Fatih Sultan Mehmet

FATİH SULTAN MEHMET

(1451–1481)

07-FATİH SULTAN MEHMET

İkinci Mehmet olarak tahta geçen Fatih’in hükümdarlığını anlatmaya Aşıkpaşaoğlu’yla başlıyoruz. O, tarihinde diyor ki: “Sultan Murat bir gün adaya gezmeye gitmişti. Gezmeden döndü. Saraya gelirken Ada Köprüsü’nün başında gördü bir derviş durur. Yakın gelinceye bu derviş dedi ki: 
‘Hey padişah! Tövbe et ki; vaden yakındır.’ Dervişten bu haberi işitince, Sarıca Paşa hünkârın yanındaydı, pâdişâh dedi ki: ‘Sarıca sen tanık ol: Ben bütün günahıma tövbe ettim.’ Hünkâr, İshak’a sordu: ‘Şu dervişi hiç bilir misin, kimdir?’ İshak: ‘Sultanım! Bursa’da Emir Sultan müritlerindendir’ dedi.” Bu derviş bir daha hiç görülmemiş.
“Sultan saraydan içeri girdiği gibi ‘başım ağrıyor’ dedi. Vasiyetnamesini yazmıştı. Halil’i nazır etmişti. Oğlu Sultan Mehmed’i vasî etmişti. Üç gün yattı. Dördüncü gün haber gönderdiler. On üçüncü gün oğlu dahi geldi.” Saltanat’ta böyledir; doğumlar ölümleri bekler. Diğer türlü olanlar, tabi şartlara uymadığı için sağlıklı netice vermiyor. Misalleri geçmişte yaşanmıştı.
Sultan Murat ruhunu teslim ederken, Şehzade Mehmed iki defa oturup kalktığı tahtın yüzlerce kilometre uzağında, Manisa’dadır. Adet olduğu üzere padişahın ölümü gizli tutulur. Asker, yeni taht sahibini görene kadar, eskisinin yaşadığına inanır. Bu iş zor olsa da devletin büyükleri becerirler. Acele ve gizliden atlı çıkarılır Manisa’ya doğru. 1451 senesinin Şubat ayıdır. Kış aman vermez de, ulak acelecidir. Ne kadar çabuk gidilirse öyle gider. Sultan Mehmed, ne kadar çabuk gelinirse öyle gelir. Tahta oturur. Babası Sultan Murad’ın naşı da Bursa’ya götürülür.
İkinci Mehmed’in doğum tarihi olarak 1432 senesi kabul edildiğine göre, tahta çıktığında 19 yaşındadır. Hilye’si: “Orta boylu, hoş kıyafetli, yuvarlak yüzlü, biraz şişmanca, açık alınlı, doğan burunlu, idrak sahibi, pak yaradılışlı, nazik giyimli, kadirşinas, âlimlerin dostu, şairlerin hamisi, hakka kail, maarif erbabına meyilli bir padişah idi.” 
İkinci Mehmed’in küçük yaşından itibaren Manisa’da geçen Şehzadeliği (valilik hayatı) kısa sürelerle olsa da iki defa iktidarda bulunması tecrübesini artırmıştı. Devlet çarkının nasıl döndüğünü biliyordu. Devlet için ilim adamlarının taşıdığı değeri de biliyordu. “Devlet adamlarından, babasından kalanlara ilgi göstermede -ilk gelenler öncelik kazandılar. (El Vakıa: 10. Ayet) hükmünü ilke edinmişti.” Memlekette bulunan bütün âlimleri, hüner sahiplerini etrafına topladığı gibi, diğer İslâm ülkelerindeki hüner sahiplerini ve âlimleri de yanına çekmeye çalışıyordu. Uzun Hasan’ın elçisi olarak Edirne’ye gelen ünlü astronom ve matematikçi Ali Kuşçu’nun da değerini bilip, takdir eden İkinci Mehmed, ona o kadar iyi tekliflerde bulunmuştu ki, Ali Kuşçu vazifesini halledip memleketine gittikten sonra, oradaki işini bitirip Edirne’ye, saraya döndü. Dünyanın önde gelen ilim, sanat, edebiyat adamlarını en iyi şekilde taltif ederek gönüllerini kazanan, onlardan istifade edebilen Sultan Mehmed birçok dilde konuşmayı da öğrenmişti. Başta Arapça olmak üzere Latince, Yunanca, Sırpça, İbranice, İtalyanca, Farsça… Bunca dili bilmenin semeresini de elbet görecekti.
Babası onu öyle bir hocanın eline teslim etmişti ki, şehzadeliği, sadece iyi eğitim almasının şartı kabul edilip, hiçbir imtiyaza yaramayacaktı. “Eti senin kemiği benim” denmemişti belki, ama icabında “dövebilirsin” denmişti ünlü Molla Gürâni’ye. Gürâni de, istikbalin fatihini istediği gibi yoğurmuştu. Sultan Mehmed, bu mübarek adamın verdiklerini iyi almış ve ölene kadar hocasına hürmetini eksik etmemiş, her zaman elini öpüp tahtının yanına oturtmuş. İkisi de birbirine karşı nerede nasıl davranacaklarını bildikleri için, hiçbir sıkıntıya düşmeden hoca talebe münasebetlerini sürdürmüşler. Kolay olmayan bu işler ikisinin de büyüklüğünün işareti sayılır.
Fatih’in diğer hocaları da çok önemlidirler. Meselâ bir Ak Şemseddin! Bu mübarek ve muhterem zat fetihte Fatih’e ne kadar yardımcı olacaktır; mânevi yönünün tezahürleri yeri gelince görülecek; şimdi geçelim. Bir de Molla Hüsrev var; Fatih’in hamurunu yoğuranlardan değilse de onun saltanatında emeği bulunan mübarek insanlardan biridir. İkinci Mehmed’in Fatih olmasında payı bulunan çok büyük insan var; bunları tek tek saymayacağız.

Karamanoğlu İsyanı
Sultan İkinci Mehmed taa büyük dedesi Yıldırım Bâyezid ile başlayan İstanbul sevdalılarının en ateşlisidir. O daha tahta geçer geçmez “nasıl alırım” düşüncesiyle uykularını kaçırmaktadır. Fakat Karamanoğlu kimi rahat bıraktı ki İkinci Mehmed’i bıraka? Her zaman olduğu gibi, yine dumanlı zannettiği havadan istifâde istedi ve hemen faaliyete geçti. İktidarda kim var? Karamanoğlu olsun da hangisi olursa olsun fark etmez! Karamanoğlu demek devamlı Osmanoğlu’nun ensesinde olmak demektir. İktidar değişince, yeni padişah yerine ısınmadan bir şeyler koparalım diye düşünen Karamanoğlu İbrahim Bey, bir şey kazanamaz, Sultan Mehmed’e yenilir ama her zaman böyle yaramazlık yapmaları kendi değerlerini düşürüyor. Nasıl olsa Karamanoğulları’ndan hiç birisi uzak ufukları hayâl etmedi; aynı çemberin içinde dönüp durdular bugüne kadar. Osmanoğlu’nun önü açık “Rumeli” diye verimli bir bölge bulmuş gidiyor. Behey Karamanlı, sizinle akraba da olundu, niye hâlâ durmaz, ikide bir Pâdişahlar’ın eteğinden çekersiniz?
II. Mehmed babasına, dedesine benzemiyor. Kim ki ileri atılmasına mâni, onun hayatı tehlikede demektir. İstanbul var aklında, öteler var, öteler var. Ve hırs var genç Padişahta. Tam gerilip de uzaklara atılacağı zaman arkasından asılacak bir Karamanlı’ya tahammülü yok II. Mehmed’in:
“Bizimle saltanat lafın idermiş Karamanı
Huda fırsat virirse ger kara yine Karamanı”

Kara yine gömmek istiyor Karamanoğlu’nu; bu niyetle çıkıyor yola fakat kısmet!
Sultan Mehmed’e ağır sözler söyleten Karamanoğlu’nun fırsatçılığıydı. Saltanat değişikliği ile şaşkınlık yaşanacağı zannı Karamanoğlu İbrahim Bey’i harekete geçirmişti. Kendisi daha önce kaybettiği arazisini almaya kalkıştığı gibi, diğer Beylikleri de aynı şeyi yapmaya teşvik etmişti.
Sultan Mehmed Anadolu’da meydana gelen isyanları susturmak için yola çıktı. Karamanoğlu İbrahim Bey, Pâdişah’ın üzerine geldiğini ve onunla başa çıkamayacağını anlayınca kızını verip, eski hududuna çekilmek şartıyla II. Mehmed’ten sulh istedi. Aklı İstanbul fethinde olan II. Mehmed razı oldu. Bu sıralarda Menteşe Beyliği’ni yeniden almaya gönderilen Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa vazifesini yerine getirdi.

Ve Bizans’ın Oyunu
Sultan II. Mehmed Karamanoğlu’yla uğraşırken Bizans’tan elçiler geldi. Vezir-i Âzam Çandarlı’yla görüşen elçiler ellerinde rehin bulunan Şehzade Orhan’ın tahsisatının artırılmasını istiyordu. Bu Şehzade için kimi Emir Süleyman’ın torunuydu diyor kimi de Çelebi Mehmed’in oğlu. Biz sadece “Şehzade Orhan” demeyi yeğliyoruz. İktidarda bulunan Osmanlı Padişahı Bizans’ta rehin tutulan Şehzade için yılda 300 bin akçe ödüyordu. Onbirinci Konstantin masrafın arttığını ileri sürüp, ödemenin iki katına çıkarılmasını talep etti.
Ya istekleri reddedilirse? Elçilerin tehdidi var. “Şayet Şehzade Orhan’ın tahsisatı artırılmazsa Rumeli’ye salıvereceğiz!” Akılları sıra, önceleri yaşanan Şehzade Mustafa gailesiyle başı ağrıyan Osmanlı’ya gözdağı veriyorlar. Bir şehzade meydana atılırsa, az çok taraftar bulur; bir de Bizans’ın ve başka Hıristiyan devletlerin desteğini yanına alırsa taht için savaşa girişir. Çandarlı Halil Paşa’nın elçilere cevabı ağır oldu:
“Ey akılsız Rûmililer dedi. Sizin hilekârane tasavvurlarınızı çoktan anladım. Merhum efendim ve matbuum İkinci Murad vicdanının doğruluğundan ve ahlâkının yumuşaklığından dolayı hakkınızda iyilik etmek isterdi; lâkin yeni Padişahım Mehmed öyle değildir; … Ey akılsızlar! Ahitnamenin henüz mürekkebi kurumamış olduğu halde siz Anadolu’ya gelerek mutad olan davranışlarınızla bizi korkutmak istiyorsunuz! Ancak biz tecrübesiz, kuvvetsiz çocuklar değiliz. Bir şeye muktedir iseniz yapınız; Orhan’ı Trakya hükümdarı ilan ediniz, Macarlar’ı çağırınız, sizden aldığımız vilâyetleri geri alınız; fakat şurasını biliniz ki, hiçbir şeyin muvaffakiyetinize faidesi olmayacaktır, encamı kâr her şeyden mahrum olacaksınız. Efendimi şu ahvalin cümlesinden haberdâr edeceğim; onun kararlaştıracağı icra olunacaktır!” 
Çandarlı, elçilerle aralarında geçen tartışmayı ulaştırdığında yakında Edirne’ye döneceğini bildiren Sultan Mehmed, biraz suyuna gidilmesini istedi.
İki ayağı bir pabuca girsin istemiyordu. Dedesinin yaşadığı günlere dönülmesini arzu etmiyordu. Yakında Edirne’ye döneceğini, anlaşılmayacak birşey olmadığını söyledi. Aslında ileri sürülen teklifin kabulüne hazır olduğunu ima etti. Edirne’ye dönünce “Şimdiye kadar verilenlerin de verilmesini emretti ve tahsile gelen elçileri kovdurdu.”

Cülus Bahşişi
Cülus yani oturma. Yeniçerilerin icadı yeni âdet. II. Mehmed’in Karaman Seferi’nden dönüşüyle gözleri açılan Yeniçeriler dar bir yerde durup, cülus bahşişi istemişler. On kese akçe aldıktan sonra yol vermişler. Devletin, devamlı zararına işleyen, yeni Padişahı Yeniçeri karşısında acz içinde bırakan bu âdet maalesef, II. Mehmed tarafından başlatılmış oluyor.
Yeniçeriler’in “Buçuk Tepe” adı takılan isyanları İkinci Murad’ı tekrar tahtına geçmeye mecbur etmişti; o zaman da II. Mehmed’in emanet saltanatı vardı.

Rumeli Hisarı’nın İnşası (1452)
İstanbul’un fethi için boğazın kontrol altına alınması, bunun için de bir hisar yapılması lâzımdı. Sultan Mehmed’in nezaretiyle hisarın plânı çizilip, hemen işe başlandı. Mimar Müslihiddin Ağa’dır. 7000 işçi ile hummalı çalışma neticesi Mart’ta başlayan inşaat Temmuzda bitti. İçinde bir cami ve iki de çeşme bulunan Rumelihisarı Anadoluhisarı’yla selamlaşmaya başladı. Bu kalenin yapımına başlanması Bizans’ı telaşa düşürdü. Edirne’ye, Sultan’a elçiler gitti. Daha önce yaptıkları Şehzade Orhan’ı salıverme işinden vazgeçeceklerini, onun da hisarı yapmaktan vazgeçmesini Konstantin’in ricası olarak söylediler.
“Sultan Mehmed, imparatorun gönderdiği elçiler vasıtasiyle söylenilen şeyleri dinledikten sonra:
” — Ben şehirden bir şey almıyorum: Şehrin, hendekten dışarı hiçbir yeri yoktur; bundan dolayı boğazda kale yaptırmama mâni olmağa da hakkınız yoktur. Anadolu yakasındaki kaleler, burada oturan halk ve gayri meskûn yerler benimdir. Macar kralı üzerimize yürüdüğü zaman, o karadan gelirken Frenklerin kadırgaları Çanakkale Boğazı’na gelerek ve Gelibolu Boğazı’nı kapatarak babasının Trakya’ya geçmesine mani oldular ve o zaman babam Mukaddes ağzın (Saray-burnu ile Üsküdar arasına verilen isim) yukarısına çıkarak babasının inşa eylediği kaleye yakın yerde Allah’ın inayeti ile ve kayıklarla (Ceneviz gemileriyle) boğazı geçti. Siz babamın boğazı geçmek için ne zorluklara katlandığını bilirsiniz. Babamın İstanbul Boğazı’nı geçmemesi için imparatorun kadırgaları istikşafta bulunuyordu, ben ise daha çocuktum. Edirne’de oturuyor ve Macarlar’ın gelmelerini bekliyordum. Macarlar ise Varna civarındaki yerleri yağma ediyorlardı ve bu hale imparatorunuz her gün seviniyor ve Müslümanlar ızdırap çekiyorlardı; çok büyük tehlikelerle pederim boğazı geçer geçmez Anadolu Kalesi’nin karşısına diğer bir kale yaptıracağına yemin etti ise de bunu yerine getirmeye muvaffak olamadı. Allah’ın inayetiyle bunu ben yapmak istiyorum. Neden buna mâni olmak istiyorsunuz? Memleketimde istediğimi yapmağa kadir değil miyim? Gidiniz imparatora deyiniz ki şimdiki padişah eski padişahların aynı değildir, onların yapmadıkları şeyleri bu kolayca yapabilecektir, onların istemedikleri şeyleri bu istiyor ve yapacaktır. Bu husus için şimdiden sonra gelenin derisi yüzülecektir” cevabını vermiştir.
Rumeli Hisarı’nın yapılışı Bizans’ı adamakıllı tedirgin eder. Hele de, içeriye büyük topların yerleştirilmesi ve Anadolu Hisarı’nın elden geçirilmesiyle imparator ne yapacağını bilemez hâle düşer. Çandarlı Halil Paşa’nın aldığı şüpheli de olsa, bol miktarda rüşvet gönderilir kendisine. Eski tarihlerde çeşitli şekillerde anlatılan bu rüşvet hadisesi veya dedikodusu Solakzâde’de şöyle geçiyor: “Böylece Sultan Mehmed Han Gâzî, boğazı sedd edip, düşman gemilerinin yolunu bağladı. Kahrolasıca Tekfurun ciğerini dağladı. 856 (1452) yılında, bütün levazımı görüldü. Akçaylı Mehmed Bey, Cihan pâdişahının fermanıyla İstanbul etrafını yağma eyledi. Koyun ve kuzularını sürdü. Hisardan dışarıda bulduğu düşmanı esir edip, zincire bağlayarak pâdişâhın huzuruna getirdi. İstanbul Tekfuru bu ahvâli görünce veziri olan kara yüzlü kirilfay ile kumandanlarını müşavere eylemek üzere bir yere topladı. Uygunsuz nice tedbirlerden sonra hepsi ağız bir edip, şöyle dediler: “Halil Paşa ile bunca müddet dostluk edip, çeşitli hediyeler gönderdiğimiz işte bugün içindir. Bu ana değin, onun himayesinde idik. Bundan sonra da bu üslup üzere yine hediyelerimizi gönderelim. Herhalde, bize bir derman olursa, kendisinden olur” dediler.
“Nihayet, tedbirleri bunun üzerine karar buldu. Balıkların karnına altın doldurup, daha önce Yıldırım Bâyezid Han devrinde olduğu gibi, Halil Paşa’ya piskeş gönderdiler. Yeniden müsâleha yapılmasını istediler. Halil Paşa da bu balığın içinde olan meblağı ferah ferah hazmederek, itikadında oldu. Sonunda kılçığının boğazında duracağını bilmedi.”
“Tekfurun sulha rağbetini ve itaat gösterdiğini pâdişâha arza cesaret gösterdi. Tama-ı ham belasıyla kendisini tuzağa düşürdü.” 
İsmail Hami Dânişmend, bu rivayetlerin aslı olmadığını, devşirmelerin ve dönmelerin Türk olan paşaları gözden düşürmek için böyle şeyler uydurduklarını söyler. Kuvvetli bir yorum yapacak durumda değiliz ama daha önceki bir olayı değerlendirirsek biz de, iftira olduğunu söyleyebiliriz. 
Olay şu: Sultan Murad, ikinci defa oğlunu, yani Mehmed’i yerine geçirdiği zaman düşmanlar sevinmişlerdi. Bizans İmparatoru da sevinenlerdendi. “Acemi bir çocuk tahta geçti, istifade edelim” diye düşünüp, tavizler koparmaya yeltenmişlerdi. Bununla ilgili olarak, diğer devlet erkânıyla beraber Çandarlı Halil Paşa rahatsızlık duymuş. Sultan Murad’ı ikna ederek, tekrar tahtına getirmişlerdi. İşte bu taht değişikliği münasebetiyle gururu incinen ikinci Mehmed, işin baş sorumlusu olarak bildiği Çandarlı Halil Paşa’ya kinlenmişti. Daha sonra bir olay anlatılırken görülecektir, tarihçiler, Fatih’in Çandarlı’dan o günün öcünü aldığını yazarlar.
Şimdi bu olaydan hareketle diyoruz ki, Çandarlı Halil Paşa altın meraklısı olsaydı, acemiliğinden dolayı Bizans için daha uygun ve ikna edilmesi daha kolay olan bir çocuğun iktidarını benimserdi. Devletini düşündüğü için, üzerine şimşekleri çekme bahasına müstakbel pâdişâhı darıltmıştı.
Rumeli Hisarı’nın yapımına mâni olamayan, Sultan Mehmed’i istediği hiçbir şeye ikna edemeyen İmparator XI. Konstantin paniklemişti. Durumunun vahametinin farkındaydı. Kendisine dost olarak bildiklerini yardıma çağırdı. “Mora’da despot olan kardeşlerinden de yardım istedi. İstanbul’un kapılarım kapattı ve şehirdeki Türk azınlığını tevkif ve hapsettirdi. Mora’dan yardım gelmesini önlemek isteyen İkinci Mehmed ise, bütün hayatı Mora’ya akanlarla geçmiş olan Yunanistan işleri mütehassısı Maruf Akıncı Bey’i Paşa Yiğitoğlu Turahan Bey’i oğulları Ahmet ve Ömer Beylerle beraber öyle bir teşebbüsü önlemekle görevlendirdi. Turahan Bey, Korint berzahını geçip Mora’ya girdi. Mora o derece alt üst oldu ki, XI. Konstantin’in kardeşleri Prens Demetrius ve Prens Thomas’da İstanbul’a yardım edecek güç kalmadı. Yalnız bu sefer de, cüretkâr bir şekilde ilerleyen Turahanoğlu Ahmed Bey Prens Demitrius’a esir düştü.” 
İmparator II. Mehmed’in niyetini bilmeyecek saf bir adam değildi. Rumeli Hisarı’nın yapımı, Anadolu Hisarı’nın tamiri onu da çalışmaya şevketti. İstanbul’un giriş kapılarını sağlamlaştırdı.
Sultan Mehmed resmen harb ilân edince tedirginliği iyice artan İmparator başının çaresine bakmaya çalışırken Türk tarafı da onun çarelerini tesirsiz bırakmanın peşindeydi. 28 Ağustos 1452’de Rumeli Hisarı’ndan 50.000 kişilik ordu hareket etti. İstanbul surlarının karşısında çadırlar kuruldu. Sultan Mehmed burada üç gün kalarak araziyi kontrol edip, nereden, nasıl hücum edileceğinin planını yaptı. Üç gün sonra, Bizans’ın yüreğini ağzına getiren misafirlik sona erdi. Büyük ordu Edirne’ye hareket etti.
Bütün mesaisini İstanbul’un fethine hasreden İkinci Mehmed, ilkbahara kadar yeni toplar döktürdü. Orduda bulunan mahir Türk topçuları varken, bir de Macar asıllı Urban Usta gelmişti. Urban Bizans’ın emrinde çalışan becerikli bir ustaydı. Aldığı maaşı az bulduğu için Konstantin’in adamlarına maaşının artırılması talebinde bulunmuş, red cevabı almıştı. Bizans çürümüş, Bizans müflis, çalıştıracağı adama yeterli ücreti vermekten acizdi. (Kaldı ki Çandarlı’ya rüşvet versin)
Urban Usta Edirne’ye, Padişah’ın yanına gelip hediyelerle taltif edildi. Konstantin’in verdiğinin kat be kat üstünde bir ücretle çalıştırılmaya başlandı. Hıristiyan tarihçiler yakınır; Konstantin’in, Padişah’ın verdiği ücretin dörtte birini veremediğini üzüntüyle beyan ederler. Onlara göre, Urban, Bizans’ın vereceği ücret, Türklerin verdiğinden dört kat eksik olsa da, Edirne’ye gelmezdi. Şimdi Urban Usta’yı ve döktüğü, dillere destan olan “Şâhî” adlı topu alıntılarla tanımaya çalışacağız. Biribirine uymayan görüşleri telife güç yetirebilirsek neticeye varmış olacağız. Urban Usta’nın Bizans’tan kaçıp, Edirne’ye Sultan’ın huzuruna vardığını söyleyen Hammer, devamla diyor ki:
“… Mehmed, Konstantiniyye surlarını saracak kadar kuvvetli top imâl edip edemeyeceğini sorması üzerine Urban:
“Konstantiniye ve hatta Bâbil surların hâk ile yeksan edecek top imâl edebilirim (Dukas’tan). Ben sanatımdan eminim, fakat topun ne kadar mesafeye gideceğini evvelden tahmin edemem” cevabını verdi.” 
Hammer daha sonra Urban Usta’nın yaptığı topla tecrübe atışı yapıldığını, Venedikli Kaptan Riçi’nin boğazı geçmek isteyen gemisini batırdığını, yani başarı elde edildiğini yazıyor.
İsmail Hami Danişmend Urban Usta’nın muazzam bir top döktüğünü ama bu, 1200 okkalık mermi atan topta esas rolün II. Mehmed’e ait olduğunu savunuyor. Daha sonra şunları söylüyor ünlü tarihçimiz: “Bu meşhur topun Urban isminde bir ecnebi tarafından dökülmüş olmasını birtakım Türk düşmanları lüzumundan fazla istismar etmişlerdir: Her şeyden evvel bir kere bu Urban Fâtih’in istihdam ettiği bir sürü ustalardan ancak biridir. Padişah Rumeli Hisan’m yaptırırken kendisine müracaat edip hizmetine giren bu adamdan başka, en başta Sarıca Paşa ve Mimar Müslihiddin gibi İstanbul muhasarası için çok büyük toplar dökmüş ve döktürmüş birçok Türk mühendisleriyle ustaları da vardır. … Zaten Urban’ın bütün ustalığı dökmeciliğindedir. Hâlbuki bu top meselesinin bütün ehemmiyeti ve bilhassa Avrupa şatolarının yıkılmasını temin ederek derebeylik sistemine nihayet vermek suretiyle Ortaçağı sona erdirip Yeniçağ’ın başlamasına sebep olan kıymet ve mahiyeti Balistik hesapların yapılabilmesindedir ve bunu da Urban değil, bizzat Fâtih Sultan Mehmed yapmıştır. … Balistik hesaplarının bizzat Fatih tarafından yapıldığını Bizans müverrihlerinden “Dukas’ın izahatına istinaden” Schlumberger bile kabul etmektedir.

Karar Meclisi
II. Mehmed İstanbul’u almaya kesin olarak karar vermişti. İstiyordu ki, vezirleri ve diğer zevat fikrini desteklesin. Fevkalâde bir meclis topladı. Vezirlere fikirlerini sordu. O günlerde, vezirler arasında, sadece doğru olanı desteklemekten fazla, bir de neticenin kendilerine getireceği artı-eksi hesabı yapıldığı anlaşılı¬or. Zağanos Paşa’yla Çandarlı Halil Paşa arasında da bir husûmet vardı. Ünlü Tarihçi Halil İnalcık diyor ki: “Çandarlı biliyordu ki, fetih gerçekleşir ise, bütün iktidarı elden gidecek, ric’at takdirinde ise, devletin durumu tehlikeye düşecek idi.”
Sultan’ın arzusunu kendi arzularına muvafık gören Zağanos Paşa, Şehâbeddin Paşa, Akşemseddin ve onların görüşünü paylaşanlar Padişahı savaşa teşvik ederken, Çandarlı aleyhte görüş belirtti. “Vezir-i Âzam Halil Paşa, üç büyük Haçlı Seferi’nden ve Rumeli’nin elden çıkacak kadar tehlikeler atlattığından, İstanbul fethine girişilirse yeni bir Haçlı Seferi’nin açılacağı ihtimalinden bahsetti” Halil Paşa, bu bir maceradır, dedi. Karar Padişahın isteği istikametinde çoğunlukla alındı.
Hemen sonra meydana geldiği “Dukas”ın tarihi ile anlatılan, bizim tarihçilerin oradan naklettiği bir olay var; enteresan olduğu kesin ama doğruluğu şüphe götürür. Şimdi o olayı Hammer’den naklediyoruz:
“Bir gece birdenbire haremağaları vasıtasıyla Halil Paşa’yı çağırttı. Sadrâzam, Pâdişah’ın pederi II. Murad zamanında Mehmed’in iki defa halledilmesine iştirakinden dolayı başı için korkudan titrediği halde, yanına altın dolu bir tabak alarak hâk-i pây-i şahaneye (Pâdişah’m ayağı önüne) takdim eyledi. Pâdişâh tamamıyla giyinmiş olduğu halde yatağında oturuyordu.
“Lala, ne yapıyorsun?” dedi.
Sadrâzam:
“Eazım-ı devlet (devlet büyükleri) fevkalâde bir saatte efendilerinin huzuruna çağrıldıkları vakit elleri boş gelmek âdet değildir. Bu takdir ettiğim benim malım değil, senindir. Şimdiye kadar bende emânet idi.” cevabını verdi.
Pâdişâh:
“Onun bana lüzumu yok, benim senden istediğim, Konstantiniyye’yi alman için bütün kuvvetinle bana muavenet etmendir (yardımcı olman) dedi.”
Anlaşıldığı kadarıyla Türk düşmanlığı tarihlerine de iyice sinmiş olan Haçlılar, hiç olmazsa bu fırsatta bir Türk’ü karalamaya çalışıyorlar. Burada hedef Çandarlı, daha sonra Pâdişâhı da aşağılamaya çalışacaklar.
Böyle bir gecenin yaşandığından bahseden ama hediye meselesini anmayan bizim tarihçiler de aynı kaynaktan istifade etmişler. Çandarlı Halil Paşa: “Rum İmparatorluğu’nun büyük bir kısmına, seni sahip eden Allah, İstanbul’u da sana nasip edecektir. Bütün adamların ile bu büyük işe muvaffakiyet uğrunda mal ve canlarımızı feda edeceğiz, bundan müsterih ol” cevabını verdi.” 
Bu gece çok uzun anlatılmaktadır. Pâdişah’ın sabahlara kadar uyumadan fetih programı üzerinde çalıştığı, önü¬deki haritadan istifadeyle, ne zaman nereden nasıl saldırılması gerektiğini, karşıdan gelecek tepkiye cevabın nasıl olacağını, hep düşünüp duruyor. Gecenin özeti böyle.

Bizans’ta Son Durum
Sultan II. Mehmed Fatih almayı kafasına ve gönlüne, silinmez bir mürekkeple yazmış, izi kaybolmaz bir aletle kazımıştı. “Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni” dediği de rivayet edilir. Ya Konstantin?
Bizans İmparatoru ya şerefli bir sulh yahut aynı şekilde savaş, diyordu. Kadere tevekkül halindeydi. O da, elinden gelen her türlü -maddî manevî- tedbiri alıp, İkinci Mehmed’in eliyle gerçekleşecek kaderin hükmünü bekleyecek.
İmparator Hz. İsa adına Papa’ya müracaat edip, mezhep düşmanlığının ortadan kaldırılmasına yardımcı olmasını istedi. Ortodoks-Katolik çekişmesi Bizans’ı zayıf düşürmüştü. Bu zayıflığın savunmada vereceği zararı tahmin zor değil.
Mezhep kavgası yüzünden ve tabi diğer olumsuzluklardan dolayı, birçok insan İstanbul’u terk etmişti. O sıralarda İstanbul’da yaşayanların sayısı 70–80 bin olarak tahmin ediliyor. İmparatoru kırmayan paşa V. Nikola aslen Rum olup bir zamanlar Rusya Başpiskopos’u (Metropolid) olan Polonya Kardinali İzidor adındaki zatı gönderdi. İzidor Ayasofya da, Ortodoksluğun en büyük mabedinde Katolik usulü bir ayin yaptı. Katoliklerden nefret eden Bizans halkı durumdan hiç de memnun kalmamıştı. Şu meşhur söz o günlerin hatırasıdır. İstanbullular’ın sözü “İstanbul’da Lâtin serpuşu görmektense, Türk sangı görmek daha iyidir.”
Konstantin dindaşlarından fazla yardım bekliyordu. Papa’dan 3 büyük kadırga ile 200 asker, savaş gereçleri ve gıda maddeleri geldi. 30 geminin de va’di bildirildi. Sakızlı Cenevizliler’den 2 gemi ile 700 asker, Ceneviz’den 2 gemi 300 asker İspanya ile adalardan da bazı kuvvetler gelmişti. Cenova’dan da, Galata’daki C-nevizliler’in isteği üzerine 500 savaşçı ile bir gemi geliyordu. “Giritliler, Romalılar, İspanyalılar ve hatta ücretli Türk askerleri.”
Bizans’ın savunmasına yardımcı olacaktı. Ayrıca ve en mühimi, Ceneviz’in pek asil Justinyani ailesinin cesur evladı Jean Longas İmparatora 700 adamıyla yardıma gelmişti. Longas’ta askeri de cesur ve iyi savaşçıydı. Şayet İstanbul İmparatorun elinde kalırsa Justinyani Longas Limi Adası’na Duka tayin edilecekti. Bunun verdiği sevinçle gücü artan Longas canla başla savaşacaktır.
Gıda durumunu da düşünmek zorundaydılar. Dukas’tan İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın nakline göre “Sakız ada-sından dört büyük gemi ile tedarik edilen buğday, şarap, zeytinyağı, kuru incir, arpa, keçiboynuzu ve sair muhtelif hububat ve yiyecek geldi. Mora’dan da zahire ve diğer bazı yiyecek maddeleri ve gençler gelmişti.”

Surlar
İstanbul’u çevreleyen surların kaç İslâm-Türk akınını eli boş çevirdiği bilinen bir husustur. Peygamber Efendimizin “Konstantiniye fethedilecektir, bu fethi gerçekleştiren komutan ne güzel komutandır, bu asker ne güzel askerdir” mealindeki hadis-i şerifi ilk sahabe zamanında İstanbul seferini başlatmıştı. Sonra da devam etti. Şimdi Müslüman Türk’ün her manevî huzuruna ziyaretçi olarak gittiği Eyüp Sultan Hazretleri ilk müslüman kuşatmasında şehid olan büyük sahabelerdendir. Yani bu surlar Bizans’ın, askerinden fazla güveneceği maddi gücüdür.

Zincir
Galata’dan Sarayburnu’na çekilen ve kırılıp geçilme ihtimali düşünülmeyen zincir ki bir nevi Deniz Suru’ydu. Çok sağlamdı. O orada bulundukça Türk gemilerinin geçmesi mümkün görünmüyordu. Bütün safahatını anlatmak gibi bir niyetimiz olmayacağı malûm. Uzunları kısaltarak aktarmak suretiyle böyle bir özet meydana getirilebildi. Bunun da özetini söylersek. Bizans’ın son İmparatoru Konstantin’i surların aşılmazlığı, zincirin kırılmazlığı ve Longas’un yenilmezliği biraz cesaretlendiriyordu.
Asker mevcuduna gelince tam olarak inanılası bir rakam yok. Tarihi yazarların, kendi tarafları yahut tuttukları taraf için koruyucu olma hakları gerçeklerden önde gidiyor. Mağlup olan askerin sayışım ve diğer gücünü az göstermekle, kazanan tarafın zaferini önemsiz hale getirirler. 7–8 bin kişilik bir savunma birliği inandırıcı gelmiyor. Tahmin edilen rakam 20.000 kişinin Bizans’ı korumaya çalıştığı yönündedir.
Bizans’ın maddî yönden çok kötü durumda olduğu, bir dindaşları tarafından, Çandarlı’yla ilgili bir meselede şöyle hülâsa ediliyor: Çandarlı Halil genç Sultan’a babasının Bizans’la dostâne ilişkilerini anımsatmaktan usanmıyordu. Halil’e “Rum” adı takılmıştı ve Bizanslılardan rüşvet aldığı söylentileri ortalıkta dolaşıyordu. Kilise fareleri kadar yoksul olan Bizanslılar’ın ona neleri rüşvet olarak verdiğini düşünmek zordur. 
Aynı yazar abartılı bir biçimde, Bizanslılar surdan bakarak 300.000 Türk askeri saymıştır” diyor.

Edirne’den İstanbul’a Hareket (Şubat 1453)
Sultan I. Mehmed Şubat ayında, dökülen iri topun İstanbul önlerine götürülmesini emretti. 60 mandanın çektiği topun iki tarafında 200’er asker yürüyor, kaymaması için çaba sarf ediyordu. Daha önce gönderilen 200 amelenin düzelttiği yolda âzami ihtimamla taşınan, Bizans’ın en ağır misafiriydi.
Top ağır ağır İstanbul yolunda giderken 10.000 askeriyle Karaca Paşa Edirne-İstanbul arasındaki küçük kalelerin fethiyle uğraşıyordu. Top altı-yedi kilometrelik yakınlığa ulaşınca, Sultan Mehmed eyâlet ve sancaklara haber gönderdi, İstanbul’a yapılacak hareket için orduya katılmalarını emretti. Topun sur önüne getirilmesiyle beraber Karaca Paşa da geldi ve topu teslim aldı. Fatih’in emrini alıp yola düşen gönüllü ve muvazzaf askerler de orduya katıldı. (5 Nisan 1453)
Surların dibine yerleşen ordunun mevcudu hakkında kesin veya kesine yakın bir rakam mevcut değil. Yabancılar 300.000’den başlayıp 140.000’e kadar iniyor. Yerli tarihçiler ise daha küçük rakamlar zikrediyor. Birçok usta gelmişti, bunlar da ok, kılıç ve diğer savaş gereçlerinin yapımı için istihdam edilecekti. Hatta bazılarının anlattığına bakılırsa -bugünkü miting yerleri gibi- seyyar satıcıların yekûnu oldukça fazlaydı. Dervişinden serserisine kadar gelmeyen kalmamıştı. Bir de büyük, muhterem zatlar Edirne’den orduyla beraber gelmiştiler. Bunlar, “başta Ak Şemseddin, Akbıyık ve Molla Gürânî olmak üzere yetmiş kadar büyük âlim, veli, şeyh ve dervişlerdi.” 

6 Nisan 1453 Cuma
Açık havada Cuma namazı eda olundu. Namazdan sonra tellallar vasıtasıyla, harekete geçileceği duyuruldu. “Haliç’ten Marmara sahiline kadar bütün sur boyu derhal işgal edildi. … On-onbeş bin kadar gösterilen Yeniçeri ve Sipahi kıt’alarıyla Maltepe’yi merkez edinen Fatih Marmara sahiline kadar uzayan sağ cenahını Anadolu ve Halic’e inen sol cenahını da Rumeli askeriyle tuttu. Galata Cenevizlerinin herhangi bir hareketine mani olmak için Zağanos Paşa da şimdiki Beyoğlu sırtlarını işgal etti.” 
Deniz gücü Baltaoğlu Süleyman Bey’in emrindeydi. Gemi sayısında bile yabancı tarihçilerin abartılı rakam kullandığı görülüyor. Hammer 300’den fazla Türk gemisi, 20 kat aşağıda Bizans gemisi olduğunu yazıyor. Üstünlüğün Türk tarafında olduğu kesin bir gerçek olmakla beraber, fark bu kadar değildi; bu da yerli yazarların görüşü. Sonra şunu da kabul etmek lazım ki, asırlarca denendiği halde fethine muvaffak olunamayan bir şehrin alınması için kuvvetli olmak ve bu kuvveti kullanmak suç değildir.

Teslim Ol Kurtul (6 Nisan 1453)
Her şey hazır, bütün tedbirler eksiksiz alınmıştı. İnancına göre hareket etmek sorumluluğu ile Sultan, İmparatora bir teklifte bulundu. Mahmut Paşa götürdüğü mesajda, eğer şehri teslim ederse kan dökülmeyeceği, bütün insanların canına, malına hiçbir zarar verilmeyeceği, isteyenin istediği yere gidebileceğini bildirdi. İmparator teslimi gururuna yediremedi. Müdafaa için yeminli olduğunu, ancak, vergi ödemek istediğini söyledi. Bu, bugünden sonra kabul edilir değerde değildi.

İlk Ateş
Teslim şartının kabul edilmeyişi öğrenilince, Topkapı (o zamanki adıyla Sen Rumen) yakınında atış emri bekleyen, yere göğe sığdırılamayan Urban Usta ve büyük topun marifeti şaşkınlık yarattı. Doldurulması iki saat süren bu dev top, ilk ateşlenmesinde düşünülen parçalar ustasının parçalarına karışmıştı. Usta’nın parçalarını birleştirmek mümkün olmadığından, dağ fare doğurdu değil, artık dağ incir çekirdeği doğurdu denmesi lâzım. Bu bahsi şöyle noktalayan Hammer: Topun parçaları toplanarak yine kullanılmak istendi ise de topu yapan usta artık hayatta olmadığından netice muhasırların arzusuna muvafık zuhur etmedi. Bu parçalanan Şahi denen top iki ayrı topla destekleniyordu. Bugün Topkapı dediğimiz yer ismini bu toplardan dolayı almıştır. 
12 Nisan’da devamlı bombardıman başladı. Devamlı surlarda gedikler açıldı. Meşhur Justinyanilerin oğlu Longas, adamlarıyla beraber surların tamirini yetiştirmeye çalıştı. Aynı gün Zağonos Paşa bütün sur boyunu işgal etti.
18 Nisan’da, Baltaoğlu Süleyman Bey adaları işgal etti. 20 Nisan’da, Bizans’a yardıma gelen Rum ve Latin gemileri -ki beş tanedir- Koskoca Osmanlı Donanması’nı atlatıp Haliç’e girebilmiştir. Bu hadise her ne kadar şişirilip Avrupa’nın başarısı, Türkler’in zaafı olarak gösterilmiş olsa da, sadece havanın azizliğinden başka bir şey değildi. Yine de bu olay Baltaoğlu’nun azline sebep oldu. Donanma komutanlığına Hamza Bey tayin alındı.

Karadan Denize Gemi Nakli
Meşhur hikâyenin Solakzâde Tarihi’yle anlatımı şöyle: “Ehli İslâm bahadırları da nâmu kâm için savaşa gayret gösterip can ve baş ile çalıştılar. Hiçbir surette kusur göstermeyip, veriştiler el-leştiler. Fetih ve zaferin yüzünün güzelliği kendini göstermeyince, güzel tedbirli Pâdişâh, gönülleri aydınlık dolu olan vezirlerini cem eyledi. Onlara: “Hisarın bu tarafından hem hendek var hem duvarları üç katlıdır. Umum üzere bu taraftan muhasara vakit öldürmekten başka bir şey değildir. Deniz tarafından da surları döğmeye çare bulmak gerektir. İstanbul ile Galata arasında olan liman üzerinde zincir çekilmiş olup, gemi geçirmek mümkün değildir ve imkân haricidir. Buna ilacınız var mı?” dedi.
“Padişahın bu izahatı ve sorusu üzerine, devlet erkânı her ne kadar dikkat edip, tefekkür deryasına daldılarsa da liman tarafına gemi geçirmek tedarikinde aciz kaldılar. Nihayet ihtişam sahibi padişah hazretlerinin nurlu kalplerinde böyle bir ilham vaki oldu. Yenihisar canibinden gemileri sürüp Galata ardından aşırarak, Haliç’e indiler. Top ile düşmanı deniz tarafından şaşıralar.”
“Gerçi böyle tedbir akla aykırı bir iş ve amele gelmesi hayli zor idi. Lâkin bu gönül açıcı tedbir herkese sevimli ve kolay görünüp, mertlik gayreti ile Beşiktaş dedikleri yerden Kasımpaşa deresine doğru, dağ parçası gibi gemilerin altına yağ ile terbiye olunmuş kütükler döşeyip, bir rivayette yelkenler açarak yürüttüler ve gemileri birbirlerine bağlayarak, üzerine metrisler vaz eylediler. Yiğitçe ve merdâne cenk yaptılar. Böylece geniş şehri düşmanın gözüne dar düşürdüler.” 
Yağlı kasalar üzerinden kaydırılıp Beşiktaş’tan üstteki ormanlık alandan Haliç’e kadar getirilen gemilerin 70 adet olduğu söyleniyor. Zincir olduğu için normal yolla oralara erişemeyen gemiler, böylece Haliç’e sokulup buradan surların zayıf yerleri döğülmeye başlandı. En hayrete şayan tarafı bu hareketin bir gece içinde bitirilmiş olmasıdır. Bundan sonra fetih daha yakın, Bizans’ın işi daha zor.
İmparator, Türk gemilerinin kendine göre girilmez bölge sayılan yerde salındığını görünce hayretini gizleyemediği gibi gerekli tedbiri de aldı. Haliç surundan yapılan top ateşiyle iki Türk gemisini batırdı. Buna karşılıklı Türk tarafı Kasımpaşa tepesinden, Bizans topçusunu devamlı top ateşi altında tuttu. Haliç’ten de bombardımana maruz kalan İmparator “Ölümü hiçe sayan bir cesaretle …. mukadder akıbete karşı direnmekteydi. Bizzat İmparator erkekçe bir kararlılıkla savaşçılarına örnek oluyordu. Konstantinos sonuna dek, tuttuğu işin başarısızlığa uğradığını görecek kadar yaşamaya karar vermiş bir kimse gibi mevkiini muhafaza etti.” 

18 Mayıs Cuma
O zaman kadar görülmedik büyüklükte topun yapılıp kullanılması, karadan gemilerin denize indirilmesi, denizde köprü kurulması, yeraltı muharebesi… bunlar hep yenilikler idi. Şimdi ise tekerlekli kuleler görülüyor.
“Perşembe/Cuma gecesi Topkapı surunun önündeki hendeğin kenarında yüzlerce mühendisin, ustanın ve işçinin dört saat içinde, yani bir hamlede yaptığı bu muazzam kule İstanbul surundan daha yüksektir.” Altında tekerlek değil de makaralar bulunan, bu sayede istenilen yere kolayca nakledilen bu kuleyi görünce hayrete düşen Bizanslılar ona “şeytanî bir eser” demekten kendilerini alamamışlar. Bu kulenin f¬tihte oynadığı rol oldukça önemlidir.

İmparatora Son Şans
İkinci Mehmed yiğit adamdı, yiğitlik gösterenleri takdir ediyordu. İmparator XI. Konstantin devamlı şerefli hareket ederek sultanın takdirini kazanmıştı. Sıra son hücuma gelince, İmparator’a, iyi tanıdığı İsfendiyaroğlu Kasım Bey’i elçi olarak gönderdi. İmparator, merasimle karşıladığı pâdişâhın elçisi ve kendi dostundan son teklifi dinledi:
Eğer, diyordu genç Sultan, imparator gönüllü teslim olursa, malı mülkü kendisinindir ve Mora Despotluğu verilecektir. Ahaliden de isteyenler her şeylerini alıp gidebilecek, kalanlar hürriyet içerisinde, evlerinde, işlerinde mallarının başında hayatlarını devam ettirecekler. İmparator savaşa devama karar verir ise, kaybetmesi halinde herkese esir muamelesi yapılıp şehir üç gün yağmalanacak. Kiliseler camiye çevrilecek.
İmparator: “Şehri teslim etmem mümkün değil, gerekirse savaşarak ölürüm” deyip her şeyi kaderine havale edince, yapılacak şey güzel bir savaştan başkası değildi.
İkinci Mehmed yapılan ilk taarruz veya saldırılarda netice elde edemeyince biraz huzursuzlanmış, orduda da ufak tefek rahatsızlıklar meydana gelmişti.

Fatih’in Harp Meclisini Toplaması (27 Mayıs 1453)
Ne kadar güçlü olsa da, inansa da, neticeye varılamayışı günlerin, haftaların sadece karşılıklı zayiatlarla geçmesi -herhalde- Padişahın içine “acaba” ateşini düşürmüştü. Vezirlerin ve Hocaların fikirlerini bir kere daha öğrenmek istedi. İşlerin nasıl gittiği herkesin malûmuydu. Sordu: Muhasara devam etmeli mi etmemeli mi? Zafer şarkılarıyla gelen muazzam ordu, hüzünlü mırıldanmalarla boynu bükük dönsün mü? Yoksa sonuna kadar devam mı edilsin?
Çandarlı Halil Paşa tereddüdünü hiçbir zaman için yenememişti. Avrupa’dan ve Macaristan’dan gelecek yardım şayiaları temkinli insanlar için caydırıcıydı. Bunu en fazla hisseden Çandarlı yine savaşın aleyhinde oy kullandı. Onu destekleyen birkaç kişi olsa da, Padişahın devam fikri daha güçlü insanlarca destekleniyordu. Belli Paşaların yanı sıra, her söz ve hareketine olağanüstü itibar edilen Ak Şemseddin Hazretleri Padişahı teşvik ediyordu. Molla Gürâni, Molla Hüsrev devam diyordu. Devam kararı alındı.

Konstantiniyye İstanbul Oluyor (28/29 Mayıs 1453)
Sultan Mehmed’i yaşlandıran haftalar geçti. Son geceye gelindiğinde, hâlâ içi “acaba”larla yanan Sultan, Ak Şemseddin Hazretleri’nden bir hayırlı müjde umuyordu. Zaferi görmeden, inanmak için hazretin güzel sözlerini duymak dileğiyle Veliyüddin oğlu Ahmed Paşa’yı gönderdi.
Paşa hürmetkârâne sordu, Pâdişâh ağzıyla: “Hisar’a, zafer mukadder midir?” Şeyh Hazretleri cevap verdi “Allah’ın inayetiyle bu harabı hisarın ne kadar tahammülü ola ki?” Ahmed Paşa Pâdişah’ın yanına yüzündeki ümit ışıltılarıyla geldi, dinlediğini aktardı. Sultan Mehmed’in yüzündeki endişe ince bir tebessüme döndü. Daha kati bir söz işitmek istiyordu. Ahmed Paşa’yı tekrar gönderdi. Rica edildi. Ak Şeyh’e, vekil tayininde bulunması dilendi. Kısa bir anlık murakabeden sonra şeyh dedi ki: “İnşaallahu Rahman yarın sabah, sabh-ı sâdık döneminde, ricaullahın himmetiyle, falan mahalden hisara yürüyüş ola. Hakkın izni ile fetih kapısı müyesser olup, şehrin içinde tekbir sadaları dola. Sen de o zaman Pâdişâh ile birlikte bulunasın.”
Ulu Şeyh Ak Şemseddin’in ulu müjdesi Sultan Mehmed’in daralan gönlünü İstanbul kadar genişletirken Ayasofya Kilisesi’nde Kudas ayini yapılıyordu. İmparatorda, sarayının ileri gelenleriyle beraber kiliseye gidip istiğfar getirdi, hüngür hüngür ağlayan halkla beraber âyine iştirak etti.
Konstantin kiliseden çıkınca atına binip askeri mevkileri dolaştı. Halkı ve askerini heyecanlandıracak konuşmalar yaptı. “O gece ne istihkâmlarda, ne kulelerde kimse uyumadı. Ertesi gün -ki 29 Mayıs’tır- İlk horoz sadasında herkes ayaküstünde, silâhaltında idi. İmparator Sen Romen -Topkapısına galebe etmek üzere yahut payitahtının harabeleri altında defnedilmek tasarısında bulunduğu halde- düşmanı bekliyordu.” Türk tarafının umumî hücuma kalkacağı Galata Cenevizliler ile Osmanlı ordusundaki Rumlar tarafından İmparatora duyurulmuştu. 
Padişah, Akşemseddin’in paha biçilmez müjdesiyle sevinir; söylenen vakti yeni tedbirlerle doldurmaya çalışır. Surlara ilk çıkacaklara büyük mükâfatlar vaad eder.
29 Mayıs sabahı, namazını kıldıktan sonra atına binen Sultan Mehmed maiyetiyle beraber ön safa gelir, güneşin ilk ışıklarıyla, toplar ateşlenir. Bu güneş dokuz asırlık hasretin üzerine doğmaktadır; bu hasretin bugün bitmesi için askerler canla, başla atılırlar ileriye. Canın hükmü yoktur bugün. Canın, niçin verildiğini bilmektir mühim olan. İkinci Mehmed’in -Akşemseddin’in müjdesini alan- askerleri yaptıkları işin şuurundadırlar. Merdivenlerden surlara tırmanmaya başlanır. Şehirde kiliselerin çanları Türk toplarıyla yarışa girer. Ahali şaşkınlıktan oraya buraya kaçışırken, kimi de son anın geldiğini düşünüp “bari savaşarak öleyim” diye askerlerle beraber vuruşmaya katılır.
Surlara tırmanan Türk askeri fazla yaşamadan üzerlerine dökülen “Rum ateşi” ile yakılarak öldürülüyor, şehit düşüyorlardı. Topkapısı önünde bulunan Sultan, ölenlerin yerine yeni birlikler gönderiyor, Akşemseddin, Molla Gürâni ve diğer dervişler dualarla, ön saflarda askere moral aşılıyorlardı.
Umûmi hücum gerçek hücum olmuş, Pâdişâh dahi elinde demir topuz olduğu halde savaşıyordu. Buna rağmen henüz elde edilen bir yer yoktu. Duvarlara tırmanılan merdivenler kırılıyor, Grejuva ateşleri gemilere dalgalar halinde yürüyordu. Şehir kalın bir duman bulutu içinde kaybolmuştu. İmparator askerini devamlı cesaretlendirme görevini yaparken kendisinden çok şeyler beklediği Justinyani Longas ağır yara aldı. Acıya dayanamıyordu. Konstantin’den, tedavisi için izin istediğinde:
“Yaranız ağır değildir; bununla beraber, buradan nasıl çıkacaksınız?” diye sordu İmparator:
Justinyani şu cevabı verdi:
“Cenâb-ı Hakk’ın Türkler’e açmış olduğu yolu takip edeceğim.”
Türk komutanlar Rum ateşiyle dağlanarak ölürken, askerler tırmandıkları merdivenden, silkelenen olgun meyveler gibi sapır sapır dökülürken sadece “Allah” diyorlardı. Justinyani gibi bir Hıristiyan kahramanı aldığı yaranın acısıyla her şeyi unutup mevkiini terk edip Galata’ya sığındı. 
Justinyani’nin varlığı Rumlar’a güven veriyordu. Onun kendine göre iyi bir adı şerefli bir geçmişi çok namlı bir ailesi vardı 700 askeriyle beraber geldiğinde büyük bir ordudan fazla güven getirmişti. Onun, aldığı yarayı bahane ederek çekip gitmesi, zaten olmayan ümidi tamamen bitirdi; saflar karışmaya başladı.

Ulubatlı Hasan
Pâdişâhın emriyle surlara tırmananlar anlatılırken, hafızalarımızdan silinmeyen bir ismi anmadan geçemeyiz. “Yeniçeriler arasında iri yarı Ulubatlı Hasan isminde bir yeniçeri, kalkanını sol eli ile başının üstünde tutarak sağ elinde palası olduğu hâlde ilk olarak surun üstüne çıktı; bunu gören otuz kadar yeniçeri onu takip ettiler ise de müdafilerin ok ve taşlarıyla sekizi öldürüldü. Ulubatlı Hasan yaralanmasına rağmen, diğer arkadaşlarının sura çıkmasına yardım etti.
Fakat bunlar da öldürüldü ve Ulubatlı Hasan bir taşa takılarak surdan aşağı düştü ve yukarılardan atılan ok ve taşlarla şehid edildi. 
Varsın olsun… Ölüm ne ki? Onlar nice zamandır bu hayallerle yaşıyorlardı zaten. Konstantiniye’yi İstanbul yapan sancağı o sura dikmenin şerefi ile şehidliğin mükâfatı az şey midir bir fâniye? Ulubatlı için İ. Hami Bey “Şâhî denilen büyük toplardan birinin açtığı bir gediğe saldıran Anadolu Türk neferlerinden Ulubatlı Hasan Topkapı suruna tekbirlerle çıkıp sancak dikerek İstanbul’a ilk giren Türk askeri olmanın şan ve şerefini kazanmış, kendisini takip eden otuz arkadaşıyla beraber, harb ederek içeri girmiş ve bir rivayete göre de surun üstünden düşerek Türk ırkının asırlardan beri gördüğü büyük rüyayı tahakkuk ettirdikten sonra Allah’ına kavuşmuştur. Bu muhteşem neferin Türk tarihindeki şanlı şahsiyeti, büyük ve kahraman veliyullah Akşemseddin’in nûrânî siması kadar parlaktır” diyor.
Ulubatlı’yı bu kadar anmış, Akşem-eddin’den sitayişle bahsetmişken, pâdişâhın, şeyhe gönderdiği Veliyyüddin oğlundan da kısaca bir haber verelim. Bu kişi, meşhur şair Ahmed Paşa’dır. Zamanının mühim şairlerindendir ve görüldüğü gibi, önemli bir devlet adamıdır. Anılsın diye, bir güzel gazelini takdim ediyoruz:

Ey fitnesi çok kavli yalan yandım elinden 
Bir naz ile bin gönlüm alan yandım elinden 
Sen şem gibi gayr ile mecliste gülersin 
Ben akıdurum yaş ile kan, yandım elinden 
Her har ile sen sohbet edersin dün ü gün, ben 
Derdin ederim mûnis-i can, yandım elinden 
Ahmed çeke çevrini, göre lütfunu ağyar 
Ey şefkati az şüh-ı cihan, yandım elinden

İkinci Murad bahsinde de hizmeti görülen Veliyyüddinoğlu Ahmed Paşa’ya da hizmetleri için minnettarız.
Artık, gırtlağı sıkılan insanın son hırıltılarını yaşayan Bizans tamamen susmak üzereydi. Topların tahrip ettiği yerden yeniçeriler içeri dalmaya başladılar.
İmparator omuzundan yaralanmıştı. Yanındaki Kantakuzen öldü. İmparator kaçmaya başladı. Onun bu hali, müdafadaki askerler arasında paniğe sebep oldu. Bir rivayete göre, panik esnasında İmparator surdan düşüp öldü. 
Hammer’e göre İmparatorun sonu şöyle: “Konstantm mesâisinin neticesiz kaldığını ve düşmanın kesif kitleler hâlinde her taraftan şehri istila ettiklerini görüp, ölümü davet ederek Türkler’in üzerine hücum etti. Bütün maiyeti kendisini terketmiş olduğu halde:
“Bir Hıristiyan yok mudur ki beni öldürsün!” diye bağırıyordu. O anda -biri yüzünden diğeri arkasından- iki kılıç darbesi alarak, ölüler arasına düşüp karıştı. İntiharıyla ilgili rivayetler de var.
İmparator gibi trajik bir sahne yaşatan başkası yok mu? Süleyman Çel-bi’nin Orhan adlı torunundan bahsedilmişti. İmparatora onun için yüklü paralar ödeniyordu. Ödemenin artırılması istendiğinde ise tamamen kesilmişti. Şehzade Orhan keşişlerle rahiplerle ve doğruysa para için savaşan 600 Türkle beraber Bizans’ı koruyordu. Her şeyin bittiği yerde o hayattaydı. Esir edilme noktasına gelince ölümü tercih ile kendisini kuleden atarak intihar etti. (Hammer)

Fatih’in Doğuşu (29 Mayıs Salı)
İstanbul artık Türk’tür. İkinci Mehmed’in adı bundan sonra Fatih Sultan Mehmed. Sancağı surda dalgalanırken gören Fatih atından inip secdeye kapandı Allah’a hamd etti. Secdeden başını kaldırınca hemen Ak Şemseddin Hazretleri’ne yöneldi. Solakzâde Tarihi’nden yapacağımız -Fatih-Şeyh- görüşmesini biraz sonraya bırakıp şehre girişini öne alıyoruz.
İstanbul’un fethiyle ilgili bütün dünyada eserler yazılmıştır. Herkes bir türlü anlatmıştır da hiç kimse bu hadiseyi küçültmeye kalkışmamış. En azından biz öyle biliyoruz. Fetih, Fatih’in hayatının bir bölümü olarak ele alındığı için, bu konuyu fazla uzatmak istemiyoruz. Zaten milletimiz bu hususta epeyce malûmat sahibidir. Bu fetih gerçekleşince, malûm haçlılar matem tutuyor, Müslümanlar bayram yapıyor. Son İmparator şerefiyle öldüğü için iyi anılıyor. Y. Öztuna da bir başka iyi anılacağa rastladık, anlatalım. Surlara Türk bayrakları çekilmiş, ezanlar okunmuş, yani Konstantiniyye İstanbul olmuş ama, hâlâ bahçe kapısında Giritli askerler savaşıyormuş. “Pes” diyememişler. Onların yiğitliğini çok beğenen Fatih, silahlarıyla beraber gemilerine binip memleketlerine gitmelerine izin vermiş. Bu bile Fatih’in büyüklüğünü Türk’ün karaktere verdiği önemi göstermeye yeter!
Fatih Topkapı’dan şehre giriyor. Muhteşem beyaz atın üstünde 21–22 yaşlarında. Hem “Fatih” unvanını kazanmış, hem “Roma İmparatoru” Kilise (Ayasofya) alabildiğince insanla dolu, içi ve avlusu tıklım tıklım. Fatih Sultan Mehmed Ayasofya’ya girince, herkes birbirinin üstüne secdeye kapanıyor. Patrik bile secdede ağlayanlardan. “Kalkın”, “susun” diyor işaretle. Sonra, “Ben”, diyor. “Sultan Mehmed, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” 
Fatih Bizanslıları teskin ettikten sonra, kendi kumandanlarına, halka fenalık yapan askerin ölümle cezalandırılmasını emretti.
Fatih’in fetihten sonra şehre getirdiği sükûn, herkesi rahatlatmıştı. Herkesin inancında hür olduğu, hiç kimsenin özel hayatına karışılmaması, Ayasofya ve etrafına toplanan 50.000 kişinin burnunun bile kanatılmaması, o günün anlayışına göre olacak işlerden değildir. Fatih olamayacak işleri oldurabilen bir kişi hüviyetiyle insanları hayrette bırakıyordu. Yalnız; kılıç zoruyla fethedilen yerlerin üç gün boyunca yağmalanması adetten idi. Asker bunu bekliyordu. Bazı yerlerin yağmasına izin verildi. “Ve Ayasofya’nın camiye çevrilmesini emredip, ezan okuttu. İkindi namazını Ayasofya camiinde kıldı.” 
Fetihle ilgili oldukça geniş malûmat bulunmaktadır. Mümkün mertebe özet vermeye çalıştık. Fetihteki olağanüstü veya olağandışı başarıyı, Türk olmayanlar da methetmek zorunda kalmışlar, işte onlardan biri:
“II. Mehmed’in karadan donanma yürütme işinde, amansız düşmanı olan ve II. Mehmed’i şahsen tanıyan Bizans İmparatorluk Prensi meşhur tarihçi Dukas, şöyle fikir beyanından kendini alamamıştır. “Böyle bir harikayı kim gördü ve kim işitti? Keyahsar denizde köprü inşâ ederek, karada yürür gibi, bu köprü üstünden karaya asker geçirdi. Bu yeni Makedonyalı İskender ve bana kalırsa neslinin en büyük pâdişâhı olan II. Mehmed, karayı denize tahvil etti ve gemileri dalgalar yerine dağların tepelerinden geçirdi. Binâenaleyh bu adam, Keyahsar’ı da geçti. Zira Keyahsar, Çanakkale Boğazını geçti ve Atinalılar’a mağlûb olarak muhakkar bir halde geri döndü. Mehmed ise, karayı denizde olduğu gibi geçti ve Bizanslıları mahvetti ve hakiki altın gibi parlayan İstanbul’u yani dünyayı tezyin eden şehirlerin kraliçesini fetheyledi.” Fetih sırasında 53 yaşında olgun bir adam olan tarihçinin bu heyecanlı satırları, devrinde bu hâdisenin ne kadar muazzam bir tesir uyandırdığını gösteren bir ayna gibidir.” 
Yine Öztuna’nın kitabından, yine Dukas ‘tan alınan bir fasıl “II. Mehmed, gece olmayacak saatlerde bile müşavirlerini çadırına davet ediyor, herhangi bir meselenin münakaşasını yapıyordu. Bir defasında gece yarısından sonra Vezir-i Âzam Halil Paşa’yı davet etmiş, Paşa uyanıp acele giyinerek huzura girmişti. Pâdişâh yatağının kenarında, fakat giyimli idi. Vezirine şu sözleri söyledi: “Yatağımın bu baş yastığını görüyor musun? Bu yastığı bütün gece yatağımın bir ucundan öbür ucuna ve diğer uçtan öteki uca nakletmekle meşguldüm. Yatağa yatıyor ve kalkıyordum; gözüme uyku girmiyordu. Allah’ın yardımı ve Peygamber’in imdadı ile İstanbul’u alacağız.” II. Mehmed, sabahlara kadar başım krokilerin üzerinden kaldırmıyordu. “Harb fennine aşina olanlara topların ve muhasara aletlerinin nerelere konması lâzım geldiğini tesbit ettiği gibi, lağım açılacak yerleri de plân üzerinde işaret eyliyor, hendeklerin başlarını ve merdivenlerin surun hangi tarafına konması lâzım geldiğini gösteriyor; velhâsıl bütün gece, bu hazırlıklar ile meşgul oluyor ve sabahlan, gece verilen kararların akilane ve düşmana karşı hilekârane tatbik ve icrasını emrediyordu.” 
Bu Mehmed 21 yaşındadır! Lütfen biraz düşünelim; nasıl yetişmedir böyle? Bilgi beceri, arzu, fedakârlık, inanç hepsi bir arada. Bizim çocuk diyeceğimiz yaştaki bir insanda. Kendisinde olanlarla da yetiniyor değil; aksakallıların tecrübesini, Ak Şemseddin’in ve diğer ulu kişilerin duasını talep ediyor.
Çok saygı duyduğu, kerametine inandığı, fetih müjdesini kendisinden aldığı Ak Şemseddin, Fatih için, değeri tarif edilemeyecek yüce bir kişidir. Fatih olmanın heyecanıyla yanına koştu. Solakzâde’nin anlatımıyla takdimi uygun bulmuştuk.
Gerçek midir menkıbe mi bilemiyoruz. Ne olursa olsun hoşa giden bir davranış, ders alınacak bir hikâye, onun için aktarılması istenmektedir.
“Sultan Mehmed Han Şeyh’in çadırına vardıklarında, Şeyh Hazretleri yerlerinden kımıldamayıp, ayağa kalkmamılar idi. Vakârlı pâdişâh şeyhin huzurundan çıktıklarında yolda iken Veliyyüddinoğlu Ahmed Paşa’ya hitab ederek şöyle buyurdular.
“Şeyh bize kıyam etmeyip yerinden kımıldamadığı için hatırım kırılmıştır ve gönlüm mahzundur.” 
Ahmet Paşa cevap vererek: “Bu büyük fetih, önceki pâdişâhlara ve mübarek ecdadınıza müyesser olmayıp, size nasip olmakla, sizde bir çeşit gurur müşahede eylemiş, bu yüzden riayet ve tazimde kusur göstermiştir. Gerçekten maksatları sizden o gururun izalesine gayret gösterip ayağa kalkmadı” deyince, bahtiyar pâdişâh bu sözden mesrur ve handan oldu. Kendilerine hemen şifâ sâdır oldu. O gece, gecenin son çeyreğinde Şeyh Hazretlerini davet edip, sabah oluncaya kadar gizlice sohbet eylediler. Sabah namazını şeyh ile birlikte eda edip, virdlerini işittiler. Daha sonra Ebû Eyyûb Hazretlerinin (Allah rahmet eylesin) mezarlarını tayinini iltimas eylediklerinde, Şeyh Akşemseddin halvete varıp, teveccüh kıldılar. Hâlâ yüksek kubbelerinin bulunduğu mahalli, gerçek ehline doğru olarak görünmesi yolu ile tayin eyleyip, bazı alâmetlerini beyan eylemekle, bir bir bulundu ve böylece gerçek olarak tâyin edilen mahallinde mezâr-ı şerifleri zuhura geldi.”
Bir Haziran’da İstanbul Ayasofya Câmii’nde ilk Cuma namazı kılındı. Temin edilmeye çalışılan Ortodoks-Katolik birliğinin parçalanmış olmasıyla Fatih Şark Hıristiyanlığını himâyesi altına almış oldu ve yeni bir Rum Ortodoks Patriği tâyin etti. Yine, bir Haziran’da Çandarlı Halil Paşa Vezir-i Âzamlık’tan azl edilip hapse kondu. Böylece, başlangıçtan itibaren Türkler’in işgal ettiği vezaret makamı da değişikliğe uğradı. Rum olduğu sanılan Mahmud Paşa Vezâret-i Uzmâ makamına getirildi.
Bütün yenilikler aynı güne sığdırılmış görünüyor. İstanbul Vâliliği’ne konuşturan Süleyman Bey, Kadılığa da Celâlzâde Hızır Bey Çelebi bugün tâyin edildiler.

Çandarlı Halil Paşa’nın İdamı (10 Temmuz 1453)
Çandarlı adı Osman Gâzî’den beri pâdişâhlardan sonra anıla geliyordu. Şimdi bahsettiğimiz Çandarlı; Vezir-i Âzam Çandarlızâde İkinci Halil Paşa’dır. Sultan Fatih’i emaneten oturduğu tahttan uzaklaştıran kişilerin en önemlisiydi ki, o zamandan bugüne kadar Fatih’in gazabı şahanesi! Onun üzerine meylediyordu: Vazifeden azli ve idamı için uygun zemini bulan Fatih gözünün yaşına bakmamış. Görünür sebepler nelerdi?
Fatih ufku geniş, genç, dinamik bir delikanlıdır. Çandarlı ise yaşını başını almış, itidalli, mâcerâ gibi görünen işlere itibarı yok; dibi görünmeyen sudan geçmeyen bir insan. Fatih İstanbul’u alacağına inanıyor; Çandarlı’nın şüphesi var; böyle bir savaşın kaybı devletin felâketi demektir. Böyle düşünen Çandarlı, devamlı Fatih’in eteğinden çekiyor. Fatih’in doludizgin gitme mizacı ile Çandarlı’nın teennisi uyuşamıyor, ikide bir önüne dikilen engelden ve Osmanlı Hanedanı ile yarışan bir Çandarlı Hanedanı oluşmasından hoşlanmayan pâdişâh nihâi kararını veriyor… Ve Çandarlı önce vezaretten azl edilip, sonra da idam ediliyor…
Görünüşte, hoş olmayan bir yol açılıyor ki kapanması asla mümkün olmuyor. Bu yol iyi mi kötü mü oldu? Bilmiyoruz. Olayın nakliyle yetineceğiz. Çandarlı’nın azli ve idamı ile adeta sadrazamlık makamı Türk soyundan gelenlere kapandı. İşte Fatih’in saltanatında Mührü Hümâyunu koynunda taşıyanların isim ve milliyetleri:
1. Mahmud Paşa, Rum veya Hırvat yahut ikisinin karışımı. 
2. Rum Mehmed Paşa -bu zat sonunda, Türk düşmanlığından dolayı idam edilmiştir. 
3. İshak Paşa, Rum veya Hırvat. 
4. Mahmud Paşa, ikinci defa. 
5. Gedik Ahmed Paşa, Arnavud veya Rum. 
6. Karamâni Mehmed Paşa Türk.
İşte böyle Çandarlı’dan sonra gelen beş Sadrâzamdan sadece biri Türk’tür. Fatih’ten sonraki pâdişâhlar için de durum değişmez; genelde gayr-ı Türkler işbaşında bulunurlar.
Gayr-ı Türkler işbaşında bulunur da ne olur? İyi yanından bakanlar, Osmanlı Devleti’nin dönme devşirme vezirlerle büyük işler başardığını, onlarla şahikalara çıktığını söylerler: Bunların, arkalarında kalabalık bağlıları bulunmadığı için, padişahlara tehlike teşkil etmediğini, dolayısıyla padişahların rahat hareket ettiklerini söylerler.
Rum, Hırvat, Boşnak, Arnavud, İslav, Ermeni, Frenk, İtalyan, Macar, Çerkez ve Gürcüler’den Türkler’in Vezir-i Âzam olmalarına sıra gelmemiş olsa da, bunların büyük kısmının Türk Devleti’ne hizmet ettiği, önce Müslüman olup, Türk töresine göre yetiştikleri için önemli sayılması gerekenin verdikleri hizmet olduğu anlatılır. Herkesin de gördüğü gibi bazı büyük şehirlerimiz bu tür paşaların hayır eserleriyle doludur. Camiler, köprüler, hanlar, hamamlar ve çeşmeler yaptırmıştır bunlar. En küçük ihaneti görülenler ise anında, en ağır cezaya çarptırılmıştır.
İstanbul’un fethini uzatmış gibi görünsek de işin ihtişamı yanında hiç bahsetmedik sayılsa yeridir. Fatih’in yaptığı diğer faaliyetler de anlatılacak. Kısa kısa onlara bir göz atalım derken Sayın Yılmaz Öztuna’nın fetihle ilgili bir tesbitine de değineceğiz.
Fetihten önce dünyanın bir numaralı devleti Türkistan İmparatorluğu’dur, yani (Doğu Türk Hakanlığı) ikincisi ise Mısır (Memlûk Sultanlığı) Osmanlı Devleti ise, ancak üçüncü sırada idi. Fetihten sonra, dünyanın bir numaralı devleti Osmanlı’dır.
Fatih Sultan Mehmed İstanbul’da fazla kalmaz, Edirne’ye geçer. Orada yeni yeni fetihler düşünmektedir. Hepsi birden olamayacağı için, önemine göre sıralamak gerekir ve ilk sırayı Enez alır. Enez küçük bir kasabadır. Her tarafı Türk toprağıyla çevrili bu yerin Cenevizlilerin elinde bulunması münasip değildir. Hemen Türk toprağına katılır.
Osmanlı, Rodos şövalyelerinden çok çekmiştir. Ve Ege’de bir sürü ada, hepsi de burnumuzun dibinde durduğu için her zaman can sıkıcı olabilir. Amiral Hamza Bey donanmayı Ege Denizi’ne sürer, beş adanın Türk eline geçmesini sağlar. Böylece, Çanakkale Boğazı emniyete alınır…
Çok kısa zamanda birçok Hıristiyan devleti haraca bağlandı. Trabzon Rum İmparatorluğu, Sırbistan Krallığı, Raguzaz Dubrovnik Cumhuriyeti, Mora Despotluğu, Sakız Ceneviz Kolonisi, Midilli Ceneviz Dukalığı vs.
Venedik Cumhuriyeti’ne bağlı Naksos Dukalığı sulh akti yaptı ve sıra geldi Sırp Seferi’ne.

Birinci Sırbistan Seferi (1454)
Sırbistan -Belgrad hariç- daha önceden işgal edilmişti. Belgrad Macarlar’a terk edilmiş Sırp Despotu Brankoviç’te Macaristan’a kaçmıştı. Macaristan’a defalarca akın yapılmış, hepsinde de Erdel Prensi Jan Hunyadi’ye mağlup olunmuştu. 1444’te Sultan Murad Segedin Sulhü’nü imzalayarak Hunyadi kâbusundan kurtulmuştu. Sırbistan’dan alınan yerlerde anlaşma gereği eski sahiplerine iade edilmişti.
Sırp Despotu İkinci Kosova muharebesi yapılırken -1444- fırsattan istifade, bazı Türk kalelerini işgal etmişti. Sultan Murad savaşlardan bıktığı için ses çıkarmayıp, alacağını zamana havale etmişti.
Sultan Murad ölüp, II. Mehmed Pâdişâh olup, İstanbul’u fethedince Brankoviç yarınından endişeye kapılmış, Edirne’deki Fatih’e bir tebrik heyeti ve onlarla beraber işgal ettiği kalelerin anahtarlarını göndermiş. Bir yüzü böyle davranan Brankoviç’in diğer yüzü, Papa’nın öncülüğünde Türkler’e karşı hazırlanan Haçlı Seferi’ne iştirak için görüşmeler yapıyordu. İyi bir casus ağı olan Osmanlı Devleti, Sırp despotunun gizli yüzünü görmekte gecikmedi. 
Bir başka rivayete göre: Sırp Kralı -despotu- Yargi Brankoviç Macarlar’a güvenerek Osmanlı arazisine sarkıntılık etmeye başlamış. 
Sırplarla ilgili geçmişten gelen sıkıntılar geleceğe de taşınma istidadındaydı. Divan toplanıp savaş karan aldı. Sırbistan’ın, önemli iki şehrinden biri payitaht Semendire idi; öbürü, onların Astroviç, Türkler’in Sivricehisar dediği şehir. Brankoviç Fatih’in ordusuna dayanma kudretine sahip değil. Semendire Kalesi’ni sağlamlaştırdı, beylerinden birini kumandan olarak bıraktı. Sivricehisar’a hazinelerini taşıdı. Kendisi Macaristan’a kaçtı.
Türk kuvvetlerinin bir kısmı Semendire’ye, bir kısmı Sivricehisar’a yöneldi; akıncılar da Sırbistan’ın diğer şehirlerine dağıldı.
Sivricehisar muhafızları canlarının bağışlanmasına karşılık kaleyi teslim etti. Semendire’nin dış kalesi alındı, iç kale çok direnç gösterdi, uğraşmaktan vazgeçildi, akıncılar 50 bin esirle döndü. Sırbistan’a 30 bin kişilik bir kuvvet bırakılıp fetihten vazgeçildi.

İkinci Sırbistan Seferi (1455)
Firuz Beyoğlu Mehmed Bey kumandasında bırakılan 30 bin kişi Sırp Despotu ile Hunyadi Yanoş’un baskınına uğradı. Daha üstün olan düşman kuvveti Türk askerini bozdu, kumandanını esir aldı. Bunun üzerine ikinci Sırbistan Seferi açıldı. Ordunun başında Fatih bulunuyordu. Gümüş madenleriyle meşhur Novoberda şehrine saldırıldı, 40 gün uğraştıktan sonra burası alındı. Elbirliği, işbirliği yapan Sırplarla Macarlar’ın arasına mezhep taassubu girmişti. Sırplar Ortodoks, Macarlar Katolik, Fatih, fetihten hemen sonra Ortodoksları Katolik hâkimiyetinden kurtarmıştı. Bunun Sırp-Ma¬ar mezhep kavgasında tesirli olduğu söyleniyor.
Hunyadi Yanoş’un desteği olmadan Sırp Kralı Brankoviç’in kazanması mümkün değildi. Şunu Hunyadi Yanoş söylemişti. “Türkler mağlup edilirse, bütün Sırbistan’a Katolik kiliseleri kurduracağım” Ortodoks Sırplar da Katolik Macarlar gibi mezheplerini din sayıyordu. Bu sebepten aralarının açılmış olması normaldir.

Üçüncü Sırbistan Seferi
Sırbistan’a düzenlenen seferler netice vermiyordu. Bu sefer, 150 000 asker 300 top ve 200 parçalık ince donanma ile Belgrad’a yürüyen Fatih’in karşısına Hunyadi Yanoş çıkar. Bu Hunyadi ki, daha önceleri çeşitli isimlerle anmıştık. Kâh Janos diye, kâh Jan Hunyad diye yazmıştık. Hunyadi Yanoş! İkinci M-rad’ın baş belâsı idi, şimdi de onun oğlunun karşısına çıkıyor, çok namlı bir kumandandır. Hırslıdır. Hıristiyanlık için savaşır…
İhtiyarlamış ama kuşeyi uzlete çekilmemiş. “Şu Muradoğlu Mehmed nicedir bir göreyim” demiş, gelmiş. Belki de, “öleceksem Fatih’le savaşırken öleyim” demiştir.
Büyük Macar kuvvetleriyle Belgrad’dadır İhtiyar Hunyadi. Savaş o kadar şiddetlidir ki, Sultan Fatih bile bir nefer gibi en ön saftadır. Hammer diyor ki: “Türkler “Allah Allah” diye bağırıyor, Hıristiyanlar Hz. İsa’nın adım tekrarlıyordu. Bir ara Türk ordugâhına kadar sokulan düşmanı gören Fatih Sultan Mehmed, kılıcını çekerek, aslanlar gibi bizzat dövüştü. Bir kılıç vuruşu ile bir Hıristiyan’ın başını uçurdu. Fakat kendisi de kalçasından yaralandı. Padişahın öfkesi alev alev olmuştu.” Fatih, yaralı ve öfkelidir. Yeniçeri Ağası Hasan Ağa’yı görür, hiddetle bağırır. Hasan Ağa, sultanının azarına dayanamaz Macar saflarının arasına dalar ve şerefiyle şehid düşer. Rumeli Beylerbeyi Karaca Paşa daha önce şehit olmuştu. Türk ordusu sıkışmıştı ki altı bin kişilik Türk süvari kuvveti imdada yetişti. Fatih’in ordusu bozulmaktan kurtuldu. Düşman tarafı da bir netice alamayacağını anlayıp çekildi. Hunyadi Yanoş burada da önemli bir hizmet görmüş, Belgrad’ın Türklerin eline geçmesini önlemiş ama aldığı yaradan kurtulmayı başaramayınca onbir gün sonra ölmüştür. Milleti tarafından minnetle anılacak bir isim bırakmış olmalıdır. (Hunyadi Yanoş’la Brankoviç’in mezhep taassubu burada ertelenmiş görünüyor.)

Sırbistan’da Hak İddiası (Veraset Meselesi-1456)
Bazen, Osmanlı Devleti kardeş katliyle iktidar elde ediyor, diye hayıflanılır ya, Hıristiyan devletlere baktıkça insanın fikri değişiyor. Onlar devleti babalarının arazisi gibi görüp, babanın ölümünden sonra miras kavgasına başlıyorlar.
Sırbistan’da Kral Brankoviç’in ölümünden itibaren karışıklıklar yaşanmaya başlamıştı. Sultan Murad Kralın kızı Mora’yla evlenmişti. Mora’nın iki kardeşi esir alınıp, gözlerine mil çekildikten sonra Tokak yahut Dimetoka’da hapsedilmiş, Seğedin sulhünden sonra da serbest bırakılmışlardı. Brankoviç’in küçük oğlu Lazar iktidara geçip, çok yaşamadan ölünce, kör erkeklerle Lazar’ın dul eşi Eleni ve damadı yani herkes Sırbistan üzerinde hak iddia etmeye başlıyor. Fatih niye dursun ki? Üvey anası Mora (Despina) adına faaliyete geçti.
Sırbistan’da, babasının mirasından hak talep edip de alamayan, Fatih’in üvey anası, fena durumlara düştü. Orada kalmayı tehlikeli gördüğü için, kaçıp İstanbul’a geldi. Fatih Vezir-i Âzam Mahmud Paşa’nın kardeşini Sırbistan despotu yaptırdı. Babaları Rum, anaları Sırp -belki de Hırvat- olduğu için Mahmud Paşa’nın kardeşi Mihali Abagovıç despotluğa tayin edildi ama, ölen kralın dul eşi Eleni merasimle karşıladığı Abagoviç’i esir alıp Macaristan’a gönderdi. Fatih, yapılan yanlışların düzeltilmesi için harekete geçecek fakat sırası ve zamanı var…

İskender Bey’in Bitmeyen Enerjisi (1457)
Daha önceki fasıllarda bahsedilmişti. Arnavut ve Hıristiyan iken esir düştüğü Osmanlı Devleti’nde dinini ve adını değiştirip, sarayda yetiştirilmişti. Türk ordusuyla beraber savaşa çıkıyordu. Bir savaşta kaçıp Arnavudluğa gitti, orada çeteciliğe başladı.
İskender Bey’in yeğeni Hamza Bey bile her ne sebeple ise Fatih’e sığınmıştı. Evrenosoğlu Ali Bey’in maiyyetine verilen bu yeğen amcasına karşı savaşa çıkmıştı. Çete harbini iyi bilen İskender Bey Napoli Krallığı’nın da yardımıyla Osmanlı Ordusu’nu Mati Nehri civarında bozguna uğrattı, yeğenini esir aldı.

Yedinci Seferi Hümayun -Mora (1458)
1458 Ağustos sonu Fatih Atina’yı, Türklerin “Medinetül Hükemâ” yani Bilgeler Şehri dedikleri yeri ziyaret ediyor. Oradan Mora’ya geliyor. 300 kalesi bulunan Mora’da sadece 8 kale bırakıyor, geri kalanı yerle bir ettiriyor.

Sekizinci Seferi Hümâyun (1458) 
Az önce Sırbistan’ın karışık durumu anlatılmıştı. Fatih çiğnenen hakkını kurtarmak için sefer açmak zorundaydı.
Kuvvetli bir orduyla Vezir-i Azam Mahmud Paşa’yı gönderdi. Veraset meselesi yüzünden iyice karışmış olan Sırbistan, idaresi için Papalığa bile devredilmek istenmişti. Fatih’in Ortodokslara karşı davranışından memnun olan Sırplar Osmanlı idaresini istiyordu. Katoliklerin boyunduruğundan kurtulmak onlar için bir nimet sayılıyordu. Uzun süren savaşlardan sonra, Mahmud Paşa’nın Arnavudluk fütuhatı tamamlandı.

Dokuzuncu Seferi Hümâyun (Mora Seferi/1458-1459)
Fatih’in bizzat iştirak ettiği Mora Seferi ki Mora’ya ikinci seferdi. Bu seferde Mora Prensliklerine son verildi. Paleologoslar’ın hükmü bu seferde bitirilmiş oldu.
“Bir gün Serez’den bir kişi Ballıbadra’ya varmış. Görmüş ki, bir nice Müslüman kadın kâfirlere kulluk eder. Zorla iş gördürürler. Bu kişi, bu kadınlara sorar: “Hey biçâreler! Bu din âsilerinin memleketine nasıl düştünüz ki bu kâfirlere böyle hizmet edersiniz?” Bu kadınlar dahi: “Hey kişi! Yalnız biz değiliz. Nice bizim gibi biçâreler esir olmuşlardır. Bizim hâlimizi Allah bilir. Gayri kimse bilmez” demişler. Hayahuy ağlamışlar. Ondan sonra o kişi doğru Edirne’ye gelmiş.”
Bu kişi kadınların şikâyetini pâdişâha ulaştırdı. Bunun üzerine Mora seferi başladı. Bu sefer de “kâfir askerinden çok azı kurtuldu” diyor Aşıkpaşaoğlu ve kendisinin de ihsan umarak oraya gittiğini, ziyadesiyle ihsan aldığını yazıyor.

Onuncu Seferi Hümâyûn
Sırada Trabzon İmparatoru var. Fatih için çok ehemmiyetlidir bu. Ona göre hazırlıklar yapıldı. 10. Seferi Humâyun’dur. Fatih karadan Amasra Kalesi’nin yanına gelip durdu. Veziriazam Mahmud Paşa Limanı kapatmıştı donanmayla. Amasra vuruşmasız teslim oldu. (Y. Ö.)

Onbirinci Seferi Hümâyun (1461 Baharı)
Sıra “Çandar Beyliği’ndedir. Fatih nasıl hızlı hareket ederse, biz de öyle yapıyoruz. İsfendiyaroğulları da denen bu hanedanla Osmanoğulları hısımdır. Fatih’in Anadolu birliği siyâseti bu hanedanın ortadan kalkmasını icab ettiriyordu. “Deniz tarafından yüz parça kadırga tedarik olundu. Gemiler Sinob’a doğru gönderildiler. Kendileri de kara tarafından hesaba gelmez asker ile Ankara sahrasına nüzul buyurdular. Bu sırada Karamanoğlu İbrahim Bey bir oğluna asker koşup, padişahın askerlerinin istirahat ettikleri meydana gönderdi. İsfendiyaroğlu İsmail Bey de bağlılığını arz için, oğlu Hasan Bey’i gönderdi. Ancak Hasan Bey’in habs edilmesine fermân-ı âli sudur etti. Eyaleti ve vilâyeti padişahın nikâhında bulunan kardeşi Kızıl Ahmed’e lâyık görüldü.” Görüldüğü gibi, hiçbir zayiata lüzum olmadan Çandar Beyliği Osmanlı topraklarına dahil ediliyor.

Onikinci Seferi Hümâyun (1461 Yazı) Trabzon Rum İmparatorluğu’nun Fethi

Bu sefer Trabzon İmparatorluğu’nun fethi içindir. Fatih’in hareketlerini dikkatle takip eden biri var, bu Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey’dir. Fatih, nereye ne zaman gideceğini gizler, çıktığı seferde herkes kendi üzerine geleceğini düşünebilirdi. “Padişahın asıl amacını bilen yoktu. Öylesine ki, ordu kadılarından biri, bu konuda kendisine bir soru sorunca, sertçe bir ifade ile “eğer sakalımın tellerinden biri projelerimi bilmiş olsa, onu hemen keser ateşe atardım” demiştir.
Uzun Hasan Bey Fatih’in Trabzon’u alma fikrine karşı idi. Durum belli olunca, dostlukla işin önüne geçmek istedi. Bunun kolay olmayacağım da biliyordu. İşe ve Fatih’e verdiği değeri göstermek için annesi Sâre Hatun’u elçi gönderdi.
Sâre Hatun Fatih tarafından anne hitabıyla karşılandı. Kadın sevgi, saygı görüp memnun kaldı. Trabzon’a gelmek zordur. Yollar netamelidir. Sâre Hatun da Fatih’le beraber Trabzon yoluna düşmüştü. Bazan Fatih bile attan inip yürümek mecburiyetinde kalırken. Sâre Hatun bu yola dayanamaz. Kendisine anne diyen Cihan Sultanına sorar: “Hey oğul! Bu Trabzon’a bunca zahmet nedendir?” Hey ana der Fatih. Bu zahmet din yolunadır. Zira bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize “Gâzî” demek yalan olur.” Sâre Ana ne düşünür, bilinmez. Fatih’in dahî pâdişâhlardan olduğunu herkes biliyordu. Bu ruh ile desteklenen dehâ, herhalde boşa adım atmıyordu!
Trabzon’un fethi Ağustos 1461’de tamamlandı. Komnenos’un hükmettiği Trabzon Rum İmparatorluğu Osmanlı Devleti’ne katılınca “Türkiye’nin sınırı Çoruh ırmağına dayanmış, Gürcistan ile sınırdaş olmuştur.” 
Fatih’in Trabzon üzerine yürümesi Uzun Hasan’ı niçin rahatsız ediyordu. Uzun Hasan’ın Akkoyunlu Devleti Doğu Anadolu’da, Trabzon Rum İmparatorluğu da Doğu Anadolu’ya çok yakın sının olan bir devlet. Ayrıca, “Uzun Hasan son Trabzon İmparatoru “David Kommni-nos”un güzelliğiyle meşhur yeğeni ve sondan evvelki imparator Dördüncü Yoanis yahut Kala-Yani=Güzel Yani’nin kızı Kyra Katherina ile evlenerek Trabzon İmparatorluğu ile ittifak etmiş ve daha doğrusu bu büyük isimli küçük devleti himayesine almış ve bir taraftan da Venedikliler ve Cenevizlilerle münasebete girişerek Avrupa Hıristiyanlığının da Osmanlılar aleyhindeki vaziyetinden istifade etmeye başlamıştır.
Daha birçok sebeplerle Osmanlı Devleti’ni kendisine en büyük rakip olarak düşünen Uzun Hasan, Fatih’in yakınlara gelmesini istemiyordu.

Kazıklı Voyvoda ve Eflak Prensliği’nin Boyun Eğişi (1462)
Daha önce Sultan Murad devrinde “Vlod” olarak karşımıza çıkan prensi serseriliğiyle, kan içiciliğiyle tanımıştık. Bu zalim, yine aynı vasıflarını muhafaza ederek karşımızdadır. Artık kendisinden “Vlod” diye bahsetmeyeceğiz, bir diğer adı olan Drakul yani Drakula’dır o ve Kazıklı Voyvoda’dır. Bir Avustralyalı Hıristiyan olan tarihçi Hammer’den onu kısaca tanıyalım.
“Bu vicdansızın en çok sevdiği temaşa: Kazık işkencesi idi. Özellikle, kazıklara vurulmuş, işkence içinde can veren Türklerin teşkil etmekte olduğu yoğun bir dairenin ortasında kendi saray halkı ile birlikte yemek yemekten pek zevk duyardı. Eline Türk esirleri geçince ayak derilerinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile oğuşturulmasını ve ondan sonra da ızdıraplarını artırmak için keçilere yalattırılmasını isterdi. Kendisine gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak onun önünde saygı duruşu yapmaktan çekinince, babalarının geleneklerine uygun olarak ve daha kuvvetli bir surette başlarında durması için sarıklarını üçer çivi ile başlarına çaktırırmış.” (İşte bu Voyvoda’nın enteresan bir zevki daha. Bütün dilencileri yemeğe davet etmiş. Güzelce karınlarını doyurup gönüllerini fethettiği dilencileri, dilenmek ezikliğini bir daha yaşamasınlar diye orada yaktırmış. Bu anlatılanlar onun yaptığı en vahşi zulümler değildir. Ha-mer’de çok çok daha fenaları var, onları almıyoruz… Bu pis herifin ortadan kalkması lâzım. Kendi insanları da onun zulmünden bıkmıştır. Fatih ahd eder, azm eder, hareket eder, peşine en iyi akıncıları takar. Drakula görünmez adam gibidir! Ele geçmez, bize pahalıya mâl olur. Kendi adamlarından da telefat var ama o zaten kendisine gelmeyen her acıdan büyük zevk alan bir vahşidir. 
Bu alçak caninin gaddarlığı o kadar çok ki, birini daha aktarmadan geçemiyeceğiz. Yine, Hammer’den:”Vidin valisi Hamza Paşa ile Yunus Bey yanlarına aldıkları bir heyetle Drakula’ya elçi giderler. (Gönderen Fatih Sultan Mehmed Han’dır, varsın olsun! Drakula için bir şey farketmez.) Gelenlerin hepsinin ellerini ayaklarını kestiren Kazıklı Voyvoda, sonra hepsini kazığa vurdurur.” Bu Voyvoda zekidir de, Paşa’nın mevkiine saygıyı ihmâl etmez, onu daha yüksek bir kazığa oturtur.”
Binlerce Eflak askeri öldürülür, binlercesi esir edilir ama Kazıklı Voyvoda devamlı, kaçarak kurtulur. Fatih’in eline geçmez. Ancak Macaristan’a sığınan Voyvoda, Fatih’in hatırını sayan Macarlar tarafından tutulup hapse atılır.

Midilli Adasının Fethi (1462)
Nikolas Gattilusio ağabeyi Dominiko’yu zindana attırdı, boğdurdu ve tahtını zaptetti. Ağabeyi Osmanlı’nın haraçgüzarı iken Nikolas bunu vermediği gibi Türk düşmanlığında ileri gitmeye başladı. Vezir-i Âzam Mahmud Paşa denizden, Fatih’de bir miktar yeniçeri ve Anadolu askeri ile Bursa üzerinden geçip adaya çıkarak Midilli’nin fethini sağladılar.

Bosna’nın Fethi
Bosna Krallığı haraca bağlanmıştı. Son zamanlarda kendilerine gönderilen vergi memurlarını boş çevirdiler. Savaş bu yüzden şart oldu. Fatih’in kumandasında yola çıkan ordu Bosna Krallığı’nın başkenti Yayça’yı muhasara etti. Kral, Kiloç Kalesi’ne çekilmişti, Mahmut Paşa’da orayı muhasara etti. Önce Yayca teslim oldu, sonra Kral kardeşi ve üç oğluyla beraber teslim olmak zorunda kaldı.
Kral Mahmut Paşa’yla anlaşarak teslim olmuştu. Hücumla gayet kolay alınacak bir kaleyi Mahmud Paşa’nın anlaşmak suretiyle alması Fatih’in canını sıktı. Çünkü Kral’ın asılmasını istiyordu. Anlaşmayla teslim olanın asılması şeraite uygun değil, bu da Fatih’i kızdırıyor. Pes etmedi Sultan Fatih fetva aradı ve Ali Bistâmi adlı bir âlimden aldı; böylece Kral ile beraber üç Kale’nin beyini astırdı. 
Bosna’nın fethi o günün şartlarında çok mühimdi. Minnet oğlu Mehmed Bey Bosna Sancakbeyi olarak orada bırakılıp, İstanbul’a dönüldü. Daha sonra Hersek alındı. Bosna’ya bir defa daha sefere çıkıldı. Boşnaklar Fatih’e minnettar kalmış olmalılar; İslâm’ı tanıyıp kabullendiler.

Karaman Seferi (1466)
Karaman, Fatih’in de baş belasıdır. Bu meselenin halli Fatih’in hayallerinden biridir. Karaman’da, iktidarda bulunanlar Çelebi Mehmed’in kızından doğmuşlardır. Fatih’in hala çocuklarıdır. Fakat Osmanlı Türk Devleti’nin rahat hareket edebilmesi biraz da bu Beyliğin ortadan kalkmasına bağlıdır ve Anadolu Türk birliğinin sağlanması şarttır. Bu şart Fatih tarafından yerine getirilir. Ve Karaman’dan bol miktarda insan İstanbul’a nakledilir. Bu nakl işi bir Paşa’yı sadaretten eder. Şöyle:
“Pâdişâh hükmetti ki lârendeden -Karaman- İstanbul’a evler süreler ve Konya’dan da birlikte süreler. Elhasıl sanayi ehlinden birçok ev halkını Mahmud Paşa sürdü. Vezir Rum Mehmed, Pâdişâha: “Devletli Sultanım! Mahmud’un sürdüğü evleri teftiş ettim, gördüm. Çoğu fakirdir ve azdır.” Bu Rum Vezir İstanbul’un intikamını almaya gayet hevesli idi. Bu defa fırsat buldu.” 
Bu şikâyet ile Mahmud Paşa vezâret mührünü Rum Mehmed Paşa’ya kaptırır, görelim ileride, sonları ne olacak?
Şehzade Mustafa Manisa Sancak Beyi idi. Karaman Valiliğine tayin edilerek şimdilik Karaman emin ellere teslim edilmiş oluyordu ve şimdilik Karaman işi halledilmişti. (Sonradan oyunu çıkmazsa!)

Birinci ve ikinci Arnavudluk seferleriyle devam eden Avrupa’daki savaşların ardı gelmiyordu. Venedik’in elinde bulunan Eğriboz Adası alındı (1470). Anadolu’da Niğde ve Alâiye-Alanya- iltihak edildi (1470-1471). 1472’de Taşeli iltihak edildi.

Fatih Camii’nin İnşaatı ve İkmali (1463-1471)
Kimi milletler buldukları en ufak fırsatı heykel dikmekle, anıt dikmekle değerlendirir; eğlence yerleriyle doldurur boş alanları ve kimi zaman kilise yaptırırlar. Fatih, fetihle beraber en büyük kilise sayılan Ayasofya’yı camiye çevirmişti. 1463 senesine kadar bir hayli savaşlar barışlar gördü, babasından kalan toprağı genişletti, yaşı olgun delikanlılık devresine girdi. Kendi adını taşıyacak bir mabedin kurulması lâzımdı; İstanbul’un en göze çarpan yerinde.
Oniki Havari Kilisesi Bizans için kutsal bir mekân idi. Fatih, eski günleri canlı tutacak işaretlerin mevcudiyetine razı değildi. Rumlar’ın açıktan incitilmesini de istemiyordu. Havarriyyun Kilisesi harap olmuştu ve burada barınamayan Patrik yeni bir yer istiyordu. Fatih, memnuniyetle, Patriğe bir başka kiliseyi bağışladı. (1455) Patriğin taşındığı yer de “Fethiyye” ismiyle camiye tahvil edilen “Panmakaristos” manastırı idi.
Patriğin taşınmasından çok sonra harap kilise ve imparatorlar türbesi yıktırıldı. 1463 Şubat veya Mart’ında cami temeli atıldı. Şimdi yapılan camilerde düşünülmeyen bir takım sosyal ve eğitim müesseseleri o zamanın vazgeçilmez şartlarından idi. “Caminin iki yanında medreseler, bunların önünde bir tarafta tabhâne, öteki tarafta darüşşifâ, daha ileride bir hamam, bir çarşı yer almıştı. Fatih camii ve külliyesinin ustası (mimarı) Atik Sinan adında bir şahsiyet idi. Onun denetimi altında birçok Bizanslı görev almıştı. Rumlar’ın emeğinden de istifade edildiği doğrudur ama asıl mimarının Rum olduğu iddia edilirse, bu yalandır.
Cami ve külliyesi bütün elemanlarıyla günümüze kadar topluca korunamamıştır. Bazı elemanlar tamamen kaybolduğu gibi bazılarının arasına da XIV yüzyıl sonlarından itibaren yeni binalar yapılarak, külliyenin kendine has tertibi bozulmuştur.” 
Yedi sene on ay süren inşaat safhası uzun bir süre olmakla beraber, 1766’da meydana gelen zelzeleye direnemeyip kubbesi çökmüştür. Şimdiki cami yine Fatih adını taşırsa da Üçüncü Mustafa tarafından eskisinden daha geniş olarak yaptırılmıştır. (1771)

Topkapı Sarayı’nın İnşası (Bitiş tarihi 1472)
Ne zaman başladığı tam bilinmiyor. Fatih’den hemen sonra “Şimdiki İstanbul Üniversitesi” Fatih tarafından saray olarak yaptırılmıştı. Bahsimize konu olan saray yapılınca, önce yapılana eski saray denmeye başlandı, dolayısıyla burası da “Yeni Saray” diye anılır oldu. Bugünkü meşhur “Topkapu” isminin tatbiki Lâle devrinden itibarendir. O devrin meşhur Pâdişâhı Üçüncü Ahmed, bu saray surunun deniz tarafında toplarla mücehhez olduğu için “Top Kapusu” denilen bu kapının yanında ve sahil boyunda büyük bir yalı yaptırmış, ilk önce yalnız bu yalıya “Top Kapu Sarayı” denmiş ve ondan sonra da bu isim tekmil yeni saraya teşmil edilmiştir.” Topkapı ve bu sarayın ne münasebeti var diye düşünenlere gerekli açıklama yapılmış oldu. Bu saray Fatih’in yaptırdığından çok büyüktür. Birçok Pâdişâh ilâvelerle devamlı büyütmüştür.

Fatih ve Uzun Hasan
Uzun Hasan’ın Akkoyunlu Devleti büyümüş, güçlenmiş, Fatih’in devletini ortadan kaldırmanın hesaplarını yapacak hâle gelmişti. Hasan Bey gayr-ı muslini devletlerle Osmanlı aleyhine dostluklar kuruyor, yeni seçilen Venedik Doçu’na harikulade bir firuze hediye etmiş ve Osmanlı ordusunu imha edince aslan payını Venedik’e vermeyi vâad ediyordu. Macaristan’la da dostluğu bir hayli geliştirmişti. İşin özeti; Uzun Hasan ile Fatih savaşacak, bu savaşta Hıristiyanların da yardımıyla Fatih’in ordusu mağlub edilecek, herkes payına düşeni alacak. Uzun Hasan da, Timurluları ve Karakoyunluları yenmenin verdiği kendine güven duygusu ile dünyanın en büyüğü olma tutkusu önüne geçilmez dereceyi bulmuştu. Uzun Hasan tek kelimeyle çizmeyi aşıyordu. “Osmanoğlu” ve bazen de “Kahbe Osmanoğlu” demeye başlamıştı. Türkmenoğlu Uzun Hasan, Türk devletlerini ortadan kaldırarak, devletini büyütmüş, ordusunu güçlendirmiş ama edebini hırsına kurban etmiştir. Yazdığı bir mektupta: “Fatih’e “Sultan” unvanını dahi çok görerek “Mehmed Bey” diye hitap ediyor ve kendisinin “bütün Fars iklimini fethettiğini, düşmanlarını hezimete uğrattığını, Şirazı payitaht edindiğini ve Hüseyin Baykara’nın da kendisini “metbu” tanıdığını yazıyordu.
Görelim Sultan Fatih nasıl yazmış, Uzun Hasan’a neler söylemiş. “— Ben, Sultan Bâyezid oğlu, Mehmed oğlu, Murad oğlu Sultan Mehmed’im. Sen, Acem ülkesinin başbuğu büyük Han, Hasan Han’sın. Bilesin ki, kişi devletine mağrur olup haddini aşarsa artık insafsızlar arasına katılarak fren tanımaz ve bunun sonunda devletini ve ülkesini kaybeder… Aklım başına topla. Bil ki bizim memleketimiz İslâm yurdudur. Dedelerimizden beri devletimizin çerağı, küfür ehlinin yüreği yağı ile aydınlanmıştır. Sen eğer Müslümanlara karşı kötü amaçlar besliyorsan, sen ve sana yardım edenler iman düşmanlarıdırlar. Bütün devlet ve şeriat düşmanlarını yok etmek için atımız eğerlennıiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Bilmedim yahut da gafil idim demiyesin.”
Fatih, uzunca mektubunda, “bu tarafa gelme, beni bekle geleceğim. Senin zulmünü kırmak için Allah beni sebep kılmıştır” diyor.
Savaş kaçınılmazdı. İki taraf da Türk’tür fakat emsali olmayan bir şey değil ki, daha önce de gördük, sonra da göreceğiz. Bu savaş, bütün tarih kitaplarında uzunca anlatılır. Biz oldukça özet yazmak istiyoruz.
Murad Paşa’nın pusuya düşürülüşü ve şehâdeti. (Solakzâde ‘den) “Uzun Hasan da hemen dizgin çevirip, dört bir tarafını hemen ihata eyledi. Bundan sonra da Murad Paşa kurtuluş sahiline yanaşmanın mümkün olmadığını görünce, fedai gibi ateşler yağdıran kılıcını eline alıp karşısına geleni, varlık âleminden yok ederek, bir mertebe savaştı. Bu savaşın emsalini feleklerde melekler görmediği için, yiğit Murad Paşa’ya hepsi aferin dediler. Nihayet ecel meleği yolunu bulup:
“Fena vadisine sevk etti anı
Feramûş eyledi kaydı cihanı”

Murad Paşa’nın yenilmesi ile, gece alem yapıp, etrafına neşeler saçmaya çalışan Uzun Hasan, alman esirlerden Turahanzâde Ömer Bey’e “Hay hay Ömer Bey, Osmanoğlu’nun kolunu kanadnı kırdım. Seçkin askerlerini öldürdüm. Şimdiden sonra Rum tahtının benim saltanatımın ikâmetgâh kasrı olması mukarrerdir” deyince, Ömer Bey şu cevabı vermiş:
“Hey hânım, hey hânım. Deryadan bir damla alınmakla cûşu hurûsa noksanlık gelir mi? Pâdişâhımızın benim gibi ve Murad gibi, yüz bin bendesi vardır. Ne ola ki, Dergâhı penâh kullarından birkaçı eksilmekle, onun gönüllerinin aynasına bir toz kona veya namus şişesine ta’n taşı dokuna. Onun bahtı Allah vergisidir ve devleti her şeyin anasıdır.” Fatih’in esir düşen yiğitleri böyledir.
Bir de Fatih’in gördüğü rüya var ki, anlatmadan geçmek olmaz. Görelim, nasıl rüyadır, nasıl yorumlanmıştır?
Sefere çıkılacağı sıradır rüyanın görüldüğü gece. Uzun Hasan pehlivan kisbetiyle, tam bir pehlivan gibi meydana çıkıp pehlivanca laflar etmeye başlar. Fatih, dayanamaz, hemen bir kisbet giyinip dalar ortaya ve başlarlar güreşe. “Uzun Hasan’a üstünlük suretini gösterip, pâdişâhı diz üstüne çökerir. Cihan Pâdişâhı da, o zaman ayak üzre durup, Uzun Hasan’ın sinesine bir pençe vurur. Ciğerinden bir parça koparıp yere atar.
Uzunca yorumu yapılan bu rüya neticede, galibiyetin işareti sayılır. Hatta bazı ayetler bile yoruma karıştırılarak, görüşler kuvvetlendirilir.

Otlukbeli Zaferi (11 Ağustos 1473)
Pâdişâhın rüyası yorumuyla beraber ağızdan ağıza bütün orduya yayılır. Uzun Hasan’ı zevkü safâya, Fatihi derin üzüntüye sevkeden Rumeli askerlerinin yenilmesi, Rumeli beylerbeyi Murad Paşa gibi genç, cesur, fedakar bir komutanın şehid, Turahan oğlu Ömer Bey ve diğer çok kıymetli insanların şehâdeti ve esirliğinin havası dağılmaya başlar.
Fatih iki oğlunu, Amasya valisi Şehzade Bâyezid ve Karaman valisi Şehzade Mustafa’yı da bu savaşa getirmişti. Asker sayısı 100.000-200.000 arası rakamlarla anlatılıyor. Hangisi doğrudur bilinmez. Yalnız, cihanın hiçbir ordusunda, o sıralarda tahayyülüne dahi cesaret edilemeyen disiplin, saf nizâmı, teşkilât, yürüyüş, birlik, giyim kuşamı haiz Osmanlı ordusunu görünce, Uzun Hasan’ın “Vay kahbe Osmanoğlu, ne derya dizmiş” diye hayretini izhar etmesi meşhurdur. 
Uzun Hasan’ın da Fatih’in de oğulları savaş meydanında. Şehzade Mustafa ve Şehzade Bâyezid çok iyi savaşırlar. Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Mirza ve kumandanların çoğu Şehzade Mustafa kuvvetleri tarafından öldürülür. Şehzade Bâyezid Uzun Hasan Bey’in otağına kadar ilerler, Uzun Hasan kaçarak canını kurtarır. Otağ ve hâzine Fatih Sultan’a kalır.
Uzun Hasan kaçarken Karamanoğlu Pir Mehmed Bey’e şöyle bedduada bulunmuş. “Behey Karamanoğlu, hanedanın harab olsun! Bednam olmama sebeb oldun. Benim Osmanoğlu ile ne işim vardı?” Uzun Hasan’ı Fatih’le savaşa teşvik edip, Fatih’in ordusunun zayıf olduğunu söylemişti Karamanoğlu.
Otlukbeli Zaferi’nden sonra üç gün orada kalındı. Fatih, Allah’a şükrünü edâ için 40.000 esiri bağışladı.
İsmail Hami Danişmend bu zafer için duyduğu sevinci acı bir şekilde ifâde ederek, der ki:
“Oğuz Türklüğü ve bilhassa Anadolu Türklüğü için acı bir matem günü olan bu büyük savaş gününde iki Türk devleti, iki Türk hükümdarı ve iki Türk ordusu devlet mevhumunun tabî ve zarurî bir neticesi olarak karşılaşmış demekti: … Türk tarihinin bu acıklı muharebesini Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan değil Osmanlı Pâdişâhı Fatih kazanmıştır.”

Mahmud Paşa’nın İdamı

Fatih Sultan Mehmed Çandarlızâde’nin yerine -Fetihten sonra- Mahmud Paşa’yı sadarete getirmişti. Tam onüç sene vazife başında kaldıktan sonra azl edilmiş, yerine Rum Mehmed Paşa geçmiş, o da üç sene taşımış sadaret mührünü. İshak Paşa gelip üç sene de o kalmış sadarette. Ondan da sonra 1472’de tekrar, ikinci defa Mahmud Paşa Veziri Âzam yapılmış pâdişâh buyruğuyla.
Paşa’nın idamıyla ilgili değişik rivayetler olsa da, biz birini tercih edeceğiz. Otlukbeli’nde yenilen ve kaçan Uzun Hasan’ın takibini isteyen pâdişâhı dinlememiş. Pâdişâh kızmış, Paşa’yı azletmiş. Bu savaştan bir süre sonra, zaten böbreklerinden rahatsız olan Şehzade Mustafa Konya’ya gelirken ölmüş. (25 Aralık 1474) Fatih’in çok sevdiği bu şehzadesi, ani vefatıyla baba yüreğinde onulmaz yaralar açmış. Eskiden beri Şehzade Mustafa ile Mahmud Paşa’nın arası pek iyi değilmiş. Belki bu sebepten, Fatih’in üzüntüsüne ortak olamamış. “Rivayete nazaran, şehzadenin ölüm haberi üzerine herkes gibi o da Fatih’e taziyesini arza gitmiş, fakat rakipleriyle düşmanları, bu vesileyle tekrar iş başına getirilir korkusuyla tezvirata başlamışlar. Pâdişâha, Paşa’nın, ölüm hâdisesinden üzüntü duymadığı, hatta sevinç ve eğlencelerle yaşadığı arzedilmiş. Fatih bir gün Paşa’nın evine bir casus göndermiş. Bu casus Paşa’yı siyah yerine beyaz elbiseyle satranç oynarken görüp, pâdişâha arzetmiş.
Pâdişâh, Paşa’yı önce Yedikule zindanına attırmış, onsekiz gün sonra da başını kestirmiş.”
Rum veya Hırvat olduğu ve “dönme-devşirme paşaların ilki” olduğu söylenen Mahmud Paşa’nın İstanbul’da adını taşıyan bir cami, bir çarşı ve bir mahalle bulunmaktadır.
“Adnî” mahlası kullanarak yazdığı şiirlerinden birinin ilk mısraları, âdeta sonunun keşfi gibidir:
Rûyine hâil olan dîde-i hûnâbumdur
Bana düşmenlik idenler yine ahbâbumdur.

Şehzade Mustafa’dan boşalan Karaman Valiliğine Cem Sultan tayin edilir. Bu Cem, Fatih’in küçük şehzâdesidir. Ağabeyi Bâyezid ile mücadelesi ileride anlatılacak.

Avusturya İçlerinde Türk Akıncıları
“Yıldırım orduları” tabiri kullanılmamış; şayet böyle bir tabir akla gelseydi, mutlaka çok yakışırdı. Akıncıları anlatan Hammer, anlamın kuruluş amacını, hareketlerindeki mânâyı bilmediği için, biraz tarafgir davranıyor. Sâdece çapul için sağa sola saldıran eşkıya sürüsü süsü vermekten zevk alıyor.
Akıncıların Hırvatistan, Karniyola, Karintiya eyâletlerine akınları, hoş cümlelerle anlatılmıyor. “İshak Paşa’nın onbeşbin akıncısı Hırvatistan’ı kan ve ateşe boğarak yirmibinden ziyâde esir almış ve birçok koyun sürüsü götürmüşlerdir” diyen tarihçi kendine göre sıraladığı bu akınları “Karniyola’nın vurulması Stiç Manastırı’nın yakılması” diye devam ettiriyor.
Birçok vurma kırma olayından sonra, “daha mühimdir” dediği şu olayı veriyor. “Türkleri Frankipan kontlarıyla daima muharebede bulunan Kroya kontları çağırmıştı” Kendi aralarında geçimsizlik bulunan dindaşlar Türkler’den yardım istiyorsa, Türkler de haklı gördüğü yahut kendisi için münasip olduğuna inandığı tarafa yardıma gider; bunda ayıplanacak bir şey yoktur.
Türk akıncıları 1473’te Macaristan’a girdi. Şehir şehir geçtikleri yerleri saymak istemiyoruz. Hammer’in tafsilatlı anlattığı bölümlerden birinin son cümlesini alıyoruz. “Ertesi sene kış ortasına doğru Türkler Karniyola ile Karintiye ve İstirya’yı istilâ edecekleri yerde Macaristan’a ve ona komşu olan civardaki memleketlere dağıldılar.” Fasılalarla on sene devam eden bu alanlar esas fetihlerin zeminini hazırladı.

Boğdan Bozgunu (1475)
Orası, ora ahalisinin dilinde Moldova olsa da biz Türkler bir Voyvoda’dan ötürü Boğdan demişiz. Hatta önüne bir de “Kara” getirip “Kara Boğdan” dâhi demişizdir. Niçin savaşa gidildiği meselesi birkaç türlü anlatılınca da en inandırıcı görüleni takdime çalışacağız. Dünyanın geçerli kuralları belli; bu, memleketler bazında düşünülence ve o zaman dikkate alınınca, ya güçlü olacaksın, ya güçlüye boyun eğeceksin. Bunu takdir eden Voyvoda Petru senede 2000 altın haraç vererek Osmanlı tâbiiyetine girmişti. Ondan sonra Voyvoda olan “Dördüncü Etyen” yiğitlik tasladı, vergiyi reddetti.
Etyen’in bu tutumuna sinirlenen Fatih, Rumeli Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa’yı Arnavudluk’tan Kara Boğdan üzerine yürüttü.
Voyvoda Etyen kafa tutmakta haklı olduğunu ispata niyetliydi. Süleyman Paşa’nın ordusuyla düz bir yerde savaşa girmeden ormanlık alana çekti, oradan Berlat ırmağının kenarına getirdi. Türk askeri yorgundu. Daha da yoruldu. Voyvoda’ya Macar ve Leh askerleri yardıma geldi. Ummadık taşın baş yardığı bir kere daha görüldü. Asker bozuldu. Süleyman Paşa’nın esaretten zor kurtulduğu bu savaşta meydandan sağ kurtulan Türkler kazığa vurularak öldürüldüler.
Hammer’m. bu “son”u nasıl anlattığına bakarsak o da şöyle söylüyor: “… Esirlerin hemen cümlesi kazık cezasına düçâr olarak birbiri üzerine yığılan kemiklerden tâk-ı zaferler inşâ olundu. Lâkin gâliblerin zayiatı da mağlublar derecesine varmıştır.”

Kırım Hanlığı’nın Tâbiiyeti (1475)
Rusya küçük bir prenslik olarak Moğol baskısı altında yaşıyordu. Yavaş yavaş ufkunu genişleten Prensler Üçüncü İvan’a kadar gelip, bu, İvan’la beraber takip edilen siyaset su yüzüne çıkmıştır. İşin içine Papalığın siyâseti de dâhil olmuş ve Bizans’ın son imparatorunun yeğeni “Sophia” Moskof Prensi İvan’la evlendirilmişti. Yunan, Rum ve İtalyan âlimleri ve sanatkârlanndan bir haylisi Moskova’ya gidip Prens’le Prenses’in düğününde bulunmuştu.
Amaç, Moskova’yı Bizans’ın ve İtalya’nın kültür merkezi haline getirmek. Avrupa devletleriyle iyi ilişkilere giren İvan Fatih’e düşman olan Uzun Hasan’la da iyi münasebetler kurmaktaydı.
İşi o kadar ileri götürdü ki Prens İvan kendisini -İmparatorun yeğeniyle evliliğinden dolayı- batı Roma’nın meşru vârisi saymaya başladı. “İki başlı bir kartal şeklindeki Bizans armasını benimsedi. Moskova’yı Ortodoksluğun merkezi yapmaya çalıştı. Bu uzun emelin geleceği son nokta İstanbul’u sahiplenmekti. Fatih, nelerin nereye varmakta olduğunu ve olacağını gözünden kaçırmıyordu. Sırbistan meselesinde, Fatih’in üvey anasını ileri sürerek hak iddia ettiği unutulmuş değil. Yarın, birazcık kuvvetlenen Moskova Prenliği İstanbul üzerine veraset davası açabilirdi.
Daha çok mahsuru düşünülen Moskova’ya bir ders vermek şart oluştu. Gedik Ahmed Paşa komutasında 300 gemilik bir donanma Karadeniz’e açıldı. Kırımlılar’ın da yardımıyla Kefe Kalesi muhasara edildi. Birçok kale kendiliğinden teslim oldu. Karadeniz sahilinin kuzeyi Osmanlı hâkimiyetine girdi.
Bu savaşlardan sonra Kırım Hanı Mengli Giray Osmanlı tâbiiyyetine razı oldu. Osmanlı himayesinde, tam istiklâl sahibi olmadan hür yaşamaya başladılar. Ve tabi Osmanlı Devleti Kınm askerinden çok istifade etti.

Fatih’in Boğdan Seferi (1476) 
Hadım Süleyman Paşa’nın ordusunu bozguna uğratan Voyvoda Dördüncü Etyen “ceza günü”nü bekliyordu. Kefe’nin zaptı, Kırım’ın Osmanlı’ya bağlanması Boğdan’ın Kuzeyden ve Güneyden sıkıştırılmasına imkân hazırlamıştı.
Fatih ordusunun başında Tuna’yı geçip Boğdan’a girerken, donanma Besarabya sahillerini işgal etti. Akkerman’dan sonra Tuna ağızlarına hakim oldu. Etyen’in canını zor kurtardığı bu muharebede büyük bir başarı elde eden Fatih’in ordusu askerin veba salgınına yakalanmasıyla, bütün Boğdan’ın fethi mümkünken çekilmek zorunda kaldı.

Beş Vakit Namaz Kılınması Hakkında İrâde Neşri
Türk toprağı haline getirilen Rumeli tarafında İslâm’a gösterilen ilgi artmaktaydı. Yeni dine giren insanların bu dinin şartlarından olan vecibelerini yerine getirmeleri istenen irade Fatih tarafından halka ulaştırıldı, İslâm, şartlarıyla yaşanmaya başlandı.

Venedik Topraklarına Seferler
“Fatih 1474–1478 yıllarında Venedik topraklarına karşı büyük taarruz seferlerine girişti.” Hadım Süleyman Paşa bir yandan, Evrenos oğlu Ahmed Bey bir taraftan, Turahan oğlu Ömer Bey donanma ile… Her biri, bir yeri sıkıştırıyordu. Kimi kaleler düşürülüyor, kimi yerler vergiye bağlanıyor, Rumeli’de, tamamı başarılı sonuçlanmasa da, hareket devam ediyordu. “1477 sonbaharında Bosna Sancakbeyi ve Akıncı kumandanı İskender Paşa’nın Kuzeydoğu İtalya’ya yaptığı akınla Venedik Ovası yakılarak Venedk’in iktisadi hayatı mahvediliyor ki, bu düşmanın zayıf düşürülmesi çok önemlidir.
Burada tek tek adlarını saymadığımız, ama tarihlerde Fatih’in 25 devletle savaşıp, galip çıktığı hayretle anlatılır.

İşkodra’nın Muhasarası
Venedik Fatih için tehlikeli memleketlerden biriydi. Yukarıda anlatılan akınlarda Venedik epeyce yıpratıldı. Arnavudluk seferine çıkan Pâdişâh, güçlü bir Venedik’le karşılaşmak istemiyordu. Venedik’le Arnavudluk’un münasebetine gelince, Arnavudluk’un idaresi Venedik’e bırakılmıştı. Fatih İşkodra’ya geçmeden önce sarp bir yerde bulunan Kraya’yı aldı, sonra hedefine yürüdü. İşkodra da sarp bir yerdi. Dağlardan top geçirmek mümkün değildi. İşkodra önlerinde, İstanbul surlarını dövenlerden daha büyük toplar döküldü. Toplardan ayrı, burada “zeytinyağı, kükürt, balmumu ve daha birtakım maddelerden mürekkep bir yangın bombası da kullanıldı.” 
Her türlü silahın denendiği, gücün harcandığı, zamanın esirgenmediği muhasara neticesiz kaldı. Etrafta bulunan bazı küçük şehir ve kaleler alınıp, Evrenos oğlu Ahmet Bey 40 bin askerle oralarda bırakılıp İstanbul’a dönüldü.

Osmanlı Venedik Sulhu (1479)
İki devlet kendi faydalarına olacak şartlarda bir sulh anlaşması yaptı. Her şey menfaat üzerinedir. Devamlı savaşan Osmanlı-Venedik, bundan sonra birbirine kılıç çekmeyeceği gibi. Venedik’e bir düşman saldırısı karşısında, Osmanlı’dan 100 bin asker gidecek. Osmanlı’ya saldırı olursa 100 harp gemisiyle Venedik yardıma koşacak.

Akıncıların Bozguna Uğraması
Osmanlı Ordusu’nun seyyar gücü Akıncılar Macaristan’dan dönüyorlardı. Sayıları 30–40 bin kadar, yanlarında taşıyamayacakları kadar ganimet vardı. Mihaloğulları, Evrenosoğlu, Malkoçoğlu gibi namlı akıncılar Erdel Voyvodası Etyen’in hücumuna uğrayıp perişan oldular. Karşı tarafın 8–10 bin zayiat verdiği söylenir.

Rodos Muhasarası
Rodos Adası Anadolu’nun burnunun dibinde. Kudüs’ü Müslümanların elinden almaya giden Haçlılar’ın içinde bulunan Sen Jan Şövalyeleri de buraya yerleşmişler her tarafa dehşet saçıyorlardı. Şövalyeler, adayı, Bizans’a asker vaadiyle isteyip alamamıştılar. Haçlılar birliği, Papa’nın teşvikiyle adayı işgal edip bu şövalyeleri yerleştirdiler. Şövalyeler de güya dindar insanlar ama yapmadıkları kötülük yok. Kısa zamanda, etrafta bulunan İslanköy, Kalimnos, Leryos, Sömbeki ve diğer adaları da ellerine geçiren Şövalyeler Osmanlı Devleti için tehlikeli oluyorlardı. Bunun üzerine, tedbir cihetine gidildi.
1480’de Rodos’a 3. Sefer hazırlığı başlar. Vezir Mesih Paşa başkumandan olarak tayin edilmiştir. Bu da daha önce gördüğümüz, Rum Mehmed Paşa gibi, Türk değildir. İ.H.D.’e göre devşirmedir. Y. Öztuna’ya göre “orta çapta bir kara askeridir. Denizcilikten anlamayan bu adam iyi bir kuvvetle muhasara ettiği kaleyi düşürecek hale getirdiği zaman içeriye askerler de girmeye başlamıştı. Mesih Paşa, alışılan usûle aykırı davranıp, her türlü yağma, esir alma ve yangın çıkarmayı yasak edince, askerler duralar, adetâ savaşmayı bırakırlar. İçeriye giren askerler şövalyelerin kılıçlarıyla doğranırlar. Dünyanın her tarafında geçerli olan, kılıçla alınan kale veya memleketin yağmalanması, insanların esir edilmesi kuralının burada uygulanmaması, kazanılan bir savaşın kaybına, eski Beylerbeyi Süleyman Paşa’nın da aralarında olduğu 9000 şehitle 15000 yaralıya mal olur. Acaba Paşa’nın denizci olmayışı mı, Türk olmaması mı, yoksa başka bir sebep mi? Niçin, zafer hezimete döndü?
Mesih Paşa İstanbul’da rütbesi indirilip ve Fatih’ten dayak yiyerek cezalandırılır.

İtalya
Donanmayı Hümayun 28 Temmuz 1480’de İtalya’ya asker çıkarmaya başlıyor. Vezir-i Azam Gedik Ahmet Paşa kaptan-ı derya olarak bir kat daha şereflendirilmiş. Emrinde 140 parça gemi 18.000 piyade, 1000 kişilik atlı birliği İtalya içlerinde keşif gezisindeler. 
Otranto Kalesi’ni koruyan 22.000 kişiden 12.000’i ölür, kale teslim edilir. Gedik Ahmet Paşa, diğer yerleri almak peşindedir. Fatih’in görülmedik derecede büyük bir orduyla gelmekte olduğu şayiasını her tarafa yayar. Papa, küçük küçük İtalya devletlerini Türklere karşı birleşmeye çağırır… Korkudan ne yapacağım bilemeyen halk Papa’nın duasına sığınır. Kaderlerini beklemeye başlarlar.

Fatih’in Vedâ-ı
Sene 1481, Nisan ayı çıkmak üzeredir. Çiçek kokulan Topkapı Sarayı’nın pencerelerinden içeriye dolarken, Fatih’in gönlünde açan güllerin rengini hiç kimse bilemez. O kararını vermiştir: Gül mevsimini değerlendirecek.

Kendisi başında bulunmadığı seferlerin bazısını kazanamamış ordusunun arasında, Maltepe’de kurulan ordugâhtadır Fatih. Herkes, nereye gidileceği merakında. Kimse biraz sonra ne olacağını bilmiyor.
Hatta kendisi bile unutmak ister bütün ağrıları. Yeni bir hedefe atılmak için gerilmiştir. Seferin yönü hakkında tahminler yürütülür. Kimi İtalya der, kimi doğudan bahseder, kimi Rodos der. 25 Nisan’dan 3 Mayıs’a gelinir. Bu öyle sürprizli bir seferdir ki, Fatih dahi bilememiştir varılacak yeri! Ağrısı artar Fatih’in. Ve Perşembe günü, ikindi vakti seferin adresi kesinleşir. Yolculuk ebedî âlemedir. Bütün tahminleri boşa çıkarıp, sevdiği ordusunu yalnız bırakıp, çok sevdiği Rabbine gider.

Ölümü şüphelidir. Suikasd olduğu düşünülür. Rivayetler doğru ise 14 defa deneyen Venedik, 15’incide başarmış bu işi. Adı Maestro olan Venedikli bir Yahudi güya Müslüman olup, Yakup adını alır. Paşa olur. Fatih’in doktoru olur. Eğer Fatih’i öldürmeyi başarırsa çok yüklü paralar alacaktır. Menfur işi başarır ama vücudu Türk askerleri tarafından paramparça edildiği için, alacağı mükâfat sadece cehennem olur!
Doğum tarihi bazı kayıtlarda 1430, bazılarında 1432 olarak geçen Sultan Fatih, Y. Öztuna’ya göre 1432’de doğmuştur. Vefatında 49 yaşında idi. Yine Öztuna’ya göre Cihan devletinin sınırları 2.214.000 kmkareyi buluyordu.
Fatih Sultan Mehmed’in geride bıraktıkları; pek çok hayır eserleri, ilmî eserler, ilim adamları, Eyyüb Sultan Camii ve Medresesi, Topkapı Sarayı ile Fatih Camii başlıcalarıdır.
Üç oğlundan biri olan Mustafa vefat etmişti, geriye kalan Bâyezid ve Cem adlı şehzadeler Büyük devletin kaderine hâkim olmaya çalışacaklar. Bakalım kim kazanacak. Fatih bahsini onun dilinden düşen nağmeyle bitirelim.

Imtisâl-i “câhidü fi-‘llâh” olubdur niyyetüm 
Dini İslâmun mücerred gayretîdûr gayretim. 

Fatih Devrinde İlmi Hayat
Klasik İslâmî bilgiler -fıkıh, kelâm, mantık, meâni gibi- revaçta fakat diğer ilim dalları tanınmıyor veya itibar edilmiordu. Fatih’in merakı bütün ilimlere karşı olduğu için başta felsefe bulunmak şartıyla diğerleri de medreselerde okutulmaya başlandı.
İlim adamları da din uluları kadar itibar görüyordu. Ali Kuşçu gibi bir matematikçinin Fatih’ten nasıl alâka gördüğü malumdur.

Ak Şemseddin
Fetih sırasında Fatih’in gönlünü ferahlatan, sonra Eyüp Sultan Hazretlerinin kabri yerini keşfeden bu büyük adamdan kısaca bahs edecektik.
Ak Şemseddin 1390’da Şam’da doğmuş olup soy ağacının Hz. Ebubekir’e dayandığı söylenir. Küçük yaşta ailesi Amasya’ya yerleşmiştir. Delikanlı çağında Göynük’e gelip, burayı mekân tuttuğunda namı sınırları aşmış ve Hacı Bayram’ın vefatından sonra irşat makamına geçmişti. (1429)
Fatih Sultan Mehmed’in ona verdiği değer, gösterdiği hürmet hiç kimseye nasip olmamıştır. Fetih’ten sonra kiliseden çevrilen Zeyrek Câmii’nde ders okutarak talebe yetiştirme gayretini sürdürdü. Fatih’in kendisini bir mürit gibi Ak Şemseddin’e teslim etmek istediği, onun, ümmete hizmetinin daha faydalı olacağını söylediği ve Fatih’in arzusunun tekrarlanmaması için İstanbul’dan ayrılıp Göynük’e yerleştiği anlatılır. Sultan Fatih hocasının adına Göynük’te cami ve tekke yaptırmak istemiş, bu isteği de hocası tarafından kabul edilmemiştir. Bir şey istemiştir Ak Şeyh: Halkın suyunu içeceği bir çeşme.
İyi bir hekim olduğu, mikrop fikrini tıp tarihine onun armağan ettiği, bazı ilimlerin yanı sıra iyi bir şair olduğu da söylenen Şeyh 1459’da vefat etti. Kabri Göynük’te olup, her sene ölüm yıldönümünde anılmaktadır. 

Molla Gürâni
Sümye’nin Gürân adlı kasabasından. Doğum yılı 1410. İslâm ülkelerinde, âlimi bol olan bütün şehirleri dolaşıp, iyi bir tahsil gördü. Molla Yegân ile Kâhire’de tanışması Anadolu’ya gelmesine vesile oldu. Sultan II. Murad’la otağda sohbet ederlerken Pâdişâh ona, ne getirdiğini sordu: Molla Yegân “Tefsir, hadis ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim” dedi. Böylece Sultan Murad yüzünü henüz görmediği Molla Gürâni’yi merak etmeye başladı.
Sultan Murad Hoca Efendi’yi tanıyınca, ondan en iyi istifade yolunun halefine yol gösterici olması, kanaatine vardı. İstikbalin fatihi bu büyük adamın ellerine teslim edildi.
Fetih sonrası, hocasını en yüksek makamlarla taltife niyetlenen Fatih, hiçbir makamı kabul ettiremedi. Vezirlik, Kazaskerlik istemeyen Gürâni, Evkaf idaresi ve Kadılık vazifesiyle Bursa’da bir müddet kaldı. Fakat bu çok sürmedi, meydana gelen bazı sebepler onu Mısır’a götürdü.
Fatih hocasının ayrılığına dayanamıyordu. Mısır Sultanı Kayıtbay’dan rica edip Hoca Efendi’nin İstanbul’a gönderilmesini istedi. Kayıtbay en az Fatih kadar saygı göstermiş, daha fazla imkânları emrine vermişti ama, o dedi ki: “Sizin hakkınız inkâr edilemez; fakat, onunla benim aramda baba-oğul sevgisi var.”
Molla Gürâni biraz kırgın ayrıldığı Anadolu’ya döndü. Yeniden Bursa Kadılığı’na, sonra da Kazaskerliğe tâyin edildi. Müderrislik yaptı. Şeyhülislâm oldu. Eserler yazdı ve 1480’de yani Fatih’ten bir sene önce öldü.
Molla Gürâni sert tabiatlı, vakur, sözünü esirgemeyen bir âlim olarak tanınmıştı. Vezirlere adlarıyla hitab edecek, Fatih’e yüksek sesle selâm verip, onunla tokalaşacak kadar samimi, ama davet edilmeden gitmeyecek kadar da gururluydu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.