Allah Allah diyelüm sancağ-ı şâhî çekelüm 
Yürüyüp her yanadan şarka sipahi çekelüm 
İki yerden kuşanalum yine gayret kuşağın 
Bulaşup toz ile toprağa bu râhi çekelüm 
Pâymâl eyleyelûm kişverini sûrh serün 
Gözüne sürme diyû dûd-i siyahi çekelüm

Bize farz olmuş iken olmamız İslama zahir 
Nice bir oturalum bunca günâhı çekelüm 
Umarum rehber ola bize Ebu-Bekr u Ömer 
Ey (Muhibbi) yürüyüp şarka sipahi çekelüm

Kanunî, evlâd acılarıyla yanmaya, Mustafa’nın taşları eritecek şiddetteki çığlıkları da kulaklarında uğuldaya dursun, Rumeli’de biri çıkar ortaya ve etrafına bir sürü insan toplar. “Birinci Mehmed ve İkinci Murad devirlerinde “Düzme” ve “Düzmece” gibi lâkaplar takılarak sahte gösterilmiş bir hakikî Şehzade Mustafa ile hakikaten sahte bir Mustafa ve bir de Küçük Mustafa gaileleri vardı: Bunlara benzer bir vak’a da bu sefer padişahın Nahcivan Seferi’nde zuhur etmiştir: Bu da bir nevi “Düzmece Mustafa” isyanıdır! Kânunî’nin Ereğli civarında boğdurtup yasını tuttuğu Mustafa’ya çok benzeyen bir Rumelili, benzetenlere, -Aman beni ele vermeyin; ben zaten başımı güç kurtardım. Her şeyin zamanı var!- diyerek Şehzade Mustafa olduğuna inandırdığı 10000 kişiyi etrafına toplamış. Bu Mustafa dengesiz bir tiptir. Etrafındaki insanlarla beraber zenginleri soyup, fukaraya dağıtmaya başlamış. Kanunî bunun haberini Nahcivan’dan dönerken almıştır.
Mustafa’nın İddiası Şudur:
“Hakiki Mustafa benim. Pâdişâhın öldürttüğü bana çok benzeyen biridir.” Kanunî bunları duyunca mutlaka “ah, keşke” demiştir. Baba yüreğidir ne de olsa. Amma, hiç evladını bilmez mi, bir yabancıyı Mustafası zannıyla öldürtmesi mümkün mü?
Bu hakiki Düzme Mustafa Rumeli’nde epeyce karışıldık çıkarttıktan sonra yakayı ele verip idam edildi. Bu idamın arkasından bir tek kişi bile ağlamadı.
Kanunî İran Seferi’ne, diye harekete geçmiş en kıymetli evlâdının idamından sonra acıyla vazifeyi birbirine karıştırmadan yola devam etmişti. Yol üzerinde Arpaçay ve Karabağ tahrip edildikten başka “Taht-ı Süleyman” adlı mevkide İranlılarla bir savaş yapıldı. Sonunda İranla sulha karar verildi ve Kanunî yuvasına döndü.

Sıradışı Bir Başlık: İstanbul’da Kahve!

Dünyada var Türkiye’de yok, olur mu böyle bir şey! Şam’da, Halep’te yaşayanlar höpürdeterek zevkini çıkarırken Dünya’nın Sultanı tadını bilmeyecek; bu fevkalade ayıp! Türkiye’ye -İstanbul’a-kahvenin 1555 senesinde geldiği, getirenlerin Halebli “Hakem” ve Şamlı “Şems” adlı iki kişi “Taht-el-kal’a” Tahtakale de birer kahvehane açtıkları söyleniyor. Kahve ve kahvehanelerle alâkalı meseleler milleti çok meşgul etmiş, hatta “İmamlar, müezzinler ve zerrâk sofular” kahvehanelerin cami cemaatini azalttığına dair şikâyette bulunmuşlar.

Süleymaniye Camii’nin Yapımı (1550–1557)

Kanunî devri çok uzun, çok dolu, çok ihtişamlı ve çok acılıdır. Uzun atlamalarla 1557 senesine geldiğimizde karşımıza, bütün zamanların şaheserlerinden biri dikildi. Üstünden atlanması mümkün değil. Çünkü bu, Süleymaniye Camîi’dir:
“Bir vakti şerif ve bir sâat-i said-ü lâtif de ol camîi münife temel uruldu!” Bu yazıdan başka, caminin başlama tarihini bildiren kesin belge yoktur. 
Kanunî Sultan Süleyman dünyanın en iyi mimarına sahip olduğunu bildiği için, en mükemmel bir caminin de, adına yapılmasını düşünüyordu. Bir camî ki, yeryüzünde eşi menendi olmaya, banisi de ustası da dünya durdukça anıla. Uzun arayışlardan sonra “İstanbul’un yedi tepesinden biri cami yeri olarak tespit edildi. 1550 senesi Haziran’ında büyük bir merasimle temel atıldı. Caminin yapımıyla ilgili notlarında Koca Sinan, her şeyden evvel dört mermer sütun hakkında izahat veriyor:
“Evvelâ dört mermer sütun ki makam-ı Cihan Yârı Güzindir (4 büyük halife) Her biri bir serv-i ser- efraz-ı dindir (dini yükseltendir) her biri bir diyardan gelmişdür.”
Dört sütundan biri İstanbul Kıztaşı’ndan, biri İskenderiye’den, biri Baalbek’ten, biri de Sariye’den getirilmiştir: Diğerleri de cinslerine göre değişik yerlerden. Sinan bir büyük ustadır ki, çalışma usûlünü kimse anlayamaz. Yaptığı bazı hareketler saçma görünür. Bu işi bırakıp başka işlerle, başka yerlerde vakit harcadığı, caminin bitmeyeceği dedikoduları Sultanın kulağına kadar ulaşır. (Sene 1557).
Kanunî ata atladığı gibi inşaat mahalline geldi. Öfkesinden yerinde duramıyordu. Mimar Sinan’a bağırarak konuşmaya başladı.
— Niçin benüm camiim ile mukay-yed olmayıb mühim olmayan nesneler ile ta’tili evkaat eylersün? Ceddim Sultan Mehmet Han mimarı sana numune yetmez mi? didi ve:
— Bana bu bina ne zamanda tamam olur, tez haber vir! yoksa sen bilürsün! didiler. Çünki bu şiddetül hiddetle pâdişâhı Cihan penahda Kemâl-i gazabı gördüm, bu lisanıma bilâ tereddüt carî oldu ki:
— Saadetlû pâdişâhımızın devletinde iki ayda inşaallahu Teâlâ tamam olur! Tekrar suâl buyurduklarında ağalar dahi:
— Mimar Ağa Saadetlû pâdişâh ne buyururlar, işidir misin! Bu bina kaçan kapusu kapıya tamam olur?
Caminin işi o kadar çok ki, Mimar-başının “iki ayda tamamlanır demesini” yanlış söyledi veya korkudan aklım oynattı diye yorumluyorlar. O
— “İki ay tamam olunca bu binada tamam olur” diyor. Pâdişâh oradakileri şahit tutup:
— Mimar! Hele iki ay dolunca tamam olmasun senünle söyleşürüz! deyip öfkeyle saraya dönüyor.
Başta Sultan Süleyman olmak üzere herkesin kanaati, mimarın aklım oynattığı yolundadır. Kanunî tekrar adamlar gönderip, çağırtır mimarı.
— Mimar! Nice kavli kararında berkarar musun? diye sorar. Cevap aynı. İnşallah o günden iki ay dolunca anahtarları teslim edeceğim! Hiç kimsenin inanamadığı, ama Sinan’ın bildiği iş iki ay sonra biter. Pâdişâh ve maiyyeti gelirler, Sinan Ağa Pâdişâha anahtarları teslim eder. Pâdişâh sorar:
— Bu caminin kapışım açmaya en münasip kim ola? derlerki, pâdişahum Mimar Ağa bendeniz bir pir-i azizdür bu işe layıkdur.
— Bu bina eyledigün Beytullâhı sıdk ı safa ve dua ile yine sen açmak evlâdur” deyip, pâdişâh anahtarları Sinan’a verir. O da “Yâ Fettah! deyip kapıyı açar. Olmaz gibi görünen işi olduran Mimar Sinan padişahın sonsuz takdirlerine kavuşur. Süleymaniye Camii’nin etrafında değişik müesseseler de yer almaktadır. Bunlar, bir ilkokul derecesinde mektep, dört medrese, bir dar’ül hadis, bir dar’ül kırâe, bir tıp medresesi, bir dar’üş şifa, bir imaret, bir kervansaray, bir kütüphane, bir sebilhane, hamamlar ve bir de yabancılar için bir hastane. Böylece on iki burcu içine alan gök gibi, gözlere yücelik veren parlaklıkta bir şaheser İstanbul’un en büyük süslerinden olur.
Kanunî Sultan Süleyman, bütün yorgunluklarını ve acılarını bu muhteşem mabette ibadet ederek dindirmeye başladı. Yıpranmış sinirleri, kocamış vücudu, bu camide ilâhi bir huzura kavuşuyordu. (1557)
Huzuru uzun sürmedi ihtiyar Sultanın. Hürrem Sultan, onu bütün dertleriyle başbaşa bırakıp ebedî âleme göçtü. Gencecik bir esir olarak geldiği saraydan, 54 yaşında Haseki Sultan olarak ve arkasından imparatorluğun kaderini değiştiren kadın dedirtecek önemli meselelerin kahramanı unvanıyla tarihteki yerini aldı. (1558)
Kanunî artık dizinde dinleneceği Hürrem’inden de yoksundur. Hiçbir derdi kaldıracak hâli yoktur.
Evlâtlarından çocuk yaşta ölenleri çoktan unutmuştu. Mehmed’in delikanlı çağında ölüşüyle çok sarsılmıştı. Daha sonra saray partisinin tuzağından kurtulamayıp Şehzade Mustafa’mn boğdurulması; peşinden Cihangir’in ölümü. Bu Cihangir, pâdişâhı bir insanın dayanamıyacağı elemlere boğmuştu. Tatlı diliyle, güler yüzüyle teselli vermeyi beceren Hürrem de gidince, pâdişâh iyice bunaldı. Yeni seferlerin hazırlıkları, ilim ve sanat adamlarının sohbetleri, Süleymaniye Camîi’nde kılınan namazlarla duyulan huzur, kendini toparlamasına yardımcı oluyordu. Taa ki Bâyezid meselesi çıkana kadar. Hayatta kalan iki oğlu Selim ve Bayezîd idi.

Şehzadeler Kavgası (29 Mayıs 1559)

Her zaman olduğu gibi kardeşlerin taht arzusu etraftaki yarenlerce uyandırılır. Her ikisinin de isteyeni ve istemeyeni vardır. Selim 1524 doğumlu. 1559’da, 35 yaşında. Bâyezid 33 yaşında. Selim’in taraftarları arasında bir Lala Mustafa Paşa vardır ki, “bu Boşnak dönmesi” iki kardeşi birbirine düşürmede başrolü oynuyor. Hem öyle aşağılık bir rol ki, hiçbir tarafında mertlik dürüstlük bulunamaz. Esas arzusu Selim’i taht sahibi yapmaktır. Ya, aksi gerçekleşirse, diye tedbirli davranıp öbürünü de idare eder. Sonunda Bâyezid tuzağa düşen ve hayatı mahvolan şehzadedir; ama, sırf onun mahvıyla iş bitmez! Devamlı büyüye gelen devlet, Bâyezid’in elinde belki daha da büyüyecekti. Bâyezid iyi asker, iyi kumandan, iyi devlet adamı ve başka önemli vasıfları da bulunan, dedesi Yavuz’a benzetilen dirayetli bir şehzade iken, Selim’in adı “sarhoş, sefih” olarak duyulur olmuş. Devletten çok şahsî ikbalini düşünenler için, böylesi evlâdır. İşte bu Lala Mustafa, ileride, sayesinde büyük nimetlere kavuşacağı Selim için en şeytanî dolapları çevirmektedir.
İki kardeş, iki ayrı devlet gibi harb ederler. Bâyezid’in ordusu zayıftır. Yenilir. Kaçar; İran’a sığınır. Bütün bahtsız ve tahtsız şehzadeler aynı kaderi yaşıyorlar. Bu çok acıklı bir hikâyedir. Sonu, Şehzade Bâyezid’in öldürülmesiyle gelen elîm hadiseyi yürek sızlatan birbirlerine yazdıkları baba-oğulun hislerini, anlamaya çalışacağız. Bâyezid İran’a sığınmıştır; rahat değildir. İran’da hapistir. Hayatı İran lehine pazarlık konusudur. Daha önce isyanından pişmanlık duyduğunu bir mektupla babasına bildirip affını talep etmiş, cevap alamamıştı.
(Lala Mustafa marifetiyle) şimdi İran’dan yazıyor:

“Nideyim zayi edip tûl-i emelle nefesi, 
Kalmadı zerre kadar dilde bu dünya hevesi, 
Izdırabı ko ki, ey mürg-i revan, seyreyle, 
Eskiyip işte haraba varıyor ten kafesi, 
Kârbân-ı reh-i iklim-i adem menzilinin 
Dokunur oldu, dilâ sem-îme bank-i ceresi.

Gafil olma, gözün aç, dide-i hak-bin olagör! 
Hâr görme, has ü hâşak ile mûr-ü mekesi! 
şâhîyi bi-dil ü bîmar-ü günehkâre negam, 
Sen olursan eğer, ey lûtf-i Hûda, dâd-resi”

Şâhî, mahlasıdır Bâyezid’in. Babasına gönderdiği manzume de şöyledir:

Ey serâser âleme Sultan Süleymanum baba 
Tende canum cânumun içinde cânânum baba 
Bâyezidine kıyar mısın benüm canum baba 
Bî gunahum Hak bilür devletlü sultanım baba

Enbiya serdefteri yâni ki, Adem hakkıçün 
Hem dahi müsi ile îsî-i Meryem hakkı çûn 
Kâinatın semeri ol Rûh-i â-zam hakkı çün 
Bî gunahum Hak bilür devletlü sultanum baba 
Sanki Mecnunum bana dağlarbaşı oldu durak 
Ayrulup bilcümle mâl-ü mülkden düşdüm ırak

Dökerüm gözyaşumu vâ-hasretâ dâd el firak 
Bî günâhum Hak bilür devletlü sultanum baba

Kim sana arzeyliye hâlüm eyâ şâh-î Kerim 
Anadan kardaşlarumdan ayrulup kaldum yetim 
Yok benim bir zerre isyânum sana Hakdur alim 
Bî gunahum Hak bilür devletlü sultanum baba

Bir nice ma’sûmum olduğun şehâ bilmezmüsün 
Anlarun kanına girmekten hazer kılmazmusun 
Yoksa ben kulunla Hak dergahuna varamazmusun 
Bigünâhum Hak bilür devletlü sultanum baba

Hak teâlâ kim cihanun şahı itmişdür seni 
Öldürüp ben kulunu güldürme şahum düşmeni 
Gözlerim nuru oğullarımdan ayurma beni 
Bigünâhum Hak bilür devletlü sultanum baba

Tutalum iki elüm baştan başa kan da ola 
Bu meseldür söylenür kim kul günah itse nola 
Bâyezidin suçunu bağışla kıyma bu kula 
Bigünâhum Hak bilür devletlü sultanum baba

Kanunî Sultan Süleyman ihtiyar, bağrı yanık baba gözyaşlarıyla okur oğlundan gelen yalvarış dolu şiirini. İyice yufkalaşan yüreği, zaten hiçbir şeye mukavemet edecek halde değildi. Aynı uzunlukta bir cevap şiir yazar der ki:

Ey demâdem mazhar-i tuğyan-u ısyânum oğul 
Takmıyan boynuna herkiz tavk-ı fermânum oğul 
Ben kıyarmıydum sana ey Bâyezid-Hanum oğul 
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul 
Enbiyâ vü evliya ervah-ı özem hakkıçün 
Nuh-u İbrahim u Musa İbni Meryem hakkıçün 
Hatm-i âsâr-i nübüvvet fahr-i âlem hakkıçün 
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Adem adın ilmiyen Mecnûna sahralar durak 
Kurb-i taatden kaçanlar daima düşer ırak 
Tan değüldür dir isen vâ hasretâ dâd el firak 
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Neşet-i Hakdur übüvvet râm olan olur kerim 
“Lâ-tekul-üf!” kavlünü inkar eden kalur yetim 
Taate isyana âlimdür Hudâvend-i Kerim 
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul 
Ruhm-u şefkat zib-i iman olduğun bilmez müsün 
Ya dem-i masumu dökmekten hazer kılmazmusun 
Abd-i azad ile Hak dergahuna varmaz musun 
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Hak reâyây-i mutie râi itmişdür beni 
İsterüm mağlub idem ağnama zibi düşmeni

Hâşe-lillâh öldürürsem bigünah nagah seni 
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Tutalum iki elün başdanbaşa kanda ola 
Çünki istiğfar idersün biz de afv itsek nola 
Bâyezidim suçunu bağışlarum gelsen yola 
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Ne Bâyezid’in yalvarmaları, ne Süleyman’ın affetmek arzusu bir şey ifâde eder. Şehzade, hasetçilerin kurbanı olur. İyi de, Lala Mustafa olmasaydı n’olurdu. Bâyezid yaşar mıydı? O zamanın şartlarında başka çare bulunamamış, geçelim.
Bâyezid’in İran’da öldürülmesinin mükâfatı olarak Şah’a “Süleyman tarafından iki yüz bin, Selim tarafından da yüz bin altın gönderildi.”
“Hıristiyanlık dünyasının hükümdarları, Süleyman’ın böyle oğlunun kellesini ortaya koymak suretiyle yapmış ol¬uğu alışverişi istedikleri kadar hakaretle görebilirlerdi. Sanki Hıristiyanların vicdanı azaptan hâli miydi? Daha önce de üç devlet Bâb-ı âli ile bir başka âsinin Şehzade Cem’in ölümü için pazarlığa girişmemiş miydi?.. Ve bu cinayetin ücretini almak için Papa Aleksandr Barguya, dâima tercih ettiği bir silahla, yani zehirle şehzadeyi öldürmemiş miydi?” 
İşte yukarıdaki de bir Hıristiyan’ın yorumu.
Sene 1562. Kânunî’nin saltanata başladığında doğan çocuklar bile yaşlandı, taht yaşlandı. Tam 42 senedir dünya hâkimiyetim denizde ve karada temine çalışan koca Sultan, tarihçilerin (Sarhoş Selim) dedikleri son oğluyla kalmıştır. Gölgesi cihanı tutan bu ulu çınarın bütün yaprakları dökülmüş, son yaprak kalmış; sarı ve cılız Sarı Selim…
Son seneler olgun meyvanın çürümeye yüz tuttuğu günler gibiydi. Sağlam kalan yanlarının tadıyla damağın memnun edilmesi hoştur amma, araya karışsan çürük kısımların acılığı öbür tadı alıp götürüyor. 14 Mayıs 1560 Cenbe Zaferi acıyla tatlının karışımına geldi.
1 Nisan 1565’te çıkılan Malta Seferi’inde büyük denizci Turgut Reis başına bir taş düşmesi sonucunda şehit oldu. (17 Haziran 1565) Uzun uğraşılardan, iki tarafta çokça can kaybından sonra Malta’dan eli boş dönmek yoluna gidildi. Malta Seferi bir nevi kayıp hanesine yazıldı. Türk tarafının daha kalabalık, daha kuvvetli olmasına karşılık nihâi darbeyi indiremeyişi, düşman tarafındaki cengaverliğe veriliyor. Hammer uzun uzun anlattığı bu bölümde dininin gereği -herhalde- dindaşlarını yüce makamlara çıkartıyor. Kendileri açısından, Türklere kaleyi vermemeleri büyük başarı olarak takdim ediliyor ve bir de hikâye naklediliyor. “Son hücumda Müslümanlar ve Hıristiyanlar öyle zannettiler ki, istihkâmların üzerinde kimsenin tanımadığı bir kadın ve iki erkek görünmüştür; Hıristiyanlar bunlarda Meryemü’l Azrâ ile Aziz Pol’ü ve târikatin (Aziz Yahya Tarikati) hâmisi Jan Batist’i tanımış olmak zannında bulundular. Bu görüş hakkında hâsıl olan umumî i’timat Hıristiyanlar cesaret ve kahramanlık harikaları göstermeye sevk ederek, cesaretleri zaaf göstermeye başlayan Osmanlılar için bir nevi mazeret olmuştur…” 
Bizde de bazan olur ya, gaibden desteklenmek, yeşil kıyafetli bilinmedik kişilerin yardımı vs. Hıristiyanlar kendilerim Hz. Merem ile Aziz Pol’ün yardımım aldıklarına inandırmışlar.
Her ne sebeple olursa olsun, Osmanlı ordusu Malta seferinden eli boş, kalbi kırık döndü. Bundan sonra 14 Nisan 1566’da Sakız Adası’nın fethiyle biraz serinlemeye başlandı. Fakat bu büyük zaferlere alışan bir millet için alelade bir şeyden öte değildi.

Kânunî’de Son Sayfa
1 Mayıs Çarşamba: Onüçüncü ve sonuncu Sefer-i Hümâyun: Kanunî Sultan Süleyman’ın “Szigetvar Seferi”ne hareketi.
“İhtiyarlığına, istirahat ihtiyacına, hastalığına ve bilhassa bu vaziyette çıkılacak bir seferin muhakkak bir ölüm tehlikesi demek olmasına ehemmiyet vermeyerek, hükümetin gösterdiği lüzum üzerine ordusunun başına geçmekte tereddüt etmeyen Kânunî’nin bu hareketi Türk tarihinin unutamayacağı büyüklüklerdendir.” 
Etraftaki memleketlerin ufak tefek yaramazlıkları, Avusturya’nın doğru durmaması, padişahın sefere çıkmayışından kaynaklanıyordu. Devlet erkânı, hatta padişahın kızı Mihrimah Sultan bile huzursuzdur ve ısrar ederler; sefere çıkmaya razı olur Sultan.
Fevkalâde bir merasimle, zorla bindirildiği atın üzerinde dik durmaya çalışan aksakallı yiğit, son seferine çıkıyordu. Büyük devrin büyük şairi Bakî de bu gidişin gelişi olmayacağı endişesindedir. Yüreğini yırtarak dudaklarına gelen şiirin son mısralarıyla hislerini belli eder.

“Duamız oldur ey Bakî hatâdan saklasın Bari 
Hüdâvend-i cihan Sultan-ı âdil şeh- Süleymani”

Şehir dışına kadar at üstünde giden Kanunî, arabayla yoluna devam eder. Her türlü rahatı temin edilmiştir, geçeceği yollar düzenlenmiştir ki, sarsıntı olmaya! 1521’de, yani kırk beş sene önce başlayan ilk seferi Belgrad’daydı. Yirmi altı yaşında kabına sığmayan, kanadı olmadığı için atına kahreden Sultan, daha sonra Rodos, Mohaç, Viyana, Alman, Irakeyn, Korfu, Boğdan, Budin, Estergon, Tebriz ve 1553’te Nahcivan… Onüç senedir ordusunun başında sefere çıkmıyordu.
Sultan Süleyman’ın bedeni gönlünün fermanım dinlemez ise de, o dinletebildiklerine hükmetmeye devam ediyordu. Hâlâ krallar tayin eden Kânunî’ydi ve yirmibeş sene önce verdiği bir sözü yerine getirecekti: “Yol üstünde bir mola verdi. Çadırı, eskiden Hunyad’ın şatosunun bulunduğu tepenin üzerine kuruldu; oradan Sigismond. Şapolya’ya haber yollayıp huzuruna çağırttı. Bu, vaktiyle Kraliçe İzabel’in, yüce Türk’e emânet etmiş olduğu oğlu idi ki, buna Hünkar ileride krallık vaad ediyordu. Tantanalı bir alayla gelip, yine öyle karşılanan Prens, pâdişâhın önünde üç defa diz vurup el öptükten sonra münasebetsiz bir söz sarf etti. Herkes endişeyle Sultan’a baktı. “Kendi evlâtlarına, vezirlerine ölüm cezası vermekten kaçınmayan Hünkâr “verdiğimiz sözü yerine getirmeye buralara gelmişiz ser-i sadakatine Macaristan tacı kralîsini giydirmeden geri gitmezük” deyince, ortalık rahatladı.” 
İhtiyar pâdişâh “gavurcuğu” cezalandırmadı ama, iki günlük yolu bir günde gelerek, askeri lüzumsuz yere yıprattığı için Aslan Paşa’nın ölümüne hükmetti. (3 Ağustos)
Sigetvar (Zigetvar) Kalesi’ne 2 Eylül Pazartesi günü üçüncü hücum yapıldı. Kale inat, pâdişâhın beklemeye tahammülü yok. Beddua ediyor kaleye: “Bu kala benüm yüreğüm yakmuşdur: Dilerüm Hakk’dan ateşlere yana!” Süleyman’ın her işareti emirdir. Odunlar yığıldı dağlar gibi, kalenin etrafında cehennemi bir ateş yakıldı, kale “bana mısın” demedi.
5 Eylül Perşembe günü, abdest aldıktan sonra vasiyetini yapan bir yeniçeri zabiti, intihar saldırısıyla bir gedik açmayı hayatı bahasına başardı, kaleye oradan askerler doldu.
6 Eylül’de iç kaleyi almaya çalıştılar; büyük bir yangın çıkardılar. Fakat Kânunî’nin ordusunun karşısında gerçekten kahraman düşman bulunuyordu. Bu, ölümü hiçe sayan kumandan Zirini’dir. Teslim için hiçbir teklifi kabul etmiyor. Aslında Sigetvar da, Zirini de, Süleyman da son anlarını yaşıyorlardı. Hepsinin de çabası son noktanın biraz geç konması içindi. Zirini’yi geçiyoruz. Kaleye son hücumu ve Kânunî’nin sonunu görelim.
“Ölüm meleği artık hükümdarın yanındadır. Verilecek kumandayı beklemekten sinirleri gerilmiş, dehşet saçan bir ateşle canlanmış olan yeniçerilerin o heybetli kitlesi nihayet onları hücuma kaldıran ‘Emr-i Şâhâne’yi aldı; gökleri tutan bir ‘Allah, Allah!’ nârasıyla ileriye atıldılar. Savaş müthiş oldu; …Süleyman artık savaşa bakmıyordu; bütün kuvvetini tüketmişti; varlığını saran bitkinliğe karşı boşuna cidal ederek, çadırına çekildi ve kalenin altında patlayan bir Türk lağımının bütün hisarı bir kor yığını halinde yere çökerttiğini göremedi; gecenin içinden bir ateş sütunu göklere fışkırarak karanlıklara alev saldı ve Otağ-ı Hümâyun’un kapısından içeriye vurdu, titrek parıltısı hükümdarın tâ yanı başına kadar geldi. Efendilerinin başucı bekleyen iki adam bu alev alev yanan kalenin hünkar için bir cenaze meş’ale olduğunu anladılar.” 
Türk Devleti’nin sınırlarını zirve ulaştıran bir zirvenin hayata vedâı savaş meydanında -gurbette- oluyordu. Tahtın varisi Selim sayılmazsa her şeyde zirveleri arkasında bırakıp gidiyordu. Zamanında yaşayanlar ve arkasında kalanlarım başlıcaları: “Edebiyatta Fuzûlî ve Baki, İlimde Zembilli-Âli Efendi, İbni Kemal, Ebussuûd, mimaride Koca Sinan, tarihte Selânik-i Mustafa, Âli, Celâlzâde Mustafa, Nişancı Mehmet, coğrafyada Pirî Reis, denizcilikte Barbaros ve Turgud muhteşem devrin adamlarıdır.” 
Kânunî’nin eleştirilen taraflarını birini, yine, rahmetli İsmail Hami Danişmend’den özetleyerek alacağız. O da Romanyalı Yorga’dan almış:
“Yavuz Sultan Selim dönme devşirme güruhuna karşı Pîri Paşa’yı veziri âzamlığa getirdiği halde, Kanunî bunu azledip yerine dönme birini getirmekle adeta Türk’e o makamı kapatmıştı. Dönmelerin karakter zaafı olmasının devlete zarar verdiği iddia edilir. Zaaf sebebi olarak da denir ki, bunlar menşe olarak Hıristiyanlıktan çıkmış olmadığı gibi, Rum yahut İslav ırklarından da çıkmış değildir. Çünkü yine aynı İslav ve Rum ırkları vaktiyle hürriyetlerine sahip oldukları zamanlar öyle yaşamıyorlar ve ahlakçıların gözlerine öyle görünmüyorlardı. Ancak bu ırklar mağlûbiyet zilletine düşüp alçaldıktan ve esaret içinde ahlaksızlaştıktan sonra içlerinden Osmanlı İmparatorluğu’na vezir ve paşa olmak isteye kimseler ihtida etmeye başlamışlardı. Tabii bu ihtidalar o mühtedilerin mensub oldukları milletlerin Türk hâkimiyeti altındaki esaretlerinden mütevellit ahlâkî düşkünlüklerini tamamıyla izaleyi kâfi bir deva değildi.”
Bu, Hıristiyan isyanı sayılmalıdır Devletin dönme devşirme paşalardan ne kadar çok istifade ettiğini inkâr mümkün değil. Ekserisinin eski milliyetini de, dinini de unuttuğu görülmektedir. Kötüleri, zararlıları vardı; zararları belirdiği zaman padişahın “alın bunu izale edin” emri de vardı. İşin derinlemesine tahlilini yapanlardan bu devşirme paşalardan istifade edilmesini bir Osmanlı dehâsı sayanlar da yok değil!
Bir de Osmanlı’ya paşa olmak, sadrazam olmak, öyle canım çekti biraz paşa olayım demekle olacak iş midir ki, ırklarının zillete düşenleri gelip Türk devletinin en yüce makamlarını işgal edecekler! Tabiiki dönme-devşirme paşalar, zaman zaman bu milletin asli unsurunu kızdırmışlardır amma Kanunî de, diğerleri de meczub değil idiler, arada bir hatalı seçim yapılmış olsa da her seferinde de hatalı değildiler.
Sonradan İstanbul’a getirilip Süleymaniye Camii’ndeki türbesine defnedilecek olan Kânunî’nin naşı geçici olarak tahtının altına gömüldü. Ölüm haberi her zaman olduğu gibi, yeni sultan gelene kadar gizli tutulacaktır.
Kısa bir süre pâdişâha kabir vazifesi gören yere bilâhare türbe yapıldı. Bu türbenin yeri Sigetvar Kalesi’yle Macarların “Süleyman Köy” dedikleri köyün güneyindedir. Osmanlı devrinde ziyaretgâh olan bu türbe sonraları bakımsızlıktan harab olmuş. 17. asırda da maatteessüf Katolik papazlar tarafından kilise haline getirilmiş. Bu kiliseye hâlâ “Türbek” yahut Türk kilisesi denir. Fakat mezartaşı bile bulunmadığı için, “Türk mezarı nerede” diye soranlara papazlar “İşte Süleyman’ın kalbi buradadır” dedikleri rivayet olunur. (Bir noktayı gösterir papazlar) 
Papazlar ne derlerse desinler, biz onun kalbinin nerede olduğunu biliyoruz. Mümin gönüllerden kopan samimi niyazlarla onun için dualar ediliyor, Süleymaniye’de, günde beş vakit. Hem de Mimar Sinanla beraber.
Ölüm döşeğinde ve 71 yaşında savaşa gidecek kadar devlet ve gaza aşkıyla dolu pâdişâhın hayata olan bağlılığını göstermesi için bir gazelinin son mısralarını alıyoruz.

Olsa kumlar sayısınca ömrüne haddü adet 
Gelmiye bu şişe i çarh içre bir saat gibi

Kanuni Hakkında Son Söz

Kanunî Sultan Süleyman adalet alanında hiçbir taviz vermemiş ve uygulamaya koyduğu kanunlar kendisine meşhur “Kanunî” adını kazandırmıştır. Süleyman’a bu ünvanı kazandıran pek çok kanun hazırlayıcısı büyük hukuk adamı Ebussuud’dur. Yürürlüğe koyduğu kanunlarla her eyâleti ayrı ayrı yönetmiş, kesinlikle eyaletleri yönettiği kanunlar birbiriyle çelişmemiştir.