artık iyi geçinmek ve arkalamak zorunda hissettiği yeniçerilere yaranma amacı taşıdığı açıktır (Cevdet, IX, 228-229).

Yûsuf Ziyâ Paşa, 18 Ağustos 1809 tarihinde 3 Ağustos’ta vardığı Edirne sahrasından Şumnu istikametine hareket etti. Buraya yaklaştığında Ruslar’ın Kalas’ta köprü kurarak Tuna’yı aştıkları haberi geldiğinden hazırlıkların tamamlanmasına kadar daha ileri gitmekten çekinip düşman karşısına çıkmayı Çarhacı Sürûrî Paşa ve Pehlivan İbrâhim Ağa (Paşa) gibi kumandanlara havale etti. İleri cephelerin sağlama alınmasıyla Rusçuk sahrasına kadar ilerledi (Eylül 1809); Yergöğü yakınlarındaki sıcak temasa bizzat kendi takviye birlikleriyle yöneldi ve buradaki Rus kuvvetlerinin yenilgisinde etkili oldu. Silistre yakınlarında cereyan eden önemli muharebede de (24 Ekim 1809) Rus kuvvetlerini yenilgiye uğrattı ve ardından kışlamak üzere Şumnu’ya döndü. Bu tür başarıların Ruslar’ın ilerlemesine engel olamadığı İsmâil ve İbrâil kalelerinin istilâya uğramasıyla görüldü ve düşmanın Şumnu önlerine kadar inmesi engellenemedi. Öte yandan Ruslar da mevzilerini korumada zorlanmakta, Rusçuk ve Yergöğü’deki muharebelerden başarıyla çıkamamaktaydı; bununla birlikte üç ay boyunca muhasara altında tuttukları Rusçuk’u 25 Eylül 1810’- da ele geçirdiler (Şânîzâde, I, 260-261, 274275, 288, 293, 384-385, 390, 406-408). Yûsuf Paşa, II. Mahmud’un bizzat sefere çıkmaya niyet etmesi ve bununla ilgili hazırlıklar sebebiyle Ekim 1810’da kışlamak için Edirne’ye döndü.

İki yıl süren bu defaki sadâreti yine sefer gailesiyle geçti ve kalıcı bir başarı gösteremedi. “Aslen Osmanlı zümresinden yetişip ocaklı tâifesinden gelme olmadığından” (Şânîzâde, I, 450-451; Cevdet, IX, 228) yeniçeriler kendisine güvenmemekte, o da sözünü geçirememekte ve bunların meşrebine göre hareket etmek zorunda kalması şımarmalarına yol açmaktaydı (Cevdet, IX, 229). Savaşın başarısızlıkla sürdürülmesi azlinin başlıca sebebini teşkil etmekle beraber bunun -haleflerinde de görüleceği üzere- şahıslara bağlı olmadığı ve ordunun içinde bulunduğu durumdan kaynaklandığı açıktır. 26 Mart 1811’de azledilince (Şânîzâde, I, 451; Bey- dilli, s. 138, 140) evvelâ Dimetoka’da oturması istendi, burada iken bütün mal varlığına el kondu (“evâsıt-ı Rebîülevvel” 1226/ 4-14 Nisan 1811) ve maden eminliğinden de azledildiği için sarrafı Mığırdıç İstanbul’a çağrılarak gizli malı ve nakdi açığa çıkarıldı, daha sonra da (Mayıs 1811) Rodos’ta ikamete memur edildi (Şânîzâde, I, 465-466; Beydilli, s. 141). Yûsuf Ziyâ Pa- şa’nın emvâlinin büyük kısmı hanımı üzerine kayıtlı olduğundan hanımının vefatına kadar el konulan malları sınırlı kaldı (Cevdet, IX, 230). Beş yıl kadar sonra Eğriboz muhafızlığına tayin edildi (1817) ve burada yaklaşık bir yıl kadar kaldı; oradan da varışından kısa bir müddet sonra vefat ettiği Sakız adasına tayin edildi. Ölüm tarihi kaynaklarda 1234 (1819) olarak gösterilmekle beraber bunun doğru olmadığı anlaşılmaktadır ki bu da paşanın gözden epey uzak kaldığını ve unutulduğunu ortaya koyar. Zira Sakız’daki ölümünü bildiren belgede (BA, HH, nr. 25396) 13 Şevval 1232 (26 Ağustos 1817) salı gecesi vefat ettiği kaydedilmektedir. Aynı belgeye göre adaya Ramazan ayının son on günü içinde (3-13 Ağustos) gelmiştir. Şeyh İlyas Efendi Türbesi’nde medfundur (Ahmed Rifat, s. 5).İki yılı dışında geri kalanı seferlerde geçmek üzere toplam dokuz yıla yakın sadârette bulunan Yûsuf Ziyâ Paşa’nın dönemin önde gelen devlet adamlarından biri olduğunda şüphe yoktur. On dokuz seneye yakın maden eminliği yapması kendisine bir iş adamı zihniyeti kazandırmıştır. Yûsuf Ziyâ Paşa devlet işlerini de bu zihniyetle ele almakta ve yürütmekteydi. Nitekim birinci sadâretinden istifa etmesi uğrayacağı zarar ve tehlikeleri hesaplayan, dolayısıyla maliyet hesabı yapan bir iş adamının yaklaşımından başka bir şey değildir. İkinci sadâreti zorla kabul etmesi de zarar-ziyan hesabı çerçevesinde bu işin kendisi için sakıncalı olacağını düşünmesinden kaynaklanmıştır. Nihayet mallarının büyük bir kısmının hanımı üzerine kayıtlı çıkmasını izdivacıyla beraber “yıldızının yükseldiğine” ve “ayağının uğurlu geldiğine”, hatta “kendisinden aşırı derecede çekindiğine” dair kayıtların latifesi yanında (Şânîzâde, I, 513-514; ayrıca bk. Cevdet, IX, 230) zeki bir iş adamının müsâdereye karşı aldığı önlemlere bağlamak daha isabetli olacaktır. Yûsuf Ziyâ Paşa’nın hanımı “evâsıt-ı Zilhicce” 1226 (27 Aralık – 5 Ocak 1812) tarihinde vefat etmiş ve padişahların paşaya verdikleri murassa‘ hançerler dahil önemli ölçüde mücevher, nakit ve yüklü emvâli Enderun’a maledilmiştir. Paşanın insanlarla uyuşmayı tercih eden tabiatının da bu özelliğiyle ilgili olduğu açıktır. Dönemindeki pek çokları gibi onun da uğurlu günleri, bâtıl inançları vardır. Kendisini tanıyan Wittman iyi kalpliliğine tanıklık eder ve cirit oyununda gözünü çıkaran kölesini yüklüce bir para verip âzat etmesini kendisinin insanî değerlerinin yüksekliğine örnek olarak gösterir (Travels in Turkey, s. 59, 60, 65, 127). İstanbul Çengelköy’de hanımı adına çeşme, Maden’de cami gibi hayratı mevcuttur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.