Sultan V. Mehmed Reşad Han

SULTAN REŞAD

(27 Nisan 1909–1918)

35-Sultan V. Mehmed Reşad Han

Niçin, diye sormaya lüzum yok. Varlığıyla yokluğu aynı da olsa, hâlâ ortada bir taht var ve ona Osmanlı hanedanından birinin oturması lâzım. Onun için mecburiyetten buyur edildi; padişahlık sırası gelmişti. Sultan Abdülmecid’in üçüncü pâdişâh oğludur Sultan Reşad. Anasının adı Gülcemâl Kadınefendi. Sultan Reşad’a o gün halk Sultan Reşad demişti, bugün de öyle deniyor. Fakat “Senatör Sami Paşa adındaki ukalanın teklifiyle, V. Mehmet unvanıyla tahta geçirilmiştir. Zira Hareket Ordusu denen başıbozuk teşekkülün, İstanbul’u Fatih II. Mehmed’den sonra yeniden fethettiği ileri sürülmüştür. II. Meşrutiyet bir mugalâtalar devresidir.”
Bu isim meselesi bir garabet olarak anılırken, bir garabette tahta çıkarılışında görülür. Bu da şöyle olmuştu: Mehmed Reşad büyük evlat olarak rakipsiz tahta çıkma hakkına sahiptir ama sanki reyle iş basma getirilmiş gibi, iki kişi giderek “seçildiniz” diye tebrik ettiler.
Sultan Reşat, uzun süren şehzadelik ile veliahtlık döneminde, bilhassa Şark kültüründe mesafe almış, çokça Mesnevi okumuştu, Batı’yla fazla ilgilenmemiş görünüyor. Şiire de ilgi duymuş ama ortaya konacak bir eseri yoktur.
İrade, bilgi, şahsiyet ve otarite yönünden olağanüstü olmalıydı ki, o dönemde bir şeyler yapabilsin. Sultan Abdülhâmid gibi bir dahiye hayat hakkı tanımayan insanların devlete hâkim olduğu günlerde ve o insanların “güya” ittifakıyla tahta oturan derviş meşrep bir insandan fazla bir şey beklenemezdi. Üstelik Sultan Reşad’ın böyle müşkül bir zamanda iş başına gelmek için hazırlığı da yoktu. O gözlerden uzak, sevdiği kitapları okuyarak, sevdiği bir miktar insanla günlerini geçirirken, “gel, padişahlık sıran geldi” demişlerdi. 66 yaşının içinde, ömrünün son demlerini yaşıyordu.
İsmail Hami Danişmend, Sultan Hâmid’in Esvabcıbaşı İlyas Bey’den dinlemiş. Pâdişâh, İlyas Bey’e demiş ki:
“Ben bizim biraderi halka göstermemekle kendisine çok büyük bir iyilik ediyorum!”
“İnsana latife gibi gelen bu sözün ne kadar ciddi olduğunu hâdisat ispat etmiştir.”
Bir başka görgü şahidi olan Halit Ziya sarayda dört sene Mabeyn Başkâtipliği yapmıştı. Devamlı Sultan Reşad’ı yakınndan görme, tanıma imkanı bulmuş, dünya görüşlerinin farklılığından dolayı belki zor sevmiştir, ama yazdıkları faydalıdır. Başkâtip Bey’in ilk dikkatini çeken, padişahın kibarlığıydı:
“Giyinişinde, oturuşunda öyle kibarâne bir hâl vardı, bütün simasının ifadesinden öyle bir iyi hilkat (huy) sahibi olduğuna şahadet (şahitlik) eden mânâlar okunurdu ki onu nazarımda pek sevimli yapmıştı…”
Bu ifadenin iyi olduğu kabul edilirse de, yazarın kendini gördüğü yer, mevki Osmanlı pâdişâhının bulunduğu mevkii de gösteriyor! Meyvesinden gıdalanılan ağaç bakıcısı tarafından ihtimamla, minnetle korunur, verimsiz hale düşüp kurumaya başlayınca, lütfen ilgilenilir ya, işte öyle. Çünkü biz Fatih’i, Yavuz’u, Kânuni’yi yazarak geldik, onları anlatanların tavırlarını gördük, onlar tarafından himaye görmeyi cana minnet sayan insanlardan misallerimiz çok. Tanzimat, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki Cemiyeti, biraz da zaman ne kadar değiştirmiş her şeyi?
Halit Ziya, Sultan Reşad hakkında iyi bir şey duymadan, onu şahsen tanımaya başlamış, nispeten, duygulan değişmiş, velinimeti mevkiinde bulunan pâdişâhı sevmişti. Ne olursa olsun, hâlâ Osmanlı Devleti varlığını sürdürüyor, hanedanın, hatta halkın alışkanlıkları kolay değişmiyor, fakat hazine boş. İyi ki israfın düşmanı bir padişah iş başında.
Gerçi bir önceki, adını cimriye çıkaracak kadar tutumluydu ya. Sultan Reşad’ın Başkâtip Bey’e ilk sözleri: “Ben hiç müsrif değilim. Pek azla idare etmeye alışık bir adam olduğum için gene öyle olmakta devam edeceğim…”
Bilenlerin, tanıyanların müşterek fikri Sultan Reşad’ın iyi bir adam olduğu, ama devletin ağır yükünü taşıyacak gücü bulunmadığı yönündedir. Daha cevval pâdişâha ihtiyaç var, fakat o şans mevcut değil. Hiçbir türlü ona imkân yok. Şayet Sultan Reşad’dan farklı biri tahta geçmiş olsaydı, ya üstünden atılırdı yahut fazlalıkları yontulurdu; çünkü ipler başka ellerdeydi. Padişah isteklerini ancak rica yolu ile bildiriyor, saray masraflarının kısılmasını da Başkâtip Bey’den rica ediyor.
Başlangıcı, belki fakir halkın faydalanması düşüncesiyle alakalıydı, fakat sonradan suiistimale alet olmuştu. Saray mutfağının tüketimi o kadar aşırıya varmış ki, lüzumundan birkaç misli fazla pişirilen yemekler etraf mahallelerde oturanlara ucuz fiyatla satılıyor, bundan devlet zarar ederken hak bilmez vazifeliler para kazanıyordu. “Saray ve Ötesi” yapılan israfın, yolsuzluğun, epeyce tasviriyle doludur. Sarayın sefaletini de aynı kitaptan öğreniyoruz. Eskimiş eşyalarla dolu bir saray, kullanınca uygun olmayan biçimiyle sıkıcı manzara hükmünde anlatılıyor. Pâdişâh yarı hapis yaşayışla ömrünün sonuna yaklaşmış, hiç hazırlıklı değilken işbaşı yapmış, idareciler intizamdan mahrum. Yine de Devlet-i Âli Osmaniye ihtişamlı görünmek zorundadır. Yeni padişah ilk Cuma Selâmlığına çıkacak. Geleneklerin devamı için şart olan bu tören bile ne kadar sıkıntılı geçmiş; bunu başkâtipten öğreniyoruz: “…. Nasıl oldu da bu olay tertip edilebildi? İtabl-ı Âmire’den köhne alay arabaları çıkarıldı, Hünkâr’a bir saltanat arabası bulunabildi, arabacılarla seyislere telli pullu, şalvarlı cepkenli elbiseler giydirildi.”
Ne acı hâl ki, anlatımın devamını bırakıyoruz. İçinden çıkılacak gibi görünmeyen bütün düzensizlik, yokluk, kudretsizlik ve gözleri fal taşı gibi açılan düşmanlar… bunların üstesinden gelmesi icab eden ise bir pir-i fâni pâdişâh ve ona muhalif İttihatçılar…
Sultan Reşad hükmü olmayan bir hükümdar olarak oturduğu tahtta İttihatçıların her isteğine “evet” demiş, dokuz senelik padişahlık hayatı acı olayları acı acı seyretmekle geçmiştir! “Gerçekte hükümdarlık II. Abdülhâmid’le bitmiştir. Vahidüddin (de) ancak hükümdar gölgesi (idi).”
Sultan Reşad, İttihadçılara daha az zeki görünmeye çalışıyordu; sebebi ise tahttan indirilip hakaretlere maruz kalma korkusudur. Belki haklıdır, çünkü İttihatçıların ne yapacağı hiç belli olmaz. Balkan Savaşı’nı dört tane mahalle gibi devletçiklere karşı kaybedenler onlardı. Türkiye’yi dünya harbine sokanlar da onlardır. Bir gün içinde yarbaylıktan paşalığa yükselip, Harbiye Nazın olan da onlardan biriydi (Enver Paşa). Tabii Pâdişâhın bu terfi ve atamadan hiç haberi yoktu. Aslında İttihatçıların tâbi olduğu kanunlar Pâdişâhın rızasını ve mührünü gerektirirdi.

Tevfik Paşa’nın İstifası

İttihat ve Terakkiciler bütün yetkileri kendi ellerinde toplamak istiyorlardı. Meclis-i Mebusan reisi Ahmet Rıza Bey ile reis vekili Talât Bey’in ısrarlarına dayanamayan Tevfik Paşa istifa etti.
Tevfik Paşa’nın, istifa öncesi sıkıntılar yaşadığı görülüyor. Bir yanda Ahmet Rıza Bey’in kabineyi istifaya daveti sürüyor, diğer yanda Sultan Reşad’ın “gitme” ısrarı. İkisi arasında bocalayan Paşa vekilleri ile toplantı yapıp, nasıl bir yol takip etmeleri gerektiğini görüştüler. Kimi vekil zâtı şahaneyi tavsiye ediyordu. “Abdurrahman Şeref Efendi “bu adamlar genç ve heveskâr adamlardır, mevkii iktidara gelmek istiyorlar; biz çekilelim onlar gelsinler de heveslerini alsınlar” deyince, Mavkakordato Efendi bunun fikrine iştirak ediyor ve “yerlerimize adam bile hazırlamışlar” diyordu. Ferid Paşa karşıdan atılarak ve elini kalbinin üzerine koyarak “Abdurrahman Efendi, sen bradaki gibi söylemiyorsun, biz çekilelim ama memleketi kimlerin eline bırakacağız?” sözleriyle, endişesini belirtiyor.
Memleketi idare edebilecek ehliyette adamlar olmadığı kanaati işe yarayacak değildi. Mecburen çekildiler.

Çırağan Sarayı Yangını (19 Ocak 1910)

Çırağan Sarayı, İttihat ve Tera-ki’nin emri altındaki herşey gibi kullanılıyordu. Yani, orası normal saray işlevinden uzaklaştırılmıştı. Sultan Reşad hiçbir şeye yetiremediği gücünü buraya da yetirememiş, arzusu hilafına, Çırağan Sarayı elinden çıkmıştı. Bu işin kotancısı Ahmed Rıza Bey’dir. Kendisini tanıyanlar “iyi bir komitacıdır” derler. En bariz vasfı olarak komitacılığı tanınır. Çırağanla ilgili de komitacıvari bir usûl kullanmıştır.
Ahmet Rıza Bey’i bir başka kalem farklı anlatıyor: “… O kadar iyi yürekli idi ki kendisine vukua gelen ricaları reddetmeye kudret bulamazdı, fakat aynı zamanda pek muannit (inatçı) idi. Aynı yazara göre, Ahmet Rıza Bey’in Çırağan Sarayı talebi pâdişâh tarafından memnuniyetle karşılanmış.
Gerçi Abdülhâmidi tahtından indiren insanların devlet içinde güç yetiremeyecekleri bir şey yoktu, bunu da istedikleri şekilde yapabilirlerdi, yapmamışlar. Ahmet Rıza Bey nezâket! gösterip, gazetelere, pâdişâhın Çırağan Sarayını millî meclise bağışladığını yazdırmış. Böylece, emri vâki ile saray alınmış, Ayasofya’daki Ayan ve Mebusan meclisleri buraya taşınmışlar, kısa zamanda yangınla yüzyüze gelmişler.
Adına, şanına lâyık eşyalarla dolu olması hepsinin tarihe karışması kıymetini bilenleri üzmüştür.

Ardavudluk İsyanı (1 Nisan 1910)

Devlet yönetiminin sadece şevkle olacağını sananlar kısa zamanda ve acı acı yanıldıklarını anlıyorlar. Gururları elvermediği için aleni konuşmayanlar içlerinden, “ey tecrübeli bilgi sen ne kadar büyüksün” diye feryad ediyorlar.
Hürriyet, adalet, müsavat türküleri peşlerine epeyce adam da takmıştı. İttihatçılar, yaralı memleketin tedavisine, aç insanların doyurulmasına, hürriyete susamışların bir kuş gibi uçmasına zemin hazırlayacaklardı. Başka şeyler olmaya başladı; ne olduğunu anlayamadılar.
Fatih’in, Yavuz’un Kanûni’nin yaptığını yapmayan pâdişâhlar farkında olmadan padişahlıkta kalite kaybına sebep olmuşlardı. İttihatçılar da, vali atamalarında Sultan Hâmid’i örnek almayıp, hatalarına hata eklediler. Meslekten yetişmiş tecrübeli insan yerine İttihatçı olanı tercih edip büyük valilikleri bunlarla yönetmeye kalktılar. Mazhar Bey komitacı bir zabit iken ittihatçılığını etiket saydılar ve Kosova’ya vali yaptılar. Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan vs. unutulmamış olduğu, her yerde her an volkanların patlaması beklendiği günlerde bu tayin affedilmez hata idi.
Neyi, ne zaman, nasıl yapacağını bilemeyen Mazhar Bey, Üsküp”ün imarına koyuldu. İmparatorluk merkezi mâli yönden ayaklan bukağılı vaziyette olduğundan, masraflarını Üsküp halkından tahsili lazım. Dâhili gümrük vergisi koydu. Ayrıca, yumurta ve sakal vergisi gelecek” diye bir şayia halkın arasında dolaşmaya başladı. Daha başka, muhalif mebus çıkarmamak, derebeylerinin itibarlarını sıfıra indirmeye çalışmak isyankâr ruhlu Arnavudlara yetti. Sultan Hâmid buranın belli başlı adamlarını lütuflarıyla kendine -dolayısıyla- imparatorluğa bağlıyor, onlar da söz geçirdikleri insanları susturuyorlardı. Akıllı ittihatçılar sevmedikleri kişinin hareketinin tersini yaptılar.
Nice senedir Avusturya, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve İtalya, Arnavudları ayaklandırmaya çalışıyordu. İçlerinde hapis edilmiş millî ruhları yeni bir kazma darbesiyle fışkırmaya hazırdı. Vali Mazhar Bey tecrübesiz elleriyle o kazmayı en hassas yerlerine indirdi.
Silahlanan “Arnavudlar meşhur Kaçanik boğazını tutup yukarısına hâkim oldular. İsyan sahası az zamanda İpek ve Yakova havalisinden Priştine, Voçetnin, Ferizovik ve hatta İşkadraya kadar genişlettiler. Buna karşı İttihat ve Terakki komitesi Arnavud mebusların tavsiye ettikleri muslihane tesviye şekillerini (barışçı yollar denenmesi) reddederek tenkit kararını verdi…”
Zorla iş görme alışkanlığı burada iyice su yüzüne çıkan İttihatçılar, Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın 82 piyade taburuyla işi halletmesini yeğledi. Nazır hazretleri de, isyana iştirak edeniyle etmeyeniyle bütün ahalinin silahlarını topladıktan sonra kadınların, kızların önünde sıra dayağına tâbi tuttu. İzzeti nefislerine düşkün olan Arnavudlar bundan sonra Osmanlı’dan tamamen yüz çevirdiler ve son kozlarını da Balkan Harbi’nde oynadılar.

Kiliseler Kanunu ve Balkan İttifakı

Mezhepleri, dinlerinden daha kuvvetli bağ idi. Rum-Ortodoks kilisesinden ayrılmak için Bulgarların gösterdiği çaba önceki sayfalarda geçmişti. Âdeta Yunan boyunduruğunun ağırlığından ayrı kiliseye sahip olarak kurtulan Bulgarlar hürriyeti tatmıştı. Fener Rum Patrikhanesinin Bulgar Eksarhlığını aforoz etmesi bile umurlarında değildi. Aslında bu ayrılık, en fazla Osmanlı Devleti’nin kârınaydı. Sultan Hâmid mevcud durumun ne getirdiğini biliyor, devamını, ince bir siyasetle temine çabalıyordu. Şayet, bu ihtilaf giderilirse, bunun getireceği sonucu da tahmin eden Sultan senelerce ip üstünde oynamıştı. O düştü, düşürüldü, bütün hesaplar, planlar alt üst oldu:
3 Temmuz’da Kiliseler Kanunu çıktı. İttihatçıların en büyük yanlışlarından “hamakatlarından” biridir bu.
Dünya dengeleri devamlı Türkiye aleyhine değişmektedir. Türkiye ancak siyasi maharetle, Abdülhâmid Han’ın dehasıyla ayakta durabiliyordu. İlm-i Siyaseti bilmeyen ittihatçılar bir iş yaptıkları zannıyla önceki kiliseler kanunu üzerinde değişikliğe gittiler. Böylece Sırplar ve Bulgarlar aralarındaki ihtilaftan kurtuldular. Aralarındaki ihtilafın kalkması işbirliğinin, işbirliği de onlara Türkiye’nin yolunu açtı. Edirne’mizin bile Bulgarların eline geçmesini sağlayan, bizim İttihatçıların işte bu kiliseler kanunu üzerinde kalem oynatmalarıdır ve Hıristiyanlar bu kanunu ayakta alkışlasalar yeridir.
Selanik’te, sürgünde bulunan Abdülhâmid Han, İttihatçıların Balkanlıları barıştırdığını, savaşın çıktığını duyunca kederinden perişan olmuş; muhafızı Ali Fethi Okyar hatıratında, sabık Hakan’ın, şunları söylediğini yazıyor:
Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar beraber olabildiler. Aralarındaki derin ihtilaftan halledebildiler ve müştereken üzerimize saldırdılar demek… Rum, yani Yunan kilisesi ile Bulgar kilisesi arasındaki ihtilaf baki kalsa idi, bu iki millet arasındaki uçurumu hiçbir şahıs ve tedbir doldurtamazdı. Zaten elden gitmiş olan Girit için Yunan’ı ötekilerin kucağına atmanın manası var mıydı? Sizler tecrübesiz ve genç idiniz. Fakat Makam-ı Sadâreti lâyık gördüğünüz Sait ve Kâmil Paşalar senelerdir takip edilen idare-i maslahat siyasetinin zaruret olduğunu bilmiyorlar mıydı? Onların vebali sizinkilerden büyük… Bu kadar gaflet, bu kadar kısa zamana nasıl sığdı?..”
O zaman binbaşı rütbesinde bulunan Ali Fethi Bey, Sabık Hakan’ın, teessüründe samimi olduğunu da yazıyor ki, zaten, şüphe edilemezdi.
Türkiye’nin başında kara bulutlar küme küme dolaşırken, İstanbul’un başında kızıl dumanlar da eksik olmuyordu. Çırağan Sarayı yangını ile telafi edilemeyecek zararlar görülmüştü. 5 Ocak 1911’de Bâb-ı Âli’de bir yangın çıktı. Burada da çok kıymetli vesikalar kül oldu. Devletin evrakları bile koruma altına alınamıyordu. Şehirde yangın, hudutlarda yangın, yüreklerde yangın… âdeta vatan bir ocak oldu; her şey, herkes yanıyordu.

Padişah’ın Rumeli Seyahati

Sultan Reşad’ın hiçbir işe karışmasını istemeyen İttihatçılar, Rumeli’nde yaşanan kaynaşma için ondan yardım bekliyorlar; çünkü hâlâ Âli Osman hanedanından bir pâdişâhın halk üzerinde tesiri vardır. İçeride ve dışarıda Müslümanlar halife pâdişâha sevgiyle, saygıyla bağlıdırlar. Arnavud isyanı için bile faydalı olacağı umulan bu seyahat, isyandan iki ay sonra düşünülmüştür.
5 Haziran’da Barbaros adlı zırhlıyla yola çıkan Pâdişâh 16 Haziran Cuma günü Kosova’da ve Kosova sahrası tarihi bir gün yaşamaktadır. Sanki Murad Hüdavendigar’ın Meydan Savaşı var! 100 bin Arnavud toplanmış sahraya; Osmanlı hakanıyla beraber Cuma Namazı kılmanın hazzını tadacaklar. Kendilerini Hak din ile tanıştıran, Müslüman olmalarını sağlayan Osmanlıya, Türk’e, Müslüman Arnavud’un minneti fazladır. Sultan Reşad’ın onlarla beraber kıldığı Cuma Namazı Arnavud’ların gönlünü fethetmiştir… amma tesiri çok sürmeyecektir…
Sultan Reşad giderken arkasından “Baba” diye ağlaşan Arnavudlar; ayrılmak istemezler, âdeta sevgileri coşkun ırmaklar gibi çağlar Türk’ün hakanı için…
Ne yazık ki, idare sanatını hiç bilmeyen İttihatçılar Arnavudları da idare edemezler ve isyan bir süre sonra tekrar başlar…

Türkiye – İtalya Savaşı (29 Eylül 1911 -15 Kasım 1912)

İngiltere’nin ve Fransa’nın bir sürü sömürgesi var; yeni sayılsa da Almanya bile sömürge sahibi olmuştu. İtalyan’ın bu devletlerden eksiği mi var? Avrupa’ysa Avrupalı, büyükse büyük!! Artık onun da bir sömüreceği, poz yapacağı bir memleket olmalıydı! Libya, gerçi verimli bir araziye sahip değildi ama 1.759.450 km arelik koskoca bir kara… Osmanlı’nın orayı koruyacak gücü mü var?
İtalyanların bu emeli olgunlaşırken bizim şimdiki sadrazamımız Hakkı Paşa, Roma büyükelçimizdir, bir şeyler sezinlemesi icab ederdi ama edememiş. İşte bu Hakkı Paşa, briç oynarken İtalya’nın notası gelir, bu yazılı kâğıt, İtalya’nın Türkiye’de jandarma ıslahıyla görevli Rabilon Paşası tarafından bizim Sadrâzama verilir. Sadrâzam Paşa, oyuna ara verip de zarfı açmanın sosyete adabına uymayacağı düşüncesiyle bir kenara bırakır; oyun bitince açar, okur. Geç kalınmıştır. Geldiği vakitte okunup gereği yapılsa belki savaş önlenebilirdi. İş işten geçmişti artık, bu savaş yapılacaktı. İttihatçıların ne kadar başarılı oldukları her sahada böyle görülmektedir, görülecektir vatan enkaz olana kadar…
“İtalyanların; birkaç yüz Türk’ün, hattâ subay kıtlığında Türk çavuşlarının idare ettiği birkaç bin yerli ile yıllarca başa çıkamamaları Avrupa’da İtalyan ordusunun prestiji için ağır bir darbe olmuştur.”
İtalyanlar Libya’nın tamamını ancak 20 yıl sonra alabilecekler ama bizim 12 adamız İtalyan hışmından kurtulamayacak. Libya Turgut Reis tarafından fethedilmiş, 360 sene Türk hâkimiyetinde kalmıştır. Pekiyi; Libya’yı birkaç saatlik kumar zevkine feda eden Hakkı Paşa ne olmuştur? Hiçbir şey olmamış. İttihatçılar, onun “Eski zamanlarda benim vaziyetime düşen vezirlerin kafasını pâdişâhlar binek taşında kestirirlerdi” itirafında bulunup istifa etmesine rağmen kendi adamları olduğu için kurtarmışlardır. “İttihat ve Terakki” komitesi bir takım parlamento dolapları çevirerek o lekeli mücrimi adalet pençesinden kaçırmış ve “memuriyeti mahsûsa” ile Londra’ya bile göndermiştir!”

Sadâret Değişiklikleri

Her şey kısa ömürlü, hüznün dışında. Sadrâzamlar da çabuk gelip gidiyor. Zorla istifa ettirilen Tevfik Paşa kabinesinden sonra Hüseyin Hilmi Paşa da uzun süre duramadı. Kimi Fatih, kimi İskender edalı ittihatçıların kahrına dayanabilmek zor. Hilmi Paşa sekiz aya yakın durabildi. Sabrının son noktasında istifa etti.
İtalyan Harbinin müsebbibi değil de maznun’u Hakkı Paşa, kendi ihmalini cezalandırıp istifa etti. Hatta boynu vurulacak bir sadrâzam olduğunun itirafından çekinmedi.
29 Eylül 1911’de en kıdemli Sadrâzam Küçük Said Paşa sekizinci defa vazife aldı. Bir türlü olmuyordu. Uzaktan bakarak dağları devireceğini sanan yiğitler küçük tepeleri aşamıyordu. Sultan Hâmid’in yetiştirdiği, sadâret tecrübesi de fazla olan Said Paşa’dan medet ummak zorunda kaldılar. Belki, Abdülhâmid politikasını, gizlice, el altından ona uygulatacaklardı. Birçok eksiği olmakla beraber Said Paşa’nın bilgi fazlasının memleketi tünelden çıkaracak ışık olacağı umuluyordu.
Bir önceki Sadrâzam Hakkı Paşa’nın Trablusgarb’ın kara yazısına mürekkep olduğu düşünülüyor, onun kabinesi de sorumlu bulunuyordu; gereğinin yapılması istendi. Meclisi Mebusandaki Trablusgarb ve Bingâzi mebusları acıyı daha fazla hissediyorlardı. Doğrudan suçlu saydıkları Hakkı Paşa kabinesinin Divanı Âliye verilmesi için imza topladılar. Her zaman görüldüğü gibi bir kere daha, İttihatçının İttihatçıyı ısırmadığına şahit olundu.
Meclisi Mebusan’m fesih hakkı, Kanûn-ı Esasi sevdalısı İttihatçılar tarafından değiştirilmiş, bu yetki pâdişâhtan alınmıştı. Said Paşa, Hakkı Paşa kabinesiyle ilgili suçlamaların görüşülmesini isteyince, İttihatçılar meclisi tatil etti. Said Paşa onlara tatil ve fesih yetkisi veren kanun maddesini değiştirmek yolunu denediyse de, şart olan üçte iki çoğunluğu temin edemedi.
Sadrâzam Said Paşa kendi usulüyle hedefe varmaya uğraştıkça, muhalifler öbür yolu zorladı ve kuvvetli olan (İttihatçılar) savaşı kazandı. Bu mücadele sürerken Said Paşa sekizinci sadâretinden istifa etti. Siyasî bir hesapla yapılan istifanın bir gün sonrasında Paşa dokuzuncu ve sonuncu defa Mührü Hümâyunu aldı. Pâdişâhın da devreye sokulması hiçbir şeye çare olmadı. Hakkı Paşa ve arkadaşlarının yargılanmasına güç yetiremediler. Sorumlu mevkide bulunup da selâhiyetini kullanamayışı Said Paşa’nın istifasına yol açıyordu.

Türk Ocağı’nın Kuruluşu 25 Mart 1912

Said Paşa’nın sadâreti işe yaramasa da devam ediyordu. Türk Milliyetçiliği fikri taşıyan bir grup insan, imparatorlu¬a dahil birçok memleketin, eyaletin bağımsızlığını alması karşısında, yeni tavır belirlemeyi düşündü. Devletin tebâsı sayılan gayri müslim kalmamış gibiydi. Müslüman teba da şöyle ya da böyle bağımsızlığına kavuşuyor, devletin herkese aynı mesafede yaklaşması aslî unsur olan Türke zarar veriyor, bu mülahazalar etrafında bir araya gelen insanlar, kendilerini bir arada tutabilecek programlar hazırladı. Türk Milliyetçiliği işleyen programlarla “Türk Ocağı” adı verilen bir çatı altında toplandılar. Ocağın ilk, en faal iki üyesi Hamdullah Suphi ile Ferit Cansever idi.

İttihatçıların Suyu Kesiliyor (16 Temmuz 1912)

Trablusgarb Harbi devam ediyor. İtalyanların gördüğü direnç ne olursa olsun, Türkiye’nin zebunluğu kendini gizleyemiyor. Düşman fırsatı kaçırmayıp buyandan da 12 adayı işgal etti. İstanbul’un kalbi heyecanla çarparken Çanakkale Boğazı topa tutuldu. İttihatçılar, içeride halkı yıldıran şiddeti artırdı, herkes endişeli yaşayışla yönetime düşman kesildi. Başlamış olan Örfi İdarenin devamı, bir kısım devletlerin kışkırtması Arnavudlukta isyanı körükledi. İttihatçılar düzeni sağlamak amacıyla Arnavudluğa ordu gönderdi.
“Halaskar Zabitan” İttihatçıların hayırsız evladı da denebilecek bu isim yani “Halaskar Zabitan” Arnavudluğa isyan bastırmaya giden ordunun içinden çıktı. Kendilerine bu ismi yakıştıran bir kısım genç subay, kurtarıcı olduklarını göstermek amacıyla dağları yurt edindi. Arnavud isyancıları sindirme yerine İttihatçıları tehdid eden Halaskar Zabitan Pâdişâha yapılanların acısını çıkarıyordu.
“Mahmud Şevket Paşa grubun kampanyasını desteklemek için Harbiye -Bakanlığından- istifa edince bir darbe kaçınılmaz oldu. Böylece, İttihat ve Terakkinin denetiminde olan Meclisten güvenoyu almasına karşın Said Paşa istifa etti.” (16 Temmuz 1912)
Said Paşa’nın, sıkışınca istifa etme huyu yeni değil; Sultan Hâmid devrinde de böyle yapıyordu. Hiçbir zoru göğüsleme fedâkârlığına yanaşmaz, en kısa yoldan bir başka sapağa kendini atıverir. Yalnız, bu defaki istifasında şunu da gözönüne almak lazım, İttihatçılarla fikrî yakınlığı yoktu.
Subayların siyâsete karışıyor olması Sultan Reşad tarafından eleştirildi. Emin bir kumandan olduğunu Türk-Rus savaşında ispatlayan Ahmet Muhtar Paşa sevilen insanî yanı ile de önemli şahsiyetti. Pâdişâh, hükümeti kurma görevini, sevilen bu Paşaya verdi. (12 Temmuz 1912) Ahmed Muhtar Paşa yaşlı, tecrübeli, büyük devlet adamlarından biriydi ve kendisi de “ne olduğunu” biliyordu. Arnavudluk isyanıyla ilgili fikri kendine ne derece güvendiğinin delilidir. Sadâret verildiğinde, Arnavudluk meselesini açarak Ali Fuad Türkgeldi’ye söyledikleri:
“Benim niyetim sadâreti Kâmil’e yahut Hüseyin Hilmi’ye terk ile Şûrayı devlete çekilmektir. Nâzım’ı da atarak Harbiye nezaretine Mahmud’u (oğlu) getirip Arnavudluğa göndermektir. Onun üzerine benim adım olduğundan ve Arnavudların bana büyük hürmetleri bulunduğundan o giderse derhal ihtilâli teskine muvaffak olur.”
Gazi Ahmed Muhtar Paşa zamanın değiştiğini, Arnavudların da değişen zamana boyun eğdiğini aklına getiremiyordu. Paşa’nın tasavvurları bir kenara, yaptıklarına bakmak lazım. “Büyük kabine” “Baba-oğul kabinesi” gibi isimler takılan Ahmed Muhtar Paşa’nın kurduğu hükümette “Eski Sadrâzamlardan Kâmil, Hüseyin Hilmi ve Avlonyalı Ferid Paşalar” bulunuyor. Bu yüzden “Büyük Kabine” deniyordu. Bahriye Nâzırı olan oğlu Mahmud Muhtar Paşa’dan dolayı da “Baba-oğul Kabinesi” denmişti.

İttihatçı-Halaskâr Çekişmesi

Halaskar Zabitan grubu başkan çıkmış, yeni kurulan Ahmed Muhtar kabinesi İttihatçıları meclise almamıştı. Amma, tam olmamıştı her şey; Halaskar Zabitan amacına yaklaşmıştı. Mecliste bir tane İttihatçının bulunması bile can sıkıcıydı ve bu da mevcut idi. Kanun maddesinde bir değişiklik yapılarak pâdişâha yetki verildi, o da meclisi feshetti.
5 Ağustos 1912’de yeni seçimlere gidildi. Hükümetin kampanya imkanını kısıtladığı İttihat ve Terakki Partisinin şansı kalmadı.

Kaynayan Balkanlar

İtalyanların Trablusgarb’a saldırması Balkan devletlerine şok tesiri yaptı. Bir süre Türkiye’yle ilgili faaliyetlerden el çekmiş bulunan liderler yeniden, yeni planlar yapma ihtiyacı duydular. Makedonya’da süregelen rekabetin terk edilmesindeki menfaatlerini gördüler. Türkiye’nin, başındaki savaşla başa çıkamayacağı, İtalyanlar tarafından hırpalanacağı iyi hesap edilip, bundan kâr sağlamak gerekti. Türkiye’nin Balkanlarda yanacak ateşi söndürmeye nefesinin yetmeyeceği dikkate alınıp, değerlendirilmeliydi. Bunun yolunu aradılar.
İlk önce Sırbistan ile Bulgaristan anlaştı. Bunlar esasen iki devletçik, aslana saldıracak iki tilki mesabesinde idiler amma, aslanda aslanlık kalmış mı ki?
13 Mart 1912’de yapılan Sırp-Bulgar anlaşmasına göre Türkleri yendikleri takdirde Yenipazarla Niş bölgesi Sırbistan’a, Rodop Dağlarının doğusuyla Struma Bulgarlara geçecek. Ayrıca Makedonya’nın özerkliği uygulamada güçlük çıkarırsa Bulgaristan Manastır ile Ohri’yi Sırbistan da Kuzey Makedonya’yı alacak. Komanova ile Üsküp ve geri kalan bölge¬er çarın arabuluculuğuyla iki devlet arasında pay edilecekti.
Sırbistan-Bulgaristan birliği Yunanistan’ı, Karadağ’ı, Arnavudluk’u daha sonra peşine taktı. Osmanlı askeri askerlikten fazla siyâsetle uğraşıyordu. Doğru. “Osmanlıların silâhaltında bulunan 250.000 askeri Balkan ordularının toplamından çok azdı.
Balkan devletleri savaşa, Türkiye onlara karşı tedbir almaya çalışırken devam etmekte olan Arnavud isyanı durdurulmayı bekliyordu. Büyük ordular kullanıp sindirilmeleri yerine, arzularının yerine getirilmesi, olamayacak istekleri yönünde de ikna edilmeleri düşünüldü. Birçok tavizle olsa da, isyan durduruldu. (4 Eylül 1912)

Balkan Harbi’nin Başlaması (8 Ekim 1912)

Anadolu’dan daha fazla, hem de Anadolu’yla mukayese edilemiyecek kadar fazla önem verdiğimiz Rumeli’nin tamamen elimizden çıkmasının savaşıdır bu. Türkiye Türklüğüne bir dizine yanık Türkü kalacak bu savaştan; bir de yanık bağırlı yüz binlerce göçmen… “Esme bre deli rüzigar yolda yolcum var benim” diyerek hisleneceğiz; sonra da, elimizden çıkan Edirne’yi tekrar alabildiğimiz için teselli bulacağız. İlerleyen zaman içerisinde heba edilen camilerin, köprülerin, kervansarayların direkleriyle, sütunlarıyla devamlı yıkılacağız; hele de Mimar Sinan’ın, adına kitaplar yazılan eserlerinin yok oluşuna esef edip duracağız, nesiller boyu…
Türkler bütün dünya tarafından savaşçı bir millet olarak kabul edilirken, Balkanlar’da “dört eski vilayet ve ilçemiz karşısında” yenileceğimiz kimsenin aklından geçmezdi. İşte bir Fransız gazetecinin sözleri. İlhan Bardakçı’dan naklediyoruz:
“Beklenmedik bir fevkalâdelik olmazsa, ne Bulgarlar, ne Yunanlılar ve ne de Sırplarla Karadağlılar Türkleri yenebilirler… Ben daha geçen yıl Libya da 100 bin kişilik modern İtalyan ordusunu 1700, evet mübalağa etmiyorum beyler, sadece 1700 Türk askerinin perişan ettiğini gördüm…”
“Ve Libya’daki 1700 Türk’ü yöneten iki ufak tefek adamdan bahsediyor, aynı gazeteci; “Pâdişâh Libya’ya Enver ve Fethi Bey isminde iki binbaşı göndermişti. Tanıdım kendilerini. ( ) Tam bir yıl o yüz binlik İtalyan ordusu 1700 Türk askerinin karşısında çakıldı kaldı.” diyor. Ve bir başka yabancı gazeteci “Türk ordusunu yenmenin imkânı yok. Ama dikkat ediniz Türk ordusu diyorum. Çünkü bugün için Türk ordusu artık mevcud değildir…” (İmparatorluğa Veda)
Ordunun politikaya bulaştığını anlatıyor gazeteci. Bulgar ordusunun disiplinini övüyor. Türkiye’nin yenilmek, küçülmek alın yazısıdır artık. En iyi vezirler de işbaşında olsa bir şey fark etmiyor. İtalya harbi, daha doğrusu İtalya ile Libya harbi çıkmadan önce İtalya’dan gelen Roma sefiri Hakkı Paşa ile Balkan Harbi’nden evvel Bulgaristan’da bulunan, “Asım Bey zavallısı da Bulgaristan’dan geldiği halde, Bulgar ihtirasatından o kadar gafildir. Hattâ son Said Paşa kabinesinin istifasından bir gün evvel Meclis-i Mebusân’da kürsüye çıkıp, “Balkanlar’dan imanım kadar eminim!” demişti.
Acaba imanı mı çürüktü hariciye nazırımızın? Balkanlar’dan emin olununca bu fakir devletin masrafını azaltmak lâzımdı. Asım Bey’den sonra bir başkası hariciye nazırı olur. (sıkça söylediğimiz gibi) Osmanlı’da adamı mı yok; biri gider, biri gelir… Asım Bey’in yerine de biri geldi.
Rusya Türkiye’ye teminat veriyor. Balkanlar’dan korkmayın, diyor; buna bizim hariciye nazırımız hemen inanıveriyor ve 120 taburumuz terhis ediliyor. “Türklere karşı beslediği hisler şüpheli olarak tanınan hariciye nazırımız Gabriel Noradungiyan’dır ve Ermeni’dir bu şahıs, bu şahıs İttihatçıların memurudur!
“21-23 Ekim’de Bulgarlar Edirne ile Kırklareli arasında Süloğlu ile Pınarhisar muharebelerini, 28 Ekim – 2 Kasım’da Lüleburgaz muharebesini kazandılar. Türk ordusu dağıldı, çözüldü ve geriledi. Kırklareli düştü. Düşman Çatalca önlerine geldi.”
Pınarhisar, fetihlere giden Pâdişâhların dinlendiği yer idi. Şimdi askerimiz çil yavrusu gibi Bulgarların önünden kaçıyor, Bâb-ı Âli iktidar lotosu oynuyor!!!
Balkan Savaşı’nı kaybedişimiz askerin politikası yüzündendir, deniyor ya, galiba gerçek. İşte bir Talât Paşa, arkadaşları ile arası açılır ve Edirne’de Şükrü Paşa’nın yanında alır soluğu. Şükrü Paşa Edirne’yi savunan kahraman ihtiyarımızdır. Der ki:
“Seni hemen Edirne’nin ortasında idam ettirmemi istemiyorsan, bu günden tezi yok, çekil git buradan Talât Bey oğlum, sen ki sabık dâhiliye nazırısın, sen ki Edirne’ye vatanseverlik göstermek için er rütbesi ile gelmişsin… Ve sen ki, bana yardımcı olmak yerine orduyu ifsad ediyor, askere dövüşmemesini telkine çalışıyorsun… Çek git buradan, İttihat ve Terakki’yi iktidara getirmek için başka yerlerde çalış.” (İmparatorluğa Veda)
Şükrü Paşa’ya demişlerdi ki İstanbul’dakiler: “30 gün dayan yeter.” Şükrü Paşa tam 155 gün dayanmış, yiyecek bir şey kalmayıp da askerlerin “ekmek… ekmek” diye inlediği günlerde süpürge tohumların bile gıda olarak kullanmışlardı. Hastanede kendine gelen yaralı askerin “İlaç istemem bacı hemşire, bir dilim ekmek ver bana” dediği günler… ve o günlerde bir Osmanlı Paşası, başkumandan vekili Nâzım Paşa, Çatalca hattında tren vagonundan dışarıya boş şampanya şişesi atıyor. Görgü sahibi bu olayı oğluna anlatmış, oğlu da Yılmaz Öztuna’ya, biz de Öztuna’nın kitabından aldık.
26 Mart Çarşamba günü, maddi hiçbir şeyi kalmayan Şükrü Paşa, Bulga-lar’a teslim olur. “General İvanov’un hürmetle karşıladığı büyük Türk kahramanı şanlı kılıcını düşmana teslim eder.” Daha sonra Edirne’ye Kral Ferdinand gelir ve Osman Paşa ile Ahmed Muhtar Paşa’ya yapılardan takliden kılıcı Şükrü Paşa’nın beline takar.
Bu talihsiz harbin sonunda Edirne yine bize geçer, ama hepsi bu kadar. Öteler ellerindir, pasaportla gider vize alabilenler… Şükrü Paşa istenenden beş kat fazla mukavemet gösterip yine de yardım alamamış ve her şey bittikten sonra mağlup kahraman olarak İstanbul’a dönünce, halktan, bu yiğit ihtiyarı görmek isteyenler garı doldurur. Fakat itibarları sarsılacak olan İttihadçılardan Cemal Paşa, trenden el çabukluğu ile kapar kahramanı bir arabaya bindirir, kimseye göstermeden kaçırır. Bu olayı Şükrü Paşa İsmail Hami Danişmend’e anlatmış, şöyle:
“Şükrü Paşa diyor ki: “Harbin bidayetinde hükümet benden Edirne’nin bir ay muhafazasını istedi. Elimde bu noktaya aid bir vesika da var; ben her türlü mahrumiyete rağmen taahhüdümün beş misli dayanarak 155 gün mukavemet ettim. İşte buna rağmen esaretten avdetimde İttihat ve Terakki hükümeti beni tekaüde sevkedip menkûp yaşattı.”
İttihad ve Terakki ile onlara karşı meydana getirilen Halaskar Zabitan grubunun politik çarpışmaları devletin batmasına sebep aladursun, İstanbul’un elimizde kalmasına sevinecek günleri atlatmıştık. Edirne’yi Bulgarlara bırakmamış olmamızı büyük başarı olarak görmek durumundaydık! O günkü zevat böyle düşünüyordu, her halde. İttihatçılar politikaya bir hayli yatkın olduklarından Halâskârân grubu başkanı Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı bile elde etmeyi başarmışlardı. (Tren vagonundan şampanya şişesi atan paşa).

Bâb-ı Âli Baskını (23 Ocak 1913)

Talât, Enver ve Cemal Beyler İttihatçıların liderleridir; bunlar harbiye nazırını elde edince çok işler plânlamaya başlarlar, pek çok kişi ile pazarlığa girişirler. Balkan Harbi devam etmektedir.
“Tesadüfen Bâb-ı Âli’nin önünden geçerken gördüğüm 8-10 kişi” İsmail Hami Bey bu kadar görmüş, böyle diyor; bazıları bu sayıyı 200’e kadar çıkarıyor. 23 Ocak Cuma günü “Enver Bey kır bir ata binmişti. Diğerleri kamilen yayandı. Ellerinde birer küçük bayrak vardı. ( ) Reşit Bey’in hatıratında söylediği gibi bunlar hakikaten “cemiyeti beşeriyenin en müstekreh tortularındandı.” Enver’in bindiği kötü beygirin dizginlerini iki tarafından iki çeteci tutuyor, hepsi birden ve hiç durmadan tuhaf bir külhanbeyi telaffuzuyla: “Yaşşassin Enver Bey, yaşşassin millet!” diye bağırıyorlardı. Bunların içinde Talât Bey yoktu.”
Kahramanlar! Bâb-ı Âli’yi basarlar, 2 subayla 8 nöbetçi er şehit edilir. Olayı duyup Bâb-ı Âli’ye gelen Nazım Paşa Enver Paşa’ya “Sen siyasetle uğraşmayacağına dair söz vermemiş miydin? Şahsî ve askerî namusun üzerine bana verdiğin söz bu muydu? Bu Nazım Paşa pek namuslu olarak anlatmasa da, kendisine yapılan namussuzluğa tahammülü yoktur. Hiddetini yenemeyen Nazım Paşa: “Peze…, beni aldattınız!” diye bağırır. Bu ağzından çıkan veya oradakilerin duyduğu son sözleri olur. Bir kurşunla Nâzım Paşa dünyaya veda eder. “Kim vurdu? Enver Bey mi, Yakub Cemil mi? Hâlâ belli değil.” diyor Yılmaz Öztuna.
Bu olayla ilgili Yılmaz Öztuna böyle kanaat belirtiyor ama Hüsameddin Ertürk’ün sözleri farklı.
Hüsameddin Bey o sıralarda binbaşıdır; İttihatçılarla içli dışlıdır; baskın öncesi bazı toplantılarına da katılmıştır. Tabanca seslerini duyup dışarıya fırlayanlardan birisi Harbiye Nâzıırı Nâzım Paşa’ydı. “Enver’i görünce şaşırmış: “Bu ne cüret burada ne arıyorsunuz, asî herifler!..” diye bağırmaya başlamıştı. Enver, Paşa’yı askerce selâmlamış: “Vatanı satanlara ordu müsaade etmeyecektir…” demişti. İşte tam bu sırada, yanında duran Yakub Cemil, kolunu paşanın arkasından çevirip, sağ yanağına tabancayı yaklaştırarak onu vurmuş ve yere sermişti. Enver hiddetle: “Eyvah, ne yaptınız, bu cinayete ne lüzum vardı?..” diye bağırınca hâlâ tabancasından duman çıkan Yakub Cemil Nâzım Paşa’ya bir kurşun daha sıkarak: “Bu herife laf anlatılır mı?” diye cevap vermişti.”
Enver Bey’in istediği nedir? Sadrâzam Kâmil Paşa’nın istifası. 83 yaşındadır Kâmil Paşa. Fransızca, İngilizce, Yunanca, Arapça ve Parsça bilir. Şöhreti Avrupa’ya yayılmış bir devlet adamı olan Paşa, böyle buhranlı bir zamanda yapılan işin hata olduğunu söyler. Enver Bey için hiç mühim değildir ve Kâmil Paşa sadâretten istifa eder, ama “Makamı Sadâret” başlıklı kâğıtlardan birini alır ve “Asker tarafından vâki talep üzerine istifa ettiğini bildiren satırları yazar. Enver Bey asker tarafından gerekçesine halk kelimesini ilave ettirir.”
Bundan sonra Enver Bey, Mahmut Şevket Paşa’yı getirtir sadârete, hüküm artık onundur.
Bütün bu olaylar, Türklere ait topraklar paylaşılırken yaşanır İstanbul’da. Devletin başı olan Pâdişâh Sultan Reşad ne yapıyordu acaba? 500 senelik Türk yurdu elimizden çıkmış, evladı fatihan kovuluyor öz toprağından. Ölenler! Bulgarların iğrenç tecavüzlerine uğrayanlar ve her şeylerini bırakıp İstanbul’un yolunu tutanlar… İstanbul’dan Anadolu’ya dağılanlar… Koyunun kuzudan ayrıldığı bir hercü merc.
Yüzbinlerce göçmen ağıt figan içerisinde barınak bulma çabasıyla yaşamaya çalışırken Pâdişâh ne yapıyordu? Maalesef hiç bir şey! Bir şey yapmasına imkân verilmiyordu ve imkân bulacak meziyetlere de sahip değildi. Sarayında, hayatına dokunulmaması ona yetiyordu. Belki de olan bitenlerden haberi bile yoktu. Belki de Avusturya ateşemiliterinin şu yazdıklarını okumamıştı ve duymamıştı:
“Hayatım, altımdaki atın gücüne bağlı idi. Yıkıldığı an buralarda kalmaktan başka bir şey beklemiyordum. İki gündür üzerimdeki iki parça çikolata ile idare ediyordum. Ama cebimdeki ekmeğe henüz dokunamamıştım. Bir ara durdum. Ekmeği çıkardım. Isıracak ve karnımı doyuracaktım ki, ilerideki derenin kenarında bir şeyin kımıldadığım hissettim. Baktım kanlar içinde bir yaralı. Sesi çıkmıyordu amma, kolları bir şeyler ister gibi bana uzanıyordu. Gözleri elimdeki ekmeğe takılmıştı. Ekmeğim elimden kaydı. Yaralı asker çılgın gibi atıldı. Yarı kan, yarı çamura bulanmış ekmek parçasını cinnet getirmişçesine ısırmağa başladı.” (İlhan Bardakçı’nın, İmparatorluğa Veda adlı kitabından).
Pâdişâh, daha önce de söylediğimiz gibi İttihatçıların istedikleri kâğıtları mühürlüyor, istenen tayinleri yapıyordu. Bâb-ı Âli baskınından sonra Enver Bey, yeni tayinler yaptırmış, saraydan dönmüş halka tebliğ ediyor.
O günleri yaşayan, o olayı olay yerinde gören, gördüklerini kitabına aktaran İsmail Hami Danişmend anlatıyor:
“Enver Paşa yeni tayinleri binek taşından, halka anlattıktan sonra, “Pâdişâhım çok yaşa!” dedi ve artık mahşerleşen kalabalık da tekrar etti.”
Pâdişâhın adı ara sıra böyle anılıyordu. Yine imzalanacak bir kâğıt sürülmüş önüne, yüreği cızlar Sultan Reşad’m, tereddütle etrafına bakar; “Şimdi ne yapalım?” der. Sultan Abdülmecid’in kızı M-nire Sultan’ın kocası Salih Paşa’nın idam hükmüdür bu imza bekleyen kâğıt. Ve Dâmad Paşa iftiraya uğramıştır. Pâdişâh, yeğeninin kocasını kurtaracak cesaretten mahrumdur.
Cemal Bey (henüz Paşa değil) İstanbul muhafızıdır, der ki:
“Eğer zat-ı şahane Salih Paşa’nın idamına irade vermezse, ben irade olmaksızın asarım, sonra siz beni asınız!”
Yiğit bir Padişaha söylenemezdi bu söz ve terbiyeli bir devlet adamı Padişahına karşı böyle bir davranışı aklından bile geçirmezdi!
Dâmad Paşa asılır, Sultan amcasına beddua eder, “Sakalı kana boyansın” der.
Dâmad Salih Paşa suçsuz olduğu halde idam edilince Sultan Reşad hakiki dostlarından da mahrum kalmıştı.
Şehzadeler ve sultanlar küsmüşler, “baba” diyenler kendisinden yüz çevirmeye başlamıştı.
Babı Âli baskınıyla sadârete getirilen Mahmud Şevket Paşa (23 Ocak 1913) beşinci ayını yarılamıştı. Bir suikaste kurban gitti Paşa.
Mahmud Şevket Paşa günlük tutan bir devlet adamıydı. Ölüm gününe kadar gelen hatıralar -eğer yaşasaydı-, o günü de içine alacaktı. Alışılmış bir düzende yaşayan Paşa, alışılmış vakitte, Bab-ı Âli’ye gitmek üzere Harbiye Nezâretinden çıktı. Bâyezid Meydanını dönmeden evvel karşı sokaktan gelmekte olan bir cenaze arabası gördüler ve cenazeye hürmeten beklediler. “Ne olduysa bu sırada olmuştu.” Çapraz ateşe tutulan arabada Mahmud Şevket Paşa ile beraber Bahriye subayı İbrahim Bey ve Paşa’nın ağası da şehid olmuştu.”
Suikastla ilgili geniş çaplı tahkikata başlanıp, birçok fail yakalandı. Suçlu olduğu sanılan ama yurt haricinde olduğu için ele geçmeyenler de vardı.
Olayla ilgisi olduğu varsayılan 37 isim tespit edilmiş, bunlardan, ancak onu bulunmuştu; bunlar, Bâyezid Meydanına sıralanan Darağaçlannda sallandırıldı. İşte, az önce yeğeninin “sakalı kana boyansın” diye beddua ettiği, pâdişâhın çaresizlikten idamına onay verdiği Salih Paşa bu idamlıklardan biriydi ve suçsuz olduğu anlaşılmıştı. Diğerleri: Miralay Fuad Bey, Bahriye Yüzbaşılığından istifa eden Şevki Bey, Yüzbaşı Çerkez Kazım Bey, Mühib Bey (Polis Müdüriyeti Siyâsî Müdürü), Topal Tevfik, Çerkez Ziya ve kardeşi Hakkı, Mülazım Mehmed Ah, Abdullah Safa Efendi.
İsmail Hami Danişmend’e göre bir suikasde kurban gitmesi, Mahmud Şevket Paşa’yı yaptığı kötülüklerden temize çıkaramaz. Trablusgarb’ın silahsız bırakılıp, iyi savunma yapamaması, Selanik’in elden çıkması gibi durumların mesulü Mahmud Şevket Paşa’dır.
Bu suikast olayıyla Paşa ölmüştür ama onun taraftan İttihatçılar bir bahane elde etmiş olarak tedhiş hareketine başlamışlar, kendilerine muhalif olan 350 kişiyi tevkif edip yurt dışına göndermişler, böylece Paşa’nın kötülüğü ölümünden sonra da sürmüştür. Az önce idam edilenlerin isimlerini vermiştik. Divan-ı harb-i örfi, Avrupa’ya kaçtıkları için bulamadığı, aşağıda isimleri yazılı kişileri de idama mahkum etmişti. “Prens” denilen Sabahaddin Bey, sabık Dahiliye Nazırı Reşid Bey, eski sefirlerden Kürt Şerif Paşa, eski mebuslardan Gümülcineli İsmail Bey, Kaymakam Zeki Bey, Mütekaid Jandarma Yüzbaşısı Mehmed Efendi ve Kemal Midhat, Pertev Tevflk ve Çerkez Nazmi Beylerle Abdurrahman, Kavaklı Mustafa ve Yüzbaşı Çerkez Kâzım’ın kardeşi Hikmet Efendiler.”
Suçlu zannı ile mahkeme edilenlerden sekiz kişi beraat etmiştir. Bu da adil olduklarım gösterme lüzumundan yapılmış olmalıdır.

Balkan Sulhu (21 Temmuz 1913)

Balkan Devletleri kendi aralarında anlaşmazlığa düştü. Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ birbiriyle uğraşırken Romanya fırsatı değerlendirmeye başladı. Türkiye Edirne’nin acısıyla kıvranıyordu. Karışıklıktan istifade edip Edirne’yi Bulgaristan’tan alma vaktiydi. Bulgaristan diğer komşularıyla savaşırken Türk Ordusu Edirne’yi sessizce işgal etti. Ortada yapılan anlaşma vardı ve Edirne’nin işgali anlaşmaya aykırıydı. Burada hileyi şeriyeye başvuruldu. “Teşkilât-ı Mahsusa”nın teşkili hemen Yüzbaşı Süleyman Askerî Bey’in başkanlığında yapılıverdi. Süleyman Askerî Bey’in rütbesi, Hüsameddin Ertürk’e göre Erkânı harp binbaşısıdır. Kurulan Teşkilat-ı Mahsûsa gayriresmî idi. Emrindeki “çetelere Ortaköy, Kırcaali kazalarıyla, Dedeağaç ve Gümülcine sancaklarından mürekkep olan Garbî Trakya’yı Muşta nehrine kadar işgal ettirip, ciddi bir şey olmayan bir İslam devletçiliği kurdurdu.”
Bundan sonra Osmanlı Devleti’ne iltihak eden bu sözde devlet, Edirne’nin ebediyyen Türk’ün olmasında mühim bir vazife görmüştür. Daha sonra da sıra sulhe gelmiş ve Balkanlar macerası bitmiştir.
Edirne’nin hududumuzun dışında kalmasının verdiği çöküntü o kadar derindi ki, nasıl olursa olsun orayı yeniden sahiplenmek Türk milletinin yüzünü güldürmeye yetti.

Birinci Cihan Harbi (11 Kasım 1914)

Devlet, Balkan harplerinin yaralarını saramadan, yeni bir felâketin ortasında çırpınmaya başladı. Bu felâket Birinci Cihan Harbi’dir. “İtilaf-ı Müselles” denilen İngiltere, Fransa, Rusya devletlerine harp ilan ederek hiçbir lüzum olmadığı halde, Almanya ve Avusturya, Macaristan’ın yanında yer alması Türkiye’nin gerçek felâketi olmuştur.
Bu harp niçin çıkmış? “Büyük Sırbistan” hayalindeki 19 yaşında bir çocuk “Garvilla Princip” Kara El Komitesi mensubudur. Saray-Bosna’ya gelen Avusturya Veliahdı Ferdinand’a suikasd düzenler ve hem veliahdı hem de karısını öldürür… İşte Avrupa devletleri biribirine, bundan sonra savaş açarlar. Rusya ile Japonya da savaşa iştirak eder. Her birinin ayrı bir hesabı vardır. Otuz devletin yer aldığı bu savaşta Türkiye’nin işi ne? Niçin bu harlı ateşin ortasına atılmıştır? Bunu bilen sadece dört kişi; bunlar Sadrâzam Said Halim Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dahiliye Nazın Talât ve Meclis-i Meb’usan reisi Halil Bey’dir. O zaman henüz Fransız taraftan olduğu için Bahriye Nazın Cemal Paşa’ya haber bile verilmemiş ve tabii diğer vükeladan da gizli tutulmuştur! “Dünyada misli görülmemiş olan bu feci hakikat hem Talât ve Halil Beylerin hem Cemâl Paşa’nın hatıratıyla sabittir.”
İsmail Hami Danişmend’in “İhaneti vataniye” diye nitelediği Birinci Dünya Savaşı’na girişimizi, bakın Enver Paşa nasıl karşılıyor. Bir hile ile iki Alman gemisine sahip çıkılmış, İngilizlerin elinden kurtarılmış, felâketimizin ilk adımı bu operasyon olmuştur. Sonra, Vekiller Meclisi’ne geç gelen Enver Paşa gülerek içeriye girip, “Bir oğlumuz dünyaya geldi” demiştir.
Bu nasıl oğlansa? Uğursuz gelmiş, ebeveynini mahvetmiş. İlân edilen 29 imzalı Cihad-ı Ekber bile hiçbir fayda sağlamamıştır. “Ve hattâ fetvalarla beyannameler kâffe-i aktâr-ı İslâmiyyeye pek tabii olarak dağıtılmamıştır.”
Müslümanların lideri Halife Sultan’ın hiçbir şeyden haberi olmadıktan sonra “Cihad-ı Ekber” ne ifade eder ki?
Birinci Cihan Harbi denilen o kanlı dünya boğuşmasının bizi ilgilendiren hiçbir sebebi yok iken, tarihçilerin ifadesinden anlaşılan o ki, birkaç maceraperestin yüzünden balıklama dalıvermişiz. Artık kaynar kazanın içindeyiz. Daha az yanıkla kurtulmamız, nasıl olacak?
Çanakkale’de İngilizler Mesudiye zırhlısını torpillerler.
Irak’da, İngilizler Basra vilayet merkezini işgal ederler.
Sînâ – Filistin – Suriye cephesi: Cemâl Paşa Mısır fethi hülyasıyla Suriye’dedir. Tavırları, muzaffer kralları andırır. Pâdişâhlar gibi hareket eder. Cuma Selâmlığı’na çıkışında alkışçılar dizilir kapının iki yanına ve bağırışırlar:
– Allah cemildir ve cemâli sever!
Şam Araplarına nümayişler yaptırılır. Arapça sloganlarının Türkçesi şöyledir:
“Haydi zafere, haydi zafere! Cemâl Paşa gir Mısır’a!” ve “Ey Şam valisi, ey vali: Bizim ırzımız pahalıdır!”
Bu anlatılanlar, İsmail Hami Danişmend’in şahidi olduğu olayların bir kısmıdır.

Kafkas Cephesi

Kafkas cephesi en netameli savaş yeridir. 33 yaşında iken Harbiye Nazırı olan Enver Paşa’nın başkumandan vekili olarak atıldığı yeni ve büyük bir macera yaşanacak bu cephede. Kendi görgülerine, dinlediği insanların görüşlerine ve Alman Liman Van Sanders’in hatıralanna dayanarak çok kötü not veren İ.H. Danişmend Enver Paşa’yı yerin dibine batırır.
Hattâ “İttihad ve Terakki komitesinin himmetiyle Enver Paşa dâmad da olmuştur. Sultan Mecid’in oğullarından Şehzade Süleylan Efendi’nin kızı Emine Naciye Sultanın kocasıdır” derken öfkelidir.
“Hangi cepheye gitmişse askeri körükörüne hücuma kaldırmaktan başka bir şey yapmamış ve bu yüzden yüz binlerle Türk’ün kanını heder etmiştir.”
İşte bu Enver Paşa, Fransız gazetecinin Libya’daki savaşçılığını göklere çıkardığı Binbaşı Enver Bey’dir. Şimdi Enver Paşa, bütün yetkilerle ve hınçla, ihtirasla donanmış olarak Kafkas cephesindedir. Parolası da hoştur Enver Paşa’nın “muvaffakiyetin sırrı taarruzdadır” der.
Enver Paşa’nın çarpıştığı yer, tükürüğün yere düşmeden donduğu Allahuekber Dağları. Karşıda karnı tok, sırtı pek, en mükemmel silahla mücehhez Moskof ordusu. Enver Paşa’nın askerinin sadece inancı var, başka bir şey yok. Evet, Üçüncü Ordu’nun inancı var da sevk ve idare eden kumandanın Almanlara yaranmaktan başka derdi olmadığı söyleniyor.
“İlkbahara ertelense netice lehimize olur, bu kış günü taarruz iyi olmaz” diyen Üçüncü Ordu kumandanını dinlemez ve azleder Enver Paşa.
İsmail Hami Danişmend’in “mecnunane macera” dediği bu savaşta aç, çıplak ve cephanesiz askerlerimiz Allahuekber Dağları’na serilirler!
Yılmaz Öztuna 90500 şehit verdiğimizi yazıyor. Kuru ifadeler yakışmaz bu faciayı anlatmaya, yürekleri galeyana getirmeyi de istemiyoruz, bu işi daha önce yapan İlhan Bardakçı’nın kitabından istifade etmeye çalışalım. O da Rus Kafkas ordusu başkanvekili Dük Aleksandroviç Pietraviç’den bahsederek başlar…
“… Pietroviç, elindeki dürbünü gözlerinden çekemedi, bıraktı adetâ ve bağırdı:
– Delirmiş bu Türkler, delirmiş. Böylesine açık hedef olunur mu? Türkler gibi asker yoktur, doğru ama, bu ne acemilik, bu ne akılsızlık… Mevzilenmeğe ihtiyaç duymadan açık hedef olmuşlar…
( ) Sarıkamış’ı iki gece evvel işgal etmişiz. Kolordunuz erimiş.. Ve karşı saldırı sonucu çekilmişiz. Mustafa Nihad Bey ve emrindeki 79 kahraman dörtyüz metrelik mesafeyi sekiz saatte alırlar. Hedefe vardıkları zaman artık 18 kişidirler. Mevzilenmek isterler, nasip olmaz. Olmamıştır herhalde ki, gece yerini sabah ışıklarına terkettiği zaman Rus Kurmay Başkanı Pietroviç şaşkınlık içinde önce ateş emri verir. Sonra eline almıştır dürbününü. Dünya tarihinin görmediği sahneye işte o zaman şahit olur.”
“İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuzlarının çukurlarında yuvalanmış mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Kaput yakaları Allah’ın rahmetini o civan delikanlıların vücuduna akıtmak istercesine, semaye dikilmiş, kaskatı. Hele bıyıkları, hele bıyık ve sakalları. Her biri birer fütuhat oku misilli dimdik. Ve gözleri. Dinmiş olmasına rağmen, kahredici tipinin bile örtüp gizleyip kapatamadığı gözleri… Hepsi açık. Tabiata, başkumandana, karşıdaki düşmana ve ‘talihe’ isyan eden, ama Allah’ına teslimiyetle bakan gözleri, açık. Vallahi açık, açık…”
“İkinci sırada bir manzara ki, hiçbir heykeltıraş eşini yaratmaya muvaffak olamamış. Başları korkutucu katılıkta semaya dönük, bilekleri üzerinde kümelenen kar’a rağmen, güçlerini dile getiren, Sağrılarındaki fişek sandıklarını debelenip yere atmağa tenezzül etmemiş iki katırın başındaki, altı esatir güzeli Mehmed… Sandıkları bir avuçlamışlar ki, kâinatı biz o hırsla avuçlayıvermişizdir. Öylesine kaskatı kesilivermişler…”
“Ve sağ başta Binbaşı Mustafa Nihad… Ayakta. Yarabbi, bu bir ayakta duruştur ki, düşmanı da, kindarı da, melunu da Allah’a sığındıkları günkü çaresizlik içinde yere çökertmiş velvelesi halinde… Belinde fişekliklerinin o kurban olunası çıkıntılarını örtüp yok etmeğe, gece düşen tipi bile razı olmamış. Boynundaki dürbünü sağ eli ile kavramış. Havada kalmış, kale sancağı gibi… Diğer eli, belli ki semaya kalkıp rahmet dilerken öylesine donmuş… Hayrettir, başı açık. Gür kara saçları beyaza bulanmış…”
“( ) Pietroviç’m karargâhına gönderdiği rapor, hıçkırıklı bir ağıt gibidir: “Allahuekber Dağları’ndaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel Allahlarına teslim almışlardı.”

24.12.1914

Bütün bunların sebebi Enver Paşa’dır denir. Bir de onun sonuna bakalım. Ayrılmak zorunda kaldığı vatanına, milletine faydalı olmak için çırpman Enver Paşa “Kafkasya’ya geçmeyi düşündüm” diyor. Kırım’dan bir yelkenliye biniyor. Şans bu ya yelkenli batıyor. Tutunduğu bir tahta parçasıyla, günlerce denizde kaldıktan sonra tekrar Kırım’a dönüyor. Amcası Halil Paşa’ya anlattıklarını dinleyelim: “Moskova’ya kadar gitmek zordu, Alman tayyaresi ile Berlin’den Moskova’ya hareket ettim, fakat tayyare yolda arıza yaptı. Kovra’ya inmek zorunda kaldık ve burada tevkif edildim. Kendimi Manastırlı bir eczacı olarak tanıtıyordum, durumdan şüphelendiler, tevkif edildim. Fotoğraflarımı çektiler ve soruşturmaya başladılar. Bu sırada tevkifhanede tanıdığım bir dost vasıtası ile Berlin’e haber gönderdim, ayrı bir kanaldan gelen cevapta belli bir gün ve saatte bir Alman tayyaresinin Kovra hapishanesinin yakınında meydana ineceğini, hiç beklemeden tayyareye binmemi bildiriyorlardı. O gün yanımda silahlı bir nöbetçi olduğu halde meydan civarında dolaşıyordum, tam bildirildiği vakitte tayyare indi. Nöbetçi telaşlanmıştı. Elinden silahını aldım, kendisine doğrulttum ve uçağa attım kendimi. Moskova’ya böylece gelebildim işte.”
Ve Enver Paşa, Türkistan bağımsızlığı için savaşırken bir Rus süngüsüyle ş-hid düşer. (4 Ağustos 1922)
Çanakkale savaşına hiç temas etmeyeceğiz; malum 250 bin şehid ve yaralı verdiğimiz ve bir o kadar karşı tarafın zayiatı ile dünyayı hayran bırakan bir zafer kazanmıştık. Avrupalılar yüzlerce kitap yazmış bu savaşla ilgili, bizde de bir miktar yazılmış.
Sadece birkaç ana başlık vereceğim:
25 Nisan 1915 Pazar günü, düşman askeri Çanakkale boğazında karaya çıkmaya başladı. 8–9 Ocak 1916’da düşman askeri yenilmiş olarak Çanakkale’den çekildi, gitti. Denir ki: “Çanakkale geçilmez!” geçilemedi, şayet geçilseydi? Düşmanın ilk hedefi İstanbul’du. Sonra; İngilizlerin ve Fransızların Rusya’ya ulaşmaları kolaylaşacak ve bunlar oradaki iç çalkantıyı önleyecek, Rusya rahatlayacak, Rusya adamakıllı zebun düşen Türkiye’yi ezebildiği kadar ezecekti. Allah’tan ki, yiğitliğin destanını yazarak şehit olan 250 bin askerimiz -ki çok büyük miktarı yedek subaydı- herhalde, hem Türkiye’nin, hem de dünyanın kaderini değiştirdi.
Çanakkale savaşlarında Türkiye’nin ölü ve yaralı sayısı 250 bin kişi olup İngilizler 205 bin, Fransızlar 47 bin ölü bıraktılar. Ne İngiliz, ne Fransız, ne de bir başkası Türklerin bu kadar mukavemet göstereceğini bilebilirdi. Balkan Savaşında uyduruk devletçiklerle başa çıkamayan Türklerin Çanakkale’de dünyanın süper güçlerini yere sermesi neyin nesiydi? Bu şanlı neticeyi başkaları da merak etmiş ve bir yabancı gazeteci bu merakın cevabını bulmuş. Çanakkale Zaferinin sırrı o yabancının anladığı gibi, ne yazık ki, sonraki zamanlarda bizler! tarafından tam manasıyla algılanamıyor.
Saldırganların pes etmeyi gururlarına yediremedikleri, ama başka çarelerinin de kalmadığı günler idi. Bir grup Avrupalı gazeteci yerinde inceleme yapmak, gazetelerine havadis toplamak için Çanakkale’ye gelmiştiler. Çok farklı manzaralar görmüş, şaşırmıştılar. Zamanın süper güçlerini dize getiren milletin çocukları en şaşırtıcı manzara olarak görünüyor. Çanakkale’nin karla kaplı daracık sokaklarında, dizlerine kadar batıp çıktıkları karı toplayıp Kardan Adam yapmaya çalışan çocuklar gerçekten çocuk muydu, yoksa hareket eden çuval mı? Gazetecilerden birinin kafası gördüğü sahne ile allak bullak oluyor… Bundan sonrasını “Çanakkale Mahşeri”nden aktarıyorum:
“Aynı zamanda Türkolog olan Mösyö Valentin çocuklara yaklaşıp, konuşmaya başladı:
— Kaç yaşındasın?
— Sekiz.
— Sen?
— Dokuz.
— Sen?
— Ben de dokuz.
Bakışlarım mosmor olmuş yüzlerinde, ellerinde, ayaklarında gezdirdikten sonra ilk soru sorduğuna çevirdi:
— Baban ne iş yapıyor?
— Öldü.
— Nerede öldü?
— Harpte.
— Niçin öldü?
— Din için öldü.
— Din için öldüğünü nereden biliyorsun?
— Caminin imamı söyledi.
Diğer ikisi de sorularına aynı cevabı verdi.
— Size anneleriniz mi bakıyor?
Soruyu ilk yönelttiğine baktığı için, o cevap vermek mecburiyetini hissetti.
— Üçümüzün de annesi öldü. Ebeni-nemiz bize bakıyor.
— Nerede oturuyorsunuz?
Bir eliyle de karşıdaki derme çatma kulübeyi işaret etti.
— Şurada.
Çanakkale Mahşeri adlı kitap, gördükleri ve duyduklan karşısında Mösyö Valentin’in duygulandığını, geçmişe dalıp, Türk kahramanlığı ile dolu tarih sayfalarını hayalinde yaşadığını anlatıyor ve bu konuyu şöyle bağlıyor:
“… Kulübenin kapısı açıldı; bastonuna dayanarak bir koca karı dışarıya çıktı ve çağırmaya başladı.
— Gazanfer! Muzaffer! Mücahit!..
Ha!..
En karanlık gününde çocuklarına bu adları takan millet, bir yerde toprağa gömülse bile, bir başka yerden fışkırır!..”
“Gazanfer” iri aslan, “Muzaffer” girdiği savaşta galip gelen, “Mücahit” din düşmanlarıyla savaşan demektir.
Türkolog gazeteci Valentin bu mânâları biliyordu; Türk zaferinin sırını çözmesi zor olmadı. Konuştuğu çocukların üçü de Osmanlı Devleti can çekişirken dünyaya gelmiş ve taşıdıkları adları almıştılar. Ölüm döşeğinde inleyen bir millet hâlâ Gazanfer, Muzaffer ve Mücahit doğuruyorsa, hayata bakışı sağlamdır. İnanmanın mükâfatı görülmüştür. Yok olduğu sanılan bir millet “varım” di¬ebilmenin semeresini, İstiklal Harbi ile dünyaya da tasdik ettirmiştir.
Çanakkale harpleri ile ilgili bir cümle de İsmail Hami Danişmend’den alıyorum:
“Türk tarihinin muhteşem destanlarından olan Çanakkale menkıbesinin bütün şan ve şerefi “Mehmetçik” denilen eşsiz Türk neferine aittir.”
Türk milleti birçok cephede birden savaşıyor, devamlı toprak ve evlat kaybına uğruyor. Din düşmanlarımızdan yediğimiz kurşunların bir kısmına, daha önce, bizim onlara yedirdiğimizin iadesidir diyebilirdik… Lâkin hazmı güç olan bir şey var; Türkiye, din kardeşleri Arapların İngiliz propagandasına yahut sarı İngiliz altınlarına kanması sonucu, bir de arkadan hançerleniyordu. Bu, Araplar için yüz karasıydı. Bu, diğer yaralardan fazla acı çektirdi. Bütün Arapların suçlanması akla, mantığa, vicdana mugayirdir; bu işte başrolü oynayan Mekke Şerifi Hüseyin’di. Şerif Hüseyin’den çok kısa bahsedeceğiz:
Bilindiği gibi, Mekke, Yavuz’un 1517 Mısır fethinde Türk hâkimiyetine girdi. O gün bugündür Osmanlı Devleti’nin tayin ettiği valiler tarafından yönetiliyor. Daha geniş bir ad denirse, emirlik ve idaresine bakan da Emir’dir. Hüseyin Paşa Beni Kulâde sülalesinden bir Arap ve devlet ona paşalık vermiş. Sultan Hâmid zamanında, Mekke’ye Emir atanmak için çırpındığı halde isteğine kavuşamıyor. Pâdişâh onun “haris ve menfaatperest” olduğunu biliyor; öyle bir yere gönderilmesini uygun görmüyor. Şurayı Devlet azalığıyla İstanbul’da istihdam edilen Hüseyin Paşa, meşrutiyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki’nin gafletiyle 1909’da meramına kavuşuyor. Mekke Emiri olan Hüseyin Paşa Peygamber Efendimizin kızı Hz. Fatma’yla akrabalığını, yani, Hazreti Hüseyin’in soyundan olduğunu kabul ettirip Şerif Hüseyin oluveriyor.
Şerif Hüseyin’in utanç verici kalleşliğine girmeden, İngilizlerle yaptığı, Türkü arkadan vurma planlarını anlatmadan geçiyoruz. Biz, oraların bizim için ne ifade ettiğini biliriz de, Hüseyin bilmezmiş, ne yapalım. Mekke’nin, Medine’nin hatta Yemen’in bize maddi hiçbir şey vermediğini biliriz. Mekke’ye Surre Alayı gönderdiğimiz de hatırlardadır. Yemen’in yanık türküsü hâlâ gözler buğulanmadan dinlenebilmez!
Bunları geçelim de şunu deyiverelim ki Türk milleti dindaşından yediği tekmeye pek içerlemiştir. Türk gençleri kanını sebil etmiş Arap diyarlarında; bugünkü zengin petrol kaynakları belki de bizim kanımızla bereketlenmiştir. Yazıklar olsun Şerif Hüseyin’e…
Bağdad, Filistin, Kudüs… talihsiz kentler Türkün getirdiği huzura doyamadan gittiler. Bütün bunları herkesten daha fazla üzüntüyle seyreden bir eski padişah vardı, o da daha fazla dayanamadı. İkinci Abdülhâmid 10 Şubat 1918’de öldü.

Sultan Reşad’ın Ölümü (3 Temmuz Çarşamba 1918)

Pek çok cephede devamlı evlat ve toprak kaybederek hem nüfusça azaldık, hem coğrafî olarak küçüldük. Sultan Reşat devletinin daha fazla küçüldüğünü görmeye dayanamadan 74 yaşının içinde her şeye veda etti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.