YAVUZ SULTAN SELİM

YAVUZ SULTAN SELİM

(1512-1520)

09-yavuzsultanselim

Güneşi uzaktan seyretmek, parıltılarına dalmak insanın içini ısıtır, insan daha yakın olmak ister de yaklaşamaz. Taht Osmanlı Şehzadeleri için güneştir; uzaktan seyrederler, ona sahip olmak isterler, bunun için canlarım ortaya koyarlar, icap ederse babalarıyla savaşırlar ‘Yavuz gibi’ sönmeyen arzu kavuşmaktır, kavuşan ise yanmıştır. Çünkü Osmanlı tahtı güneştir. Güneştir, yakıcıdır da en yakınında olanlar bilmez mi acaba? Yoksa bilir de onun yakmasında ki acıya mı meftundurlar. Yoksa Padişah evlâdı olmanın mecbur ettiği, hiç bir sapağı olmayan yol mudur, sahiplenme arzusu…
Aslında bazı hususları biliyoruz, biliyoruz da acaba diyoruz yine de, bilinmeyen şeyler mi vardır?
Yavuz en çetinini verdi mücadelenin, en olmayacakları yaptı, babasına asi oldu amma, gönlüyle, babası verdi tahtı. Tahta oturmakla iş bitecek değil ya; belki de yeni başlamak üzeredir bütün işler.
Kıskançlığı malûm olan tahtın üstünde gözü olan insanlar var… İşte bu insanlarla uğraşmak var ya zorun zorudur; kardeştir bunlar, izaha lüzum yok!
Şehzade Selim Bâyezid’in en küçük oğludur. Dulkadiroğulları’ndan Ayşe Hatun’dan 1470 de doğmuştur. Onbir yaşında tayin edildiği Trabzon Vâliliği’ni hükümdar gibi kullanmıştı. Şâh İsmail, Onun valiliği döneminde İran tahtına Şiiliği ile oturmuştu. Sünni Türk olan Akkoyunlu hanedanı dağılmış ve Osmanlı toprağına göçler başlamıştı da Şehzade Selim onlara kucak açmıştı. Bunlar aileleriyle beraber Karadeniz havalisine yerleştirilmişti. Selim’in İran Şâhı’yla husumeti o yıllarda başlamış, İran üzerine seferlere o yıllarda çıkmış, Bâyezid Han dahi bu hususta kendisini azarlamıştı. Şâh İsmail ile Yavuz Sultan Selim’in gerilerden gelen kavgaları büyüyerek sürüp gidecek…
Şehzade Selim’in, Valiliğinde yaptıkları ve halkın muhayyilesine, yapılmış gibi yerleşenler şöhretine şöhret katmış, babasını bile gölgede bırakmıştı. Anadolu da ve İran’da Selim’le ilgili o kadar çok hikâyeler anlatılır olmuş ki, bunların doğrularını yanlışlarından ayırmak imkânı kalmamış. İşte, onu Şehzade iken kahraman yapan, İran Seferi’nden evvel anlatılan bir hikâye:
İran’la ilgili hesabı var ya, önce memleketi tanımak gerektir diye, tebdili kıyafetle Tebriz’e gitmiş. Ne Şehzadedir ne Vali, bir garip aşıktır sadece. Ama satranç oyununda mahirdir. Şehirde birkaç gün gezip her fırsatta satranç oynayıp namının, şahın kulağına ulaşmasını sağlamış. Şâh İsmail de satranç tutkunudur. İyi oyuncu bulur da kaçırır mı?
“Bulun, alın getirin şu usta oyuncuyu, bir de beni yensin! Görelim” der. Şah huzuruna gelen garip, fakir görünüşlü gence fazla ehemmiyet vermez amma, yenilmekten de kurtulamaz.
Sıradan bir dervişe yenilmek gururunu incitse de, şahlığına yakışanı yapıp bir kese altınla mükâfatlandırmış iyi satranççıyı. Şehzade Selim atına binip oradan ayrılmış. Ertesi gün Şah “Getirin şu dervişi de bir daha deneyelim” demiş. İşte o zaman kopmuş dananın kuyruğu. Adamlarından biri “efendim o şehzade Selim’di” demiş. Onu Trabzon’da görmüş olan adam burada da tanımış ama kimliğini açıklayamamış. Şah’a “Öyle bir bakışları vardı ki korktum, söyleyemedim” demiş.
Şehzade Selim, bu gibi cüretkâr atılımlarıyla, padişah olmadan devletin topraklarını genişletmiş, Kars, Artvin ve Erzurum taraflarını Türkleştirmiş.
Babasından iktidarı devraldığında, devlet yönetimini, ülkeler fethetmeyi bilen 42 yaşında tecrübeli bir şahsiyet idi. Padişahlığı, babası tarafından açıklanınca Allahu Ekber sesleriyle İstanbul sarsılmıştı.
Kendisini canı gönülden destekleyen onbinlerce yeniçerinin coşkun tezahüratları ile kutlanan; dualarla, âminlerle başlanan bir yüce görevi, yüz akıyla yürütmesi lâzımdı. Bütün bu desteklerin devam edebilmesi içinde lâzım olan şeyler vardı.

Cülus Bahşişi

Devletin başına geçmek kadar, orada durabilmek de maharet ister. Tahtı rakiplerinden hangi güçle aldı isen, yine o güçlerle muhafaza edebilirsin. Bunu gayet iyi bilen Selim Han yeniçerilere cömert davranmak zorundadır. “Sayılan 35.000’i bulan bu ocak mensuplarının her birine ikişer bin akçe cülus bahşişi ve ayrıca süvarilere 5’er piyadelere de 3’er akçe terakki vermek suretiyle işe başladı.”
Kahramanlığını takdir eden yeniçerilere cömertliğini de kabul ettirdikten sonra, sıra yapacağı işlere geliyordu. Bu işler pek fazla idi. Yoğunlaştırılmış bir şekilde hareket edip, elli seneye sığmayacak işleri sekiz senede tamamlamaya mecburdu. Ömrünün kısalığını hissediyormuş gibiydi; işe öyle hızlı sarıldı.

Kardeşler ve Yeğenler

Yavuz Sultan Selim babasıyla ve kardeşiyle mücadele ederek ele geçirdiği hükümdarlığı ‘dikensiz gül bahçesi’ yapmalıydı ki, ulu hedeflerine yürüyebilsin! Taht kavgası veren iki kardeşi de ortada, bir de yeğenler var. Bunların rahat duracağından emin olabilir miydi? Korkut Saruhan’da, onun çocuğu yok. Ahmet ki mücadele adamıdır, inadı ziyâdedir, kolay pes etmez. Elinden gelebilen her şeyi yaptıktan sonra, mecburen tahtın uzağına, Amasya’ya gitmişti. Bir de oğulları var, Şehzade Ahmed’in, Alâeddin, Murad, Süleyman ve Osman. Sultan Selim kardeşlerinin hayatlarına dokunmama sözü vermişti. Bu sözün tutulması herhalde şarta bağlı idi. Kardeşlerin uslu durması lâzımdı. Şehzade Ahmet Anadolu’da hükümdarlığım ilan etmiş, oğlu Alâeddin Bursa’yı zabtedip babası adına hutbe okutmuş. Şehzade Korkud’un Manisa’da saltanat arzusuyla yandığı Sultan Selim tarafından öğrenilmiş…
Merhum Babaya verilen söz önce mağdur görünenler tarafından bir tarafa atılınca; sonrada mağrur tarafından kenara itilir. İki tarafında yüreğinin yağlarını eriten faaliyetler başlar.
Yavuz Sultan Selim önce, Ağabeyleri Şehinşah, Âlemşah ve Mahmud’un evlatları için ağladı. “Şehzade Korkud, Selim’in gelmekte olduğunu paşalardan birinin gönderdiği adamlardan haber aldı. Gece yarısı yükte hafif bahada ağır eşyasıyla ve Piyale isminde sadık bir kölesiyle beraber, sakalını beyaza boyayıp, külah giyip, semle sarmak suretiyle kıyafetini tebdil ederek sarayının arka kapısından kaçmağa muvaffak oldu. Mağarada saklandı. Maksadı Antalya sahiline inip, bir gemi ile Avrupa’ya kaçmak veya Rodos Şövalyeleri’ne iltica etmekti. Fakat arzusuna muvaffak olamadı. Şehzade Korkut, korku dolu günlerini mağarada geçirirken erzak ihtiyacını bir Türkmen köylüsü karşılıyordu. Gemi tedariği de bu köylü tarafından görülecekti. Amma Piyâle Bey tedbirsiz davranmıştı. Korkud, fakir Türkmeni kendi atına bindiren Piyâle Bey’in cezasını çekecektir. Atın muhteşem takımları süvariden daha gösterişli olunca göze batmış. Köylüyü yakalayıp işkence ile Şehzadenin yerini söyletmişler. Nihayet Korkud Sultan Piyâle Bey’le beraber yakayı ele vermiş. Yavuz’un emriyle Bursa’ya sevk edilen Korkud, şehrin bir kaç konak ilerisinde padişah namına kapıcı başı Sinan Ağa tarafından hürmetle karşılanmış…”
Yavuz Sultan Selim biraz sonra sevgili ağabeyi Korkud için ağlamış. Sıra, büyük ağabeyde. Şehzade Ahmed hırsını dizginleyemeyen, bu yüzden de tahtı elde edemeyen adamdır, ama hâlâ iddiasından geçmiş değildir. Hem hırslı hem azimli, hem de tedbirli olan Yavuz, işin icabettirdiği neyse onu yapıyordu. Ağabeyi Ahmed’e Paşaların ağzından bir mektup yazdırdı. Güya, paşalar diyorlardı ki mektupta, “Çabuk harekete geç; burada her şey müsâiddir, gelirsen bizler de senin yanında olacağız.” İktidar ateşi gözlerini karartmış Ahmed’in, hiçbir şey düşünmeden, avlayıcı mektubun cazibesine kapılıyor.
Şehzade Ahmed heyecan ve ümitle 20–30 bin kişilik ordusunun başında Bursa’ya geldi. Padişahın askerleri de buradadır. İki kardeş burada savaşa tutuşacaklar ve çok geç olsa da Şehzade Ahmed aldığı mektubun tuzak olduğunu, burada, iş işten geçtikten sonra anlayacaktır.
İş buraya kadar gelince yapılacak şey bellidir. Başka hiç bir yol kalmamıştır. “Sultan Ahmed ilk önce Selim’in pişdar -öncü- kıtalarına karşı mühim bir zafer kazanıp binlerce telefat verdirdikten sonra bu zaferden istifade etmesini bilememiş, sekiz on bin kişilik bir kuvveti kalan küçük kardeşinin muhtelif imdat kuvvetleri almasına vakit ve imkân bırakmış ve işte bu büyük gaflet üzerine giriştiği Yenişehir meydan muharebesini kaybedip kaçarken atının ayakları kapaklandığı için yere yuvarlanıp takipçilerin eline geçmiştir.”
Böylece, Yavuz Sultan Selim bir kere de Ahmed ağabeyi için gözyaşı dökmüş ve “Neslümüzde bu bidati çıkaran rahmeti Hak’dan baid olsun” demiş.
Yavuz Sultan Selim’in üzüntüsünü başka türlü anlatmaya ihtiyaç var mı? İçinin yangını ne dereceye varmıştı ki, bu sözleri söyleyiveriyordu. “Allah’ın rahmetinden uzak olsun” derken meşhur kanunnamesi ile Fatihi mi, yoksa isyan adetinimi kast ediyordu, burası kapalı, biz de zorlamayacağız. Şunu gördük ki Ahmed ağabeyinin boğdurulması emrini veren de, bu sözleri söyleyende Yavuz Sultan Selim idi. Vaziyetin icâbı, yapılması gerekeni yapmıştı. Sonra da engellemeye muktedir olamadığı gözyaşlarını alenen bırakmış kırçıl sakalının arasına, doya doya ağlamıştı. Yavuz daha önceleri de ağlamıştı; daha sonra da ağlayacak.
Yavuz Sultan Selim’i yerli tarihçiler ne kadar yüceltirse yabancılar da o kadar aşağılamaya yarışır. Kendisi gibi Hıristiyan olan tarihçiler ve biraz da Venedik elçilerinin raporları ana kaynağı olan Hammer bize ipucu veriyor. Hunhar, zalim hatta “bu hükümdar insanların en zâlimidir” diyen Venedik elçisinin raporunu kitabına taşıyan tarihçi yerli ve eski tarihçilerimizin Yavuz hakkındaki övücü sözlerini dalkavukluk sayıyor.
Sanki Venedikli Şehzade Ahmed’i, Şehzade Korkud’u çok seviyordu! Bir Arnavudluk’un, bir Sırbistan’ın bile kaç defa kaça bölündüğü bilinmiyor mu? Sultan Selim kardeşlerine dokunmasaydı, kardeşleri kendisine dokunmayacak mıydı? Zaten dokunmaya başlamadılar mıydı? Farz-ı muhal, bir arazi gibi paylaşsaydılar devleti! Aslında, paylaşma olsaydı Yavuz’a gelene kadar ortada devlet mi kalırdı. Sınırlar bu kadar genişler miydi? Küçücük devletçikler olsaydı Hıristiyan Avrupa bir lokma gibi çoktan yutmuş olmaz mıydı? Bu tür sözleri daha uzatabiliriz ama lüzum yok. O zaman için Osmanlı Devleti’nin bulduğu en iyi çare bu idi; kardeşlerden biri devletin başına kendini adayacak, diğerleri yoluna kurban gidecek ve de öyle oldu. Öyle olduğu için de Osmanlı Devleti uzun yıllar dünyanın süper gücü olarak yaşadı. Osmanlı Hanedanı kendi canını verdi milletini yaşattı, bu kadar…
Şunu da söylemek lâzım; kendisinden başka birisi eğer hanedandan birine dokunur ise Pâdişâh emri ile o kişi cezasını görmüştür.

Vezir-i Âzam Koca Mustafa Paşa’nın İdamı

Babasını tahtından indiren, kardeşlerini ve yeğenlerini Ahirete gönderip yaslarını tutan Yavuz, ardından ağlamayacağı bir idamı gerçekleştirir. Amcası Cem Sultan’ın zehirlenerek öldürülmesinin suçlusu olarak gördüğü Koca Mustafa Paşa’nın, Şehzade Ahmed’e yakınlık duyduğunu da bilmektedir.
Geçmişi, Yavuz tarafından temiz görülmeyen Paşa’nın suç dosyası hayli kalabalıktır. Amasya Baskını’nda Şehzade Ahmed’le haberleşmesi, kış aylarını bahane ederek orduyu erken terhis etmesi ve yukarıdaki sebepler idamına gerekçedir.
Böylece, devamı gelecek olan vezir idamlarında Koca Mustafa Paşa birinci sırayı kapıyor. Bundan sonra Yavuz’a vezirlik yapmak idam sehpasının altında yaşamak manasına geleceğinden “Sultan Selim’e vezir olasın” sözü, beddua olarak sarf edilmeye başlanır.
“Bu söz vezirlerin bir ay görevde kaldıktan sonra azledilerek cellâda teslim edilmelerinden ileri gelir. Bunun içindir ki, vezirlerin vasiyetnamelerini ceplerinde taşımaları gelenek haline gelmişti. Her padişah huzurundan çıktığın kendilerini yeniden dünyaya gelmiş sayarlardı. Bu sebepledir ki -büyük bir cesaret ve asil bir serbestliğe sahip bulunan- Vezir-i Âzam Piri Paşa yarı ciddi yarı şaka olarak, Yavuz Sultan Selim’e şunu söylemeye cesaret etmişti:”
“— Pâdişâhım, bu sadık kulunu da er geç bir bahane ile öldüreceğini biliyorum. O gün gelmeden, bu dünyadaki işlerimi düzeltmek için ve öbür dünyaya hazırlanabilmek üzere bana bir kaç saat müsaade etmez misiniz?’ Pâdişâh kahkahayla gülmekten kendisini alıkoyamayarak:
— Gerçek, çoktan beri ben de onu düşünüyorum. Fakat Vezir-i Âzâmlık görevini senin gibi görecek bir adam bulamıyorum. Yoksa dileğini yerine getirmek benim için kolaydır.” cevabını vermişti.

Şâh İsmail

İkinci Bâyezid devrinde meydana çıkan, şehzadeliğinde Yavuz’u da meşgul eden Şâh İsmail meselesi şimdi baş sıradaydı. İyi bir Sünni aileden gelmiş olmakla beraber, sonradan Şiiliği seçen “Şeyhlikten şahlığa geçmek suretiyle büyük ceddi Şeyh Safiyyüddin Erdebili’ye izafeten Safeviye Devleti’ni kuran” senelerdir müritleriyle Anadoluda karışıklıklar çıkartan Şâh İsmail, Yavuz için en büyük tehlikeydi.
Şâhkulu adlı adamı ile Türkiye Alevilerini kendi yanına kazanmaya çalışmış, bunda büyük başarı elde etmişti. Bu başarısına, saf Türkçe yazdığı şiir -Nefeslerin tesiri olduğu da söylenir. Şâh İsmail Mısır Memlükleri’ni de rahatsız etmektedir.
Orada da Sünniliğe karşı Şiiliği çıkartıp, Hıristiyanları da aleyhlerine kışkırtarak devleti zayıflatmaya çalışıyordu. Mezhep taassubuyla yapabildiği faaliyetlerle hem Türkiye’yi, hem Mısır’ı ortadan kaldırıp çok büyük bir imparatorluğun başında olmak tek emeliydi.
Yavuz Sultan Selim Şâh İsmail’in niyetinden gafil değildi. Harekete geçmesi için uygun zamanı bekliyordu. O zaman gelince “Yeniçerilerin ağa, kethüda, bölük ağaları ve odabaşılarını da toplayarak, yeni bahçede bir görüşme yapmış ve Osmanlı Devleti için büyük ve tehlikeli bir düşman olan Şah İsmail’in vaziyetini, Şeyhlikten Şahlığa nasıl çıktığını ve bugünkü durumunu anlattıktan sonra, bu hususun asla ihmal edilemeyeceğini beyan ile ‘Şah İsmail üzerine seferim vardır’ diye askerden bir cevap istemiş ve maksadım üç defa tekrarladığı halde bir ses çıkmamıştı.
Fakat son tekrarıda Abdullah adında dokuz akçe yevmiyeli bir oda kethüdası bir kaç adım ilerleyerek padişaha duadan sonra: ‘Bizim arzumuzda aynıdır, ferman padişahımızındır’ deyince pâdişâh pek memnun olmuş.”

Şâh İsmail’e Nâme

Yavuz, yeniçerileri manen savaşa hazır hale getirdikten sonra, Anadolu’ya hükümler göndererek 10.000 azeb askerinin hazırlanmasını emreder: Manisa’da bulunan Şehzade Süleyman’ı Edirne’ye getirip Rumeli’nin muhafazasıyla görevlendirir. Şah’ın halifelerinden olup daha önce işlediği cürümlerden dolayı hapis de yatan Kılıç adlı adamla Şâh’a bir nâme gönderir. Bu nâmede Sultan Selim; Şâh’a, yaptığı işlerin Müslümanlığa aykırı olduğunu, hatalarından dönmesi gerektiğini, tövbe ederek yeniden İslam’a girmesini, yoksa katline fetva çıktığım ve kendisinin bu vazifeyi yapacak durumda olduğunu, yazar. Nâmeyi okuyan Şâh cevap verir “Muharebeye hazırım”. Şâh savaşa hazır olduğunu söyler. Bir name ile bunu Sultan Selim’e iletir ama bu kadarla kalmaz, namenin taşıyıcısı Elçi Kılıç’ı da öldürtür.
Yavuz’un eline Erzincan sahrasında ulaşabilen nâmede “Er isen meydana gelesin, bizde beklemekten kurtuluruz” yazılıdır. Yavuz’dan tekrar nâme gider. Bu sefer İstanbul’dan değil, İran’a daha yakın olan Erzincan’dan giden nâme, daha çabuk yerini bulur. Ve Erzincan İran toprağıdır. Yavuz bunu, yazdığı nâmede ayrıca belirtir.
“Padişahlann tahtı tasarrufunda bulunan memleket menkühası mesâbesündedir. Recüliyetten hissesi ve fütüvvetten behresi, belki derûnunda filcümle zühresi olan kimesneler kendüden gayri ferd ana taarruz ittüğüne tahammül etmek ihtimali yoktur. Eğer minba’din dahî ber-karar-ı vaz-ı sabık künc-i zaviye-i ru’b-u hirasda münzevi olasın, erlik adı sana haramdır.” Kronoloji’den aldığımız bu namenin sadeleşmiş haline bir bakalım ki ne demiş Sultan Selim biz de anlayalım.
“Davete icabet edip memleketine geldik. Padişahların memleketleri nikâhlı karıları sayılır. Kendisinde zerre kadar erkeklik bulunan, soyu-sopu temiz olan, bir başkasının ona el vurmasına rıza göstermez. Eğer erkeksen çık meydana; köşe bucak saklanarak yiğitlik taslanmaz” aşağı yukarı bunları yazmış. “Bundan sonra da saklanıp gözükmezsen erkeklik sana haramdır miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çadır (çarşaf) kullanıp serdarlık sevdasından vazgeçesin.”
Yavuz, mektupla beraber hırka, şal, âsâ, misvak ve kuşak göndererek Şâh’a savaşçı olmadığını, ancak târikatle uğraşabileceğini ima etmiş oluyordu. Bu yazışmalar devam eder. Belli ki, iki tarafta eğlenmekte, birbirini böylece daha iyi tanımaktalar. Şah bir şişe içinde uyuşturucu madde göndererek kendisine o mektupları yazanın haşhaş kullanan biri olabileceğini, aklı başında bulunan adamın o yazılan yazamayacağım bildirir ve der ki “Bizi ateş bilesin ol kendini mum.”
Yavuz cihangir bir pâdişâh olma yolundadır. Yalnız, cihangir olmak için meydanlarda göründüğü sanılmasın. Din gayreti, Resûlullah sevgisi onu bu yola sevk etmekteydi. İlk savaşını vereceği İran’a gidişi de bu yüzden değil mi? Yavuz’un Şaha gönderdiği bir mektubu okuduktan sonra, bunu daha iyi anlayacağız.
“Bayındırîleri perişan ettikten sonra Şark vilâyetlerine musallat oldunuz. Zındıklığı mülhidlikle birleştirerek bunca fitneler çıkardınız. Şeyheyn-i Mukerremin’e (Hz. Ebu Bekir ve Ömer) şetmetmenizin (hakaret etmenizin) ve diğer fesadlıklarınızın katl’i icâb ettirdiğine fetva verilmiştir. Seferde o tarafa teveccüh edeceğim. Kılıca yapışmazdan evvel İslâm teklifi şeriat hükmündedir. Tevbe ve istiğfar ediniz; atlarınızın ayakları basan yerleri geri veriniz. Böyle yapmazsanız zorbalıkla aldığınız memleket askerimiz tarafından zabt olunacaktır.”
Yazışmalann sulhdan ziyâde savaşı kızıştırmaya yaradığı biliniyordu. Bunun için de Yavuz 20 Mart 1514’te Edirne’den İran Seferi’ne hareket etmişti. Aradan geçen dört ay ve hâlâ yollarda, dedikodulara başlayan bir ordu. Ve düşen bir baş…

Bir Vezir Başı Daha! (20 Temmuz 1514)
İstanbul’dan ayrılalı çok olmuştu, savaşsız geçen günler sıkıntı veriyordu. Ordu beklemekten usanmış, “ne olacaksa bir an evvel olsun, savaşsa, savaşalım, değilse yurdumuza dönüp, şu sefaletten kurtulalım,” derler. Bu şikâyetleri kendi aralarında yaparlar, pâdişâha duyurmaya cesaret edemezler. Yeniçeriler henüz gemi azıya alamamışlar. Yavuz gibi bir Sultanın karşısına çıkmaya kimse yanaşamaz. Peki; ne olacak şimdi? Bunca askerin arasından bir yiğit bulunmaz mı? Bulunur. Ordunun içinde bir Hemdem Paşa var ki pâdişâhın çok sevdiği Şehzade Ahmed meselesinde Pâdişah’a sadıkane hizmeti geçen ve çocukluk arkadaşı olan Paşa, ikna edilerek Pâdişâha gönderilir. Paşa, ordunun çöllerde perişan olduğunu, yiyecek içecek sıkıntısı çekildiğini, bir harp yapılmadığına göre beyhude asker telef etmektense, dönmenin daha iyi olacağını anlatmaya çalışır.
Yeniçerilerin heyecanla beklediği cevap gecikmeden gelir. Bu cevap, okumayı becerenler için çok açıkça yazılmış, net bir cevaptır! Hemdem Paşa’nın gövdesinden ayrılmış başıdır, bu cevap. Ve bu cevap herkesi tatmin etmiştir ki, itirazlar kesilir. Yola devam edilir.
Hemdem Paşa’nın yerine Zeynel Paşa tayin edilmiştir. Hedef Tebriz. Yol uzun. Selim kararlı; Yeniçeriler için için kaynıyor. Homurdanmalar Yavuz’un kulağına kadar geliyordu. “Yeniçeriler işi daha ileri götürüp bir gün sabaha karşı Yavuz’un çadırını kurşunladılar.”
Bu olaydan sonra sert bir konuşma yapan Yavuz Sultan Selim “Ehli iyal kaydünde olanlara desdurdur, geru karulannın yanuna getsünler! Biz buraya gerü dönmek içün gelmedük! Rahat isteyen bu yola yanaşmaz. Bizi isteyüp yolumuzda can ve baş feda idecek yiğitler havfitmez, ölümden korkanlar gerü dönsün! Düşmanla çarpışacak merdler benümle gelsin. Eğer içünüzde merd yoğ ise ben yalunuz giderim.” (İ.H.D)
Yavuz bu sözleriyle askerlerin gururunu harekete geçirip, geri dönme arzularını kırmış. Şâh’ın Çaldıran’a doğu ilerlediği haberi de alınınca, asker, savaş başlayacağı için rahatlamış. Bütün mesele savaşsa, savaş; değilse boşu boşuna vakit geçirmemek. Bunu düşünen insanların yanlışlığı, Yavuz’un bu düşünceleri kendilerinden daha şiddetle yaşadığını anlamamalarıdır.

Çaldıran Zaferi (23 Ağustos 1514)
Asker homurtularıyla da olsa Çaldıran Vâdisi’ne varıldı. Şah İsmail’in çadırları vadiye hâkim tepelerin doğusunda görünüyordu. Yavuz Selim’in ordusu da arkasına tepelere vermiş durumda çadırları kurdu. Şimdi, öncelikli mesele savaşa ne zaman başlanmasıdır.
Şafakla beraber yahut yirmidört saat sonra. Birinde işi çabuk bitirme ihtimaline karşılık askerin yorgunluğu riski vardı. Dinlenmeden sonra kılıçlar çekilse dinç vücutlu askerle kazanmak daha inandırıcı olabilir; fakat! Acaba, bunun da mahsurları yok muydu?
Yavuz Sultan Selim vezirlerin ve diğer erkân-ı devletin görüşünü almak üzere Divan toplantısı yaptı. Herkese fikrini sordu. Çoğu savaşa başlanması için acele etmemek gerektiğini, askere dinlenme imkânı tanınmasının önemini savundu. Konuşmacıların içinde bir Piri Mehmed vardı ki ne vezirdi, ne beylerbeyi. O Rumeli Defterdarı Piri Mehmed Çelebi idi. Ve o dedi ki:
“Nice zamandır Safeviler’in Osmanlı ülkesinde dolaşan casuslarından bizim askerlerimizi iğfal edenler olmuştur. Bu askerlerin arasında gizli Şiiler vardır. Eğer fazla düşünme imkânı olursa, mezhep gayretiyle karşı tarafa geçmek isteyenler çıkabilir.”
Yavuz Sultan Selim Piri Çelebi’nin tezinden etkilendi, bunu belli etmek için hemen söyleyiverdi “İşte yegâne re’y sahibi bir adam! Yazık ki vezir olmamış!”
Bundan sonra hemen hücum emri verildi. Bulunulan yer savaşın kazanılması için elverişli değildi. Harb nizamına giren ordu yavaş yavaş ovaya inerken Şah İsmail seyrediyor ve de şaşılıyordu. Kendi bulunduğu yerin lehine uygunluğu, Osmanlı Ordusu’nun ise, yine kendisi için iyi bir yerde bulunduğu kanaatindeydi.
Kendisinden emin Şah Yavuz’un Ordusu’nun hareketini dikkatle takip ediyordu. Değişik değişik görüntüler aksettiren ordu merakını celbetti ve adanılan tarafından esir alınan bir Osmanlı süvarisini yanına çağırdı. Gördüğü manzara hakkında sualler yöneltti.
– Bir kan ırmağı gibi tepeleri kaplayan bu kırmızı sancaklar nedir?
– Bunlar dedelerinden beri başları olan Mihaloğlu’nun komutası altındaki Niğbolu süvarilerinindir.
– Ya şimdi ovaya inen yeşil bayraklar?
– Bunlar da beyleri İsfendiyaroğlu’nun komutasında bulunan Bolu ve Kastamonu süvarilerinindir. Bu iki kolordu akıncılarla beraber Osmanhlar’ın öncülerini teşkil ederler?”
Hammer Tarihi’nden aldığımız bu bölüm devam ediyor. Çok hoş anlatıldığı için aynen alıyoruz.
“Birdenbire tozdan bir bulut yükselerek, onun arasında büyük piyade yığınlarının sel gibi süratle ilerledikleri görüldü. Bunlar kırmızı elbiseli azepler idi. Üç defa daha toz kasırgalar havaya çıkarak, sırmalı eğer kayışları parıldamakta olan atların kişnemelerinden süvarilerin gelişi anlaşıldı. Şâh İsmail üç seferinde de pâdişâhın savaş alanına indiğini sandı. Fakat esir, İsmail’in pâdişâh zannettiklerinin Karaman, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyleri’yle maiyetlerindeki zeametçi süvariler olduğunu söyledi. Onlardan sonra sarı ve kırmızı bayraklarıyla piyadeler göründü. Omuzlarında -altın iğnelerle başlarına bağlanmış olan- beyaz örtüler dalgalanıyor gibi görünüyordu. Bu duvak gibi gözüken şeylerin yeniçerilerin beyaz çuha serpuşlarından, altın iğnelerin de serpuşların ön tarafında sırma ile işlenmiş ve ilk güneş ışıklarıyla parlayan kaşık resimlerinden başka bir şey olmadıkları anlaşılıyordu.
Kısa bir süre sonra yeniden bir silah şakırtısı ve atların nal sesleri işitildi. Bunların etrafında toplanan toz bulutunun ortasında -tozdan dolayı daha parlak görünen- askerler çıktı. Sağda kırmızı sancaklar, solda yeşil sancaklar dalgalanıyordu. Ortada biri kırmızı, öteki beyaz iki alem hâkim bulunuyordu. Türk atlısı ‘-İşte padişah, Şevketli Sultanım, bu iki sancak onun sancaklarıdır. Sağında sipahiler, solunda silahtarlar, ortasında ulûfeli süvariler ve garipler. Bunlar pâdişâhın has askerleridir, diye bağırdı.’
Şah, Yavuz’un Ordusu’ndaki ihtişam karşısında ümitsizliğe düştü; içini çekerken etrafa cesaretli görünmeye gayret ediyordu. Dönüşü olmayan bir tünele girmişti ölü yahut diri, öbür uçtan çıkmaktan başka yol yoktu. Cesaretini toplayıp, galibiyet için elinden geleni ortaya koyacaktı. Süvari miktarı iki ordu arasında eşit, üstelik Şâh’ın atlan yorgun değil. Miğferleri çelikten ve kırmızı tuğlarla süslü, demirden imal topuzlar ve dişbudak ağacından yapılma yaylan var; atların eyerleri dâhi çelikten idi.
Şâh’ın meşhur kumandanları, güvenini artıran kişiler Diyarbakır’ın Valisi Ustacluoğlu Mehmed Han, Bağdad, Meşhed, Horasan ve Damgan Valileri ise Ni’metullah-zâde Mir Abdülbaki at üstünde kocamış, savaşı iyi bilen insanlardı. Eğer, kabul etmek gerekirse saha avantajı da Şâh’taydı. İki tarafın da 80–100 biner askeri olduğu söyleniyor.
Osmanlı Ordusu’nda merkezde Pâdişâh ve onun yanında Yeniçeriler Ve-zir-i Âzam Hersekzâde Ahmed Paşa, Dukakinzâde Ahmed Paşa ve Mustafa Paşa ile Kazaskerlerde Yavuz’un yanındalar. “Yeniçerilerin önüne arabalar ve develer dizilmiştir.” (Kosova’da Murad-ı Hüdâvendigar’ın develeri siper etme teklifini Şehzade Bâyezid dine aykırı bulmuş, babasını bu teşebbüsten vazgeçirmişti.) Toplar azeb alaylarının arkasındaydı ve zincirle birbirine bağlandığı için iyi bir set oluşturuyordu. Osmanlı Ordusu’nda yorgun ve aç olan atların dışında Yeniçeriler, azablar günlerdir iyi beslenememekten, uykusuzluktan bitkindiler. Onlar da “düşmanı görünce ızdıraplarını unuttular. Acemler’in elbiseleri üzerine saçılmış olan altın ve kıymetli taşlar biraz sonra kendilerinin olacakmış gibi bir hevese kapıldılar.”
Savaşın başlangıcı Osmanlı Ordusu için önemli bir kayıpla Şahı sevindirdi. Sol cenah savaşçıları bozulup Beylerbeyi Hasan Paşa şehid düşmüştü. Acem ordusu cesaretlendi. Ustacluoğlu ile Şâh’ın anlaşmaları, azab askeri safları açılınca, arkadan Yeniçerileri kuşatmaktı. İlk hücumu kazanan Acemler “Şâh” Osmanlı Ordusu “Allah” diye bağırıyordu.
Bozulan bir cenah bütün bir ordu değil ya. Şâh’ın da ordusunun da ümide kapılması boşunaydı. Sağ cenahla Beylerbeyi Sinan Paşa Ustacluoğlu’nun düzenini bozdu; askeri safları açarak toplamı bağlı olduğu zincirlerin arkasına geçti. Sinan Paşa’nın seri hareketi Acemleri şaşırttı. Hiç ummadıkları bir anda kendilerini toplantı önünde bulan Acem askeri neye uğradığını anlamadan top atışıyla karşılaştı. Meydan, kısa zamanda cesetlerle doldu. Şâh’ın ordusunun bel kemiği sayılan Ustacluoğlu da cesetlerin arasındaydı. Biraz önce galibiyeti koklayan askerlerin yere cansız serilişinin adı yenilgiydi.
Şah İsmail’in çabası ibreyi lehine çevirmeye kafi gelmedi. Kolundan ve ayağından aldığı yaralarla atından düşen Şâh’ın üzerine yürüyen Süvari karşısında bir fedai buldu. “Şah benim” diye bağıran Mirza Sultan Ali, Osmanlı süvarisinin mızrağı bağrına saplanması pahasına Şâh’ına olan bağlılığını ispatladı. Hızır adlı bir seyis de canını hiçe sayıp, atını Şah’a verdi. Kaybedilmiş bir savaşın acısıyla, geriye bakmadan son sürat kaçan Şah, savaşmakta olan askerin tamamının da kaçmasına sebep oldu.
Şah, canını kurtardığına ne kadar sevindi bilinmez, geride bıraktıklarına üzülmüş olması lâzım; ölen askerlerine yanmış olması lâzım. Savaşa değil de teşhir fuarına gelmiş gibi bütün kıymetli eşyalarını Çaldıran meydanına getirmişti, hepsini bıraktı. İki güzel eşini yanında taşıyordu, giderken onları almayı da unuttu! Hazinesinin en nadide parçaları, en namlı mücevherleri, en bahadır k¬mandanlarından ondördü meydanda kaldı. Şâh’ın âdeta, savaş tazminatı gibi -istemeyerek- Yavuz’a bıraktığı paha biçilmez eserler, o güzel servet Topkapı Müzesi’nin değerini artıran parçalar olarak muhafaza ediliyor.
Önce bir meseleyi gözden geçireceğiz: Acemlerde âdet olan, belli başlı kişilerin, savaşa eşlerini götürmeleridir. Çaldıran’a gelirken de düğüne gider gibi hazırlanan hanımlardan haremler tesis edilmiş, hem onların vereceği heyecanla daha iyi savaşılacağına inanılıyor, hem de zevklerinden fedâkârlık yapmamış oluyorlardı. Kimi ölüp kimi kaçan büyük! adamların bütün kadınları da esir olarak Osmanlı Ordusu’nun eline geçti.
İsimsiz kadınların akıbeti merakımızın dışında olsa da, Şahın eşleriyle ilgilenmek gerek. Ne yazık ki, Şâh’ın iki hatunuyla ilgili sarih malûmat yoktur. Öğrenebildiğimiz, biri Bağdad Valisi Hülefa Bey’in kızı Bihûze Hatun idi, diğeri meşhur Taclu Hatun’dur. “Taclu Hatun Tâcizâde Cafer Çelebi’yle evlendirildi” dendiği gibi, gözyaşlarına dayanamayan Mesih Paşa oğlu tarafından serbest bırakıldı” da deniyor. Doğrusunu bilemiyoruz. Hoca Saadeddin Efendi’nin anlattığı dedesinden duyduğudur. Dedesinin ifadesine göre Taclu Hatun kaçıp Han melikine varmış, Han Meliki ona acele Şâh’a göndermiş.
Arada bir Yavuz’la Şah İsmail mukayesesi yapılır. Bu millilik testi gibi bir şeydir. Şah İsmail Türk ve Türkçe şiirleri halk dilinde yazılmıştır. Yavuz Türk, şiirleri Farsça yazmıştır. Bir gariplik olarak gerçekten göze batan bir mesele… Ve Yavuz’un Türkçe yazdığı bir beyit bulunduğu İsmail Hami Danişmend’in iddiası yahut tesbitidir. O beyiti takdim ediyoruz:

Cihanun gerçi nûş ittüm yedi tasdan geçen zehrin
Velâkin zehr-i kaatilden beter buldum meğer kahrin

Bundan başka Osmanlı Pâdişâhı Yavuz’un bütün şiirleri Farsça, Farisîler’in Şahı İsmail’in bütün şiirleri Türkçe.

Tebriz’e Giriş (6 Eylül)

Savaş bitti. Ortaklıkta Acem ordusu kalmadı. Zevkli bir seyahatle Şâh İsmail’in başşehri Tebriz’e gidilecek. Önce Dukakinoğlu Ahmed, Deftardar Piri Çelebi ve Müverrih İdris Bitlisi gönderildi. Sonra Yavuz ve ordu yola çıktı. Altı Eylül’de şehre girildi. Sekiz Eylül günü Cuma idi. Hutbe Yavuz Sultan Selim adına okundu. 12 Eylül 1514’te İstanbul -diye-yola düşüldü. İstanbul’a gelen ordu değil, ilim adamı ve sanatkâr kâfilesidir.
Tebriz’den 1000 kadar ilim adamı ve sanatkâr toplanıp, istifade edilmesi amacıyla İstanbul’a gönderildi. Bu kafile içinde bulunanlardan en meşhur olanı Hasan Çan’dı.
İsfahanlı Müezzin Hafız Mehmed Efendi ve oğlu Hasan Çan’dan başka Horasan Hükümdarı Hüseyin Baykara’nın oğlu ve halefi Bediüzzaman Mirza da önemli kişilerden sayılmalı. Timurlenk 1402’de Ankara’ya geldi, Yıldırım Bâyezid’i esir, ordusunu perişan etti ve Osmanlı Türk Devleti senelerce geriye gitti. Yavuz Sultan Selim, Yıldırım Bâyezid’in torununun torunu; Bediüzzaman Mirza da (galiba) Timur’un torunun torunu.
Özbekler’in hücumundan kaçıp Tebriz’e sığınan Mirza, Tebriz’e girişinde coşkuyla karşılanmış, Yavuz’dan hürmet görüp, günde bin akçe ile şanına lâyık yaşamayı sağlanmıştı. Şimdi de İstanbul’a misafir olarak götürülüyor.
Gelelim Hafiz Mehmed Efendi oğlu Hasan Çan’a: Hasan Can, oğlu Saadeddin’e bildiği gördüğü tarihi vak’alan anlatacak, gerisi de başka kaynaklardan temin edilerek ortaya “Tac’üt Tevarih” adlı önemli bir eser çıkacak. Yaşadığı zamanın olayları anlatılırken bütün tarihçilerin başvuru kitabı adı geçen eserdir. Hasan Çan’ın Yavuz’un en sadık dostu, nedimi olduğunu da hatırlayalım.
Yavuz Tebriz’de dokuz gün kaldıktan sonra kışı geçirmek üzere Karabağ’a hareket etti. Araş Nehri’nden geçilecekti fakat bu geçiş çok müşkülatlıdır, yeniçeriler burada isyana başladılar. Her şeyin vaktini beklemeyi bilen padişah yeniçerilerin dırdırını sineye çekti, ama yeniçerileri de akıl hocalarını da aklından çıkarmayacak; günü gelince hepsiyle de hesaplaşacaktır.
Karabağ’dan vazgeçilip atların başları Amasya’ya doğru çevrildi. Dönüşte, huzursuzluklara canı sıkılan Yavuz “Vezir-i Âzam Hersekzâde ile ikinci vezir Dukakinoğlu’nun çadırlarını başlarına yıktırarak azletti ve böylece Amasya’ya gelindi.”
Yavuz Sultan Selim’dir, ne yapacağı bilinmez. Beklenmedik işler görülür onun iktidarında. Amasya’ya, askerin isyan çığlıklarıyla dönerken Dukakinzâde’yi vezirlikten azl etmişti, Amasya da Vezir-i Âzam yaptı. Baş defterdar Piri Mehmed Çelebi’yi çok takdir ediyordu vezirliğe terfi ettirdi. Kış Amasya’da geçirilecek, yazın İran üzerine yürünecek… Bunlar Pâdişah’ın istekleridir; pekiyi! Savaşacak insanlar acaba ne diyorlar?
Yeniçeriler hiç memnun değildir padişah kararından, fakat bir türlü cesaret edipte söyleyemezler. Kendi aralarında, ileri geri konuşurlar, Yavuz gibi bir padişaha başkaldırmaya niyetlenirler. İleride nelere kadir olacaklarının işaretleri görünür yeniçerilerde. Ama deniyor bu taşkınlıklar yeniçerilerin edepsizliği olsa da, onları kışkırtanlar var, kışkırtıcı başı da Vezir-i Âzam Dukakinoğlu’dur. Dönmelerden olan bu Paşa ecel aşını pişirdiğinin hiç farkında değildir.

Bir Vezir Başı Daha (28 Şubat 1515)

Yavuz, Dukakinoğlu’nun yeniçerileri kışkırttığını öğrenince canı sıkıldı. Bu Vezir-i Âzam’ın Dulkadiroğlu’yla devlet aleyhine mektuplaştığını ileri süren Yavuz, huzuruna çağırıp kendi hançeriyle yaraladı, sonra başının kesilmesini emretti. Yavuz’la oyun olmaz ki, isterse vezir eder, istemezse rezil. Canını sıkanın canını alır.
Yavuz, askeri zorla savaşa sokmanın fayda getirmeyeceğine inanmıştı. Yazı bekleyip, tekrar İran’a saldırmaktan vazgeçti. Birkaç kolay yerin alınmasıyla idare edilecekti. Aslında yapılan işler küçümsenecek gibi değildi de, Yavuz’un kendisini çok büyük işlere şartlandırması Erzincan’ın, Kemah’ın, alınması, Dulkadir Beyliği’nin Osmanlı’ya katılması, Doğu Anadolu’nun alınması az görünüyordu.
Yavuz, askeriyle ve içine hapsettiği öfkesiyle 1515 senesinin yaz aylarında İstanbul’a döndü. Büyük işlerin adamı olan Pâdişâh bilir ki, küçük pürüzler giderilmeden, büyüğe koşulursa, ayağı takılabilir. Onun için, kendi usulüyle tahkikata başladı. Bakalım kimin başına hangi işler gelecek…
Önce zabitlere sorar, “Seferde iken kışkırtıcılık yapıp huysuzluk çıkarmaya sebep nedir? Doğruyu söylemezseniz saltanattan çekileceğim.” Yeniçeriler “Hepimiz günahkârız” diyerek af dilerler. Sultan tahkikatı derinleştirir.

Üç Baş Daha! (18 Ağustos 1515)

Nihayet iş anlaşıldı ve müşevvik -teşvikçi- olarak meşhur münşî kazasker Tâci Zade Cafer Çelebi’yi, İkinci Vezir İskender Paşa’yı ve ocaktan, Balyemez Osman Ağa’yı buldu.
İskender Paşa ile Osman Ağa’yı getirterek önce onları sorguya çekti. Sonra Kazaskeri davet etti. Cafer Çelebi geldiği vakit ona:
“İslâm askerini itaatsizliğe ve isyana tahrik edenin cezası nedir? diye, fetva istedi; o da:
‘Eğer sabit olursa cezası idamdır’ deyince.
‘Senin fesadın bence gerek lahikan ve gerek sabıkan sabittir ve kendi hakkındaki fetvayı kendin verdin’ diyerek divân-ı hümâyun önünde evvelâ İskender Paşa’nın ve sonra Tâcizâde ve en son Balyemez’in boyunlarını vurdurdu. 18 Ağustos 1515.”
Tâcizâde Cafer Çelebi’nin suçsuz olduğu sonradan anlaşılınca Yavuz çok üzülmüşse de giden gelmez ki!
Yeniçerilerin biraz iplerini kısmak gerektiği anlaşıldığından, çare düşünen Yavuz, bir fermanla yeniçeri ağalarının kendi içlerinden çıkmasını iptal edip, saraydan tayinini kararlaştırdı.
Yavuz Sultan Selim İran Seferi’ni istediği gibi neticelendirememişti. Yeniçerilerin davranışı Amasya’ya oradan da İstanbul’a dönme mecburiyeti doğurmasaydı kışı Azerbaycan’da geçirip, ilkbaharda yeniden İran’a yönelecekti. Başarısının yarım bırakılmasından doğan öfkesi geçmediği için, buna sebep olduğuna inandığı kişileri cezalandırdı. Tacizâde için üzüntüsü bir yana, Yeniçeriler’in edepsizliği uzun zaman geçmesine rağmen hafızasından silinmedi.
“Yavuz Sultan Selim bir gün muharebe esnasında nedimi Hasan Çan’a Otağ-ı Hümâyu’ndaki delikleri göstererek o edepsizlerin hareketleri Kızılbaşların bekasına sebep oldu: yoksa o sene Azerbaycan’da kışlansa idi bu Kızılbaş ahvâli ber taraf olurdu.” demiş ve avdet için kurşun attıklarını söylemişti.

Yangın

Bâyezid zamanında büyük bir zelzele yaşanmıştı. Can ve mal kaybının çok fazla olması yeni tedbirler alınmasını zaruri kıldığından, pâdişâh emriyle binaların ahşaptan yapılmasına başlanmıştı. Bu tedbir de başka bir felaketin davetçisi oldu. Ateşi seven ağaçlar Yavuz’un gazabına mı dayanamadılar, yoksa birilerinin kastıyla mı belli değil, bir gün sabaha karşı Bâyezid’de alevler gökyüzüne yükselmeye başladı. Devlet erkânının evleri, konakları hep oralardadır. Yangın öğleye kadar devam etti. Tarihî binaların pek çoğu ile tarihi değeri olan nice eserler, kitaplar, belgeler, hep kül oldular.

Haliç Tersanesi’nin Geliştirilmesi

Yavuz Sultan Selim “Karaduman adlı” atını ne kadar severse sevsin, bazı yerlerde onun işe yaramayacağını, Yıldırım gibi süratli atların da denizlerden hoşlanmadığını, gemilerin lüzumunu biliyordu. Babası Bâyezid Han’dan iyi bir donanma kalmıştı. Bunun geliştirilmesi lâzımdı. Görüşüne önem verdiği Piri Paşa da fikrini destekleyince, Haliç Tersanesi’nin büyütülüp daha çok gemi yapılması için emir verdi.

Amid Kalesi’nin Fethi (1515)

Yavuz dedeleri gibi, babası gibi Batı’ya yönelmedi. Şimdilik Avrupa’da çatışmadan, devletin doğu hududunu pekiştirmek, o taraftan bir tehlike gelmeyeceğine inanmak istiyordu. Bunun için, seferlerini hep o tarafa düzenledi. Diyarbakır konumu itibariyle önemli bir şehirdi ve İran adına Karahan adlı biri tarafından yönetiliyordu. Halk Karahan’ın yönetiminden hoşnut değildi. Kendi güçleriyle Karahan’ı alt edemeyecekleri için bir hileye başvurdular.
Diyarbakır’ın ileri gelen insanları anlaşıp İran Şahı adına uydurma bir mektup yazdılar. Güya, Şâh diyordu ki: “Bu havalideki topraklarına saldırılacak, bütün imkânınla hazırlar, seni düşman üzerine göndereceğim. Beş güne kadar şehirden çık, yeni bir emre kadar bekle….”
Mektup bir haberciyle Karahan’a ulaştırıldı. Okuyup da emre uymamak Şâh’a ihanet sayılacağı için derhal harekete geçti. Şehir garnizonunda çok az miktarda asker bırakmıştı, onlar halkın kılıcıyla doğrandı. Karahan Şâh İsmail’in eniştesi idi. Yavuz’un Tebriz’den çekilmesinden sonra, Diyarbakır İran’ın eline geçmiş ise de halkı memnun edemeyen yönetimleri çeşitli oyunların tertibini zaruri kılmıştı.
Bütün oyunların sonu Yavuz Sultan Selim’i harekete mecbur bırakıyor. Daha önceleri İkinci Bâyezid’in hizmetine girmiş bulunan İdris Bitlisi ki, o havalide saygın kişiliği olan ve Kürt dediğimiz insanların büyüklerinden sayılan biridir. Birçok Kürt Beyi onun tasavvuruyla Osmanlı Devleti’ne bağlanmıştır. Pâdişah’a Âmîdi (Diyarbakır) kurtarma fikrini aşılayan İdris Bitlisî’dir.
Erzincan Valisi Bıyıklı Mehmed Paşa ile Amasya Beylerbeyi Şâdi Paşa kuvvetli bir orduyla gittiği gibi, “İdris Bitlisi yerli halktan 10.000 cengâver toplayıp bu paşalara iltihak etmiş ve işte bunun üzerine Osmanlı Ordusu’nun o civardaki Kara Köprü’ye geldiğini duyan Kara Han iki ateş arasında kalacağını anladığı için Mardin üzerine çekilmiş ve Bıyıklı Mehmet Paşa ordusu harbetmeden Amid Kalesi’ne girmiştir.” Bundan sonra, Bıyıklı Mehmet Paşa Diyarbakır Beylerbeyiliği’ne tayin olunmuştur.

Doğu Anadolu’nun İşgali (1516)

Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa ile Amasya Beylerbeyi Sadi Paşa Mardin’e kadar Kara Han’ı takip ettiler. Kaleye kapanan Kara Han, Şâdi Paşa’nın, “Benim vazifem Diyarbakır’a kadardır” demesi üzerine kurtuldu. Bıyıklı Mehmet Paşa’ya Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa ve ayrıca İstanbul’dan yardım gönderildi. Harput Kalesi zaptolundu. Kara Han’ın başı kesilerek İstanbul’a gönderildi. Çok şiddetli bir savaş yaşandıysa da “Mardin şehriyle Ergani, Sincar, Çermik, Birecik vesaire Osmanlı idaresine geçti; bu havalideki İran hakimiyeti temelinden sarsıldı. Bu büyük muvaffakiyet Anadolu Türk birliğinin tahakkukunun da en mühim dönüm noktalarından birdir.”

Dulkadir Beyliği’nin Osmanlı Devleti’ne İlhakı

Maraş-Elbistan ve Malatya’da hüküm süren küçük bir Beylik olan Dulkadirliler Bozok Türkmenleri’nden Zeyneddin Karaca Bey tarafından kurulmuştu. Sınırlarını Besni, Diyarbakır ve Harput’a doğru genişletmiş, kendisi Memlüklere tâbi olmuştu. Bir yandan Safevî Devleti’nin bir yandan da Osmanlı Devleti’nin tazyiki altında sıkıntılar yaşıyordu.
Yavuz Sultan Selim’in Doğu politikasında bu beyliğe hayat hakkı bulunmuyordu. Hadım Sinan Paşa 40.000 kişilik bir kuvvetle Dulkadir Beyliği’ni işgale gönderildi. Beyliğin başında bulunan Alaüddevle Bozkurt mukavemet gösterecek durumda değildi. Sinan Paşa’nın topraklarına girmesiyle beraber karısını ve hazinesini kurtarma telaşına kapıldı. Göksun’da iki ordu karşılaştı. Alaüddevle ‘nin ordusu bozuldu, kendisi kaçtıysa da yakalandı ve öldürüldü (12 Haziran 1516).
Alaüddevle’nin ölümüyle, beyliği Osmanlı Devleti’nin bir beylerbeyiliği durumuna getirildi. Beylerbeyiliği görevi hanedandan Ali Bey’e verildi.
Yavuz Sultan Selim Alaüddevle Bozkurt Bey’in yakınlarını kanunlarına uygun biçimde değerlendirip gururlarını okşamıştır.

Mısır Seferi (5 Haziran 1516)

Yavuz Sultan Selim komutanlarını ufak tefek savaşlarla, zaferlerle oyalarken kafasında büyük hedeflerin planlarını kuruyordu. Mısır’ı fethetmeye karar verdi. Mısır Sultanlığı dünyanın 3. büyük devletidir. Birinci, Osmanlı. 2. İran. Memlüklerle İkinci Bâyezid savaşmış çok zayiatlar verilmiş sonra sulh yolu tercih edilmişti. (1490)
Yavuz Sultan Selim “Memlüklere karşı açacağı savaşı hiç sezdirmek istemiyor ve bütün harekâtını İran üzerine tevcih edilmiş gibi gösteriyordu. Kansu Gavri’ye hürmetkârâne mektup ile samur, kadife, köle ve yünlü kumaşlar hediye ederek onu iğfal etmek istiyordu. 1516 Şubat’ında gönderdiği bir nâmesinde:
“Sen benim pederimsin, sizden dua isterim; ben Alaüddevle memleketine ancak senin izninle girdim; bu bana âsi idi; pederimle Sultan Kayıtbay arasındaki fitneyi meydana getiren bu adamdı. Onun ölümü ayn-ı sevab oldu. Onun yerine tayin edilen Şehzuvarzâde hoşunuza giderse ibka ediniz, gitmezse değiştiriniz, size ait bir iştir… Ben Alâüddevle’den aldığım yerleri yine size iade ediyorum; Sultan daha ne arzu ederse onu da yaparım” diye yazıyordu.”
İhtiyar Kansu Gavri yolladığı nâmede Yavuz’a “Oğlum Hazretleri”, Yavuz nâmesinde “Babam Hazretleri” diyor ve ikisi de savaş hazırlığından geri kalmıyordu. Yavuz, ihtiyarı gafil avlamak için sahte evlat rolü oynarken ne kadar mertçe bir iş yapıyordu? Bu tarz, Peygamber Efendimizin “Harb hiledir” hadis-i şerifine ne kadar uygun düşüyor, bunu erbabına havale ediyoruz! O bir yana, Kansu Gavri’nin inanmadığı halde inanıyor görünmesi de ayrı bir mesele. En iyisi, o günlerin, içinde bulunulan şartların icâbı böyle hareketler yapılabiliyormuş, deyip geçelim.
Daha önceleri, kuvvetli Cengiz Han’ın ve Aksak Timur’un girmeyi başaramadığı Mısır’ı fethetmek, herhalde kolay olmayacaktı. İlkbaharda Vezir-i Âzam Sinan Paşa hareket etti. Kayseri’de 40.000 kişilik ordunun başına geçti. Beş Haziran’da orduyu hümâyun Üsküdar’dan yürüdü, Ordunun başında Yavuz var ve İstanbul Piri Paşa’ya emanettir.
Yavuz’un Mısır Seferi ve zafer kazanması şart olmuştu. Buna gösterilen en bariz sebeplerden biri bir rüyadır. Yavuz, bir gece görmediği Hasan Can’ın sabaha kadar uyuduğunu öğrenince rüyasını soruyor, o da rüya görmediğini söylüyor. Yol gösterici bir rüya bekliyormuş gibi Yavuz hayrette kalıp “Nasıl, sabaha kadar uyur da rüya görmezsin” diyor. Belli ki kendisi uyumamış. Hasan Can, Yavuz’un üzerinde durduğu meselenin basit olmayacağını biliyor ve önemli bir rüya gören olmuş mudur, diye soruşturmaya başlıyor.
Kapı Ağası Hasan Ağa merak edilen rüyayı görmüş; çok değerli olduğu için kendisine yakıştırıp, açığa vuramamış. Israr karşısında anlatıyor. Bir hayli uzundur Ağa’nın anlatışı ama can alıcı noktası şöyle:
Hz. Ali gelmiş, kendisiyle konuşmuş, demiş ki: “Resûlullah’ın Yavuz’a selâmı var. Kalkıp gelsin ki Haremeyn hidmeti ona buyruldu.” Bunu söyleyen Hz. Ali beraber geldiği, bir kenarda duran üç kişiyi gösterip: “Bunlar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Osman’ı Zinnûreyndir” demiş. Bu rüyanın nâkili Yavuz’un nedimi Hasan Can’dır. Hasan Can oğlu Hoca Saadeddin Efendi’ye anlatmış, Tâcü’t Tevârih’e geçmiş, biz oradan alan Hammer’in Tarihi’nden istifade ettik.
Bu rüya ne kadar kıymetli ve ilginç ise, Hasan Can’dan dinleyen Yavuz Sultan Selim’in söyledikleri de en az o kadar ilginçtir. Belki daha, hatta belkisiz daha kıymetlidir. Anlasın anlamasın bazı Batılıların ve hatta bizden olan insanların bühtanına cevaptır: Tabii ki bunların doğru olduğu üzerine bu sözler söylenmektedir: Yavuz’un Hasan Can’a söylediği: “Sana dimez miyiz ki biz hiçbir tarafa memur olmaksızın gitmeyüz.” Yavuz, sözlerinin devamında kendisini ecdadından aşağı göstermeye çalışır. Onların veli olduğunu söyler: “Ecdadımız velayetten behremend idi; neman biz onlara benzemedik!”
Yavuz Sultan Selim gerekli yerlerde konaklamaktan zevk alıyordu. 26 Haziran’da Konya’ya geldi. Burada Mevlâna Türbesi’ni ziyarette bulundu, duâ etti.
Mısır’ın ihtiyar Sultanı Kansu Gavri Yavuz’un hareketinden haberdar olmuştu; ordusunun başında Haleb’e geldi. “Yavuz Sultan Selim’in elçileriyle -burada- görüşerek birçok tahkir edici sözler söyledikten sonra hapsettirdi. Lâkin Pâdişah’ın yaklaşmasında metbûlarıyla Şah İsmail arasında sulh müzâkerelerinde bulunmalarını teklif ederek, kendilerini serbest bıraktı.”
Kansu Gavri’nin olacaklar için endişesi vardı. Yavuz’un önünde tutunamayacağını biliyordu. Savaşı önlemenin çarelerini araştırıyordu. Anlatıldığına göre savaş başlamadan evvel “son bir sulh teşebbüsünde bulunmak üzere ümerasından Moğolbay’ı 10 kişilik bir maiyetle Yavuz’un ordugâhına göndermiş, padişahın huzuruna pür silah giren bu kölemen elçisi Yavuz’un sinirine dokunmuş, kendi elçilerine yapıldığı gibi mukabele-i bil misil olmak üzere Sultan Selim bu azametli Mısır sefirinin sakalını, bıyığını tıraş ettirip uyuz ve topal bir eşeğe bindirerek geri göndermiş.”
Görebildiğimiz sahneler bize bu fikri verdi. Zamanın zaruret yahut başka sebep, her ne ise, dâima zayıf olan karşısındakinden biraz merhamet bekliyor, bunun da izzeti nefsi çiğnenmeden yapılmasın istiyor, bu yolda çaba sarfediyor. Buna karşılık, kuvvetlide merhamet olmuyor. Elinden gelen tedbiri ihmâl etmeyen yaşlı Sultan Merci-Dabık’ta karargâhını kurmuş savaşa hazır ama barışın menfaatine olacağını biliyor. Yavuz’dan barış istiyor, Yavuz kuvvetlidir ve merhamet gösterecek durumda değildir.
Merci-Dâbık’ta, kaçınılmaz olan savaşa gelen ordulardan Osmanlı’nın 60–70 bin, Mısır’ın ise 70-80 bin mevcudu olduğu söylenir. Kansu Gavri’nin önceden kırılan cesaretine karşılık Yavuz tam bilenmiş durumdaydı. Yavuz’un harp taktiği Kansu Gavri’ye nisbette daha can alıcıydı. Ve Mısır’ın hiç topu yoktu. Kansu Gavri hatunlarını getirmemiş ama zengin Mısır hazinesi yanındaydı.
24 Ağustos 1516’da iki ordu karşı karşıya geldi. Yavuz’un ordusunda 300 top vardı. Sağ kolda Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa, solda Rumeli Beylerbeyi Sinan Paşa, merkezde Pâdişâh bulunuyor, yaya ve atlılarla topçular pâdişâhın yanında.
Güneşin ilk ışıklarıyla muharebe başladı. Dünyanın üçüncü büyük devleti fazla mukavemet edemeden önce sağ taraf bozulup, kumandanı kaçtı. Sultan Kansu Gavri kaçmaya bile fırsat bulamadı. “Teessüründen nüzul isabet etti.” Harp meydanında, yara almadan öldü. Yavuz’un “Pederim” diye hitabından da anlaşılıyordu ki, Sultan çok yaşlı idi. Yaşının 80, 84, 86 olduğu rivayet ediliyor.
Kansu Gavri’nin kısa zamanda hayatını ve savaşı kaybedişi askerleri arasındaki uyumu sağlayamamaktandı, diyen var. Sağlasa ne olur ki, karşısında Yavuz Sultan Selim gibi bir dâhi olduktan sonra. Çok mühimsenen bu savaşın 6–7 saatte bitivermesi karşı tarafın zayıflığına değil, Osmanlı Ordusu’nun kuvvetliliğine bağlanırsa daha adil bir hüküm olur.
“Zaferden 4 gün sonra Yavuz 28 Ağustos sabahı, dünyanın en büyük ve zengin şehirlerinden Haleb’e girdi. Halebteki Memlûk devlet hazinesinde bulunan 1.280.000.000 dolar değerindeki altın para ile son derece değerli bir takım eşya, Hazine-i Hümâyun’a alındı. Yavuz Haleb’de 18 gün kaldı ve 15 Eylül de şehri terk etti. Bu zaman zarfında, İslâm Halifeliğinin Abbâsiler’den Osmanoğulları’na devredilmesi gibi bütün İslâm tarihi bakımından çok mühim bir hâdise cereyan etti.”
Yavuz 72.si 3. Mütevekkil olan Hâlifeden, hilafeti devr alarak Hazret-i Peygamber’in 73. Halifesi oldu.
Haleb Büyük Camiindeki Cuma namazında hatib, hutbeyi Yavuz adına okudu. Halifenin adını zikretmiyerek Yavuz’u “Hâkimü-1 Haremeyni-ş Şerifeyn= Mekke ile Medinenin Hâkimi” diye andı. Yavuz müdahale edip “Hakim” kelimesini “Hâdim= hizmetkâr şeklinde düzeltti.”
Yavuz Haleb’de İslâm büyüklerinin türbelerini, önemli tarihi yerleri gezdikten sonra Şam’a hareket etti. Şam’da Muhyiddin Arabi’nin mezarına muhteşem bir türbe yaptırdı.
Muhyiddin Arabi’nin bir kitabında Sin ile Şin mevzuu anlatılır “Sin Şın’a gelecek” filan diye, keramet gösterip, üçyüz sene önceden, Sin’le kastedilen Selim’in Şın’la kastedilen Şam’a geleceğini, kendi kabrini yaptıracağım yazmıştır, derler.

Yavuz’un Mısır’a Hareketi (15 Aralık 1516)

Yavuz Sultan Selim muzaffer bir kumandan olmanın bütün nimetlerini tattığı Şam’da 2 ay, 19 gün kaldı. Mısır yolculuğuna çıkışı muhteşem törenle başladı.
Mısır’ın yeni Sultanı Tomanbay vatanını müdafaa için mümkün olan tedbiri almış, Yavuz da Tih ve Sina Çölleri’nden geçebilmek için lüzumlu olan araç gereç ve diğer ihtiyaçları temin etmişti.

Sonra Bir Baş Daha

İstanbul nere, Şam nere? Şam’a kadar gidilirde, Mısır alınmadan dönülür mü? Ama “dönelim” diyen var. Pâdişâh Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki güllerin kokusunu, duvarlara çarpan Marmara Denizi’nin şımarık dalgalarım hiç özlemiyor; susuz Sina Çölü’nü aşıp Ridaniye’ye erişmek istiyordu. Vezir Hüseyin Paşa, “Tehlikelidir Sultanım” diyor ve asıl tehlikeyi göremiyor, anında idam ediliyor.” Eski fatihlerin geçemedikleri ve hatta Mısır kölemenlerinin de Osmanlı Ordusu için geçilmez sandıkları kurak ve çorak bir çölün başında yükselen itiraz seslerini boğmak Sultan Selim için en tabii zaruretti.”

Bir Hikâye

Arslan ormanların kralı sıfatıyla hayvanlar âleminde hiçbir itiraza muhatap olmadan yaşıyordu. Bir gün biri yakalandı. İrice bir hayvandı bu avı. Avın başında arslan, kurt ve tilki vardı. Arslan kurda avı taksim etmesini emretti. Kurt: “Şu ön bacaklar tilkiye, arka bacaklar bana, gövde de sana” dedi. Bu taksimatı gururuna yediremeyen arslan bir pençe vuruşuyla kurdu cansız düşürdü. Sonra taksim etmesi için tilkiye emir verdi. Tilki dedi ki: Ön bacaklar efendimizin sabah kahvaltısına, arka bacaklar öğle yemeğine, gövde de akşama…
Arslan tilkinin taksimatındaki zekâya hayran kalmıştı. Sormadan edemedi: Tilki kardeş “Sen bu âdil bölüşmeyi kimden öğrendin? Tilki yerde cansız yatan kurdu gösterip” “aha bundan” dedi.
Belki Yavuz’un veziri Hüseyin Paşa bu hikâyeyi hiç duymamıştı.
Yavuz bir şeye olacak demişse uğruna baş koymayı bilirdi. Suriye’yi Mısır’dan ayıran çölü -ölmezse- aşacak. Bunun için her türlü tedbir noksansız alınmıştı. Askere gereken su temini yapılmış, diğer ihtiyaçlar görülmüş, binlerce devenin taşıdığı eşyalarla yola düşülmüştü. Askerin maddî tutkusu gözönüne alınarak herbirine ikibin akçe dağıtılmış, gücü artan asker yolun meşakkatini görmüyordu.
Sinan Paşa beş bin askerle Gazze’ye, önden gönderildi. Henüz kendisi harekete geçmeden Çerkez Murad ile diğer bir elçiyi Memlûk Sultanı’na gönderen Yavuz, barış için adına sikke kesilip, hutbe okutulmasını teklif etti. Sultan’dan iyi muamele gören elçiler, Mısır’ın ünlü kumandanlarından Alan Bey tarafından başları kesilerek öldürüldüler. Barışın imkânı tamamen ortadan kalktı.
Hazırlanmış binlerce deveyle beraber çöl yoluna düştüler. Hüseyin Paşa’nın başına gelenler, diğerlerine itiraz değil, bir şey sorma şansı bile bırakmamıştı. “Çölde yaşamaya alışık düşman askerinin pusuları, akrep, yılan, sivrisinek, kış aylarında bile, gündüzleri 40 dereceyi bulan hararet vardı ve gece ısı sıfırın altına düşüyordu. Rüzgârın uçurduğu kumlar iyi korunan kapların içine girebiliyordu.
Mısır tahtına Sultan Gavri’nin ölümünden sonra Tomanbay geçmişti. Yeni Sultan, Gavri’nin yeğeniydi, aynı zamanda vekiliydi fakat onun yerini almaya pek istekli değildi.
Tomanbay’ın sultanlığı Merci-Dâbık’tan sağ kurtulan Emirlerin ısrarı üzerine gerçekleşmişti. Ridâniye’de göreceğiz Tomanbayı, bakalım amcasının kumandanlığını aratacak mı?

Ridâniye Zaferi (22 Ocak 1517)

Ölüm tüneli sayılabilecek 400 km den fazla bu çölü 13 günde geçen asker bitkin vaziyettedir. Bir haylide telefat olmuştur. Tomanbay’ın muazzam ordusuyla Yavuz’un ordusu karşı karşıya; şartlar ev sahibinden yanadır. Şah İsmail’le yapılan savaştan daha zor geçecek olan bu muharebe “henüz başlamış idi ki, baştanbaşa çelik zırh giyinmiş bir süvari fırkası Memlüklerin sol kanadından ayrılarak, dosdoğru padişahın sancakları üzerine yürüdü. Bunlar bizzat Tomanbay ile onun en iyi generalleri olan Alan-bay ve Kurtbay idi. Üçü de pâdişâhı canlı veya ölü olarak ele geçirmeye and içmişlerdi. Yavuz Sultan Selim zannı ile Vezir-i Âzam Sinan Paşa’yı ele geçirebildiler. Sinan Paşa Ramazanoğlu Mahmud Bey ile Haznedar Ali’nin arasında bulunuyordu. Tomanbay pâdişâh sanarak, doğru Vezir-i Âzam’m üzerine yürüdü. Alanbay Mahmud Bey’e ve Kurtbay da Ali Bey’e saldırdılar. Üçü de hasımlarını mızrakla öldürdüler. Bu cüretli hareketlerinden sonra -Alanbay bir kurşunla ağır yaralı olmakla beraber- üçü de ordularına döndüler.”
Osmanlı Ordusu’nun hareket kabiliyeti Mısır Ordusu’nda şaşkınlık yaratıyordu. Ellerinde 200 top olduğu halde kullanma imkânı bulamadılar. Buna, Yavuz’un ordusu onlara top kullanma şansı tanımadı, demek daha doğru olur.
Avrupa’dan getirdikleri toplar bir mevziye yerleştirilmiş, ancak öne doğru ateş edebilirdi; yerleri keşfedilip, arkadan kuşatılınca değersiz bir demir yığını olarak kaldılar.
Osmanlı Ordusu’ndaki toplar her tarafa hareket edebiliyordu, böylece, büyük avantaj sağlandı. Savaş çok hızlı başlamış, hızlı devam ediyordu. İki tarafta var gücüyle saldırıp neticeyi kendi lehine çevirme gayretindeydi. İki taraftan da birçok asker ölüyordu.
Tomanbay, merkeze Yavuz’u öldürmek amacıyla saldırıp, Yavuz yerine Sinan Paşa’yı bedel almıştı ya, burada amacına ulaşamayışı moral bozukluğu yarattı ve ayrıca vücuduna bir yara aldı. Vaziyetin kötü gidişi karşısında kaçmak zorunda kaldı. Bu arada Ayntab Sancakbeyi Yunus Bey de şehit düştü. Memlûkler, her şeye rağmen cesaretle savaşıyorlardı. Fakat 25 bin askerleri öldü, bir kısmı esir düştü, sonra da, kalanlar kaçtı. Ölenler arasında büyük kumandanlar vardı. Zafer kazanan Osmanlı Ordusu’na Kahire yolu açıldı.
Kısa bir sürede biten Ridaniye Muharebesi’nde Tomanbay’ın çadırı ile hazinesi de Yavuz Sultan Selim’in eline geçmişti. O gece Ridaniye’de kalan Yavuz, ertesi gün yapılan cenaze töreninde gözyaşlarını tutamıyordu. Bütün şehitler için üzüldüğü muhakkak ise de çok sevdiği Sinan Paşa’nın şehadeti farklı bir acı yaşatmış Yavuz’a ve şöyle söylemiştir: “Mısır’ı aldık emma Yusuf’u gaaib ittük” Paşa’nın ismi “Sinanüddin Yusuf” olduğu için Hz. Yusuf’a telmihte bulunulmuştur.”

Kahire

Ridaniye’den yaralı olarak kaçan Tomanbay, geceleyin gizlice Kahire’ye girer. Sekiz gün sonra da Osmanlı ordusu Kahire’dedir. Memlûklar bu sefer kendilerini daha iyi savunurlar; savaş tam üç gün devam eder. “Sultan Tomanbay’ın ancak 10.000 askeri vardı. Fakat yüzlerce yıldan beri dışarıdan bir istilâ görmemiş olan mağrur Mısır Türkleri, kadınlarında katılması ile şehri şiddetle savundular.”
İşte bu savaştan sonradır ki, Peygamber Efendimizin mukaddes emânetleri ve Memlûk hazinesi Yavuz’un eline geçti. Ganimetlerin sadece altın ve gümüş olanları 1000 deve yüküdür. Bu ganimetler ve Emânât-ı Mukaddese ile Yavuz’un hilafeti devraldığı III. Mütevekkil de İstanbul’a gelenler arasındadır.

Üç İdam

Yavuz zafere sevinirse de, içinde acılar, öfkeler var. Bunlardan birini içine sindiremez. Ridaniye’de öldürülen Vezir-i Azamı Sinan Paşa’dır unutamadığı. Onu öldüren Kurtbay’ın bulunmasını emreder. Kurtbay bulunur Sultanın huzuruna getirilir. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“Yavuz Selim sorar:
– Sen at kahramanısın. Şimdi senin yiğitliğin nerede?
Kurtbay şu cevabı verir:
– Yiğitliğim bakidir!
– Orduma ne yaptığını bilir misin?
– Pek güzel biliyorum.
– Tomanbay ve Alanbay ile yapmaya cesaret ettiklerinize hayret ediyorum. Benim Vezir-i Âzamimin hayatına mâl olan cüretinizin akıllı bir hareket olduğu söylenemez.”
Yiğitçe konuşmaları belki takdir görebilirdi, fakat küstahça ağır hakaretlere başlayınca Yavuz’un yapacak bir şeyi kalmamış. Belki arkasından üzülecektir ya, cellât çağırmaya da mecburdur. Kötü örnek olmaması için.
Tomanbay da adamlarının kalleşliğiyle, yakalanıp Yeniçeri Ağası’na teslim edilir. Elleri bir mendille bağlanmış olarak Pâdişah’ın çadırına getirilir. Tomanbay’ın ürkek, üzgün ve saygılı selamına Yavuz’un ilk mukabelesi şudur:
“Elhamdülillah, işte şimdi Mısır fethedilmiş oldu.” Daha sonra iki tarafta biribirini savaşa sebebiyet vermekle suçlamaya başlar. Yavuz’un, “niye direnip kan dökülmesine sebep oldun” sualine, Tomanbay memleketini korumanın görevi olduğunu söyler ve sorar: “Lâkin sen bu haksız taarruzdan Cenab-ı Hakk’ın huzurunda kendini nasıl temize çıkaracaksın?”
Yavuz, çeşitli sebepleri sıraladıktan sonra, bütün hareketlerinin fetva ile olduğunu söyleyip konuşmayı bitirir. Şanına lâyık saygı gösterilmesini tenbih ile şimdilik Ayaş Ağa’ya emanet eder. Tomanbay hatırlı bir misafir olarak son günlerini Yeniçeri Ağası’nın yanında geçirir.
Tomanbay’dan sonra huzuruna getirilen şahısta, çok yiğit, açık sözlü, mert bir kumandandı. Tomanbay’ın arkadaşı olacak kadar makamı yüksek bu zatın adı Şâdi Bey’dir.
Yavuz Sultan Selim’in canı sohbet istiyor olmalı ki, onunla da biraz hasbihâl etmek için sorar:
– Dünyayı nasıl buldun?
– Bir şeye değmeyen bir varlık gibi.
– Öyle ise değeri bu kadar az olan bir şey için niye döğüştün?
– Ben dünya için döğüşmedim, Kur’ân ve Sünnete uymak için böyle hareket ettim. Fakat sen hangi hakla bizim şerefimize ailemize sataştın?
– Ben sizin üzerinize bir fetva ile yürüdüm. Siz hükümdarlarınıza karşı zalim kesildiniz. Sultanlarınızı kendi keyiflerinize göre tahttan indirip, ya hapseder, ya öldürürsünüz.
– Bu bir iftiradır. Biz Eşref Kayıtbay’a otuz sene itaat ettik. Oğlunu öldürdü isek kânunları çiğnediği için ve böyle bir hükümdarın sebep olabileceği musibetlerden memleketi korumak için öldürdük. Murad-ı İlâhi bu idi. Her hayatın sonu ölümdür. Dünya bizim için baki olmadığı gibi, sizin içinde baki değildir.”
Bu kısa sohbetten sonra, saygı gösterilmesini emrederek huzurundan gönderdiği Sadi Bey’i de sevmişti Yavuz. Be¬ki Tomanbay’la beraber onu da affedip İstanbul’a götürebilirdi. Fakat bir adam padişahın geçtiği yolda önüne çıkıp, “Allah Tomanbay’ı muzaffer etsin!” diye bağırdı. Bir savaşta iki tarafın da muzaffer olması kabil midir? Bu adamın böyle bağırmasından hoşlanmayan Yavuz iki esirinde idamına karar verdi.
Tomanbay’ın cenazesini merasimle gömdürmeyi de ihmal etmedi. “Cenaze namazını Mısır kadısı kıldırdı. Yavuz bizzat tabutun altına girdi.” Yenen de yenilende asil olursa sonuç, demek ki böyle bağlanıyordu. Önce öldüreceksin sonra ağlayacaksın. Bununla da yetinmeyen şanlı Yavuz Selim “Merhum Sultanın ruhu için ihtiyaç sahiplerine üç gün altın dağıttı.” (16 Nisan 1517)
Yavuz Sultan Selim Osmanlı topraklarına kattığı Mısır’da sekiz ay kalarak, orada kendi düzenini kurdu. Temmuz ayında Hicaz üzerine gitmeyi düşünen Yavuz, önce bir mektup yazarak meramını bildirdi. Mekke Şerifi’nin Yavuz’un ne yapacağım idrak edebilmesi işi kolaylaştırdı. Oğlunu Kahire’ye gönderen Şerif Kabe’nin anahtarlarını, Ravza-ı Mutahhara’nın anahtarını ve kendilerinde bulunan mukaddes emânetleri Yavuz’a takdim etti. Bir kısmı daha önce Kahire’den alınanlarla, Mukaddes Emânetlerin hepsi, İslâm âleminin yeni Halifesinin eline teslim edilmiş oluyordu. Peygamberimizin hırkası ve sancağının da aralarında bulunduğu bu emânetlerin listesi hayli kabarıktır. Yavuz Sultan Selim bunlara ne kadar değer verdiğini yaptığı icraatıyla belli eder.
Mukaddes Emanetler Topkapı Sarayı’na yerleştirilince, Hırka-ı Saadete, yani Peygamber Efendimizin hırkasına özel bir oda ayrılır. Ve o günden başlayıp, Kırk Hafız tarafından devamlı Kuran okunur. Bir saniye bile ara verilmeden cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam eden bu adet, ne yazık ki; modernleşme sevdasıyla beraber kaldırılmıştır.
Bu konuyla ilgili Yahya Kemâl Beyatlı’nın duygu yüklü bir hatırası var. 30 Mart 1930 tarihli Tevhid-i Efkâr Gazetesi’nde yayınlanıp sonra da “Aziz İstanbul” adlı kitapta yerini alan bu hatırayı aynen alıyoruz:
” Yine bir gün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’ân okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zâta sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saadet dâiresinden geliyor.
“Peygamberimizin hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın türkkârî penceresi önünde durduk, içeride iki hafız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çökmüş müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum: ‘Hırka-i saadet önünde Kur’an ne zaman okunur?’ dedi ki: Dört asırdan beri her saat! geceli gündüzlü.
Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i Saadeti Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız nöbetle Kur’an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir.
Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki mânevi temeli vardır. Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!
Eskişehir’in, Afyon Karahisar’ın, Kars’ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz! Yahya Kemâl Hırka-i Saadet dairesindeki Kur’ân’ın Ayasofya minaresindeki ezanın sustuğunu gördüğü, yaşadığı zaman da neler düşünmüştü? bilmiyoruz.

Bir Tebessüm Bir Öfke

Her zaman olduğu gibi yine asker usanmıştır. Fethedilen topraklar vatandan sayılmıyor olmalı ki, vatan hasretine dayanamıyorlar ve bir cesur adamla Yavuz’a duyurmak istiyorlar. Daha önce bu tür istekte bulunan başını kaybettiği için çok tehlikeli bir konuşmayı kimse kabullenemiyor. Anadolu Kazaskeri büyük âlim Kemalpaşazâde Allah’tan başka bir şeyden korkmayan cesur bir adamdır. Sultanın saygı duyduğu bir değerdir ayrıca.
Bir gün beraber gezerlerken Yavuz sorar. “Askerler ne düşünür? Seferin uzadığından şikâyet edenler var mı?
Kemâlpaşazâde der ki, “Nil kıyısında bir asker türkü söylüyordu.
Yavuz, “peki der, neymiş bu türkü!”

Kemalpaşa zade sözleri terennüm eder.

Nemiz kaldı bizim mülkü Arab’da
Nice bir dururuz şam ü Haleb’de
Cihan halkı kamu ays-ü tarab da
Gel ahi gidelim Rum illerine

Yavuz Sultan Selim’in kaşları çatılmaz. Gergin yüzü gevşer, gülümser. Mesajı aldığını belli eder. Dönüş için hazırlıklara başlanır. Birkaç gün sonra Kazaskere sorar. “O Türküyü sen mi uydurmuştun?”
Kemâlpaşazâde’nin “evet” demesine darılmadığı gibi 500 duka altınla mükâfatlandırır. Bu âlimle ilgili bir güzel hatıra daha var. Bir gün at üstünde yanyana giderlerken çamurlu bir yere gelirler. Kemâlpaşazâde’nin atının ayağından sıçrayan çamur Yavuz’un kaftanını kirletir. Yavuz derki. “Bir Âlimin atının sıçrattığı çamur benim için şereftir. Bu çamurlu kaftan, öldüğüm zaman sandukamın üzerine konsun.” Vasiyeti yerine getirilir.

Bir Vezir Başı Daha!

Mısır’dan dönüş hareketi başlar “Katiye Çölü’nü geçtikten sonra Yavuz Sultan Selim yanında giden Vezir-i Âzam Yûnus Paşa’ya dönerek:
– İşte Mısır arkamızda kaldı, yarın Gazze’de bulunacağız dedi. Yunus Paşa kendi arzusu dışında girişilmiş olan bu sefer hakkında gizli görüşünü bu münasebetle ortaya koyan şu cevabı verir.
– Bu kadar zahmetler, bu kadar yorgunluklar, ordunun yarısının savaşmalarda ve kum çöllerinde telef olmasından ve Mısır’ın hainlerin idaresine geçmesinden başka ne faide verdi?”
“Pâdişâh hemen atının dizginlerini çekip Vezir-i Âzam’ın idamını emretmiş. Paşa’nın boynu vurulmuştur. Yavuz’un bu huyu;
Rakibin ölmesine çare yoktur Vezir olsun meğer Sultan Selim’e
Beytiyle divan şiirine ve hattâ darbımesel şeklinde halk ağzına geçmiştir.”

Dönüş

Yavuz Sultan Selim 5 Haziran 1516’da ayrıldığı İstanbul’a 1518’in Temmuz ayının sonunda döner. Çok zor ve acılı günler yaşanmıştır ama yapılanın turistik seyahat olmadığı, ulvi bir amaç için çöllerle kucaklaşıldığı düşünülünce kutlu dönülmüştür, diyoruz. Dünyanın çehresini de, dengesini de değiştiren büyük savaşlar ve büyük fetihler gerçekleştirilmiş,
Osmanlı Türk Devleti’nin topraklan iki mislinden fazla genişletilmiştir. “Mısır Seferi’nde fethedilen toprakların üzerinde bugün Mısır, Cezayir, Sudan, İsrail, Suriye, Lübnan, Ürdün, Yemen devletleri ile Suudi Arabistan ve Libya devletlerinin bir kısmı ve Türkiye’nin Gaziantep, Hatay, Adana vilayetleri, Tarsus gibi birkaç kazası bulunmaktadır.”
Zafer öyle tesirli bir iksir ki, kapatamayacağı savaş yarası yoktur. Yavuz, o iksirin sahibi olarak, yüzbinlerce kişi tarafından beklenmektedir. Büyük başarıların Başbuğuna büyük törenler hazırlanmaktadır. Yüzbinlerce coşkun insan duygularını, minnettarlıklarını göstermek için heyecanla bekleşirken, Yavuz haberdardır hazırlıklardan. Devlete ait meselelerde ne kadar katıysa, ne kadar keskinse Yavuz, kendi şahsıyla ilgili işlerde o kadar utangaçtır, çekingendir… Beklendiği vakti de bilmektedir. Yolu biraz hızlı alıp erken gelir İstanbul’a. Halk sabahı beklerken, o yatsı vakti havanın karanlığından istifade ederek boğazdan bir kayıkla Topkapı Sarayı’na geçer. Mahcubiyetle yaşayacağı merasimden böylece kurtulur.

Ayrılık ve Kavuşma

Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden sonra donanmaya ait çalışmaları hızlandırır. Şehzadeliğinden beri mücâdele ettiği Alevi ayaklanmalarının üzerine gider.
Şâh İsmail’i mağlub etmekle, Anadolu’daki faaliyetlerin kökünü kazıyamamıştır. Bozok Türkmenleri’nden Celâl adlı birinin etrafına topladığı 20000 kişiyle Amasya’dan Tokat’a geldiği, Mehdiliğini anlatmaya çalıştığı duyulur. Kısa zamanda icabına bakılır.
Hiç bir karşı koymayı affetmeyen Yavuz’un ilme duyduğu aşkı, âlime gösterdiği hürmeti herkes tarafından kabul edilirdi. Hürmetini kazanan âlimlerden biri de “Zembilli Ali Efendi” diye meşhur olan Müfti Ali Cemali’dir. Bu zata Zembilli denmesinin sebebi ise; sorulan, istenen fetvaların çokluğundan, herkesi tek tek dinlemeye vakit ayıramadığı için, meseleleri yazılı isteyip, pencerelerinden sarkıtılan zembillerle gelen soruların, yine zembille “olur” yahut “olmaz” cevabını ulaştırmasıdır.
Bu âlime bir gün, Yavuz sorar: “Bütün dünyayı fethetmek mi, yoksa milletleri İslâm’a getirmek mi daha makbuldür?” Cevap: “İslama getirilmeleri makbuldür” olur. Pâdişâh derhâl kiliselerin camiye çevrilmesini ve İslâm dinine girmeyenlerin öldürülmesini emreder. Bu emri alan Vezir-i Âzam yanlışlık olduğunu düşünür, hemen Müftiye koşar; Müfti Zembilli Ali Efendi ile Vezir-i Âzam Piri Paşa, Fatih’in Hıristiyanlara verdiği hakların geri alınamayacağına, Zembilli’nin soruyu tam anlamadan yanlış cevap ver¬diğine ikna ederek, Yavuz’a emrini geri aldırtırlar.

Celâli İsyanı (Nisan 1519)

Suriye’yi, İran’ı, Mısır’ı ele geçirmek için zehirli yılanlarla, akreplerle boğuşan Yavuz, Anadolu’nun orta yerinde kuvvetli bir isyan hareketiyle karşılaştı. Çok tehlikeli ve affı mümkün olmayan davranışa başlamıştı Bozoklu Celâl. Bir asırdan fazla Anadolu’nun kana boyanmasına temel olan, bu hareketin isim babası Celâl Turhavi taraflarında bir mağarada itikâfa girip, ibadetle günlerini geçiriyor, dindar halkın sevgisini kazanıyordu. Etrafına bir hayli mürit toplandı. Kendisini mehdi ilân ettiği zaman emrindeki piyade ve süvari sayısı 20 bini bulmuştu.
Dünya saltanatını elde etmeye çalışırken kullandığı ünvân “Şah Veli” idi. Celâl, askeri güç itibariyle Osmanlı beylerinden üstündü. Havalideki beyler ve memurlar da ona boyun eğmeye, yanında yer almaya başladılar, durum tehlikeli bir hal aldı.
Pâdişâha akseden durum ciddi bir tehlike olarak görünüyor, acilen halli gerekiyordu. Üzerine kuvvet göndermekten başka çare yoktu. Vezâret payesi verilmekle itibârı yükseltilen Rumeli Beylerbeyi Ferhat Paşa İstanbul’dan, Şehsuvar oğlu Ali Bey Elbistan’dan harekete geçtiler. Artık Celâli adım almış olan asiler hükümet kuvvetleriyle çarpışmayı göze alamayıp kaçtılar. Şeyh Celâl’in başı kesilip İstanbul’a gönderildi. Askeri dağıldı ama Orta Anadolu’ya atılan Celâli takımı zaman zaman dal-budak saldı, ileriki zamanlarda devletin başına belâ oldu ve günahlı günahsız onbinlerce insan bu ad etrafında öldü.

Rodos Seferi’nin Ahiret Seferi’ne Dönüşü

Rodos üzerine gidilmesi düşünülür. Sultan Selim, Hasan Çan’la Eyüb Câmii’nde namazdan çıkmaktadırlar. Gemilerin hazır olduğu haberini alır ve sorar. “Yeterli barut var mıdır?” söylenen miktarın az olduğunu duyunca kızar, der ki:
“Dört aylık barutla ne yapılır? En az iki katı olmalı. Yoksa siz benim de, dedem Fatih gibi geri çekilip mahcup olmamı mı istersiniz? Bu yarım hazırlıkla Rodos’a gidemem. Hem öyle sanıyorum ki, Âhiret yolculuğundan başka artık seferim yoktur.”
Yavuz 50 yaşındadır. Aslan yapılıdır, cevvaldir de. Fakat omzundaki çıbanın, (Şirpençe) boğazına uzanacak Azrail’in eli olduğu içine doğmuştur.
İstanbul’dan Edirne’ye gidilecek. Çıbanın verdiği ağrı artar. Hasan Can rica eder arabaya binmesi için. Sultan ata biner. Çorlu’nun bir köyü geçilirken, ağrısı şiddetlenir. Bu köy babasıyla taht kavgasına giriştiği köydür. Kim bilir, maziye nasıl gider gönlü ve gözleri bilemiyoruz ama çelik iradeli Yavuz’un hassas kalbi yaş olup kirpiklerinden bir kaç damla süzülmüştür herhalde. Bu yaşları, isteyen dayanamadığı ağrının isteyen babasının hatırasına duyduğu saygının işareti sayabilir.
Edirne’de son gece. Yavuz yatakta. Hasan Can’ın, “Sultanım Allah’la olmak vaktidir” dediği, Sultan’ın da ona, “Hasan Can biz şimdiye kadar kimleydik ki?” dediği zamandır.
“Hasan Can ‘Yâsîn’ sûresini okuyor, Pâdişâhın titremekte olan dudakları beraber okuduklarını gösteriyordu. Hasan Can: “Selâmün kavlen min Rabbin Rahim” (Rahim olan Rabdan onlara selâm gelir) âyeti kerimesine gelince, Yavuz Sultan Selim, şehâdet parmağını kaldırarak diğer parmaklarım yumar ve hayata gözlerim kapamıştır. (22 Eylül 1520) Nur içinde yatsın.
Yavuz’un vefatı oğlu Şehzade Süleyman gelene kadar gizli tutulur. Sekiz gün sonra Manisa’dan gelen şehzade 25 yaşında, dünyanın bir numaralı devletinin başına geçer. Babası 7 milyon km kareye yakın bir memleket bırakmıştır. Bu büyüklükteki bir devletin korunması da kolay iş olmaz herhalde. Bir ucundan öbür ucuna atla aylarca gidilmesi lazım.
Yavuz oğluna Piri Paşa gibi bir Vezir-i Âzam’la, çok değerli âlimler de bırakmıştı. Güçlü bir donanma ile Barbaros kardeşlerin şanlı zaferlerinin temeli atılmıştır. Süleyman, Babasına lâyık olacaktır. İlk olarak O’nun cenazesinin defni ile işe başlayacak. Hep böyle oluyor zaten. Padişahlığın kaderi bu. Eski pâdişâh gözyaşlarıyla ebedi istirahatgahına tevdi edilir, sonra şenliklerle saltanata başlanır.
“Cenaze namazı Fatih Câmii’nde kılındı. Cenazesinin gömüldüğü yere, oğlu sonradan bir türbe ve türbenin yanına da tek kubbesi ile meşhur muhteşem Sultan Selim Câmii’ni yaptırdı.”
Yavuz Sultan Selim’in bir tek evliliğe, bir tek evlâda sahip olması sakal bırakmaması, çok kısa süren saltanatı, çok büyük fetihler yapması özelliklerindendir.
Saraylarda sefa sürmeyi düşünmemiş, bütün enerjisini memleketini büyütmeye, İslâmiyet’e hizmete harcamıştır.

Yavuz Sultan Selim’in Şahsiyeti

“Uzuna mail orta boylu, toparlak kırmızı yüzlü, çalma siyah kaşlı, iri kemikli büyük başlı, koç burunlu, uzun iri bıyıklı ve sakalsız”dı. “Bakışı müessir yani keskin ve naçiz, mizacı asabi idi. Konuşurken fart-ı zekâ ve asabiyetinden dolayı birkaç defa tekrarlardı.”
Yavuz devlet işlerini gelişi güzel değil bir program dahilinde günlerce düşünüp, vezirleriyle fikir alışverişinde bulunur ondan sonra uygulardı. Sorduğu meseleler, genellikle korku belasına kendi istediği gibi cevaplandırılırdı. Kendisiyle korkusuzca konuşabilen insan sayısı çok azdı. Bunlardan ilk akla gelenler Piri Paşa ile Kemal Paşazâde’dir. Piri Paşa’yla ilgili küçük bir diyalog aktaralım.
Vezirler her an ölümle yüzyüze yaşıyor ve birçoğu en küçük yanlışları sonucu -ki yanlışsa eğer- can verdiler. Piri Paşa Sadrâzam olmuştu da ne zaman öldürüleceğinin merakı içindeydi. Birgün “Pâdişâhım, dedi, önünde sonunda bir bahane ile beni öldüreceksin, hemen bir gün evvel halâs etsen münâsiptir.” Piri Paşa’nın naz ve yeis dolu sözüne Pâdişâhın karşılığı şöyle olmuştu:
“Benim dahi bu mânâ muradım: Lâkin senin yerini tutan adam bulunmaz, yoksa seni muradına eriştirmek kolaydır.”
Yavuz ilim ve edebiyat meraklısıydı; bu yolda mesafe almış olanlara sevgisini esirgemezdi. Farsça şiirleri olduğu önceden belirtilmiştir.
Malûm olduğu üzere saraylarda vakit geçirmeyi tercih etmemiş, sekiz senelik saltanatı gazalarla geçmişti. Savaş o kadar zamanını almıştı ki, hayır eserleri yaptırmak için fırsat bulamamıştı. Belki de yaşlanacağı yıllara saklıyordu hayırseverliğini, ona da ecel fırsat vermedi. Banisi olduğu eserlerin hepsi Şam’da Muhyiddin Arabî adına yaptırdığı cami ve türbe ve bir de Konya Mevlevi tekkesine getirdiği su. Sâhibül hayrat dedirtemedi kendisine.
Savaşları anlatıldı. İlim ve ilim adamı sevgisi belirtildi şairliği söylendi. Bir beyitle Türkçe şiirinden örnek verilmişti İsmail Hami Danişmend Yavuz’un bir beyitini “Türkçe yazdığı tek beyit” diye veriyordu. Bir de aynı iddiayla takdim etmiştik. Uzunçarşılı bir gazelden bahsediyor. Yavuz’un “Türkçe bir gazelinden, diyerek iki beyit almış kitabına, onun bir beyiti şu aşağıdaki:

Ey Selim kan dökerse Çeşm-i giryanın nola
Lâl-i yâre dil verenler Lâl-i cevherden geçen

Ecnebi tarihçiler Yavuz Sultan Selim’in kan dökücülüğünden bahseder. Doğrudur. Yalnız o günler, elinde kılıç taşıyan, eğer kullanabiliyorsa mutlaka kana bulaştırırdı.
Bu kanın kime ait olduğunun düşünüldüğü yoktu. Avrupa devlet ve devletçikleri taç için analarını bile harcarken Osmanlı’da bu olmamış, bir aile savaşı yaşanmış ise erkekler arasında yaşanmıştı.
Bazı durumlarda bir bardak kan akıtmak, bir bidon kanın akıtılmasını önlemişse, bunu ayrı değerlendirmek lâzım.
İşin bir garip tarafı Yavuz’u eleştiren Batılılar hiç yumruğunu yememiştiler. Devamlı Batı’yla dost kalma gayreti güden Yavuz, Doğu’da devletinin arkasını güçlendirmeye çalışmıştı.
Bütün zamanların değil ama yaşadığı zamanın en büyüklerinden sayılması, hatta zamanının en büyüğü kabul edilmesi onun mevcut itibarına bir şey katmaz.
Yaptığı fetihlerin müftü fetvasına uygunluğu dikkate alınınca keyfi “kan döktü” demek yanlış olur. Cesurdu, kuvvetliydi, imkânı vardı bunları Müslüman milleti adına kolladı. Hilafetin Araplardan Türklere geçmesini sağladı. Sekiz senelik iktidarına büyük fetihleri sığdırmayı başardı ve en iyisi -belki-Şehzâde Süleyman’a rakipsiz bir devlet bıraktı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.