Sultan II. Bayezid Han

İKİNCİ BAYEZİD

(1481–1512)

08-Sultan II. Bayezid Han

Devlet olgunluk yaşında, en büyük padişahlarından birini kaybetti. Fatih’in beklenmedik ölümü herkesi şaşırtmıştı. Derin acısı çekilirken, yerine geçirilecek şehzadenin kim olacağı meselesi daha başlan geliyordu.
Fatih Sultan Mehmed’in yüreğini parçalayarak genç yaşında ölen Mustafa’sından başka, hayattaki oğullarından Bâyezid Amasya’da, Cem Karaman’da vali idi; ikisi de babalarının mirasını sahiplenmek için can atacak, bu uğurda ölümü bile göze alacaklardı. İkisinin de başa geçmesini isteyen ve istemeyenler vardı.
Bâyezid Gülbahar Hatun’dan 1448 de dünyaya gelmiş, Cem ise Çiçek Hatun’dan ve onbir sene sonra doğmuştu. Büyük olması nedeni ile taht Bayezid’in hakkı ama Cem de cevvaliyetiyle, kendisini hak sahibi görebilirdi. Fatih’in 1481’in baharında ani vefatı iki kardeş için ve devlet erkânı için hiç beklenmedik bir olaydı. İki kardeşin taraftarları da el çabukluğu ile kendi istedikleri ismi getirmeyi düşüneceklerdi.
Karamanlı oluşundan dolayı “Karamâni” denilen Mehmed Paşa Vezir-i Âzam’dır; en büyük mesuliyetin de yetkinin de sahibidir. İlk yapacağı iş ölüm hâdisesini gizlemekti, bunun için tedbirler aldı. Yine de “bu haber oniki saat içerisinde Üsküdar’dan İstanbul’a ulaştı.” İki şehzadeye ayrı ayrı adamlar gönderilip, haber bildirilecek ve Cem’in yeri daha uzak olduğu için, evvel gelen Bâyezid tahta oturacaktır. Karamâni Mehmet Paşa Cem’i istiyordu, Çandarlı Halil Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa da bu arzudadır. Karşılarında Bâyezid’i destekleyenler ise, eski vezir-i âzamlardan İshak Paşa ile Otranto’da bulunan Gedik Ahmet Paşa’dır. “Gedik Ahmed Paşa Arnavud veya Rum, İshak Paşa Rum yahut Hırvat, ikisi de gayr-ı Türk.”
Yılmaz Öztuna’ya göre bu mesele, bir manada Türk aristokrat partisiyle dönmeler partisinin mücadelesidir. Veli lâkabını taşıyacak olan İkinci Bâyezid dönme paşalar tarafından dostluk görmektedir. Cem Türk paşalardan… İshak Paşa’nın Bâyezid’e gönderdiği ulak Keklik Mustafa en seri biçimde yoluna devam ederken, Cem’e gönderilen ulağın yolda öldürüldüğü biçiminde bir haber var; bir başka haberde ise ulağın dört gün sonra Karaman’a vardığından bahsediliyor ki, İstanbul Karaman arası atla dört günde nasıl gidilir?
Bugünlerde İshak Paşa yeniçerileri Karamanı Mehmet Paşa aleyhine kışkırtıp, Paşa’nın şehâdetine sebep olmuştur.
İshak Paşa’nın diğer Türk paşalara da çok zarar verdiğini, Karamâni Paşa’nın sarayının yağmalandığını İsmail Hami Danişmend sızlanarak anlatır kitabında.
Şehzade Bâyezid kim bilir kaç tane at çatlatarak ve ter dökerek 18 gün sonra İstanbul’a gelip 21 Mayısta tahta oturdu. Cem Sultan ise ancak, 28 Mayısta Bursa’ya gelebilmiştir.
Bizim sıkça başvurduğumuz Kronolojide haksızlıklardan yakınılırken Fatih’in kanunnâmesinde Cem Sultan’dan “Vâris-i Mülki Süleyman” şeklinde bahsedildiğini, bazı İtalyan kaynaklarından da Cem Sultan’ın veliahd tayin edilmiş olduğunun anlaşıldığını öğreniyoruz. Ve İsmail Hami Danişmend diyor ki:
“Anadolu’nun en mühim merkezi olan Konya Vâliliği’ne büyük şehzade dururken, küçük şehzadenin tayin edilmiş olması da bu noktayı teyit eden bir vaziyet sayılabilir.”
Büyük tarihçi İsmail Hami Danişmend ateşli milliyetperverliğiyle; hazmedemediği bu olayı uzun uzun anlatır. İshak Paşa Karâmani Mehmed Paşa’yı öldürttükten sonra, başka pek çok Türk büyüğünü öldürtüp konaklarını yağmalatmış. Yeniçerileri tahrik ederek II. Bâyezid’den Vezir-i âzamlığı almayı da başarmış! Hatta Bâyezid yeniçerilere, “Devşirme olmayanları iktidara getirmem sözü vermiş, fakat birkaç sene sonra Çandarlı zade İbrahim Paşa’yı Sadr-ı âzam yapmış ve bu sözünü tutmamıştır.” Yılmaz Öztuna böyle der; ama bu birkaç sene, 18 sene sonradır.
Yapılan icraatlara geçmeden evvel, kısaca Bâyezid’i ve Cem’i tanımaya çalışalım. Bâyezid ilme meraklı, bilhassa matematiği çok sever, tıp ve tarihe derin ilgi duyar, iyi bir şairdir. Bir de hat sanatı, onun en çok zevk aldığı konulardandır. Hatta bu mevzuda kitaplara geçen enteresan bir de fıkrası var ki, anlatalım:
Kendisi Amasya’da validir. Av merakı ileri derecededir ve en mahir tazılara sahiptir. Maiyetindeki Sipahilerden biri de ava meraklı ama tazısı başarılı olamaz. Amasya’da iyi nam yapmış Buhâralı Mustafa Dede’nin çare olacağını düşünen Sipahi biraz et satın alıp şeyhin kapısına dayanır. Karşısına onbeş yaşlarında bir çocuk çıkar, babasının evde olmadığını söyler. Sonra sorar Sipahiye:
“Ağam hacetiniz nedir ki?”
Sipahi mahcup, boynunu büker; elindeki eti işaret eder.
“Şu eti getirdiydim ki, şeyhe bir muska yazdıram. Bizim it hiç av tutamaz, hep şehzadenin tazıları yakalar” der.
Çocuk cin gibidir. Ete de dayanamaz. Der ki:
“Sen hiç merak etme, ben babamdan izinliyim. O olmadığı zaman ben yazıyorum.”
Çocuk, çabucak bir muska yazıp Sipahiye verir. Eti alır. İkisi de sevinçlidir. Muska birkaç gün sonra çıkılan avda tesirini gösterir; Sipahinin iti Şehzadenin tazılarından evvel gider avı yakalar. Şehzade hayrettedir. İti getirtir, bakar ki, boynu muskalı. Muska çıkartılır, yazı okunur.
“Tamah ettim etine muska yazdım itine…”
Hikâyeyi sipahiden dinleyen Şehzade delikanlıyı tanımak ister, tanır. Yanına alır. Yıllarca sonra; Pâdişâh olunca onu da İstanbul’a getirir. Asırlardır kendisiyle iftihar ettiğimiz Hattat Şeyh Hamdullah’dır bu çocuk.
İkinci Bâyezid’in şiiri de anılmaya değer. Kardeşi Cem’le uzun süren mücadelelerinde Cem, Hacı da olmuştur. İyi şairdir ya, taht kavgasını kaybedince ömrü çilelerle geçmektedir.
Bir efkârlı anında:

“Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan
Ben kül döşenen külhan-ı mihnette sebep ne?”

diye yazar. Ağabeyine gönderir. Ağabey de aynı deryanın suyunu içmiş. Cevap yazıp yollar Cem’e:

“Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bize devlet
Takdire rızâ vermeyesün böyle sebep ne?
Haccûl Haremeynim deyüben dâva kilarsun
Bu saltanat-ı dünyevîye bunca talep ne?”

Cem Sultan buraya almadığım beyitlerde Hacca gittiğini de anlatıyordu. Bâyezid, “Madem kendini o işlere verdin, dünya için taleplerin niye eksilmiyor” diye soruyor.
Cem Sultan’ın Arapçayı, Farsçayı şiir yazacak kadar iyi bildiği, engin kültüre sahip olduğu, iyi ata binip zamanının savaş aletlerini çok iyi kullandığı söylenir.
Cem Sultan’ın en belirgin özelliği şairliğidir. Divan şairleri arasında anılır. Basılmış kitabı da bulunan Cem’den, bir şiirle maceralı konuya dönelim:

GAZEL
“Cefaların bana bildim vefâyimiş ey dost
Bu fili kim ben ederdim hatâyimiş ey dost
Irağa salma kapundan beni ki Merve haki
Tavâf-ı Kâ’be-ki kûyin safâyimiş ey dost
Düşümde zülfüm gördüm deyû sevinmiştim
Gözümde hod görünen ejderhâyimiş ey dost
Ümidi zülfüne tutmuş idim veli bildim
O dahi ömr gibi bî vafayimiş ey dost
İrişmek ister idim hân-ı vasfına likin
Hemen nâsib-i Cem âhır duâyimiş ey dost.”

İkinci Bâyezid Konya’dan gelip, İstanbul’da tahta oturana kadar onsekiz gün geçmişti. Fatih’in cenazesi onu bekliyordu. Nihayet defin işine başlanır. Oğlu Bâyezid ile vezirlerin taşıdığı Fatih’in tabutu Fatih Câmii’ne getirilir. Cenaze namazını, İstanbul’un bir semtine adını veren Ebul Vefa kıldırır. Büyük Fatih’in cenazesi defnedilir.

Bâyezid – Cem Kavgası

Konya’dan Bursa’ya gelen Cem Sultan’a karşı ağabeyinin gönderdiği kuvvet yenilir. Bursalıların da meyl ettiği Cem Bursa’da adına sikke kestirip hutbe okutur ama bu uzun zaman sürmeyecektir. İki hafta sonra kalabalık bir orduyla gelen Bâyezid kardeşi Cem’i mağlup eder. Cem Konya yolunu tutar. Cem, silahlı mücadelenin kolay olmadığını erken anlar. Halaları Selçuk Hatunu ağabeyine elçi gönderir. İsteği, Anadolu’da Padişahlık edip, geri kalan yerleri istememek ve ağabeyinin yüksek hâkimiyetini tanımaktır. Bâyezid’in cevabı kısa: “Mülk (yönetim) paylaşılmaz.”
Cem, savaş yenilgisinin acısına dayanamazken bir de ağır, at çiftesi yemiş, Konya’ya iki acıyla kıvranarak gelmişti. Yine de şartlar uygun olmadığı için üç günden fazla kalamaz Konya’da. Büyük oğlu Oğuz Han İstanbul’dadır, diğer aile fertlerini ve bir miktar, sadık adamını yanına alıp memleketi terk eder. “Çok sevilen Cem’in bu ayrılışı, Karaman’da büyük teessürü mucib olmuştu. Konya’nın ve diğer Karaman memleketinin kavim ve kabilesinin feryat ve figanlarını işitenler kıyamet koptu sanırdı.”
Cem Sultan’ın milli hislerinin çok güçlü olduğunu söyleyen tarihçiler, onun, bu duyguyla oğluna Oğuz Han adını koyduğunu yazarlar. Osmanlı hanedanında, ondan daha önce bu isme rastlanmaz. Dinî yönden ne kadar sağlam olduğunu şu delille anlatırlar.
Anadolu’dan ailesiyle kaçmak zorunda kalışının yüreğinde açtığı onarılmaz yaraya rağmen, gencecik yaşında Hac farizasını yerine getirmiştir. Neden, ağabeyine karşı gelip sultanlık davasına kalkıştığı, devleti bölmeye uğraştığı için ise, birçok mazeret ileri sürülür.
Birincisi yukarıda bahsedilen, “babasının kendisini veliaht tayin ettiği” inancı.
İkincisi “Bâyezid’den daha iyi pâdişâh olacağına inanması, diğeri de “ya hükümdar olmak, ya da bu yolda ölmek şarttır” kanaati idi.
Cem Sultan, Mısır Sultanı Kayıtbay’ın davetiyle Mısır’a gider. Kahire’de sanına lâyık muamele görür.” Sultan ona baba şefkati gösterir, adına bir saray tahsis eder.” (H.)
Sıkça karşılaştığımız katı bir gerçek var; o her yerde, herkes için, her zaman geçerlidir. Mısır Sultanı’nın gösterdiği muhabbetin arkasında sırıtan da budur: “Devletlerin dostu değil, hesabı olur” Kayıtbay’ın Osmanlı’yla hesabı var; bu hesapta Cem’i kullanacaktır. Yalnız değildir Kayıtbay. Cem’e başka teklifler de sırada beklemektedir.
Karamanoğlu haber gönderir, “gel, der, beraber Bâyezid’e karşı mücadele edelim. Cem Kabe’yi ziyaret edip Hacı olmuştur. Hacı olmuştur fakat bir kere ok yaydan çıkmış, hırs aklın terkisindedir. Kaderin rüzgârı nereye sürerse oraya gidilecektir. Cem Anadolu’ya gelir. Aleyhine biten bir savaştan sonra, “Karamanoğlu Kazım Beyin tavsiyesiyle, Rodos Şövalyeleri’ne iltica eder. Hâlbuki Sultan Bâyezid daha iyi teklif ve imkân sunmuştu. “Kudüs’te otur, her sene yeterli para yardımı ile sana bakarız” demişti. Cem’in, doğru ile yanlışı ayırt edecek muhakeme gücü kalmamıştır. Sahibi olmayı şiddetle arzu ettiği Osmanlı tahtının başına bela olacak adımları atmaya çekinmiyordu. Cem, Şövalyelerin elinde bulunduğu sürece Osmanlı altınları, onun orada tutulması için Rodos’a akacaktır… Çünkü tarikat mensubu Şövalyeler dinî ( !) hayatlarının gereği çok müsriftirler. Üstad-ı âzam d’Obussen misafir ağırlamayı pek sever, bunun için de para lâzımdır.
Zavallı Cem! Rodos’tan Fransa’ya gönderilir. Gönlüyle değil, Üstad-ı azamın emriyle. Orada şairliği imdadına yetişir de, avunur. Yoksa gurbet günleri uzar gider, ne gecesi bitmek bilir ne gündüzü. Günün her saniyesi beyninden akrep yürümesi gibi geçer. Ancak, şiire daldığı zaman değişir her şey. Yazdığı bir manzume şöyle başlar.

Acâib şehr imiş bû şehr-i Nişe
Ki kahır yanına her kim gitse.

Cem, ah Cem! Fatih’in sevgili şehzadesi: Bir Cihan devletine baş olmak hesabiyle atıldığı macerada, kendisine ayak olamayacak adamların idaresinde oradan oraya sürülüyor. O devrin en kıymetli, en pahalı esiridir. Müşterileri yarış halinde, “Fransa, Napoli, Macaristan, Venedik ve Sultan Kayıtbay. Kayıtbay Sultan olacak diye gönderdiği misafirini geri almak için “XI. Lois’ye (Lui) 1.000.000 duka gibi muazzam bir meblağ teklif eder.” Hiç biri bu paha biçilemeyen esiri elde edemez. Ancak; Papa isteyince akan sular durur. Bir haber gönderir ve şöyle der. “Bir pâdişahzâde kendi ayağı ile gelmiş ola. Onu hapsetmek dinimizce reva değildir. Çünkü onun arzusu Rumeli’ye geçmektir. Bari bu tarafa irsal eyle ki, biz onun maksadını ve arzusunu hâsıl edelim. İstediği ne taraf ise, kendisini vâsıl edelim.”
1488’in sonuna gelinmiştir. Cem Roma’ya doğru yola çıkar. Solakzâde Tarihi “Eğer Cem’in yolculuk macerâları olduğu gibi anlatılsa uzun söz alır. Buraya özet olarak yazılmıştır.” der.
Cem Sultan Roma’da sultanlar gibi karşılanır. Papa’nın sarayında Hıristiyan memleketlerinin elçileri toplanıp, Cemle sohbet ederler. Papa çok yakınlık gösterip Onu Macaristan’a gitmeye zorlar. Cem Papa’ya, burada misafir olmayı kendisinin arzu etmediğini, zorla getirildiğini ve misafire böyle mi muamele yapılacağını sorar, Rodos Şövalyeleri’nin sözlerinde durmayıp, yıllarca hapislerde yatırdıklarını, senelerdir görmediği validesini, evladını çok özlediğini ağlayarak anlatır.
Papa, Macaristan’a giderse rağbet göreceğini, hatta Hıristiyan dinini benimserse daha çok imkanlara kavuşacağını bile söyler. Cem sarsılır. Papa’ya şu cevabı verir.
“Şimdi faraza ben sizin reyinizle Macaristan’a varıp, onun askeri ile ehli İslâm üzerine kılıç çeksem, ulemamız hâşâ küfrümüze hamdedip, katlimize fetva verirler. Ben kendi dinimi, Osmanlı memleketi değil, cihan saltanatına değişmem.”
Osmanoğulları’ndaki iktidar mücadelesi anlaşılması mümkün olmayan bir duygunun tezahürüdür. Kendisini saltanata lâyık gören her Şehzade, bu yolda canını ortaya koymaktan çekinmiyor, yalnız, mesele memleketin milletin zararına gelip dayandığında davranışlar değişmeye başlıyor. Cem Sultan’ın şu şiiri, sarf edilen emeklerin biraz da mesuliyet fikrinden doğduğunu hissettiriyor; çünkü amacın dünya mülkü olmadığı açıkça ortaya konmaktadır:

Hükmedenler bu dünya mülküne Şark u Garbdan
Ger Süleyman, ger Sikender cümlesi mihmandır
Yürü var Bâyezid, sen süregör devrânını
Saltanat bakî kalur dirlerse yalandır.

Cem Sultan’ın esirliği devam ederken üç yıl daha geçer, Papa ölür. Yerine geçen papa da Cemle ilgilenir. Çok devlet, çok kral ilgilenir. Yine seneler geçer. Papalık ile Fransa arasında dalavereler döner. Cem Sultanla ilgili krala, kraldan Cem’e yanlış sözler aktarılır. Sonra Cem’i seven bir kaptanla Cem’in dostluğu ve o kaptanın kralla görüşmesi aradaki buzla-n eritir.
Fransa Kralı Roma’yla Cem’in pazarlığına girişir. İstediği neticeyi alamaz. Roma’ya savaş açar. Cem sonunda krala teslim edilir. Cem Sultan hastadır. Ata binecek tâkâtı bile yoktur. Yüzü-gözü devamlı şişiyormuş ki zehirlendiği kanaatine varılır.
Ya kullandığı şekere zehir katılıp zehirlenmiş veyahut berber zehirli usturayla traş etmiş. Bu, zehirlenme olayı çok farklı yorumlarla anlatılır. “Papa zehirletti” Bâyezid, “Papa’ya zehirletti” “Fransa Kralı zehirlettirdi” gibi.
Cem, azar azar ölüyordu. Ölürken de düşünüyordu. Son sözleri: Fransa Kralı “azad oldun” deyince “Elhamdülillah azâd ve halâs sözü kulağımıza girdi” ve düşmanlar tarafından kullanılmaktan korkuyor, şöyle diyordu. “Ya Rab eğer din düşmanları beni alet ederek Müslümanlığa zarar verecekse, beni daha fazla yaşatma” 1495 in 25 Şubat sabahı Hakk’ın rahmetine kavuşur. 13 senelik esaret hayatı 35 yaşında tamamlanan Cem Sultan’ın cenazesi vasiyeti gereği Sultan Bâyezid tarafından getirtilip Bursa’da defnedilir. Ölümünden dört sene sonra 1499’da.
Cem Sultan, acıklı romanların en kıymetli malzemesi olacak çileli hayatını, çok kötü şartlara rağmen devletinin ve dininin kötülüğüne kullandırmamış: Önceleri, iktidar olma umuduyla bir şeyler yapmaya çalıştıysa da neticede gerçeği görmüştü.
Çok sevgili oğlu Oğuz Han’ın öldürüldüğünü duyunca yazdığı ağıtla Cem Sultan bahsini kapatalım:

AĞIT
“İy vefasız hain ü bî emni bi aman Felek
V’iy hata-perver belâ bahş u kaza gerdan Felek
Mülk-i Yunan’a seraser hükm iderken âh kim
Eyledin mesken bize şimdi Frengistan Felek
Yakamı yırtup elinden nicesi âh itmeyen
Cânumı odlara atdı derd-i Oğuz-Hân Felek
Ağlamakdan ol ciğer-gûşem firakından müdâm
Kara kara kanlara boyandı baharistân Felek
Bir kılına virseler virmezdim Oğuz-Hanumun
Gonc-ı Karun-ı la bin mülket-i Osman Felek
İşidelden şah Oğuz Han’ın şehîd olduğunu
Dert-ile oldu Frengistan’da Cem mecnûn Felek
Canumı yakdun u yıkdun ömrümün dîvârını
Bid-i eyvânun yıkılsın aşağa geçsün Felek.”

Cem Sultan hadisesini bitirene kadar, Osmanlı Devleti’ni ve II. Bâyezid’i Cem’le alâkası olmayan meselelerde anmadık. Şimdi Cem öldü. Sıra, Bâyezid Han’ın padişahlığım, Devlet-i Âliye’nin serencâmını anlamaya geldi.
Sultan Bâyezid, babasının defin merasiminden sonra kardeşi Cem’le uğraşmak zorunda kaldığından, bazı işleri ihmal etmişti. Bunlardan biri de Gedik Ahmet Paşa’yla olan hesabıdır. İ.H.D. göre. Bu paşa Otranto’dan dönünce İshak Paşa ve Hersekzâde Ahmet Paşa’yla beraber bir çete oluşturmuşlar: Üçü de Türk olmadığından Öz be öz Türk olan devlet adamlarına karşı zulme başlamışlar. “Hükümeti zorla zaptetmişler” Bâyezid, için için diş biler, zamanını kollarmış.

Gedik Ahmet Paşa’nın Katli
“Pâdişâh sarayında büyük bir ziyafet çekti. Buna bütün vezirlerini çağırdı. Ziyafetten sonra dönmelerine izin verdiği sırada hepsine hil’atler giydirdi. Gedik Ahmet Paşa bundan istisna edildi.
Ona sırmalı kaftan yerine siyah yünden bir kaftan verildi, -bu siyah kaftan ölümün habercisidir- Pâdişâhın işareti üzerine bir dilsiz Ahmet Paşa’yı hançerle öldürdü. Bu olay ani bir öfkeden doğmuş değildir. Çoktan beri düşünülmüş bir öç almadan ibaretti.” (14 Ekim 1482)
Bâyezid Han harekete geçmek istiyordu. Mizacına uygun olmasa da, o devirde taht’a oturmanın sayısız şartlarından biri savaşçı ruhu taşımak ve o ruhla, mücadele sahasından uzak durmamaktır. “Kul” kısmı oturan hükümdar istemez!

Birinci Seferi Hümâyun (1483) ve İkinci Seferi Hümâyun (1484)

İlk seferi hümayun 1483’te başlar. Padişah Morava kıyılarında dolaşır, hasarlı kalelerin tamirini yaptırır döner. Ertesi senenin Mayıs başlangıcında çıkılan İkinci seferi hümâyun, Boğdan üzerinedir. Birinci durağı Edirne olan bu seferde, önemli hayır eserlerinin yapımı da başlamıştır. Hammer’e göre, “Bâyezid Câmii’nin temeli bu seferin 23. günü atılmış. Bundan başka Tunca üzerinde bir medrese, bir imaret ve bir hastane yaptırmış.”
İkinci Bâyezid bu seferinde yalnız kendi kuvvetleriyle değildir. Haziranın 27sinde Eflâk Voyvodası 20.000 askerle orduya katılır. Beraberce Kili adlı kaleyi fethederler. Oradan Akkerman üzerine gidilirken “Kırım Hanı Mengli Giray 50.000 kişilik askeriyle bu orduya iştirak eder. Bâyezid Han’ın ordusu bir hayli kabarır. Türk ordusu saflarında savaşan ilk Kırım ordusu bu ordu; ilk Kırım Hanı da Mengli Giray olur.
Akkerman çok müstahkem bir kale fakat muhasara eden ordu da çok güçlü idi. Oniki günden fazla direnemedi. Bu kalenin alınmasıyla önemli bir başarı elde edilmiş oldu. “Bu suretle Boğdan’ın Karadeniz sahili kalmadı. İstanbul’dan idare edilen Dobruca ve Kırım Hanlığı’na aid toprakla birleşti. Prut ile Dniyitr arasında Karadeniz sahilindeki topraklar ilhak edildi.” “Eflâk Seferi esnasında yedi bin kişilik bir Akıncı fırkası değişik bölgeleri istilâ etti, onbin esir beraberinde olduğu hâlde döndü.” “Kırım Han ile Eflâk Voyvodası harp ganimetlerinden mühim pay aldılar. Sultan Bâyezid bu sefer esnasında almış olduğu ganimet malını Edirne’de başlattığı ilmî ve içtimaî müesseselere sarfetti.”
O sene, kışı Edirne’de geçiren Sultan Bâyezid’e, önemli elçiler, önemli hediyelerle gelip zaferini tebrik ettiler.
1486 da Boğdan Beyi Stefan (Etyen) Çel More küçük çaplı bir Haçlı ordusu toplayıp Akkerman’ı alma sevdasına kapıldı. Bunu haber alan Bâyezid tarafından “Malkoçoglu Ali Bey’e Rumeli Akıncılarıyla Boğdan vilayetine girmesi, yağma ve taarruzda bulunması emr olundu. Malkoçoglu Ali Bey Boğdan’a girerek her tarafa akınlar yapmakla meşgul oldu. Velhasıl bu Malkoçoglu Ali Bey salimen ve ganimetlerle Dârü-s selam’a avdet edip Âsitâne-i saadete vüsûl oldular.”

Osmanlı – Memlûk Harbi

Bu harple ilgili malûmat çok fazla. 1485’te başlayıp 1490’da bittiği, ayrı ayrı altı defa yapıldığı anlatılır. Hatta “dokuzuncu ve sonuncu” diye anlatanlar da var.
Sefer sayısı kaç olursa olsun, çok meşakkatli geçtiği malum. Savaşın başlamasına dair de pek fazla sebep ileri sürer tarihçiler.
Barış yanlısı olan, hatta dindaşlarıyla, soydaşlarıyla savaşmayı katiyyen arzu etmeyen Sultan Bâyezid için hiç zevkli bir iş olmayan bu mücadelenin başlaması herhalde kaçınılmaz olmuş. Öncelikle Mısır Sultanı Kayıtbay’ın Cem Sultanı Kahire’ye çağırıp misafir etmesini Bâyezid kendisine karşı bir düşmanlık olarak kabul etmiş ve o yüzden bir dargınlığı mevcuttu.
Bir vesile ile bu gerginliğin telâfisi için bir şeyler yapılmış, görünüşte de düzelmişti. Daha sonra Memlüklerin Adana havalisindeki Ramazanoğullan’nı rahatsız etmesi, Osmanlılar’dan himaye gören Alâüddevle Bozkurt’un Memlükler’den şikayet etmesi yangının kıvılcımları mahiyetindedir. Ramazanoğulları; “Osman Gazinin dedesi Süleyman Şahın Anadolu’ya gelirken Caber Kalesi önünde suda boğulduğu zaman, yanında bulunanlardan birinin adı Yüreğird idi. Bahsedilen Ramazanoğulları Beyliği’nin Beyi olan Ramazan Yüreğird’in oğludur. -Üç beş göbekten torun olması lâzım.- Dolayısıyla, Bâyezid’in bu beyliğe sahip çıkması tarihi bir vazifedir. Dulkadır Beyliği de “Sen bizim ağamızsın” demiş. Alâüddevle’nin ricası da reddedilemez. – Gerçi bu zat sonradan kalleşlik yapmış ya- Bunlardan mâda çok mühim bir sebep daha var!
“Osmanlı Türklerinin devlet siyâsetinin, cihanşümul bir siyâset olduğunda hiçbir şek ve şüphe yoktur. Memlükler ise, ellerindekini muhafazadan, amma çok büyük bir devlete yakışır bir kıskançlık ve titizlikle muhafazadan başka bir şey düşünmüyorlardı. Büyük bir harp göze alınmadan, Memlüklerden bir tek kale fethetmenin mümkün olmadığını Osmanlılar biliyorlardı. Bir Memlûk kalesi almak için, bu imparatorluğu temellerine kadar çökertmekten başka çare yoktu. Bunun içindir ki, Osmanoğulları bu kudretli, dindaş ve ırkdaş komşularına karşı diğer bütün devletlerden farklı bir siyaset güdememişlerdi.”
Uzun süren ve çok zayiattı geçen bu savaş, iki tarafa da pahalıya mâl olur: Nice yiğitler, beyler, paşalar gider. Hazineler gider… Namlı Akıncı Beylerinden Evrenosoğulları’ndan ikisi de bu savaşlarda şehit düşer.
Beş seneden sonra, daha çok ezilen Bâyezid Han’ın ordusudur. Durumun kötü neticesini gören “Sultan Bâyezid, bizzat sefere çıkmaya karar vermiş, bunu duyan Kayıtbay fevkalâde telaş göstermiştir. Çünkü bu, harbin topyekün bir savaş haline gelmesi, mahallîlikten çıkması demekti. Şimdiye kadar bütün Osmanlı tarihinde ise, topyekün savaşta ancak Timur, Osmanlıları yenebilmişti.”
Kayıtbay’ın teşebbüsüyle Tunus Hafsî Kralı III. Sultan Yahya aracılık yapar ve iki tarafında sınırları savaş öncesindeki yerlerine çekilerek sulh yapılır. Her şey eski haline döner. Ne diyelim, bazen insana kaybettiğini bulmak bile yetiyor.

Endülüs Müslümanları (1408)

Osmanlı Türk Devleti’nin başında bulunmak kolay bir iş olmasa gerek. Dünya Türklüğünün ve bütün İslâm âleminin de dertleri vardır; her derdin çaresi büyük Türk Devleti’nde aranmaktadır. Endülüs Müslümanları, İspanyolların mezalimini ikinci Bâyezid’e duyurunca, dindarlığı ile meşhur olan pâdişâh yardım elini uzatmak zorunda kalır, orada sadece Müslümanlar değil, Yahudiler de soy kırımına tâbi olmakta ve onlar da müşfik bir el aramaktalar. Büyük denizci Kemal Reis bu işle görevlendirilir. Kemal Reis ki, “Çaka Bey ile Aydın oğlu Gazî Umur Bey’den sonra yetişen en büyük denizcimizdir.”
Kemâl Reis büyük Türk Amirali olarak hazırlığını yapar, Batı Akdeniz harekâtına geçer. Bu harekât bereketli olur. “Cerbe, Malta, Sicilya, Sardunya ve Korsika adaları vurulduktan sonra, bütün İspanyol limanları bombardıman edilir. Kemâl Reis “bir kısım İslâm ve Yahudiyi de alarak Türkiye’ye döner.”
İkinci Bâyezid’in hassas kalbi Endülüs Müslümanlarıyla beraber yansa da, yapabileceği bundan fazla bir şey yoktu. Bu seferle, geçici bir zaman için acılar dinmişti. Kaderlerinde barbar Hıristiyanların iğrenç işkenceleriyle her şeylerini kaybetmek varmış. Dünya durdukça aklı başında olan bütün insanların lanetini alacak olan o İspanyollar, devri için erişilmez seviyedeki 500.000 yazma kitabın katili olarak da unutulmayacaktır.

Macar Seferi (1492)

Macaristan Kralı Matyas Karvin 1490’da meşru varis bırakamadan öldü. Bu ölüm Osmanlı Devleti’nde sevinçle karşılandı; zira Matyas Türk fütuhatı önünde durabilen önemli bir engeldi. Onun yerine geçecek zayıf bir kralın faydalı olacağı şüphesiz.
Matyas’ın yerine, Lehistan Kralı’nın oğlu Macar Kralı yapıldı. Bu zayıf birinin iktidarı demekti. İstanbul kendisini ilgilendiren olaylardan çabucak haberdar oluyordu; Macaristan’da yaşananlar da öğrenildi.
Semendire muhafızı Hadım Süleyman Paşa fırsatçı kişiliğini kullanmaya kalkıştı: Hedefi Belgrad’ı almaktı.
Kale muhafızı Oylak adında biridir. Paşa buna gönderdiği haberde diyor ki, “Kaleyi teslim etmene karşılık Belgrad’ın ve başka bazı kalelerin beyliği senindir.” Oylak Bey Hadım Süleyman Paşa’ya, “Padişah buralara gelirse Belgrad’ın teslim ihtimali vardır” dedi.
İkinci Bâyezid 1492 baharında sefere çıktı. Bu seferin zaferle neticelenmeme ihtimalini göz önüne alarak Arnavutluk tarafına gitmeyi uygun bulan Pâdişâh yanılmamıştı. Belgrat muhafızının durumundan şüphelenen Macar hükümeti onu değiştirmişti.
Arnavudluk’ta bazı kaleler Venedikliler’in elinde bulunuyordu, o kaleler alındı. Geri dönüşte basma bela olacak bir olay zuhur etti. Bu olayı Hoca Saadeddin Efendi’den naklediyoruz.
Sultan Bâyezid, babası Fatih kadar olamasa da, bazı başarılar elde etmiş, devletin yüzünü güldürmüştü. Belki biraz rahata kavuşacaktı ki, karşısına İran Şahı Şâh İsmail çıkar. O da öpöz Türk’tür. O da Sultan Bâyezid gibi, mezheben Sünni iken, sonradan Şiiliği tercih etmiş. Anadolu Türk topraklarında fitne çıkarmakla meşgul. İran’ın senelerden beri huzur bozucu faaliyetleri Anadolu’da zaten sürmekteydi. Bunlar mezhep taassubuyla işi o kadar ileri götürürler ki, padişaha suikast düzenlemekten dahi geri kalmazlar.
1492’de “Manastır’dan Pirlepe’ye giderken dev yapılı bir nankör, kalender kılığına bürünüp cihanın temeli olan padişahın yolu üzerinde durup fırsat gözledi. Şöyle ki, ayağı uğurlu pâdişâh, kendini eşkıyalığa kaptırmış ol kalenderin durduğu dar yola girip, uğurlu rehberliğiyle ilerlerken, elinde olan urganı devletli Sultan’a atıp, padişahın üzengisi dibinde hizmet etmekle mutlu bulunan solakları keskin kılıcıyla dağıtıp, yarıp az kaldı ki sultanın keremli vücuduna bir zarar eyre göre.”
Solakzâde Tarihi’ne göre suikast teşebbüsünde bulunan serseri sünnetsiz imiş ve “ben zamanın mehdisiyim” diyormuş. Bu olayın müsebbibi olarak İran görülmüş, o günden sonra da serseri kılıklı insanların -Uzunçarşılı’ya göre Kızılbaşların- Anadolu topraklarına girmeleri yasaklanmış.

Akıncıların Faaliyetleri

Sultan Bâyezid İstanbul’a döndü diye her şey bitirilmiş değildi. Akıncı kuvvetleri vazifelerine devam ettiler. Üç kola ayrılan akıncılardan Mihaloğlu Ali Bey kumandasındakiler Korniyal’a, Hadım Ali Paşa’nın emrindekiler Erdel’e diğeri de İstirya’ya saldırdı.
Mihaloğlu Ali Bey bol esir ve ganimet aldı. Alman İmparatoru Maksimilyon büyük bir orduyu Ali Beyi yakalatmakla vazifelendirdi. Birçok asilzadenin de aralarında bulunduğu bu ordu Vilah şehrine yakın bir yerde Ali Bey’in önüne çıktı.
Şiddetli bir savaş meydana geldi. Düşman tarafı çok kalabalıktı. Türk tarafında bulunan 15.000 esir çarpışma esnasında kurtulup öbür tarafa geçti ve tabii Türkler’e karşı savaştı. Akıncıların sayısı 20.000 idi; bunun 10.000’i şehit oldu. 700 akıncı esir düştü. Esirlerden biri de ünlü Akıncı Beyi Mihaloğlu Ali Bey idi ve Ali Bey derhal idam edildi. Karşı taraf ta 7000 kayıp vermiştir fakat bu savaşa konacak ad Türk akıncılarının feci mağlubiyetidir. 15.000 esir ve sayısız ganimetle dönülürken biraz daha ayağı çabuk olunamayışının getirdiği felâket yeni bir akını da zaruri kıldı. İntikam alınmazsa, Türk tarafının matemi, düşmanın sevinci bitmezdi.
Hadım Yakup Paşa 8000 akıncısıyla İstirya’ya girdi. Bosna Sancakbeyi olan Yakup Paşa gerekli güzergâhları geçerek Hırvatistan’a girdi. Şiddetle saldıran akıncılar 15 gün boyunca Hırvatlar’ın şehirlerini yağmaladı. Hırvat beyleri önce çekilmek zorunda kaldılarsa da Macar beyleriyle yardımlaşma imkânı doğunca bir önceki durum tekrarlanır gibi oldu. Hırvat-Macar kuvvetleri Hadım Yakup Paşa’nın yolunu kesti. Ormanlık bir bölgeydi burası, ne ileri ne de geri gitme şansı vardı.
Yakup Paşa’nın biraz para vererek savaştan sıyrılmayı teklif etmesi üzerine bütün esir ve ganimeti istediler. Tamahkâr davranan Paşa savaşa razı oldu. Bu pazarlık birkaç gün kazandırmış, bu günler içinde kesilen ağaçlarla kaçmak için yol açılmıştı. Kaçtı fakat yine yakalandı. Ya! Allah deyip kılıçlar çekildi. Üstün düşman kuvveti bozguna uğratıldı. Çok ünlü Beyler esir alındı. Kaybedildiği zannedilen bir savaş zaferle neticelendi. (9 Eylül 1493)
Bu zafer Yakup Paşa’nım hilat ve atla ödüllendirilmesine, Rumeli Beylerbeyiliği ile mevkiinin yükseltilmesine sebep oldu.
Yakup Paşa iyi savaşçı olduğunu göstermiş, Padişahtan da takdir almıştı. Onun bir başka vasfı daha var: Sadece savaşçı değil iyi bir şairdir Paşa.Şimdi onu bir şiiriyle analım:

Bakışdük düşmana çün “Kırbavâ”da
Nidha irişdi kim “kır bû avâda”
Hak’ın emriyle ittim bir kaza kim
Murad Han itti ancak “Kosova”da
Ururduk kâfirin boynuna şemşîr
Melekler bağlayıp saflar havada
Acem mi bu zafer, çün gayb erenler
Muâvindür bize arz-ü semâda
“Derendi Ban” Kıral beylerbeyisi
Bile çok ban tutuldu o arâdâ
Şehinseh devletinde ol melâin
Yolun mahbûs olup bend-i belâda
Ko çeksün mihnet-ü renc-û belâyı
Yaraşur cûhilün canu cezada
Fenaya vireyüm iklim-i küfrü
Mukim oldukça bû dâr-ı fenada
Kılam ednâ külümü Voyvoda ben
Huda fırsat virürse “Belgırâd”â
Benün Bosna beği derviş Yâkûb
Hûda avniyle irdim bû cihâda
Makam ide bana cennat-ı Adni
Umarım al Ganî Dâr-ül bakaadâ

Yakup Paşa şiir sanatında maharet gösterip şair olarak da takdir kazanmıştır. Biz, onca gelgitli bir hayatın ortasında böyle şiir-şiirler yazabildiğinin hayreti içindeyiz:
1497’de Venedik’le siyasi gerginlik baş gösterince akıncılar kendini Venedik şehrinde gösterdi. Ganimet ve esir alınarak, bu zaman da verimli kılındı.

Lehistan Akını (1498)

Bali Bey’in Birinci Lehistan Akını bir sebebe istinat ediyordu. Zaten, daha önce de söylendiği gibi kuzu kuzu duran insanlara Türk tarafının zararı dokunmaz. Polonya Kralı Boğdan’a taarruz etmişti. Böylece, daha önce mevcut olan, iki devlet arasındaki sulhun hiç bir hükmü kalmamış oldu. İşte bundan dolayı Silistre Sancakbeyi Malkoçoğlu Bali Bey, Bâyezid tarafından görevlendirildi.
Bali Bey tam bir yıldırım gibi hızlı, kasırga gibi harab edici, ateş gibi yakıcıydı. Lehistan’ın nice şehirlerini yağmaladı, nice kalelerini zaptetti, 10000 esir ile birçok ganimet alarak döndü.
Kısa süre sonra ikinci defa Leh akını zarureti doğunca Bali Bey yine gitti. Birçok Leh şehri yağma ve tahribe maruz kaldı. Mevsimin kışa girmesiyle Bali Bey çekildi.

Dördüncü Seferi Hümâyun (Osmanlı-Venedik Harbi (1499)

Bazı savaşlardan kaçmak mümkün olmuyor. Şartlar, usul usul, iki devleti bir meydanda buluşturuyor. Venedik’le savaşsız, dostane geçen seneler, yenilenen barış anlaşmaları ayakta tutulmaya çalışılan bir çuval gibiydi. Venedik’in elinde bulunan stratejik bazı yerler Osmanlı Devleti’ni Akdeniz bölgesinde sıkıntıya sokuyordu. Mesele Akdeniz olunca, Venedik’in denizcilikte çok ileri olduğu hesaba katılınca, Osmanlı Devleti’nin korumak zorunda olduğu menfaati tehlikeye giriyordu.
Venedik, Osmanlı aleyhine gelişmesini sürdürürken, Osmanlı’nın bundan gafil olması düşünülemezdi. Gelibolu’ya uğrayıp, Osmanlı’nın donanma hazırlığını gören barış elçisi, her ne kadar anlaşma yenilenmiş ve Zenta Adası vergisini getirmiş idiyse de, bunun fazla işe yarama şansı yoktu. Kendi zararlarına faaliyeti görüldüğü için küçük devletçikler de Venedik aleyhine Sultan Bâyezid’i kışkırtıyor. Papa ve Alman İmparatoru savaş teşvikçiliğini beceriyordu.
Görünüşte yenilenen dostluğa uymasa da, iki devlet savaş hazırlığını devam ettirdi. Her iki devletin de geçerli sebepleri vardı. Osmanlı Devleti’nin istikbalini ilgilendiren bazı yerlerin Venedik’in elinde bulunuşu bir tarafa, ayrıca Arnavutluk’ta yapılan savaşta Türkler aleyhine Arnavudları destekleyen Venedik’e kızgınlık geçmiş değildi. Ve bir de Osmanlı-Memluk Savaşı’ndaki davranışı Venedik için bir çizgi daha meydana getirmişti. Fırtınaya yakalanan donanmamız Kıbrıs Limanı’na sığınmak mecburiyetinde kalmış, bu sığınma Venedik tarafından reddedilmişti.
Menfaatler bulut gibidir. Hiçbir zaman aynı gökyüzünü karartmıyor. Aynı yere yağmur yağdırmıyor. Türk-Memlûk savaşında güdülen devlet menfaati idi. Aynı ırkın evlatları olmanın savaşsız yaşamaya yaramadığı malûm olmuştu. Şimdi, bir zaman sonra hepsi bir tek devlet olacak ise de, ayrı ayrı devletçikler olan Floransa, Napoli, Papalık dahi Osmanlı’nın Venedik’e galip gelmesini istiyordu.
Savaş için her türlü hazırlık ikmal edildi. 21 Mayıs 1499’da İkinci Bâyezid İstanbul’dan Edirne’ye oradan da Mora’ya doğru hareket etti. Donanma daha önce gönderilmişti. Ordu mevcudu 63.000 kişi. Donanmada gemi sayısı 270. Meşhur Burak Reis’le Kemal Reis’in gemileri tam 4000’er tonluk idi.
Sultan Bâyezid sofu meşrep olarak bilinse de, savaştan geri kalmamaya -şartlar zorladığında- dikkat ediyordu. Savaşçılara, bilhassa babasından intikal eden akıncılara gerekli değeri veriyor, onların başarılarını değerlendiriyor. Bunu daha önce gördük. Venedik’le savaş için lüzumlu olan deniz gücünü takviye ederek denizcilikte merhaleler kat etmeye azimli olduğunu gösterdi.
“Sultan Bâyezid ordunun başında Vardar Yenicesine vardığı zaman, Cem Sultan’ın zehirlenmesindeki karanlık rolünden dolayı Rumeli Beylerbiyliği’ne tayin edilen Rum yahut Frenk dönmesi Mustafa Paşa’yı İnebahtı’nın karadan muhasarasına bir an evvel başlamak vazifesiyle önden göndermiş ve Osmanlı donanması da Küçük Davut Paşa kumandasında hareket etmiştir.”
“Davut Paşa denizci olmadığı için donanmayı Kemâl Reis idare ediyor, sağ kanatta Burak Reis bulunuyordu. Savaşın azameti korkunçtu. 400’den fazla gemide onbinlerce asker ölmek ya da öldürmek düşüncesiyle, varını yoğunu ortaya koyuyordu. Osmanlı’da, Kemâl ve Burak Reislere karşılık öbür tarafın Amiralleri de namlıydılar. “Sapienza” önlerinde geçen büyük deniz muharebesinde Alban-Anmenie ile Laredano, Burak Reis’in bulunduğu büyük gemiye iki taraftan hücum edip kancalar atarak rampa etmişler ve kendi gemilerinden daha küçük iki Venedik gemisinden de yardım görmüşlerdir: Düşman gemilerinin büyüklerinde biner, küçüklerinde beş yüzer asker bulunduğu rivayet edilir.”
“Muhterem Burak Reis’in Türk denizcilik tarihine şan ve şeref veren muhteşem menkıbesi işte bu ümitsiz vaziyettedir. Düşman askerlerinin nisbetsiz kalabalığı ve kendi gemisinin iki taraftan sımsıkı kancalanması üzerine artık hiçbir kurtuluş imkânı kalmadığını gören büyük Türk gemicisi, o ümitsiz vaziyette bile zaferden vazgeçmeyerek düşmanları yakmak için onlarla beraber yanmaktan başka çare kalmadığını düşünüp her iki düşman gemisine de neft ve ateş atarak tutuşturmuş. İlk önce yelkenlerin ateşlendiği rivayet edilir. Biraz sonra denizin ortasında birbirine çengelli üç büyük geminin muazzam bir ateş kütlesi haline geldiği ve iki düşman gemisiyle beraber o şanlı Türk kalyoncusunun da kendi yaktığı ateşin içinde kalarak yandığı görülmüştür. Bütün Akdeniz milletlerinin gözlerini kamaştıran bu zafer yangınında Türk ırkının eşsiz ve mukaddes fedaisi Burak Reis’le bindiği geminin şerefli süvarisi Kara Hasan maiyetindeki beş yüz yiğitle beraber Türk milleti için yanmışlardır. —Tabii bu muhteşem yangın Venedik gemileriyle içindeki askerleri ve Laredanolarla Anmenio’ları da bir an içinde yakıp yok etmiş ve bu müthiş manzara karşısında korkuya kapılan Venedikli Amiral Grimani bütün kuvvetleriyle kaçıp gittiği için Türk donanmasına İnebahtı yolu açılmıştır: Alevler içinde Allah’ına kavuşan Burak Reis’le şanlı arkadaşlarının bu tüyler ürpertici zaferi Türk Tarihi’nin en parlak mefahirindendir.— Bu şanlı yangından itibaren Türkler Sapienza Adası’na muhterem Burak Reis’in ismini takmışlardır.”
“Tarihin büyük deniz vuruşmalarından biri olan Sapienza açık deniz muharebesi, Türklerin tarihte kazandıkları ilk cihanşümul açık deniz vuruşmasıdır.”

İnebahtı’nın Teslim Alınması (30 Ağustos 1499)

İnebahtı muhafızı Zoan Mori Türk sıkıştırmasına dayanabileceği kadar inat etti. Sonunda teslim oldu. İnebahtı’yla ilgili mühim sahnelerin seyri için biraz bekleyeceğiz.

Madon, Koron ve Navarin Fethi

Madon biraz uğraştırdıysa da Bâyezid’in sıkıştırmasıyla, Dâmad Sinan Paşa kuvvetleri ateşin dozunu artırdı; açılan gediklerden kaleye girdiler. (10 Ağustos 1500)
Madon’un âkibeti Navarin muhafızlarının cesaretini kırdı. Canlarının bağışlanması şartıyla teslim oldular.
Koron hiçbir mukavemet göstermedi. Boşu boşuna uğraştırmadılar. (15 Ağustos 1500)

Karamanlıların Tamamen Tarihe Karışması (1501)

Karamanlıların son temsilcisi İçel taraflarında fırsat kolluyordu. Mesih Paşa ile gönderilen ordu, hak iddiasında bulunan Karamanoğulları’ndan Mustafa Bey’i Mısır Kölemenleri’ne iltica ettirdi. Bir daha da Karamanoğlu derdi ortaya çıkmadı.

Fransızlar Midilli’yi Kuşattı, Pişmanlıkla Çekildi (1501)

1502-1503’te Draç fethedildi. Aynı sene Avâriz vergisi ihdas edildi. Savaş masraflarım karşılamak için konan bu vergi Tanzimat’a kadar sıkıntı vererek devam etti.

Bâyezid Câmii’nin İkmali (1505)

Sultan Bâyezid dünyevî işlere, babası kadar olmasa da, -meşrebine göre-ağırlık veriyor, alışılmış olan hayır eserleri geleneğini de devam ettiriyordu. Fatih Sultan Mehmet bir kilise yerini seçip, oraya, kendi adını taşıyan camii yaptırmıştı. Bâyezid Bizans’ın en büyük meydanlarından birini seçti.
Camiinin mimarı hakkında değişik görüşler var. Mimar Hayreddin, Mimar Kemâleddin, Ya’kûb Şâh bin Sultan Şâh isimleri arasında kesinlik kazanan biri yok. 1501’de başlanıp 1505’te bitirilen cami sosyal ve eğitim amaçlı binalarıyla beraber bir bütünlük arz etmekteydi. Şimdiye camiden başka bir şey kalmamış olsa da, zamanında diğer binalar görevlerini yapmıştılar.
Şehzadeliğinde Amasya’da tanıştığı bir muskacıdan bahsetmiştik. İstanbul’a beraber gelmiştiler. Bu çocuk büyüyüp, en namlı hattatlardan oldu. Caminin cümle kapısı üstündeki celî-sülüs yazı işte bu Hattat Hamdullah’ındır. Caminin ilk açılışıyla ilgili bir hikâye halk arasında dolaşmaktadır. Halkın tanıdığı II. Bâyezid’i bu vesileyle şöyle anacağız:
İkinci Bâyezid’in daha fazla dindarlığı ön plana çıkartılmış, hatta adına Bâyezid-i Veli denmiş, bazı kerametleri de anlatılmıştır. Kerametine verilen misallerden biri: Hıristiyan diyarında çok sevimli iyi kalpli iki genç vardır. Bunların Müslüman olmaları hem kendileri için, hem de İslâmiyet için ne kadar iyi olur. Bu sözler Sultan’ın kulağına geldiğinde, yanında bulunanlara, “haydin, der. Ben duâ edeyim, siz âmin deyin. Dua yapılır eller yüzlere sürülür. Daha sonra öğrenilecektir ki, bu iki gençte aniden bir değişiklik olur. İslâm dini ile şereflenir, atlarına atlayıp Türkiye’ye gelirler. Müslüman olarak önemli hizmetlerde bulunurlar…
Bâyezid’in yaptırdığı Beyazid Camii tamamlanmıştır, açılışı yapılır. İlk namazı kimin kıldıracağı tartışılırken, ömründe hiç ikindinin sünnetini terk etmeyen kim varsa o kıldırsın, denir. Namazı Sultan Bâyezid kıldırır.

Şah İsmail

Şah İsmail’in Sünni inancı terk edip Şiiliğe geçmesinin herhalde dinî olmaktan ayrı bir sebebi vardı. Bu sebep, onun hayatı incelendiğinde, kendiliğinden ortaya çıkıyor. “Hazreti Ali’nin neslindenim” deyip Şiilerin İmamı olduğunu iddia ediyor. Bu imamlık öyle basit bir şey değil. Dokunulmazlığı olan, günah işlemeyen, arınmış-arındırılmış üstün bir şahsiyet.Buna Şiileri inandırdıktan sonra bütün yollar iktidara gider. ”
Daha bir yaşında iken babası Şeyh Haydar Safevi, Şirvan Şahları tarafından öldürülmüş; İsmail tam bir hayat mücadelesi ve bitip tükenmek bilmez hayat korkusu içinde yaşamıştı. Türk ve İslâm tarihinin bu pek seçkin simasının, bütün dünya çapında şahsiyetler gibi, çeşitli cepheleri vardı. Tam bir harb ve siyaset adamı olduktan başka, deha sahibi bir şairdi. Şiirlerini Farsçadan çok Türkçe söylüyordu. Çünkü hitap ettiği kitlelerin dili Türkçe idi. Türkçe şiirleri de, klasik ve halk tarzında olmak üzere ikiye ayrılır. Halk tarzında söylediği şiirler (nefesler, ilâhîler) o kadar açık bir Türkçe ile yazılmıştır ki, bugün bile bunları anlamayacak hiçbir Anadolu köylüsü yoktur. Sultan Bâyezid kadar âlim değildi. Onun insan cephesine de malik değildi. Fakat enerjisi ve kitleleri tesiri altına almaktaki başarısı, onu daha da büyük muvaffakiyetlere namzet kılıyordu. Onunla, ancak Şehzade Selim çapında ve karakterinde bir şahsiyet başa çıkabilirdi.”
İşte, başarmak istediği işler için Şii olan bu Türk, İran’da büyük bir devletin başında hükümdardı ve Osmanlı’nın başına da belâydı. Anadolu’nun muhtelif şehirlerine giren adamları, bilhassa Alevîliğe meyyal ve Alevi inançlı olan ahaliyi, Türkiye hükümdarı aleyhine, Şah İsmail lehine kazanmaya çalışıyorlardı.
Osmanlı’da ise “Bu faaliyeti kolaylaştıracak sebepler vardı. Osmanlı hükümdarının zaafı, vükelânın kayıtsızlığı, şehzadelerin hükümdar olmak hususundaki rekabetleri”.
Şâh İsmail Anadolu’daki müsait durumdan azami derecede istifade etmiş, fanatik adamları davaları uğruna her türlü fedakârlıkla hizmette yarışmışlardı. Bu fanatiklerden “Rumiyeli Nur Ali Halife Koyulhisar’a geldiği zaman o taraf Alevilerinden üç dört bin süvari bunun başına toplandılar, üzerlerine sevk edilen Faik Bey (Paşa) komutasındaki üç dört bin kişiyi bozup Tokad’ı zapt ile Şâh İsmail adına hutbe okuttular. Buradaki Avşar, Varsak, Karamanlı, Turgutlu, Bozoklu, Tekeli, Hamidelli aşiretlerinden mühim kuvvet toplayıp faaliyete başladılar.”
Şâh İsmail’in namlı adamlarından Anadolu’yu ifsada çalışan bir de Şâhkulu Baba belâsı var ki, bu hepsinden beterdir. Adına Şeytan Kulu denmiş, yaptığı melanetlerden için. Çok dindar geçinirmiş bu ‘şeytan kulu’ hangi din adına ise Anadolu’yu Cehenneme çevirmiş. Antalya, Manisa, Burdur taraflarında sayısız can yakmış. Üzerine gönderilen Karagöz Paşa bile onun kuvvetine mukavemet edemeyip esir düşmüş Şâhkulu’na. Sonra “Şâhkulu gelip Kütahya’yı kuşatmış ve kale önünde Ahmed Paşa’yı öldürmüş.” (22 Nisan 1511.)
Şâhkulu şehri alamadığı için sevinmişiz amma, iki buçuk ay sonra bir Paşayı daha öldürmüş. Bu da Hadım Ali Paşa’dır. Bu ölüme biraz da Karamanlılar sebep gösterilir. “Ali Paşa’nın askerleri arasında bulunan Karaman sipahileri aralarındaki anlaşma gereği harpten el çekip dağıldılar.” diyor Uzunçarşılı. Bu Karamanlılar ile tâ baştan beri tam dost olunamıyor, nedense!

Gelelim Bâyezid Han’ın Şehzadelerine

İnsanların ezelden beri en zor halledebildikleri şey, paylaşmaktır. Bir ağacın meyvesi de olsa, bir avuç toprakta olsa paylaşılması mutlaka baş ağrıtır. Hele de paylaşılmaya konu olan bir padişahın tahtı ise baş ağrıtmak ne kelime baş alır. En halim selim olan Şehzade ile en yırtıcısı taht meselesinde aynı duruma gelirler, her ikisi de şahin kesilir. Taht denen en güzide avı biri birinden sakınırlar. Bunun daha kolay ve Şehzadelerin biri birini incitmeden halledecekleri bir yolu bulunamamış. Henüz padişaha Bâyezid Han hayatta olduğu halde müşkül vaziyetler yaşanmaya başlanmıştı. Yaşlı Hakanın her an ölebileceği hesap ediliyor, herkes hazırlıklı olmaya çalışıyordu.
Pâdişâhın Abdullah, Şehinşah, Alemşah, Mahmud, Ahmed, Mehmed, Korkud, Selim isimlerindeki oğullarından, dördü ölmüştü. Hayattakiler Ahmed, Korkud ve Selim. Selim en küçükleridir, ama kırk yaşına girmişti. Çocukluğundan beri Trabzon’da vali olarak bulunuyor, hükümdar gibi hükmediyor. İran Şahının kâbusu olmuş ki, ondan şikâyetçi olarak İkinci Bâyezid’e İran’dan elçi gelmişti. İleride İran’ın altını üstüne getirecek, Şahı hop oturtup hop kaldıracak maceralarından bir kısmını göreceğimiz Selim için burada fazla söze hacet yoktur, gelelim diğerlerine.
Belki ölenler daha şanslıydılar. Mücadele üç kardeş arasında cereyan edecektir. Zamanımızın politikacılarından daha hassas hesaplar yapılır kardeşler arasında. Her şey bir satranç oyunu gibidir. Bir atı, bir fili, hatta bir piyonu yanlış oynamak bile mat olmanın ilk adımı olabilir. Üç Şehzade de hem kendi görev mahallerini hem de çocuklarının yerlerini düşünürler. Mesele İstanbul yolunun uzaklığı yakınlığı hesabıdır. Padişaha, aniden emr-i Hak vâki olursa, erken gelen tahta oturur! Tahta oturanın her güce de sahip olacağı malumdur. Ve Fatih kanunnamesi gereği, —tabii ki o da Devlet-i ebed müddet düşüncesinden çıkmıştı— “tahta oturan kardeş, diğer kardeşlerini öldürebilir.” Demek ki, bütün çabalar sadece hükümdar olma arzusundan değil, aynı zamanda hayat-memat meselesidir.
Şehzade Ahmet büyük evlat olmakla tahtın en güçlü adayıdır. Veliahddır ve Amasya Valiliği yapmaktadır. Şehzade Korkut Saruhan (Manisa) Valisidir. Şehzade Selim 29 senedir Trabzon Valisi ama buna vali demek çok azdır. Çünkü o tarafta imparator gibidir. Oğlu Süleyman’ı da Bolu Sancağı’na tayin ettirmiş, İstanbul yolunu kontrolüne almıştı. Süleyman’ın Bolu’da bulunmasından huzursuzluk duyan amcası Şehzade Ahmet, Pâdişâh babasına itiraz eder “bu çocuk yolumun üstünde ne arar” der. Bâyezid Han çok sevdiği; tahtını bırakmayı düşündüğü oğlunu kırmaz.
Şehzade Korkut, “âlim, fazıl, şâir ve musikişinastı: İslâm hukukuna dair geniş bilgisi vardı. Evvela Manisa sancağına tayin olduğu halde, biraderi Ahmed’in tesiriyle İstanbul’a uzak olan Antalya’ya nakil olunmuştu.” Oradan, devlet işlerinin iyi gitmediğini görüp babasına ikaz mektupları yazıyordu. Vaziyetin kendisi için ümit vaat etmediğini gören Korkut sonunda Mısır’a kaçtı.
Şehzade Ahmet, babasının temayülünü bildiği, kendisini tutan paşalar da olduğu için padişah gibi davranıyordu.
Korkut ile Ahmed’in hamleleri devam etse de “Şâh” diyecek takat sadece Şehzade Selim’dedir. İlk baştan itibaren bütün taşlarını zamanında ve yerinde oynamaya dikkat ediyordu.
Şehzade Selim padişahlığı kafasına öyle yerleştirmişti ki, babasıyla savaşmayı bile göze alıyordu. Babası da, büyük oğlu Ahmed’i istediğini, onu veliaht tayin ettiğini taht yolunun ondan başkasına kapalı olduğunu açıkça söylüyordu. İşin sonu baba oğul savaşına kadar gideceğe benziyor, hatta Şehzade Selim’in üzerine Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa komutasında bir ordu gönderiliyor, H¬san Paşa kan dökülmesini istemediği için işi tatlıya bağlıyordu. Pâdişâh, Selim’in tamamen susturulmayışından hoşnut kalmıyor, Paşaya kızıyor, bu defa kendisi ordunun başında oğluna karşı sefere çıkmak istiyor. Artık yıpranmış vücudu atın üzerinde durmaya tahammül edemediği için arabaya binen Pâdişâhla Şehzadenin orduları Çukur Çayırda karşı karşıyadır.
Hey Koca Bâyezid! Yıllar önce, gencecik bir şehzade iken oğullarının doğumlarında nasıl da bayram yapmıştı. Onların sünnetleri büyük şölenlere, evlenme merasimleri hudut aşırı sevinçlere vesile olmuştu. Şimdi, kendisi altmış yaşında sanki yüz yıllık kocamış, oğlu kırkında, o da yerinde duramayan hırslı yarış atı gibi. İkisi de normalde biri birine canını verirdi… Devlet, denince hiç kimse başka hiç bir şeyi görmüyor! Bâyezid yeis içinde, oturduğu arabada buğulu gözlerle düşünüyor.
“Selim, karşı taraftan bir taarruz vaki olmadıkça katiyen mukabele edilmemesini kuvvetlerine şiddetle emretmişti. Bayezid’e binmiş olduğu arabanın penceresinden kendisinin elini öpmek üzere gelen oğlunun kuvvetleri gösterilince teessüründen ağlamıştır. Şehzade Selim’e taraftar olmak ihtimâli kuvvetli olan Rumeli akıncı ve sancakbeylerinin istirhamlarıyla muharebeden vazgeçilerek iki taraf arasında bir anlaşma yapılmıştı. Buna göre, Selim’e bir heyet yollanıp bu defa babasıyla görüşmesine imkân olmadığı ve Şehzade Ahmed’in katiyen veliaht yapılmayacağı söylendi…”
Şehzade Selim babasıyla görüşemese de istediğini elde etmiştir. “Bâyezid Şehzadelerinden hiç birini diğerine tercih ile veliaht yapmayacağına dair bir de ahitname yazdırarak bu hâdisenin birinci safhasını böylece kapatmıştır.”
Şehzade Selim, hiç olmazsa babamım elini öpeyim, öyle geri döneyim” diye ısrar etmişte, el öpmesine müsaade edilmemişti. Bâyezid Han oğlunun belki suikasdından çekiniyordu, belki gücenmişti. Zaman o zaman ki, kimsenin kimseye inanası güvenesi yok. Bu uzaktan buluşmada Padişah, oğluna teminat verip va¬ifesine dönmesini istemiş, oğul ise “tahtın uzağında hayır yoktur” diye Rumeli’ye dönmüştü. Bâyezid artık saltanattan bizardır, ayrılmak istiyor. Paşalarla bir toplantı yapıp, kararını bildiriyor. Şehzade Ahmed’e padişahlığı teslim edecek. Uzunçarşılı kitabına düştüğü dipnotta:
Sultan Bâyezid “Muaccelen Ahmed Han’ı getürün ve benüm fermanımı yerine getirün: Mülkü sahibine virem, tahtı sahibine teslim kılam” diye emreylemişti.

Baba Oğul Kavgası

Bâyezid’in bu kararı duyulunca Yeniçeriler isyan çıkarıp, bu kararda dahli bulunan paşaların konaklarını yağmaladılar. Olup bitenlerden Şehzade Selim vaktinde haberdar oluyordu; kırk bin askeriyle harekete geçti. “Çorlu’da, babasının bulunduğu Karıştıran —Varoşderesi— ovasında Şehzade Ahmed’in adamları, pâdişâhı Selim’in aleyhine tahrik için arabanın örtüsünü kaldırarak “Elinizi öpmeğe gelen oğlunuzun kuvvetini görün, mürettep ve müsellâh askerlerle oğul babayı böyle mi ziyaret eder” diyerek Bâyezid’i oğluyla muharebeye teşvik etmişlerdi.
Ne yazık ki, baba oğul arasında, birazdan savaş başladı. Selim’in askeri bozguna uğradı. Trabzon’da Valiliği hükümdarlık gibi kullanıp, zaferden zafere koşarken üzerinde uçtuğu “Karabulut” adlı atı, hezimet uçurumundan selamete çıkardı.
“Şehzade Selim Han fitne deryasının kaynaşıp taştığını gördü. Kavga ve kargaşalık dalgalanarak baştan aştı. Belâ girdabından kurtuluş sahiline teveccüh edince Cenâb-ı Allah’ın falz rüzgârı esti. ‘Tehirde felâket vardır’ yoluna yüz tuttu. Hemen Karabulut adlı güzel yürüyüşlü atına süvari oldu.” Solakzâde böyle anlatıyor, Selim’in kaçışını.
Bu kısa muharebeden sonra Sultan Bâyezid İstanbul’a dönünce Şehzade Ahmed’i tahta oturması için davet etti. Haberi alan Şehzade hemen yola düştü. Fakat bilmediği işler olmaktadır. Yeniçeriler onun aleyhinde, isyan bayrağını açmışlar: Mühim sayılan güçler Selim’den başkasını istemiyorlar.
“Şehzade Ahmed İstanbul kapılarına gelmiş olmakla beraber, anladı ki, bu karışıklıklar arasında İstanbul’a giremiyecektir. Geldiği yoldan, geri dönüp Karaman Valisi iken ölen Şehzade Şehinşah’ın oğlu ve kendisinin yeğeni Mehmed’in konutu olan Konya’yı kuşattı.” Hammer Şehzade Ahmed’in Konya’da fena işler yaptığını yazıyor, diyor ki:
“Ahmed Konya’yı işgal edip, oranın idarecisi olan yeğenini tutsak edince, Bâyezid Ahmed’e haber gönderdi. Yaptığı işten derhâl vazgeçmesini istedi. Bununla beraber (Ahmed) Karaman beylerinden olup yiğitliği ve sadakati ile tanınmış olan Deli Gürz’ün başını kestirip pâdişâha yollamaktan utanmadı.” Bütün bu gayrı ahlâkî davranışlarıyla Ahmed gözden düşüyor, Bâyezid’in meyli Selim’den yana dönüyordu.”
Daha önceden Mısır’a kaçarak sabıkalı duruma düşen Şehzade Korkut, ağabeyi Ahmed’le kardeşi Selim’in babasına asi olduklarını duyunca ümide kapıldı; yanına üç sadık adamını alıp, kıyafet değiştirip İstanbul’a geldi. Yeniçeri Câmii’ne inip, Yeniçerilere misafir oldu. Şehzade Korkud Yeniçerilerin davranışlarından kendisi için müsbet bir mâna çıkaramadı. Selim’e meyilli olduklarını anladı ama “Gelmişken bari otuz senedir görmediğim babamın elini öpeyim, çok özledim. Dünya gözüyle ihtiyar babamı bir göreyim,” dedi. Yeniçeriler her türlü saygıyı gösterip, her arzusunu yerine getirmeye çalıştılar. Pâdişâhın huzuruna kadar beraber gittiler. Baba oğul otuz senelik hasreti nasıl yaşadılar? Birbirine sarılıp ağlaştılar mı, sevinçle gülüştüler mi, yoksa öfkeyle, soğuk mu durdular? Bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki, Şehzade Korkud’un içinde kendisinin yaktığı iktidar ümidi ateşi çok kısa süre içinde sönüverdi. İstanbul’dan ayrılmasına bile müsaade edilmedi.
Beklenmedik olayların zuhuru ile devamlı sarsılan Bâyezid Han, en iyi kararı verebilmek için acele ediyordu. Acelesi vardı! Bilinen bir gerçek idi ki, taht zafiyetten hoşlanmaz, üstünde kudretiyle oturamayana cehennem ateşi kesilir. Gelişen hâdiselere bakıldığında görünen o ki, bu taht ne Ahmed’e ne de Korkud’a yâr olacaktı.

İkinci Bâyezid’in Tahttan Ayrılışı

Yaşadığından fazla ihtiyarlayan Sultan Bâyezid, son bir kararla Şehzade Selim’i taht şehrine davet etti. Selim daveti alır almaz yola düşüp 19 Nisan 1512’de İstanbul’a geldi. Kaynaklar da Bâyezid’i Selim lehine karar vermeye sevkeden sebepler sıralanırken, bilhassa “Kızılbaş” meselesine dikkat çekilir.
Şâh İsmail’in Türk Alevilerini kışkırtması, kendisi de Türk olan bu şahın Osmanlı’yı parçalayıp, kendisini Cihan Şahlığına hazırlamak gibi bir hırsının bulunması, Şâh ile ancak Selim gibi bir padişahın başa çıkacağına inanılması… Bunlara ilaveten, Şehzade Selim, biraz da söke söke alıyor, diyebiliriz.
Şehzade Selim hırsı kadar hızla gelir İstanbul’a. Hemen “buyur tahta geç” deneceğini boşa ummuştur. Babasıyla pazarlığa başlarlar. Bâyezid Han kalkıp gitme niyetinde değildir, der ki, “Ben ölene kadar tahtımda oturayım, seni veliaht tayin edeyim, İran Şahı’nın üzerine göndereyim. Ben ölünce taht senin.”
Şehzade Selim babasının teklifini kabul etmek istemez, der ki: “Şâh işi çok ciddidir. Böyle bir savaşta ordunun başında Padişah olmak gerek, yoksa askere hükmedilemez ve iyi netice alınamaz.” Selim böyle gerekçelerle babasının teklifini reddeder ve baba üzülür.
Sultan Bâyezid beş gün sonra, Selim’in hazırladığı bir sahneyle karşılaşır. Bu sahne, Selim’in becerisini de, gücünü de göstermeye yeter. Yeniçerilerden, Kapıkulları’ndan adına ne denirse densin, askerlerden binlercesi “Dârüssaade önüne” gelirler. —Bâyezid tahtındadır— “Kullarım maksadınız nedir” diye sorar, derler ki, “Biz Sultan Selim’den başkasını Pâdişâh istemeyiz.” Nasıl olsa birine teslim edeceksiniz, bu tahtı bari müstahak olana teslim eyleyin. Hattâ gerek asker ve gerek reaya kullarınız saltanatının zamanında âsûde hâl olsunlar.”
Pâdişâh, “Verdim, oğlum Sultan Selim Han’ımı yerime nasb eyledim. Allah mübarek eyleye. Tuttuğu kolay gelsin” diyerek, tahtın yeni sahibini ilân eder.
Bâzı hesaba göre otuzbir yaşında tahta oturup, otuzbir sene padişahlık yapan Sultan Bâyezid, yüksek bir meblağ ile emekliye ayrılıyor. Oğlu Şehzade Selim’e elini öptürüp dua ediyor. Sultan Selim Han emekli, ihtiyar babasına, “dile benden ne dilersen”i belki biraz farklı söylüyor. İkameti için, Fatih’in yaptırdığı, —bugün üniversite olan bina, Bâyezid’de— Eski Sarayı teklif ediyorsa da O gözlerini dünyaya açtığı toprağı Dimetoka’yı tercih ediyor.
Dünyaya geldiği yerden Ahirete göçme arzusu vardır ama, kısmette ne var? “Sultan Selim Han hazretleri de, babalarının rızâ-yı hümayunlarına uyarak zikri geçen Dimetoka beldesini kendisine temlik eyledi. Rumeli vilâyetinin beylerbeyisi olan Yunus Paşa eskiden beri dostları idi. Talepleri üzerine mübarek hizmetlerine tâyin buyurdular. Kasım Paşa da o tarihte defterdar idi. Hizmetlerini görmek ve yanlarında birlikte gitmek için maiyetlerine verdiler. Bütün sefer levazımatını da kusursuz gördü. Hazine-i Âmire’den de:

“Zere ü sim ve cevahir ve esbâb
Aldı ol Dara bülend cenab”

Sultan Bâyezid çok hasta idi. Ayakta duracak takati yoktu. Yola, taht-ı revanla çıkmıştı. Edirnekapı’ya kadar Sultan Selim yaya olarak yanında yürümüş Bâyezid Han orada duâ ederek oğlunu vazifesinin başına göndermiştir.
Sultan Bâyezid Dimetoka’da huzurlu günler yaşamak istiyordu. Devleti, Yavuz bir padişaha devrettiği için gözü arkada değildi. Bundan sonra yapacağı iş, halkın kendisine taktığı velî sıfatına yakışır bir hayat yaşamaktı. Takvimin son yaprağı Dimetoka’ya varmadan çevrildi. “İstanbul’dan hareketinden 1 ay 2 gün sonra 26 Mayıs 1512’de Edirne’nin güneydoğusundaki Havsa (Hafsa) kasabasının Abalar Köyünde öldü.” (1 ay 2 gün herhalde İstanbul’dan hareketi değil de tahttan ayrılışı olacak. )

Sultan İkinci Bâyezid’in ölümünden sonra, şahsiyetiyle ilgili görüşleri şöyle sıralayalım:
“II. Bâyezid, babası Fatih’den sonra bütün Osmanoğulları’nın en bilginidir. Çok mükemmel bir tahsil görmüştü. Farsçayı ve Arapçayı edebiyatıyla öğrenmişti. İslâmî ilimler, felsefe, matematik ve mûsiki tahsil etmişti. İyi bir şâirdi. “Adnî” mahlasını kullanırdı. Bestekârdı.”
II. Bâyezid, babasının zamanında İstanbul’da başlayan ilim cereyanlarını teşvik etmiş; âlim, şair ve edipleri himaye etmiş, onlara tahsisat vermiş, İstanbul’u İslâm âleminin ilim merkezi haline getirmiş. İstanbul’da cami, medrese, imaret ve mektep, Edirne’de cami, medrese ve hastane, Amasya’da cami, medrese, mektep, imaret ve diğer yerlerde köprü, zaviye ve sair kültürel ve sosyal eserler yaptırmıştır.”
Onu bir de yabancı ağızdan dinleyelim. Y Öztuna’dan naklen. Venedik Cumhuriyetinin İstanbul Büyükelçisi Andrea Gritti II. Bâyezid hakkında senatoya yolladığı bir raporunda şöyle demektedir. (1503). “Boyu ortadan yüksektir… Hiç içki kullanmaz; gençliğinde içerdi, babasının baskısıyla tövbe etmiştir. Az yer. Ata binmekten pek hoşlanır… En sevdiği şey, av eğlenceleri ve atlı sporlardır. Dinî merasimlere pek riayet eder ve pek bol para dağıtır.”
İkinci Bâyezid’in Fatih’ten devraldığı memleket toprakları 2.214.000 km kare imiş. Öldüğünde 2.373.000 km kare. Bir Veli padişah için üstün başarı sayılmaz mı?
İncelemeye, öğrenmeye çalıştığımız Sultan’ın hayatından anladığımız şey: Neşeli bir ömür sürmemiş. Padişahlığı fazla istekle yaptığı da tartışılır. Niye, savaşlara rağmen oğluna bırakmadı? sorusuna cevap, “belki mesuliyet duygusundan, devleti gözünden bile kıskandığından, vazife ahlakından” diyebiliriz. Bugün zannımız şu ki; O orta halli bir insan hayatı yaşasaydı daha mutlu olurdu. Allah rahmet eyleye.

II. Bâyezid Devrinde Devletin Maddî Durumu

Hammer’in ifadesine göre; o zaman devletin varidatı dört beş milyon duka miktarına varıyordu. Anadolu’da yirmi dört, Rumeli’nde otuz dört sancak vardı. İki milyon dukadan on milyona kadar değişen vâridatlarına göre bu sancakların beğleri kendi masraflarıyla iyi mücehhez ve müsellah olarak beş yüzden bine kadar süvari beslemeye mecburdular. Şu suretle sulh zamanında hayvanları mükemmel ellibin zâim ve tımarlı ile onikibin Yeniçeriden mürekkep, daimi bir ordu bulunurdu.

İkinci Bâyezid’in Şahsiyeti

“Bâyezid sükûn ve rahatı severdi.”
Bu görüş Venedik raporundan aktaran Spandoni’nin. Bizim aldığımız yer. (İ.H.U.) Genel kanaat halkın tanıdığı Bâyezid’i veliyi -delikanlılık yılları itibariyle- tekzip ediyor. Bilhassa Amasya’da geçen Şehzadelik seneleri “iyş u nûş” âlemleriyle bu âleme uygun dostlarının arasında geçmiştir. Oğlunun sürdüğü zevk u safa kulağına geldikçe baba Fatih rahatsızlık duyardı. Bu yolda Şehzadenin yoldaşı olan kişiler Fatih’in emriyle şehirden uzaklaştırıldılar.
Esrara kadar, keyif verici maddeleri kullanmıştır Bâyezid. Uzunçarşılı, ikiye ayırdığı Bâyezid’in hayatının birinci devresini biraz sefihane çizgilerle takdim ediyor. Ona göre ki, aldığı kaynaklar öyle söylüyor; Fatih oğluna sahip çıkmıştır. İkinci devresi imrenilecek bir hayattır. İşte bu, halkın hafızasına nakşolunan sofu Bâyezid, Bâyezid-i Velî Fatih’in gayretiyle doğmuştur.
Bâyezid, ömrünün ikinci döneminde ağırbaşlılığıyla dikkat çeker ve âlim, şair, fikir adamı, tarihçi gibi bir milleti ayakta tutan değerler ondan iltifat görür. Yaşayışı takılan lâkaba uygun hale gelir.
Hilyesi’nin tarifini yapanlar; melankolik bir çehreyle ortadan uzun boylu, mahzun bir adam resmi çiziyorlar. Yine, ikinci dönem Bâyezid’in zevklerini av eğlencesi ve at talimiyle sınırlayanlar bir de “dinî merasimleri kaçırmazdı” diyor.
Diğer bazı hususiyetleri, anlatılan olayların içinde verilmiş sayılır.

Hayır, eserleri ise, Cami, medrese, mektep, hastane ve imaret olarak sayılabilir. Bunlar Amasya, Edirne ve İstanbul’da bir haylicedir.
Naşı, adıyla anılan İstanbul’daki cami yanındaki türbededir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.