Sultan III. Murad Han

ÜÇÜNCÜ MURAD

(1574–1595)

13-Sultan III. Mehmed Han

Ertuğrul Beyoğlu Osman Gazi ile başlamıştık tarih seyahatine; yaban ellerde yurt tutmanın sıkıntılarına şahit olmuş, Osman Gazi’nin azmine, iradesine hayran kalmıştık. Devamında Bâyezid, Fatih, Yavuz, Kanuni gibi cihan sultanlarıyla bulutlarda yüzüp, arada bir yaşadığımız ufak tefek hüzünleri içimizden kovmuştuk, devamlı, bir yanımızda parlamaya hazır alevimiz bulunuyordu. İkinci Selim’le beraber hevesimiz paslanmaya, arzularımız azalmaya başladı. Şimdi Selim de vefat etti; Şehzade Murat koskoca bir Osmanlı Devleti’nin tahtına oturması için bekleniyor.
1546 senesinde dünyaya gelen Murat 1561’den beri Manisa’da Vali olarak bulunmakta, 14 seneye yakın bir süredir küçük çaplı bir saltanat sürmektedir. Selim’in başka şehzadeleri de var ama en büyük evlat olmanın getirdiği şansla, Murat hayat korkusuna fazla kapılmadan, padişah olacağı günlerin hasretini çekmekteydi.
Damat Sokullu Manisa’ya haber gönderdi, Kılıç Ali Paşa da Kadırga ile Mudanya’ya gitti; yeni padişahı deniz yoluyla İstanbul’a getirecek. Şehzade Murad haberi alır almaz yola düşüp, öyle süratli hareket etti ki; hemen Kadırga’ya atlayıp İstanbul’a uçacaktı. Fakat sahilde Ali Paşanın kadırgasını bulamadı. Beklemeye sabrı yoktu. Ferudun Bey’in kayığına binip fırtınalarla boğuşa boğuşa sekiz saatte Dersaâdete geldi. (22 Aralık 1574)
Çalkantılı deniz ve içindeki fırtınadan perişan olmuştu. Bulantılardan kurtulmak, bedenini de ferahlatmak için yıkanmak istedi. Tatlı su bulunamadı, deniz suyu getirdiler. Tuzlu suyla yıkanmak zorunda kaldı. Bunun bir faydası oldu; (o günün hatırasına, o mahale bir çeşme yaptırdı.) Sevincini gizleyip, yüzüne mahzun çizgiler nakşetmek lâzımdı, bunu başardı.
Üçüncü Murad’ın yanında bulunanlar, Manisa’dan beraber geldikleri Hasan Çavuşla Kadırga’nm kılavuzu Ahmed, yeni padişahın teşrifini bildirmek üzere Vezir-i Âzam Sokullu’nun sarayına gittiler. Bir müddet sonra el feneriyle Sokullu geldi. Yeni padişahın ilk götürüleceği yer, eli öpülecek Valide Sultan’ın yanı idi.
Başları siyah kavuklu devlet erkânının matemine ortak olmaya çalışacak, matemle tahta oturacak ve bundan böyle Üçüncü Murat diye anılacaktır. Eceliyle vefat eden İkinci Selim’in cenaze namazı usulüne uygun kılınırken bir şey yoktu da, Nizâm-ı âlem’e kurban edilen 5 şehzadenin boğulan feryatları İstanbulluların yüreğini burkuyordu. Belki de (ateş düştüğü yeri her zaman yakmıyor) Üçüncü Murat ne kadar üzüldü onu anlayabilen yok. Bir kural konmuş, onun uygulanması veya uygulanmaması artık padişahın bileceği işlerden değil, en azından şimdilerde böyledir.
Üçüncü Murat babasının ve kardeşlerinin cenazeleri defnedildikten sonra ruhları için Kur’an okutup, fakirlere sadakalar dağıtarak vicdanını rahatlatmaya çalıştı. Bu arada Namlı Sokullu Mehmed Paşa padişahın eteğini öpmeye eğildi, padişah Sokullu’nun elini öpmek istedi ve bu adet dışı davranışlar o sıkıntılı halin şaşırtması olarak tarihe geçti. Ne var ki sadece tarihe geçmekle kalmayıp Veziri-Âzam’ın başlattığı etek öpme işi kötü bir gelenek haline geldi.
Üçüncü Murat da ekseri pâdişâh evlatları gibi iyi tahsil ve terbiye görmüş; o da ilim adamlarına değer vermiş, edebî alanda kendisini biraz göstermek kastıyla şiir bile yazmış; fakat herkesin merak, zevk ve kabiliyeti aynı olmuyor ki; Murad, (babasına benzeyip şaraba müptela olmamış da) eğlenceye çok düşkünlük göstermiş.
Üçüncü Murat mutad olan cülus bahşişi dağıtımından hemen sonra Eyüp Sultan türbesine gidip kılıç kuşandı. Daha sonra ecdat kabirlerini ziyaret etti. Daha sonraları ecdadını hiç hatırladı mı, onlara benzemek istedi mi bilinmiyor. Amma dualarla kuşandığı kılıcı bir defa olsun kullanmadığı, hiçbir sefere iştirak etmeden 21 sene padişahlık sürdüğü bilinir. (Kronoloji’de, Müneccimbaşı’dan alınma bilgiler) “Yekpare zevku sohbete nail olup müddeti saltanatında İstanbul’dan çıkmak vâki olmadı.”
İkinci Selim’e “Sarhoş Selim” deniyor olmasına rağmen oğlundan daha cevval idi. Kadın konusunda, Murad’ın anasına (Nur-Banu Sultana) olan aşkı başka kadınlara ilgi duymasma mani olacak kadar kuvvetliydi. Sultan Üçüncü Murad’ın bu yönünü anlatanlara bakılırsa, âdeta, bütün dünyası dişi mahlûklarca istila edilmiş gibi görünüyor. 28 yaşında idi. Devletini daha mükemmel hâle getirme, milletini daha müreffeh yaşatma gibi idealleri, Allah’ın rızasına koşturma gibi ulvi istekleri olmalıydı; bir Osmanlı Pâdişâhına, Kânunî’nin torununa yakışan bunlar olmalıydı.
“Menkuhaları (nikâhlısı) Mehmed Han validesi Safiyye Hatundan maada kırk nefer cariyeleri var idi. Mecmuundan yüz otuz nefer evladları olmuştur! Bunlardan da ondokuz erkek ve yirmi altı kız baki kalıp erkeklerin cümlesinin cenazeleri kendü nâ’şleriyle maan çıkup kızlar eski saraya nakl ve içlerinden bulûğa erenleri birer birer ere vermiştir.”
“Hasekilerin (çocuk anası olan gözdeler) sayısı kırka cariyelerin sayısı beş yüze eriştiği, zamanında cariye fiyatlarının çok yüksek olduğu bilinmektedir.”
Üçüncü Murad’ın tenperestliği bütün özelliklerinin üzerindedir ve “Rakkaselere, cücelere, maskaralara kendisini güldürüp eğlendirdikleri için kese kese altın atardı. Fakat yatak zevki bir başka idi. Bazı tarihçilerin şikâyetçi oldukları dönme-devşirme meselesi, müspet bir gözle bakmaya çalıştığımızda bile karşımıza kötü yüzleriyle çıkıyor. Nereye elinizi atsanız, bütün kirli işlerin arkasında onlarla karşılaşıyorsunuz, dişisiyle-erkeğiyle. İşte bunlardan bazıları: Kanuni ve İkinci Selim zamanlarından Üçüncü Murad’a intikâl edeni de dahil:
“İbrahim ve Hadım Süleyman Paşa aslen Rum; Ayaş, Lütfü, Ahmed Paşalar Arnavud. Şişman Ali Paşa, Pertev Paşa, Hersekoğlu, Dukaginoğlu da Hersekli idiler. Bunlara daha birçoklarını eklemek kabildir. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’dan Vezir Mustafa Paşa’ya, Lala Mustafa Paşa’dan Cenâbi Ahmed Paşaya kadar birçokları da Bosna’da doğmuşlardı.”
Bunları şunun için yazıyoruz. Üçüncü Murad “tenperesttir” deniyor. Bu işin tezgâhçısı da bir kadın; hem de Murad’ın anasıdır ve bu kadın da aslen Yahudidir. Sevgili eşi Safiyye Sultan Venediklidir. Osmanlı denizcilerinin Korfu’da esir alıp, İstanbul’a getirdikleri, meşhur bir aileye mensup güzel bir kızdır. Üçüncü Murad şehzade iken kendisine hediye edilmiş. Şimdi sarayda bu iki kadının, gelin kaynananın hâkimiyet savaşı yaşanıyor. Oğlunun, gelinine düşkünlüğünü çekemeyen kaynana “Valide Sultan Nurbânu” onu gelininden soğutmanın çarelerini arıyor. Müneccimbaşı’nın tafsilatıyla anlattığı çok enteresan bir hizmet görüyor Valide Sultan. Her gün yeni bir cariye takdim ederek oğluyla gelininin münasebetini azaltıyor. Valide işi o kadar ileri götürmüştür ki, “Memlekette padişaha takdim olunmayan güzel bir cariye kalmayub giderek dul kadınlara dahi tenezzül olunmaya başlandı.” İ. HamiDanişmend’in deyimiyle, Üçüncü Murad’ın kız kardeşi, “Sokullu’nun hanımı Esma Han Sultan, Hanım kethüdası Canfedâ ve vekilharç Ra-ziye kadınlar Valide Sultan partisinin en meşhur unsurlarıdır.”
“Sarayda kapıağası hadım Gazanfer Ağa ile Murad’m Manisa’da tanıdığı ve beraberinde İstanbul’a getirip defterdar yaptığı Kadı İdris, pâdişâhın şeyhi Şüca, Çandaroğullarından Şemsi Ahmed Paşa ve pâdişâhın hocası Sadeddin Efendi işlere müdahale edenlerin başında geliyorlardı.” 
Yeni sultanımız, görüldüğü gibi bir yanda kadınlar bir yanda erkekler tarafından yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Kendisinin zaafları yaşayışını iyice düzensiz hâle getirmiş, kadınlarla olan münasebetinin aşırılığı âsab bozukluğuna sebep olmuş; bir de saralı oluşu eklenince, Murad Han’ın hayatı iyice karışmış, hatta asker arasında otoritesi bile fazla kalmamış. Buna misal olarak, “Sultan Murad bir gün kadırga ile bir Rum meyhanesi önünden geçerken, sarhoş birkaç Yeniçeri kendisini tanıyarak “Sıhhatine içiyoruz” diye pencereden kadehlerini kaldırmışlardı. Padişah bu kaba hitaptan öfkelenmiş, Müslümanların şarap içmesini yasaklayan bir irade yayınlamıştı.”.
Böyle bir kararın uygulanmasına bile güç yetiremeyen Padişah, Subaşının ve Sadrazamın Sipahilerce tartaklanması sonucu “düzensizlik çıkarılmadan içki içilmesine müsaade” etmiştir. Bu olayların akabinde Yeniçeri Ağası’nı azl edip yerine Ceneviz asilzadesi Çigalazâdeyi getirmiş, Kaptan Paşalık ta Kılıç Ali’nin elinde bulunuyordu, böylece iki önemli deniz ve kara komutanlığı müslüman olmuş iki İtalyan mühtedisine tevdi edilmiş oldu.
Rumeli Beylerbeyi ise Siyavuş Paşa’dır. Bu zat da “Macar yahut Hırvat devşirmesidir.”
— İlk pâdişâhlar nasıl sağlam bir temel atmışlarsa; bu devlet herşeye rağmen, daha asırlarca ayakta kalabilmiş demekten insan kendisini alamıyor. Osmanlı Türk Devleti’nin pâdişâhı hariç, neredeyse kalanın hepsi dönme devşirme. Padişahların da çoğunun anaları öyle!
Bizlerden bazılarımız “dönme-devşirme güruhu” diye, gayrı Türklere ısınmamaya çalışsak da, hizmetlerini inkâra gidemeyiz. Gitmemeliyiz. Onların mensubu oldukları eski ırkdaş ve dindaşları zaten kinlenmişlerdir, bir de biz onlara düşman gözüyle bakarsak, ne “İsa’ya ne Musa’ya” yaranamamış olacaklar. Avusturyalı bir Tarihçi olan Hammer:
“Bu sıralarda devletin belli başlı büyük memuriyetlerinin bir kısmında mûhtediler bulunmakta idiler. Sadrâzam Sokullu, İkinci Vezir Piyâle, Üçüncü Vezir Ahmed, Dördüncü Vezir Mahmud, Rumeli Beylerbeyi Siyavuş, Kapudan-ı Derya Kılıç Ali, Yeniçeri Ağası Cağaloğlu… Bunlar arasında anılmaktadır. Ancak İslâmı samimiyetle kucaklayan bu insanlar görevlerini hakkıyla yapmışlar ve Türklüğe bağlılıkla hizmet etmişlerdir. Bu zatlar ilk dinlerinin ve eski efendilerinin amansız düşmanı olmuşlardır.” diyor.
Hammer bir başka yerde, dindaşına millettaşına hayrı olmayan bu şahsiyetsiz insanların Osmanlı’ya ne hayrı dokunur, mealinde sözler sarf ediyordu. Buradaki kanaati onun zıddıdır. Herhalde, bizim ölçümüz, kişilerin soyundan ziyade işi olacaktır. Devamlı dönme-devşirme düşmanlığı yaparak, onları işbaşına getiren iradeye hakaret ettiğimiz iddia edilirse ne diyeceğiz? Zaman zaman, öfkemiz satırlara yansıyacak olsa da, bunun umumi bir, gayri Türk aleyhtarlığı olarak algılanmasını istemeyiz.
Peçevi Tarihi’nde bir Şemsi Paşa mevzuu var ki, doğru ise, bu da ayrıca kuyruk acısı taşıyan herkesin fırsat bu¬unca intikam almaya kalkışacağına işarettir. Arap olan “Şemsi Paşa üç şanlı pâdişâha musahiplik yapmış ve avlanma gezilerinin çoğunda hükümdarla beraber at sürme şerefine erişmişti.” Peçevi Tarihçi Ali’nin kitabından naklediyor:
“Bir gün Şemsi Paşanın özel dinlenme odasında oturuyordum. Saadetlû pâdişâhın huzurundan çıkan Şemsi Paşa sevinç ve neşe içinde geldi ve Koçu Kethüda’ya ‘Bugün Kızılahmetlilerin öcünü Osmanoğullarından aldım. Onlar bizim ocağımıza su döktükleri gibi, ben de onların ocağını söndürecek bir başlangıç düzenledim’ dedi. Sorulunca, anlattığı hikâye şöyle:
‘Rüşveti tattırdım. Hatta kırk bin altın gibi büyükçe bir lokma idi, yutturdum. Bundan sonra onlar rüşvet almaktan geri durmazlar ve rüşvet ile devletleri tutunamaz, batar…’
Biz, Rüstem Paşa’nın saraya rüşveti soktuğunu biliyorduk. Şemsi Paşa pâdişâha bile rüşvet verdiğini iddia ediyor. Peçevî bu zatı tanıtırken “hal ve hareketleri laubali, davranışları gülünç ve meşrebi eğlendirici, nedimlere has tatlı laf etmesini bilen ve çok da eli sıkı bir adamdı” diyor. Böyle bir adamın kırk bin altına nasıl kıyabileceği de düşünülür! 
Ceddini Halid İbni Velid’e dayandıran Şemsi Paşa’nın bir şiirinin ilk mısraları:

Şems olsam n’ola cihanda ferid 
Cedid’i alam Halid ibni Velid.

Şemsi Paşa’nın Kızıl Ahmedliler dediği, Konya Selçuk Devleti’nin çöküşünden sonra Kastamonu da müstakil bir devlet kuran İsfendiyaroğullan’dır. Nesillerin değişmesiyle, bir ara Kızıl Ahmed Bey Kardeşi yahut ağabeyi İbrahim’i Sultan Fatih’le savaşa teşvik etmişti. (1459) Fatih Kastamonu’yu zapetti. Kızıl Ahmed Uzun Hasan’ın yanına kaçtı. Fatih’in ölümünden sonra İstanbul’a geldi; İkinci Bâyezid’le dünür oldu. İşte bu dünürlük Kızıl Ahmed’e bahşedilen bir şerefti. Mirza Mehmed ile Bâyezid’in kızından dünyaya gelen iki çocuk büyüdü paşa oldu. Bu Şemsi Paşa o çocuklardan biridir.
Aslında İsfendiyaroğullar olarak bilinen Kastamonu Beyliği kurucunun adını unvanını atıp kendi dedesinin adını takan Şemsi Paşa’dır. Şemsi Paşa nasıl etmişse bir şecere hazırlayıp, kendi soyunu Hz. Halid b. Velid’e dayandırmış. Nasıl olsa yıkılacak olan Kastamonu Beyliği Fatih tarafından yıkıldı, diye, onun torunlarından intikam almaya kalkışması, -hem de nimetim yediği halde- biraz karakter fukarası olduğunu gösterir. Üstelik Osmanlı Devleti bitse bile bir “Kızıl Ahmedlu” devletinin doğması hayal ötesi bir şeydi.
Üçüncü Murad’ın rüşvet almasını da ahlâkî bulmak mümkün olmasa gerek. Alınan gayrı meşru paraların, yine, gayrı meşru yollara harcandığı varsayılırsa Şemsi Paşa’nın gayrı meşru emeline hizmeti dokundu denebilir. Amma! Bu rüşvet, herhalde hediye adıyla verilmiştir.
Üçüncü Murad zamanı için ne kadar “öğünçsüz yıllar” desek de hâlâ, dünyanın en büyük devleti olmanın semeresini görmekteyiz. Hâlâ Avusturya 30 bin duka, Transilvanya 5 bin, Venedik Zonta için 3 bin, Raguza 12 bin, Moldavya 15 bin, Eflak 15 bin duka vergi vermektedir. Ayrıca padişaha hediyeler ve veziriazama da vergi veriliyor.
Bunlar sevgiden değildi! Padişah Avusturya İmparatoru’na şöyle yazabiliyordu. “Tarafımdan Lehistan Krallığına oturtulan Batori’yi rahatsız etmemelisin. Lehlilerin öteki tebaam gibi muamele görmelerini arzu ederim.” 
Bir başka mektubu da şöyle Sultan Üçüncü Murad’ın “Lehistan Osmanlı devletinin himayesindedir. Manyat’lara, Batori’yi kral seçmelerini emrettim. Bunun içindir ki, Lehistan, Kırım Hanlarına hâlâ bir vergi vermektedir.”
Aynı tarihlerde, Kırımlılarla aralarında sürtüşmeler çıkan Lehistan için kral İstanbul’a elçi gönderir; ancak, sadrazam elçiye yüz vermez. Sebep Moldavya hududunda yaşanan haydutluklardır. Küçük komşu devletler sınır tecavüzünde bulunuyor, hırsızlık yapıyorlar. Sonra büyük devletlere şikâyet ediliyor. Lehlilerin sınırı geçip Akkerman’dan 700 bin koyun çalmaları “Osmanlı devlet ricalini Lehistan’a karşı öfkelendirmişti.” Osmanlı Pâdişahı’nın kudreti o gün için bile bakın nasılmış? Avusturya Kralı bir mektubunda “Başımı en kudretli İmparatorun göğsüne dayadım” diyor.
İngiltere Kraliçesi Üçüncü Murad’la dost olabilmenin yollarını arıyor; Venedik, Malta, Sicilya, İtalya ve İspanya sahilleri elli kadar gemi ile Akdeniz Boğazı’ndan çıkan Türk gemilerinden titriyordu.
Farkında olsun veya olmasın, padişahın taş üstüne taş koyduğu yok, atalarının mirası üzerinde oturup, Yavuz’dan, Kânunî’den kalan mirası, onun getirdiği itibarı kullanıyor. Özdemiroğlu Osman Paşa Sultan Murad’ın en iyi kumandanıdır, o da ecdat yadigârı. Donanma’nın gücü yerinde ise, bu güç bile İkinci Selim zamanından kalmadır. Denizde düşmana korku salan donanma, karada Şark serhaddinde İran’ı yıldıran ordu Sultan Murad’ın dahli olmadan, yüz ağartan faaliyetler göstermektedir…
Her zaman, görülmesi rahatlıkla mümkün olan, sürpriz sayılmayan hadiselerdendir, devletin ipi kudretli bir padişahın kuvvetli elinden çıkarsa yalpalama başlar. Sultan Murad zaaf içerisinde, devlet çalkalanmaktadır. Sokullu dirayetli bir vezirdi ama onun da bazı tasarrufları akrabalarını gözetme yoluna adanmıştı. Tayinler, terfiler lâyık olduğuna değil torpile göre yapılıyordu. Halk batıl inançlara saplanmıştı.

Kuyruklu Yıldızın Görünmesi

1577 senesinde kuyruklu yıldız göründü. 21 Ocak 1578’de Piyale Paşa öldü, ondan dört gün sonra da Kanunî Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan ecel şerbetini içti. Müfti Hamid Efendi de bu arada vefat etti.
Ölüm Allah’ın emridir ama böyle üst üste gelince batıl inancı kuvvetli olan halk bunu kuyruklu yıldızın uğursuzluğuna yordu…
Pâdişâhın müsbet mânâda ilgi duyduğu yegâne ilim dalı -belki- astronomiydi. O günün dilinden “İlm-i Hayat” “Pâdişâh ile Hoca Saadeddin Tophane haricinde bir rasathane inşâ ettirdiler ki, bir nevî kuyu demek olan bu binadan gündüzleri bile görülmesi mümkün olsun diye, yeraltına yapılmıştı. Takiyyeddin adlı Kahireli bir rasadçı 3000 altın maaşla rasadhaneye tâyin olunarak Selânikli bir Yahudi astronomi âlimi dahi Pâdişah’ın telkin edilen korkuya binaen -inşası için o zamana kadar 10.000 altın sarf edilmiş olan- rasathanenin tahribine emir verildi.”

Sokullu’nun Ölümü (30 Eylül 1579)

Üçüncü Murad’ın ikindiye kadar vaktini rakkaselerle, maskaralarla, cücelerle eğlenerek geçirdiği; ondan sonra da hamam eğlencelerine daldığı anlatılır. Devlet işleri daha ziyâde Sokullu Mehmed Paşa eliyle, iradesiyle yürütülürmüş. Sokullu İkinci Selim zamanında başlayan sadrazamlığının 14. senesine gelip, 74 yaşına değmiştir. Padişah Üçüncü Murad hiçbir sefere iştirak etmediği gibi, Vezir-i Âzam Sokullu da İstanbul’dan ayrılmamış. Bazı faydalı işler yaptığı söylenirken, çok akrabacılık yaptığı da kusurlarından sayılmaktadır. Kendi sülalesinden Vezir-i âzam olan Lala Mehmed Paşa Sokullu’nun amcaoğludur. Yine amcaoğlu olan Ferhat, Derviş ve Mustafa Paşalarla, oğulları Hasan ve İbrahim Paşalar… Sokullu’nun devlet hizmetine getirdiği şahıslar olarak anlatılır. Sokullu Mehmet Paşanın, sonraki nesile “büyük devlet adamı olarak tanıtılmasının sebebi zamanının tarihçilerinin kendi yakınlarından olduğu içindir. Mesela Peçevi İbrahim Efendi, akrabasıdır. 14 seneden fazla -Kanuni, İkinci Selim ve Üçüncü Murad zamanı – Vezir-i Âzamlık yapan bir insan tabiî ki, zaferler görecektir. Kıbrıs, Tunus, Şirvan, Gürcistan ve Dağıstan fütuhattan onun zamanında olmuştur, fakat kendisi hiçbirine iştirak etmemiştir.
Üçüncü Murad bazı hallerde onu istifaya teşvik etmişse de Sokullu aldırmamış. Sonunda “kendisi gibi bir Bosnalının hançeriyle öldürülmüştür.”
Sokullu’nun yerine getirilen zat da hiçbir şahsiyeti olmayan, Arnavut devşirmesi ikinci vezir Ahmed Paşa’dır. Bu Ahmed Paşa, Danişmend’in yazdığına göre Kanuni’nin vezir-i âzamlanndan İbrahim Paşa’nın Irakeyn seferinde, Bağdad’ta idam ettirdiği defterdar İskender Çelebi’nin kölesidir.
1579’un sonlarına doğru Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Dağıstan’da savaşları devam etmektedir. Lala Mustafa Paşa Şark serdarıdır, Osman Paşa’nın âmiri durumunda ama Osman Paşa kadar şöhreti yok. Pâdişâh İstanbul’dan cephelerdeki durumu takip ediyor ve Kırım Hanı Mehmed Giray’a Osman Paşa’nın yardımına gitmesini emrediyor. Durum çok karışıktır, Lala Paşa da Safavi arazisinin fethi için davet edilir ama o, bir bahane uydurarak davete icabet etmez. Şirvan’ın Safevî taarruzlarına açık halde bırakılmasının mesuliyetini Lala Mustafa Paşa’ya yükleyen İ. Hami Danişmend “Bu memleketin devşirmeler yüzünden uğradığı fenalıkların en müdhişlerinden biri budur” der.
18 Nisan 1580 perşembe: Vezir-i Âzam Ahmed Paşa’nm ölümü, Sadâret makâmının ilgası ve “Vekili Saltanat” ünvâniyle vezir-i uzmâ kaymakamlığına İkinci Vezir Lala Mustafa Paşa’nın tayin olduğu gündür.
Bu yeni icad edilen makamın bir Sinan Paşa oyunu olduğu söylenir. “Lala Mustafa Paşa’nın rakibi ve can düşmanı olan üçüncü vezir Koca Sinan Paşa bu sırada Şark Serdarıdır ve kendisi güya cephedeyken İstanbul’da rakibinin veziri âzam olması bol keseden va’dettiği büyük zaferleri suya düşürebilir! Peçevî’nin izahına göre İstanbul’daki Sinan Paşa taraftarları, Saraya para yedirerek Lala’nın sadrazamlığına mani olmuşlar.”
Görevler sık sık değiştiği için takipte zorluk çekiliyor. Şimdi biraz eğlenceye dalıp ta şu ölümlerden, cephelerden uzak duralım.

Şehzade Mehmed’in Sünnet Düğünü (1582)

Bir sene evvelinden kararlaştırılan sünnet düğünü için hazırlıklara başlanır. İlk iş “Kanunî Sultan Süleyman’ın yaptığı sünnet düğünü nasıl olmuştu?” Eski defterler incelenerek notlar alınır; hiçbir şey unutulmaya! dillere destan bir düğün ola ki, dünya yankısıyla çalkalansın! “… Çevredeki hükümdarlara çağrı mektupları yazılarak, tanınmış kişilerle davetlilere gönderilmesi kararlaştırılır. Bunlar; Kırım Hanı, Mekke Şerifi, bazı Fas ve Hint hükümdarları; Rum’da kâfir hükümdarının en yükseği olan Çesar (İmparator) Fransa Kralı ve Venedik devlet başkanı (Doc), Erdel Voyvodası, Boğdan, Eflak ve Dubrovnik beyleri, Pâdişâhın egemenliği altında olan İslâm emirleri yani Mısır, Halep, Şam, Bağdat, Yemen, Budin, Diyarbakır, Bosna, Lahsa, Erzurum ve öteki beylerbeyleri.”
29 Mayıs Salı günü başlayıp, elli yedi gün süren düğünde memleketin marifetli insanları bütün hünerlerini sergiler; sergilenen sadece bunlar değil, el işleri, ustalık isteyen, sanat isteyen bütün ürünler de imalatçıları tarafından teşhir edilir. Bir gösteri yapılır ki, Peçevi’nin deyimiyle “hiçbir şekilde açıklanıp deyimlenmesi imkanı yoktur.” Yapılan masraf, elbette hazineler yetmeyecek kadar çoktur. Lâkin gelen hediyelerin yanında hiç göze görünmez.
Bu bir sünnet düğünü değil, evlenme düğünü olsa daha münasipti. On üç sene sonra onüçüncü Osmanlı Pâdişâhı olarak tahta çıkıp, Üçüncü Mehmed olarak anılacak şehzademiz onyedi yaşındadır. Emsallerinden nicesi baba olmuştur da, bizim şehzade erkekliğe yeni adım atmakta. Babası Üçüncü Murad daha önceleri adetlere uymayan hareketlerde bulunup; davet sahibi sıfatını unutarak, misafir gibi, şenlikleri Atmeydanı’ndaki (Sultanahmet) İbrahim Paşa Sarayı’ndan seyretmiştir. Seyir günleri bedavadan değildir. Padişah para saçmak durumundadır. “Her gün kendüler At Meydanına nazır İbrahim Paşa sarayında vâki şehnisinde oturup taşra fukaraya akça ile memlü gümüş tepsiler atarlar idi.”
Sünnet düğününün en kârlısı belki de sünnetçi olmuştur. Aldığı bahşişler: Onbin altın pâdişâhtan, üçbin altın valide sultan hazret¬lerinden ve diğer hediyeler, diğer davetlilerin hediyeleri su gibi akmıştır. Bir semte adı verilen, adına hastane yapılan, camisi ve başka hayır eserleri de bulunan Cerrah Mehmed Paşa’ya bütün armağanlar helâl olsun!
Peçevî Tarihi’nde, “Düğün sırasında çıkan olaylardan birinin özeti” başlığıyla verilen çirkin bir bölüm var. Düğün şenlikleri devam ederken, Bölük halkından gençler, odalarında kadınlarla eğlenirlermiş. Bunu haber alan Şehir Subaşısı “Tanrı bilmez” Ahmed Çavuş baskın yapıp bunları yakalar; diğer odalardan yetişen arkadaşları, görevlilerin elinden kadınları alıp kendilerini de adamakıllı döverler. Subaşıyı da yaralı vaziyette pâdişâhın karşısında bırakırlar. Aynı yerde bulunan Yeniçeriler Sipahilerin üzerine saldırırlar. Kavga kızışınca Yeniçeri Ağası Ferhat Ağa “kavgayı dağıtmak için gelir. Ağa’nın gelmesi ile Yeniçeriler çoğalır ve o hengâmede iki Sipahi öldürülür. Köşkünden olayları seyreden Sadrazam Sinan Paşa Ferhat Ağa’ya “Bre kara köpek, neye geldin, iki adamın öldürülmesine sebep oldun yıkıl git” diye azarlar. Ferhat Ağa sonradan Paşa olacaktır ve Sinan Paşa ile aralarında amansız bir düşmanlık yaşanacaktır. Belki de bu düşmanlığın tohumu bu olayla atılmış oluyordu.

Şark Cephesi

Hiç değinmediğimiz Şark cephesinde savaşlar devam ediyordu. Ana başlıklarla verecek olursak: 1578, 
9 Ağustos da Özdemiroğlu Osman Paşa Çıldır Zaferini kazandı. 
24 Ağustos’da Tiflis işgal edildi. 
29 Ağustos’ta Tiflis’de ilk cuma namazı kılındı. 
9 Eylül’de Koyun Geçidi Zaferi’nden sonra 12 Eylül’de Ereş Kalesi fethedildi ve bu fetihlerden sonra Kafkasya’da ilk Osmanlı idare teşkilâtı kuruldu. 
11 Kasım’da Şamahı’da yapılan savaş yine Özdemiroğlu Osman Paşa’nın zaferiyle neticelendi. Aynı yerde, 27 Kasım’da İkinci Şamahıı muharebesi yapıldı. Birincisi üç gün sürüp zaferle neticelenmişti. Fakat ikincisi zafere yanaşmadı.
Özdemiroğlu Osman Paşa 7 Ocak 1579’da Şirvanı tahliye edip Demirkapu’ya gitti. 23 Ekim’de tekrar Şamahı’ya giren Osman Paşa Şirvan’ı yeniden aldı.
1578’den itibaren Şark’ta vukûbulan olaylar, savaşlar Osman Paşa’nın kahramanlığıyla devam ediyor. 24 Nisan 1583’te Niyaz-âbad vak’ası yaşandı.
Şirvan bir gidip, bir geliyor. Şimdi anlatılan zaman için Savafilerin elindedir. Tiflis iaşe yolları Safaviler ve Gürcistanlılar tarafından tehdit altında. Bir de, bu arada bir Müslüman olup Osmanlı ordusuna katılan, sonra vazgeçip düşman tarafına geçen kumandan var. Osman Paşa’ya yardım için gelen taze kuvvet, Demirkapu’dan hareketlerini çabuklaştırmaya yaramıştı ki, İran’ın 50.000 kişilik ordusu Demirkapu’ya doğru hareket etti. İran Ordusu kumandanı İmam Kulu Han 6–10 bin kişi arası askeri Rüstem Han’ın emrine verdi. Bu ordu Şabnan şehri yakınındaki Niyaz-âbad ovasına geldi. Bunlar, Osman Paşa’ya gelen yardım kuvvetinden Rumeli Sancakbeyi Yakup Bey’in askeriyle karşılaştı. Osman Paşa’nın sözünü dinlemeyen Rumelililer isyana kalkıştı. Dediler ki:
“Hem kendi korkudan kaleye kapanıyor, hem de bizi harbden men ediyor: Kazandığı şan şöhret meğer boş imiş.”
Osman Paşa’yı başka sözlerle de aşağılayan askerler kafalarına göre bir savaşa girdiler ve Rumeli Beylerinin çoğu, askerin kani ekseriyeti Niyaz-âbad ovasına biçilmiş ekin gibi serildi. Savaşa iştirak etmeyenlerle, sağ kalan bir miktar asker Osman Paşa’dan özür dileyip, pâdişâhın ve senin yoluna “başımızı veririz” dediler.

Meş’ale Savaşı (11 Mayıs 1583)

Özdemiroğlu Osman Paşa’mn büyük kumandanlığı, meşale aydınlığında daha net görünmektedir. Üç yahut dört gün sürdüğü rivayet edilen bu savaş, gece karanlığında meşaleler yakılarak devam etmiştir. Ustalıklı manevralarla düşmanı mağlup edebilen Paşa, bilhassa bu¬ada gösterdiği kabiliyetiyle Osmanlı Devleti için ne ehemmiyette bir insan olduğunu isbatlamıştır.

Osman Paşa’nın İstanbul’a Gelişi

Şam, Padişahın hayal gücünü zorluyordu. Zaman zaman Lala Mustafa Paşa’nın, Koca Sinan Paşa’nın ve başka insanların çelmeleri ayağına takılmış ise de, düşmemiş, büyük zaferlerin büyük kahramanı olmuştu. Yaptığı savaşlarda o kadar üstün meziyetler sergiliyordu ki, sevmeyeni bile hayran kalıyordu. Pâdişâhın da aklından bazı şeyler geçiyordu onun için:

5 Temmuz Perşembe 1584: Özdemiroğlu Osman Paşa’nın huzura kabulü. 
Son senelerde dönme-devşirme paşalardan geçilmeyen Osmanlı devletinde, nadirattan, Türk’e de rastlanıyor. İşte bunlardan biri de bu Dağıstan kökenli yiğit Osman Paşa’dır: Babası San’a Fatihi olarak anılan Özdemir Paşa, anası “Abbasî Hanedanına dayanır.” Osman Paşa İran taraflarında büyük işler başarmıştır. Yavuz Sultan Selim’den beri bir türlü uslanmayan Safevilerle çetin savaşlar yapıp Şirvan’da Safevi ordusunu bozguna uğratan Paşa, daha sonraki senelerde (Mayıs 1583) yukarıda başlığını verdiğimiz “Meşale Savaşları’nda” İran Serdarı İmam Kulu Hanla meşhur muharebesini yapmıştı. İmam Kulu Han’ın Gürcistan ve Dağıstan kuvvetleri hariç 50 bin askerine karşılık Osman Paşa’nın -rakam belli değil- daha az olduğu biliniyor. Şirvan’ın kuzeyinde karşı karşıya gelen iki ordu, kıyasıya bir savaşa tutuşur. Bu savaşa gündüz yetmez; öfkeler dinmemiştir, meşaleler yakılarak gece de devam edilir. İki gün çok kanlı geçen çarpışmalar netice vermez ve savaş üçüncü güne sarkar. Askerler yorgundur, kollarda derman kalmamıştır, ağırdan alınır dolayısıyla netice alınmaz. Bu işin bitmesi lâzım ya, dördüncü gün “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” denir ve Osman Paşanın taarruzuyla başlayan vuruşmada karşı taraf bozguna uğrar. Kaçışan askerlere Şah’ın Serdarı İmam Kulu bağırır:”… Bre kancanı gidersiz? Şahın çöreğini kendinize haram edersiz?” Askerin canı tatlıdır, Şalım çöreği kimsenin aklına gelmez!
Savaşın ne vicdanı var, ne mantığı. İyi insan, iyi kumandan Özdemiroğlu Osman Paşa öldürülen askerlerden 7500 ünün başından kuleler yaptırır. “3000 esir alınan bu savaşta ölü sayısı 11.000 dir. Kaçanların çoğu ağır yaralı, işe yaramaz halde idiler…
Osman Paşa’ya İstanbul’dan sadaret müjdesini getiren çavuş, Pâdişâh tarafından beklendiğini söyler.
Osman Paşa, çok maceralı ve içinde Ruslarla savaşın da geçtiği bir yolculuktan sonra 21 Ekimde, yani sekiz ayda Âsitâne’ye gelir.
Kendisi hiçbir savaşa iştirak etmeyen Üçüncü Murad kahramanları taltif etmede ecdadına ayak uydurur. Paşayı Yalı Köşkünde kabul eder. Konuşmaya şöyle başlar:
“— Safa geldin Osman!” ayakta bekleyen Paşa üç defa tekrarlanan “otur” ricasından sonra Pâdişâhın huzurunda oturur.
“— Anlat Osman!” der. Pâdişâh:
Özdemiroğlu Osman Paşa anlatır, Üçüncü Murad heyecan içerisinde dinler. Çok hoşuna giden yerlerde.
“— Aferin Osman.”
“— Berhudar ol, berhudar ol.” diyerek memnuniyetini gösterir.
Osman Paşa Sultan’ın gönlünü o kadar hoşnud eder ki, başındaki murassa sorguç, belindeki murassa hançer Padişahın hiç gözünde kalmaz. Çıkanr, çıkarır paşaya hediye eder; hem de kendi elleriyle yerlerine takar. Bir paşa için, bir Osmanlı Sultanı’ndan böyle davranış görmek çok büyük saadettir. Padişahın iltifatı, ikramı iki tarafa da huzur vermektedir. Üçüncü Murad en sonunda ellerini açıp Allah’a dua eder. “İki cihanda yüzün ağ olsun! Hak Teâlâ Hazretleri senden razı olsun! Dünyalar durdukça durasın.”
Dört saat süren bu mesut görüşme, paşaya başka bir takım hediyeler verilerek sona erdirilir. Pâdişâh rahatlar. Osman Paşa ile ilgili şikâyetler gelmekteydi kulağına. Bazı vezirler Pâdişâha;
“Osman Paşa keyfe müptelâdır, ondan gayrı âlûde-i bâde-i hamrâdur, vezir-i âzam olsa divân sürmeğe kaadir değüldür” derlermiş.
Pâdişâh, dört saat boyunca Paşanın hem başından geçenleri dinlemiş, hem de iyice halini tetkik etmiş. Paşa gidince de Bad-üs-Saâde Ağası’na:
“Osman için bize, içkiye düşkündür, esrarkeştir, diyorlardı, kendisinde öyle bir hâl göremedim. Mükeyyef olsa elbette keseli ve badeye mübtelâ olsa tağyir-i vaz ider alâyimi zahir olurdu.” demiş. Böylece, Osman Paşa’nın ikbal yolundaki mania giderilmiş, yirmi üç gün sonra azl edilen Siyavuş Paşa’nın yerine, Vezir-i Âzamlık makamı, Osman Paşa’ya tevdi edilmiştir. Üçüncü Murad devrinin en mühim siması olan kahraman Osman Paşa’nın, devlete hizmetle geçen ömrü şanla, şerefle, zaferle doludur. O devrin yüz akıdır. Paşa, ekim ayında, Kırım’a çıkan isyanı bastırmak için gider. Kastamonu’ya vardığında İstanbul’dan gelen bir “Hatt-ı Hümâyunla” Şark Serdarlığı ile, yönü İran’a çevrilir. Kafkas Fatihi Vezir-i âzam Osman Paşa Serdâr-ı Ekrem sıfatıyla, Padişahın bütün yetkileriyle donanmış olarak Tebriz’e hareket eder. Sokak çarpışmalarıyla Tebriz’in yarısı işgal edilir. Safevî’nin “Adı-Yaman” dedikleri Osman Paşa’nın önünde durmaya güç yetiremeyeceğini anlayan Tebrizliler bir heyet gönderip Osmanlı tabiiyetini kabul etmek istediklerini bildirirler. Tebriz o devrin en güzel saraylaına, köşklerine sahiptir, ağaçlıklı yolları -hıyaban- dillere destandır. Osman Paşa şehrin zarar görmesini istemez.
Tebriz daha önce Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman tarafından üç defa işgal edilmişti. Bu, Osman Paşa’nın işgali dördüncü Osmanlı işgali oluyor ve Osman Paşa’nın da sonuncu zaferidir! Tebriz’in Osman Paşa’ya teslimini orduda bulunan Râhim-i zade İbrahim Harimi Çavuş isimli şair şöyle şiirleştirir:

Cemi kıldı mir-i miran ü eminâni hemân
Didi Tebriz halkı tâbi olmağın virdüm emân 
Pâdişahun oldu Azerbaycan ikdam ile 
Askeri zapteylenür lütfile sa-yi tam ile

Hem nida kılsun münâdiler didi ol sâzkâr 
Pâdişahundur vilâyet kılmasunlar târmâr 
Hazır olanlar didi fermanıma canlar feda 
Ordu içre hep bu üslûp üzre olundu nida

Osman Paşa’nın karargâhı Tebriz’in uzağındadır. Şehrin yağmalanmaması yönünde emir verirse de, asker hem esir almaya hem de yağma hareketine girişir. Haberi alan paşa ağır hastadır. Buna rağmen atına binip âsî askeri bu işten men etmek için gelir. Yeniçerinin mal hırsı, paşaya olan sevgi ve saygılarından baskındır. Hiçbir sözü dinlemezler, yağma ve esir almaya devam ederler. Tebrizlilerin o gün şöyle inledikleri rivayet edilir. “Malımızdan geçtik canımızı bağışlayın.”

Bir musibet vâki oldu kavmi Tebriz’e o gün 
Nâle vü zârîleri kıldı felek bağrını hûn

Harimi de yukarıdaki beyitle tasvir eder o hali. Yeniçerilerin tamahı devletin itibarını zedelemekte, hem de Tebriz’in Müslüman halkının kam beyhude akıtılmakla, günah işlenmektedir. Zaten söz dinlememeyi alışkanlık haline getiren Yeniçeriler gittikçe işi azıtmaya niyetlidirler. Serdâr-ı Ekrem karargâhına dönünce, Şahın sarayını bile yakmaya çalışırlar.

Özdemir Oğlu Osman Paşa’nın Ölümü

Kış geliyor, Tebriz’den dönüş hazırlığı başlıyor. Eylül ayının sonu, sararan yapraklar gazel olup dalından düşecek. Osman Paşa da, cephelerde sararmış, solmuş. Şanlı bir gazeldir. O da ata binemediği için taht-ı revanla hareket etmektedir. Acı Çay başlarında konaklanır. Paşa yapabildiği işlerle anılacaktır ya, yapamadıklarının sızısı da içindedir. Azerbaycan ayrı bir önem taşır onun için. Ve onun için, Cafer Paşa’yı bir miktar top ve 8000 askerle orada bırakır. Askerin uzun bir müddet için maaşını kendi cebinden karşılar. Kendi malı devletin malıdır, nasılsa, böyle asil düşünür Paşa. Yılmaz Öztuna’ya göre, 80 milyon dolar karşılığıdır o gün Paşa’nın verdiği 10 milyon akçenin değeri. Ve bu para onun sadece ganimet hisselerinden değildi, büyük bir kısmı, Memlûk beylerinden olan dedesinden kalan miras idi. Onu da, kendi kazandığını da feda edip, Tebriz’de kalan askere veda ediyor Paşa.
29-30 Ekim gecesi Osman Paşa için ebedî aleme açılan geniş bir kapıdır. (1585)

Mimar Sinan’ın Ölümü (8/9 Nisan 1588)

Üçüncü Murad zamanının en önemli kayıplarından sayılan Özdemir oğlu Osman Paşa’nın vefatı Padişahı da derinden sarsmıştır. Ondan iki buçuk sene sonra Osmanlı tarihinin bir koca “yıldızı” daha kayar. Bu da Mimar Koca Sinan’dır. 1490 da Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğup, Anadolu’dan ilk devşirme usulü başladığında, İkinci Bâyezid zamanında İstanbul’a getirilen Sinan 23 yaşındaydı. Bir insan ömrünün alamayacağı kadar çok ve haşmetli eserlerin mimarı olan Sinan, İkinci Bâyezid, Yavuz Selim, Kanunî, İkinci Selim ve Üçüncü Murad devrinde yaşayıp, Çaldıran, Merci Dâbık, Ridâniye ve Mohaç Meydan Muharebeleriyle, Rodos ve Belgrad fetihleri ile Irakeyn seferinde asker olarak bulunmuş, kurduğu köprülerle orduyu zaferlere taşımıştır. 81 cami, 50 mescit, 55 medrese, 7 Darül Kurra, 19 türbe, 14 imaret, 3 Darüş Şifa, 7 su kemeri ve bendi, 8 büyük köprü, 16 kervansaray, 33 saray, 6 mahzen ve 32 hamam yapan Koca Mimar Sinan ünlü cömertliği sayesinde hiçbir maddi miras bı¬akmadan ahirete intikâl etmiştir. 
Yukarıda sıralanan eserlerinden başka, Davud Ağa, Dalgıç Ahmet Çavuş, Yusuf Ağa, Haraz Memi, Mehmed Ağa gibi büyük mimarlar onun yetiştirmesidirler. Adını yaşatan en mühim eserleri olarak Şehzade Camii, Süleymaniye Camii ve Selimiye herkesin bildiği abidelerdir. 98 yaşında ölen Koca Sinan kendisine yakışan yere, Süleymaniye Camii’nin bir köşesine yapılan türbeye gömülmüştür. 

Yeniçerilerin İlk Defa Kelle İstemeleri (2 Nisan 1589)

Üçüncü Murad zamanının önemli olaylarından biri de Yeniçeri İsyanı’dır. Taa Fatih’in emânet padişahlığı döneminde hafifçe kendini gösterip, sonraki yıllarda, zaman zaman debreşen isyanların büyüğü Üçüncü Murad’ın onbeşinci saltanat senesi olan 1589’a rastlar.
Asker, Gence seferinden geldikten sonra aldığı ulufeyi beğenmez. Çünki, verilen akçelerin değeri düşüktür. Bu demektir ki, yeniçerilerin maaşı kırpılmış, hem de yarı yarıya. Aldıkları para miktarı yine aynı olsa da satın alma değeri yarıya inmiştir. Bu işin tezgâhçısı olarak, Yasef Nassi görünür. İkinci Selim’ih karısı ve Üçüncü Murad’ın anası olan Nûr Bânû Sultan aslen Yahudi’dir. Saraya doldurduğu milletdaşları çok fazladır ve bunların arasında Yasef önemli bir yere sahiptir. Kendisi Portekiz Yahudisi olduğu halde bir zaman için Hıristiyanlığa dönüp, sonra tekrar Yahudiliğe geçmiştir. Asıl adı da Don Juan Miquez’dir. Çok zeki, sevimli, sokulgan olan bu akıllı Yahudi, aşırı derecede zengindir. İkinci Selim’in şehzadeliğinde yaptığı madrabazlıklarla kendisini ona kabul ettirdiği, para meselelerinde devlete çok zarar verdiği, siyasi entrikalarla insanları birbirine düşürdüğü anlatılan bu Yahudi, Selim Padişah olunca saraya kapağı iyice atmış. Şarabın müptelâsı olan İkinci Selim’i Kıbrıs fethine bile onun teşvik ettiği söylenir. Sebep ise Kıbrıs’ın meşhur şarabıdır. Bu, Selim için yakıştırılmadır. Teşvikçinin gayesi de fethedilecek Kıbrs’a kral olmaktı, deniyor.
Aradan seneler geçmiş, ama Yasef Nassi’nin tesiri bitmemiş, sarayda Yahudi gücü bir hayli de artmıştır. Onun mühim başarısının anahtarı rüşvet, yine veren ve alanı bulunan bir araçtır. Zuyüf Akçe denen, değersiz paranın basılması, askere dağıtılması Üçüncü Murad’ın en has adamlarından biri aracılığıyla yapılır. Bu bir Paşa’dır. Maraşlı Ermeni dönmesi Doğancı Mehmed Paşa. Önce Baş Defterdar Mahmud Efendi’ye ikiyüzbin akçe rüşvet teklif edilir sahte akçe tediyesi için, o kabul etmez. Yahudi aynı rüşvetle işi Doğancı Mehmed Paşaya yaptırır. Bu arada, Doğancı’nın aleyhine vezirler harekete geçirilirler, asker kışkırtılır. Vezir-i Âzam Siyavuş Paşa’ya asker sorar:
“— Siz bunu düzeltmeye kaadir iken niçün sükut idersiz?”
Paşanın cevabı tuhaftır.
“— Bu husus nedim-i Şehriyâri Beylerbeyi Mehmed Paşanın elindedir. Biz kaadir değülüz!”
Para basımım elinde bulunduran Yahudinin oynadığı oyun tutmaktadır. “Bir badem yaprağı kadar ince ve bir damla kadar hafif akçe”nin bir dağ kadar ağır faturası kesilmek üzeredir.
Yeniçeriler, kapağı açılmış baraj suyu gibi şuursuzca sarayın etrafını kuşatıp, baş istemeye başlarlar. Daha önce İkinci Selim’in tahta çıkışında saraya dalan Yeniçeriler bağırıp çağırmışlarsa da bu derece ileri gitmemişlerdi. Şimdi:
“Doğancı Mehmed Paşa’nın kellesünü isterüz!”
“Baş Defterdar Mahmud Efendünün kellesünü isterüz!” diye bağırışıyorlar…
“Müdebbiri devlet vezin elimize virsün ve illâ eyü olmaz, bilmiş olsun! Elbette Beylerbeyi (Mehmed Paşa) başı elimize girmedikçe bu divandan taşra çıkmazuz; mâhasal yaramaz olur: Yerine Pâdişâh bulunur!”
Padişahın huzurunda böyle terbiyesizlik yapılır mı? İşte bu Yeniçeriler önlerinde sağlam bir set görmeyince bu cüreti gösteriyorlar. Pâdişâh öfkelenip:
“Çünki, der. Sözüm size geçmedi. İç oğlanları ve Bostanciyan ve Baltaciyan ellerime silah alsunlar!”
Pâdişâh bu tarihî emri verince, devlet erkânı araya girer. İş daha çok büyür, diye emri geri aldırırlar. Rumeli Beylerbeyi Doğancı Mehmed Paşa ile Baş Defterdar Mahmud Efendi’nin başlan “Buyurun kesin” diye Yeniçerilere takdim edilir. Yeniçeriler hemen vazifelerini yapıp, alacaklarını aldıktan sonra dağılırlar. Yapılan işe fena halde içerleyen Pâdişâh bu işten mesul saydığı herkesi azl eder. Bu azl edilenlerin başında Şeyhül İslâm ve Sadrâzam gelmektedir. Düzenin düzensizliği midir acaba, devletin en güçlü adamları Padişahın, bir işaretiyle azl’e veya ölüme mahkûm edilirken bir Yeniçeri neferine söz geçirilemiyordu!
Yeniçeriye söz geçiremiyor olması, dünya siyasetindeki ağırlığına gölge düşürecek değil ya! Ne olursa olsun Osmanlı Devleti büyüktür; gücü hâlâ düşmanlara korku verip, dostlara rahatlık bahşetmektedir. Bu güç neticesidir ki, yine, dünyanın büyük devletlerinden biri olan Safeviler bir elçi gönderir Pâdişâha. Bu elçi Şah Abbas’ın yeğeni Haydar Mirzâ’dır ve bu elçinin bir sıfatı da ‘rehine’dir. Safevilerin Şah’ı Üçüncü Murad’a teslim bayrağım çekmiştir. Kibarca şefaat dilenmek durumundadır. Karşılama ve ağırlama iki tarafın da şanına uygun vaziyette yapılır. Heyetin Şah Abbas’tan getirdiği hediyeler, bu ziyaretin önemini göstermesi bakımından bir işarettir. Kur’an-ı Kerim’den başlayıp İran’ın en büyük şâir ve ilim adamlarının el yazması, murassa, müzehhep ve musavver kitapları, bahada ağır pek çok hediye ki, fakir bir hazineyi zengin edecek değerdedir. Her ne kadar Haydar Mirza Şehzade olsa da çocuk yaştadır, resmi görüşmelerle görevli, elçi Mehdi Kulu Han adlı bir kişidir. Bu şahıs Şah Abbas’tan getirdiği nâmeyi vezir-i azama sunar, o da Pâdişâhın yakınına bunu bıraktıktan sonra:
“— Ağız cevabınız var ise buyurun!” diyerek, Padişaha şifaen söyleyeceklerini anlatmasını ister.
Elçi dış siyasetin bütün inceliklerini, konuşmasında sergiler. Bunun temeli bükemediğin bileği öpmek’ olarak bilinen gerçeğe dayanır. Padişah övülür. Savaşlarla alınan yerlerin Pâdişâha ait olduğu, kendilerinde kalan yerlerin dahi Padişahın mülkü sayılacağı, kendilerinin Pâdişahın emrinde oldukları vs. vs. Sonuç ise “lütfen bizden aldığınız yerleri bize bağışlayınız”dır.
Bu ziyaret, bir sulh anlaşması imzalanarak hedefine ulaşır. Bu anlaşmanın dikkati çeken yanı ise, Sünnî ve Şii mezheplerin farkını göstermesidir. Biz diğer bölümü geçip buna ait kısmı almayı uygun gördük. Zâten diğer fasıllar klasikleşmiştir. Burada, Şii İran’ın “Ashâb-ı güzine, büyük İmamlara, Peygamberin zevcelerine, ehl-i Sünnet âlimlerine hakaretten vazgeçmesi” şart koşuluyor. İran’ın sözünde durmayacağı bu anlaşma 14 Mart 1590 da imzalanıyor.
Vezirlerin azil ve terfileri, yabancı elçi ziyaretleri ve Bosna Beylerbeyi Hasan Paşa’nın huduttan gönderdiği kesik başlarla, esirlerden, bir de Yeniçeriler gibi Sipahilerin çıkardığı ve üç yüzden fazla sipahinin öldürülmesiyle sonuçlanan isyandan başka önemli bir şeyler olmadan 1594 senesine gelinir. Bu senede ise, birkaç küçük muharebe, birkaç kale fethi, bir de Eflâk ve Boğdan’da binlerce Müslümanın kılıçtan geçirilmesi faciası var. Bu facianın sorumlusu olarak, İsmail Hami Danişmend, iki paşayı görür. Biri Sadâret Kaymakamı Ferhad Paşa, diğeri Sadrâzam ve Serdar-ı Ekrem Sinan Paşa “bu iki devşirmenin ihtirasıyla tedbirsizliği binlerce Türkün kanına mâl olmuş ve devletin başına Üçüncü Mehmed devrinde devamını göreceğimiz kanlı bir gaile açmıştır.”

Üçüncü Murad’ın Son Günleri (1595)

20 senedir Osmanlı tahtını işgal eden Sultan, bu tahtın gördüğü en vefalı! sahiptir. Kendisini bir gün bile terkedip şehir dışına gitmemiştir! Gerçi babası ikinci Selim’de böyleydi ya, onun iktidarı kısa sürmüş, sekiz senede bitivermişti. Sultan Üçüncü Murad’ı anlatmaya çalışırken, daha çok devrin olaylarını göre¬bildik. Kendisi hep olayların dışında kaldığı için, başka şansımız yoktu. Bir defa bile, “Seferi Hümâyun” diyemeden, Kanuni devrinin hasretini duya duya Üçüncü Murad’ın 20 yıllık devrini kapatıyoruz. Ölümüyle ilgili Hammer’in verdiği malûmat enteresandır. Yakınlarında Saatçi Hasan diye biri, gördüğü rüyayı yazıp Sultan Murad’a verir. Rüyanın kahramanları Sultan Murad, Şeyh İştibi, Sultan Süleyman ve rüyayı görendir.
Bu rüyadan üç gün sonra midesi ağrımaya başlayan Pâdişâh öleceğini hisseder; bunun, yakında olacağına inanır. Sinan Paşa tarafından yaptırılan Boğaziçi’ndeki köşke gider, denizi seyretmeye başlar. Hiç âdeti olmadığı hâlde, çalgıcılardan hüzünlü bir şey çalmalarını ister. Mûsikî nağmeleri iki Mısır kadırgasının köşkü selamlayan top seslerine karışır. Daha önceleri donanmanın top ateşlerine aldırmayan camlar, daha az gürültüye mukavemet edemeyip, şangır şungur dökülür. Bunu da hayra alamet saymayan Pâdişâh, “Benim varlığımın köşkü artık harap olmuştur” deyip ağlamaya başlar.
Üçüncü Murad padişah olarak hiçbir başarının sahibi değildir. Devraldığı miras o kadar azametli idi ki, babasından -evvel- büyük babaları, dedeleri tarafından hazırlanan bu miras yokuş aşağı bırakılmış bir araba gibi, iteni, çekeni olmasa bile gidiyordu. En azından yokuş bitene kadar. Kumandanların varlığı bu gidişe kâfi geliyordu. Önüne kuvvetli bir takoz çıkmadığı için de bir hayli mesafe kat etmişti. Osmanlı Devleti’nin sınırları son noktasına onun devrinde erişmişti.
Onun meziyetleri arasında geniş kültürü, tasavvuf bilgisi, şairliği anlatılır. En büyük kusuru olarak da kadınlara aşırı düşkünlüğü. Bunları, baş tarafta kısmen anlatmıştık.
Bir de onun rüşvet aldığı iddia edilir. Zamanında askeri teşkilat ta bozulmuştur. Devletin temeli sarsılmaya başlamıştır, diye özetlersek herhalde hata etmiş olmayız.

Devrinin Önemli Simaları

Şeyhülislâmlar: Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi, Bostanzâde Mehmed Efendi, Sadrazam Özdemiroğlu Osman Paşa, Mimar Sinan, Şair Bakî ve başkaları.
Sultan Murad 49 yaşının içinde ölmüştür. (15 Ocak 1595). Üçüncü Muad’ın Sariye Sultan ve Şemsiruhsar Kadın adlı iki kadını görünür. Evlatlarının sayısı 130’a kadar çıkar, 100’den aşağı düşmez. Akıbetleri mi? Kısaca anlatılacak. III. Mehmed bölümünde…
Üçüncü Murad’m hayırla yâdedilmesini temin eden eserler de var. Kâbe-i Şerif duvarlarının mermerden yaptırılıp, Harem-i Şerifin suyollarının temizletilmesi, Medine’de bir mektep, zaviye ve büyük bir imaret yaptırılması, Harem-i Şerifin tamiri… Şehzade iken Manisa’da yaptırdığı cami, medrese, imaret ve tabhaneden müteşekkil Muradiye Küllisi. İstanbul’da Toptaşı Tımarhanesi… 
Bunlar asıl Üçüncü Murad’ı tanıtacak nişaneler olmakla beraber, yanlış yönlendirilmesi hatalar yapmasına sebep olmuştu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.