Yumuşama Dönemi ve Sonrası Ünitesi Ders Notu Konu Özeti

Yumuşama (Detant)

Siyasi bir terim olarak yumuşama, bloklar arası karşılıklı savaş tehlikesinin azalması, bunun yanında komünist ve liberal ekonomiyi benimseyen devletlerarasında, siyasi, ekonomik, kültürel ve teknolojik ilişkilerin yoğunlaşmasıdır.

Ayrıca Yumuşama (Detant) çatışma ve gerginliğin azaldığı uzun süreli, kapsamlı bir işbirliği ile gerginliğin aşamalı ve bilinçli şekilde azaltılmasını öngören bir politikadır.

SOĞUK SAVAŞ – YUMUŞAMA DÖNEMİ ARASI ABD VE SSCB

II.Dünya Savaşı sonrası yaşanan Soğuk Savaş Dönemi iki siyasal sistem ve dünya görüşünün çatışmasına sahne oldu. Bu dönemin iki büyükleri ABD ve SSCB rakiplerini yok etmeye yönelik olarak nükleer silah teknolojisini geliştirdiler Bu durum iki cephenin birbirini karşılıklı tehdit ettiği bir süreç doğurdu. ABD, “komünizmi”, SSCB ise “emperyalist cephe” tarafından kuşatıldığına inanıyordu.

a. Batı Bloku’nun oluşumu

1947’den itibaren ABD ve SSCB karşılıklı olarak her alanda tam bir rekabete girişti. Rusya II. Dünya Savaşı’nda ekonomisi olumsuz etkilenen Avrupa devletlerinde, komünizm propagandasınını artırdı. Bu aşamada ABD de, Avrupa ülkelerini kendi safına çekmek için Marshall Planı’nı uygulamaya koydu. ABD liderliğinde 1949’da Kuzey Atlantik Antlaşması’nın imzalanması ve NATO’nun kurulmasıyla Batı Bloku kuruldu.

b. Sosyalist (Doğu) Bloku’nun Oluşumu

Batı’da ekonomik ve askeri dayanışma sağlanırken, SSCB de Doğu Avrupa üzerindeki etkinliğini artırmaya başladı. Orta Avrupa’da birçok ülkede Stalin tarafından kurdurulan ulusal birlik hükümetleri bir kaç ay içinde Sovyet modelini yaymayı başardı. Özellikle kilit kadrolarda Komünistler yavaş yavaş iktidarı ele geçirdi.

Bu devletler SSCB ile anlaşmalar imzalayarak Moskova ile bağlarını güçlendirdiler. Bu konuda özellikle 1949’da KEYK (Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi) Antlaşması’nın imzalanmasıyla Avrupa’daki Marshall yardımlarının bir benzeri Doğu Avrupa için de geçerli oldu ve Doğu Avrupa ülkeleri Sovyet yardımlarından yararlandı.

Aynı dönemde Çin’de 1949’da iktidara gelmeyi başaran komünistler Sovyet yanlısı cepheye katıldı.

Bu arada 14 Mayıs 1955’te Varşova’da sekiz Sosyalist ülkenin imzaladığı, Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması ile askeri ve siyasi birlik kuruldu. Antlaşmaya Arnavutluk, Romanya, SSCB, Demokratik Almanya (1956’da), Bulgaristan, Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan katıldı.

Sosyalist ülkeleri bu şekilde bağlarını bir pakt içinde güçlendirmeye yönelten başlıca etken, NATO’nun askeri etkinliğini artırması ve silahlanmayı hızlandırmasıydı. İlk adım 1954’te Moskova’da düzenlenen bir konferansta atıldı. Varşova Paktı, Federal Almanya’nın NATO’ya girmesi ve NATO’ya bağlı olarak Batı Avrupa Birliği’nin kurulmasıyla Avrupa’da doğan ve giderek artan savaş tehlikesine karşı biçimlendi. Pakt kurucularına göre bu gelişmeler güvenlik bakımından tehdit oluşturuyor ve savunma önlemlerinin alınmasını gerektiriyordu.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ SORUNLARI

a. Berlin Krizi

1948’de Soğuk Savaş’ın ilk gerilimi başladı. Berlin Krizi olarak anılan sorun Almanya’nın geleceği konusundaki siyasi uzlaşmazlıktan kaynaklandı. ABD, İngiltere ve Fransa, savaşın hemen ardından, Almanya’yı Sovyet tehdidine karşı bir müttefik olarak görmeye ve bu doğrultuda yapılandırmaya yöneldiler. Almanya’da kendi denetimleri altında bulunan bölgede komünizme baraj oluşturacak yeni bir Alman devletinin kurulması sürecini hızlandırmaya karar verdiler.

SSCB buna tepki olarak 1948’de Berlin’i abluka altına aldı. İşgal bölgesini batıya bağlayan kara ve demiryollarını kesmeye kalkıştı. Bunun üzerine Amerikalılar Batı Berlin’e hava köprüsü kurarak 11 ay boyunca kente yardım ve mühimmat taşıdılar. Gerilim, SSCB’nin Mayıs 1949’da ablukayı kaldırmasıyla çözüldü. Almanya, Federal (Batı) Almanya Cumhuriyeti ve SSCB denetiminde Demokratik (Doğu) Almanya Cumhuriyeti adıyla iki devlete bölündü. Berlin de Doğu ve Batı olarak ikiye bölündü. Bu durum dünyanın iki bloka ayrılışını simgeleyen önemli bir olay oldu.

b. Kore Savaşı (1950 – 1953)

Kore, son yüzyıl boyunca sürekli Uzakdoğu güç oyunlarında bir piyon gibi kullanılmıştır. Bu ülke daha önce Japonya egemenliğindeyken, 1945’te Japonya’nın çekilmesinden sonra 1945’te kuzeyi SSCB güneyi ABD tarafından işgal edildi.

1948’de önce ABD’nin koruması altında bir Güney Kore Devleti, ardından Kuzeyde SSCB’nin koruması altında komünist bir Kuzey Kore Devleti kuruldu.

Güney Kore ve Japonya’da bulunan Amerikan kuvvetleri Amerika’nın Uzak Doğu’daki stratejik gücünü artırdı. Sovyetler ise Çin’in komünist rejim idaresi altına girmesiyle güçlenerek Amerika’yı Asya kıtasından atmaya karar verdi.

Haziran 1950’de Moskova’nın talimatı ile Kuzey Kore Kuvvetleri, Güney Kore’yi işgal etti. Bu saldırı üzerine Birleşmiş Milletler harekete geçti. Güney Kore’ye gönderilmek üzere çeşitli milletlerin askerlerinden oluşan ama başı ABD’nin çektiği Birleşmiş Milletler Kuvveti oluşturuldu. Bu kuvvetin komutanlığına Amerikalı General Mac Arthur getirildi. 1950 – 1953 arasında geçen 3 yıllık süreçte taraflar birbirlerine kesin üstünlük gösteremedi. Bunda Çin’in, “gönüllü” adı altında gönderdiği silahlı kuvvetleri ile Kuzey Kore’ye yardım etmesi etkili oldu. Çin’in katılmasıyla savaş BM – Çin Savaşı duruma geldi. Çin, Güney Kore’yi işgal etmeye başladı. Ancak karşı saldırının gelmesiyle Çin, 38. Enlemin kuzeyine çekilmeye zorlandı. Bu çizgi boyunca askeri bir durgunluk ortaya çıktı.

1951 Nisan’ında başlayan ateşkes görüşmeleri sonucu 1953’te PANMUNJOM ATEŞKESİ imzalandı. Kuzey ve Güney Kore arasında 38. Enlem çizgisi sınır oldu. Savaşın sonunda Kuzey Kore, Çin ile batı arasında tampon devlet haline geldi. Batılılar oldukça kayıp vermelerine rağmen Güney Kore’yi kurtardılar.

NOT:    SSCB’nin, ABD’nin atom bombası tehdidine rağmen, Uzakdoğu’da büyük bir savaşı başlatmayı göze alması Avrupa ülkeleri ve ABD’yi güçlerini artırmaya ve aralarındaki bağları sıkılaştırmaya itti.

RUSYA’DA YENİ BİR SAYFA

a. Kruşçev ve Barışçıl Birliktelik

Stalin’in Mart 1953’te ölümünden sonra yerine geçenler daha uzlaşmacı bir tavır sergilediler. SBKP’nin başına elen Kurşçev bu süreçte “barış içinde bir arada yaşama” ilkesine özel bir anlam verdi. SBKP’nin 20. Kongresi’nde sunduğu raporda; “Dünyanın iki büyük gücü ABD ve SSCB arasında kalıcı dostluk ilişkileri kurulması, tüm dünyada barışın güçlendirilmesi açısından son derece önemlidir.

SSCB ve ABD arasındaki ilişkiler barışçıl bir birlikteliğin beş ilkesine;

  1. toprak bütünlüğü ve egemenliğe karşılıklı saygı
  2. saldırmazlık
  3. karşılıklı iç işlere karışmama
  4. karşılıklı eşitlik ve yarar sağlama
  5. barışçıl birliktelik ve ekonomik işbirliği ilkelerinde dayanmalıdır.

Bunun tüm insanlık için gerçekten istisnai sonuçları olacaktır.” ifadesini kullandı.

Kruşçev’i böyle bir politikaya iten en önemli neden ekonomiktir. Sovyet Rusya’nın ekonomik kalkınman hızlandırma arzusudur.

ABD’de ise yeni başkan Eisenhower’in, Sovyet Rusya’nın bu şekilde geri adım atmasına olumlu yaklaşması uluslararası gerilimi azaltmaya başladı. “Buzların çözülmesi” ve “Barışçıl Birliktelik” dönemi başladı.

b. Kruşçev’in ABD ziyareti (1959)

Kruşçev 15-27 Eylül 1959’da Amerika’yı ziyaret etti. Kruşçev’in ziyareti ABD ve ile Sovyetler Birliği arasın bir yakınlaşma sağladı. Yapılan konuşmalar ve yayınlanan bildiride iki süper devletin barışın korunmasında ortal sorumluluğa sahip olduğu belirtildi.

c. Viyana Buluşması (1961)

Kruşçev 1961’de Viyana’da ABD başkanı Kennedy ile buluştu. Bu buluşma “Barışçıl Birliktelik” temasının önemli bir göstergesi oldu. Fakat her iki lider de kendi ülkelerinde kalıcı politikalar oluşturmayı başarmalarına rağmen, uluslararası düzeyde Soğuk Savaş’ın doruk noktasında karşı karşıya geldiler.

Kennedy ve Kruşçev’in Haziran 1961’de yaptıkları görüşmelerde, Berlin Sorunu konuşuldu. Kruşçev, Batı Berlin’in Federal Almanya Cumhuriyeti’ne bağlanmasını ya da Birleşmiş Milletler denetimine bırakılmasını istiyordu. Konu bu buluşmada da ele alındı. Ama Kruşçev sert bir tutum izlese de NATO’nun olası girişiminden çekinip geri adım attı.

Viyana Zirvesi’nin başarısızlığından sonra Doğu Alman yetkilileri, Sovyetlerin de onayıyla Doğu ve Batı Berlin arasında Ağustos 1961’de yüksek bir beton duvar inşa etmeye başladı. Bu duvar 113 km uzunluğunda dikenli tellerle kaplı bir duvardı. Sonradan hendekler, demir parmaklıklar, gözcü kuleleriyle iyice sağlamlaştırıldı. Berlin Duvarı’nın yapımı isteklerini Batı’ya kabul ettiremeyen Sovyetlerin hiç olmazsa Doğu Berlin’i Doğu Almanya’nın kontrolü altına sokmasına neden oldu.

AMERİKA’DA YENİ BİR SAYFA

a. Nixon Dönemi ve Değişen ABD – Çin İlişkileri

Çin 1949 Ekimi’nde dünya arenasına çıktığı andan itibaren ABD’nin muhalefeti ile karşılaşmıştır. Çünkü komünist Çin’in ortaya çıkışı, Uzakdoğu ve Asya’daki güçler dengesinde ABD aleyhine bir tablo çizmiştir. Bu yüzden ABD bu gücün etkisini azaltmak için Çin Halk Cumhuriyeti’ni uluslararası hayattan olabildiğince uzak tutmaya çalışmıştır. Hatta bu amaçla Çin’i tanıyan devletlere olan yardımını kesme noktasına dahi gelmiştir.

Buna karşı Çin yeni bir dış politika geliştirmiş, sert politikaları terk ederek yumuşak bir politika izlemeye başlamıştır.

Çin’in önemli bir endişe kaynağı da Japonya olmuştur. Çünkü Japonya II. Dünya Savaşı’nda yenilse de Uzakdoğu’da önemli bir ekonomik güç olarak sivrilmektedir. Çin bu durumda Japonya faktörünü etkisiz bırakmanın yolunun ABD’den geçtiğinin farkındadır. Çünkü Japonya, savaşın sonundan itibaren ABD nüfuzu altındadır.

Bu gelişmeler hemen hemen aynı anda ABD’yi de Çin’e karşı eski tutumunu değiştirmeye zorlamıştır. Buradaki en önemli neden Vietnam Savaşı’dır. Bu savaşta ABD, Vietnam bataklığına saplanmış ve yaptığı bombardımanlar ve gönderdiği askerler, ABD kamuouyunda sert tepkilere yol açmıştır. NATO’nun üyeleri bile ABD’nin Vietnam politikasına mesafeli yaklaşmıştır.

Aynen Çin’in diplomatik yalnızlığı gibi ABD’de de hem içeride hem de dışarda bir yalnızlık ile karşılaşmıştır. Bu açmaz 1968 seçimlerinde ABD başkanlığına seçilen Nixon ile kırılabilmiştir.

Nixon, ilk adımını Vietnam’dan kuvvet çekerek atmış, 1969’da yaptığı bir basın açıklamasında, yeni Asya politikasını açıklamış.bundan böyle ABD’nin yerel savaşlara bulaşmayacağını ve Asya’daki askeri etkisini azaltacağını, bunun yanında Asya’daki gelişmeleri yakından izleyeceğini belirtmiştir. Bu durum Çin için yeni bir hoşnutluk unsuru olmuştur. Hatta Nixon’un 1970’de ABD Kongresi’nde yayımlanan raporunda Çin’in uluslararası toplumun dışında kalmaması gerektiğini, böyle önemli bir milletin katkısı olmadan uzun vadeli ulusararası düzen düşünülemeyeceğini bildirmesi ABD – Çin ilişkileri için önemli bir aşama olmuştur.

ABD – Çin ilişkilerinde buzların erimeye başlaması ilk meyvesini Ekim 1971’de Çin Halk Cumhuriyeti’nin, Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edilmesi ile vermiştir.

b. Pekin Ziyareti (1972)

ABD Başkanı Nixon’un Şubat 1972’de Çin Halk Cumhuriyeti’ni ziyareti, ABD – Çin ilişkilerindeki yumuşamada doruk noktası olmuş, Çin başkanı yaptığı konuşmada, 20 yıldan beri kesilmiş bulunan ilişkinin şimdi Çin ve ABD ortak çabaları ile tekrar başladığını ve dostane temasların kapısının açılmış bulunduğunu bildirmiştir.

Nixon da cevap konuşmasında iki milletin gelecek için beraber çalışmasının, dünya barışı için önemli bir fırsat olacağına değinmiştir.

Çin ve ABD arasındaki bu önemli değişim Çin – Japonya ilişkilerini de etkilemiş, 29 Eylül 1972’de iki  ülke arasında 35 yıldan beri devam eden savaş durumuna son veren bir anlaşma imzalanmıştır. Japonya bu anlaşma ile Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımış ve Taiwan yani Milliyetçi Çin Hükümeti ile diplomatik ilişkileri kesmiştir.

ABD ve SSCB YAKINLAŞMASI

a. Silahsızlanma Çabaları

1960’lardan itibaren silahsızlanma ve bazı silahların sınırlandırılması ile ilgili atılan adımlar, yumuşama açısından önemli olmakla beraber, alınan sonuçlar aynı doğrultuda olmamıştır. Hatta her yıl devamlı bir artış göstermiş, Birleşmiş Milletler ise bu konuda pasif kalmıştır. Örneğin, 1975 yılında 51 ülkenin savunma harcamaları 340 milyar dolar civarındayken, 1980’debul miktar 398 milyar dolara çıkmıştır.

Buna karşılık 1960’ların başından itibaren silahsızlanma çabalarında önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bunlardan biri, silah azaltmayı veya sınırlamayı bırakıp, nükleer silahsızlanmaya yönelinmesi, diğeri de | silahsızlanma çabalarının Birleşmiş Milletlerin dışına çıkması ve özellikle iki büyük nükleer güç olan Sovyet Rusya t/e Amerika arasındaki ilişkinin bir konusu olmasıdır.

Nükleer silahlar bakımından sınırlamaya gidilmesinde, bir nükleer savaşın doğurabileceği olası korkunç sonuçların gözönüne getirilmesi önemli rol oynamıştır.

1963’ten itibaren bu yüzden özellikle ABD ve Sovyet Rusya arasında, karada, havada, suda, yeraltında denizlerin dibinde ve uzayda nükleer silahların denenmesini ve kullanılmasını yasaklayan anlaşmalar yapılmış, kısaca nükleer silahların kullanılamayacağı alanlar tespit edilmiştir.

b. Askeri ve Silahlanma Yarışının Sınırlandırılması Çalışmaları (SALT I ANTLAŞMASI – 26 Mayıs 1972)

1963’ten itibaren yapılan antlaşmalar ve yasaklamalar aslında nükleer silahların kullanılma alanlarına aitti, bu silahlar ortadan kalkmıyor ya da azaltılmıyordu.

Bu koşullar içinde ABD ve Sovyet Rusya, Mayıs 1972’de SALT I Antlaşması’nı imzalayarak nükleer silahsızlanma veya nükleer silahların sınırlandırılması yolunda önemli bir adım attılar. Bu uluslararası ilişkilere bir yumuşama ortamı getirdi. SALT I Antlaşması Moskova’da ABD Başkanı Nixon ile SSCB Komünist Partisi Genel Sekreteri Leonid Brejnev arasında imzalandı. Füze savar – füzeler konusundaki antlaşmaya göre; taraflar başkentlerinin 150 kım2’lik alanı içinde 100 taneden fazla füze – savar füzeye sahip olmayacaklar, başka devletlere bu füzelerden vermeyecekler ve başka ülkelere de bu füzelerin rampalarından kurmayacaklardı.

SALT I Antlaşması ABD – SSCB arasında önemli bir dönüm noktası oldu. İki taraf da anlaşmazlıkları şiddetlendirmek değil, aksine gerginliğe sebep olmadan çözümleme ve krizleri kontrol altına alma yaklaşımını esas almaya başladı.

SALT l’in yarattığı bu uygun ortam içinde ABD ve SSCB arasında Kasım 1972’de SALT II görüşmeleri başladı, fakat bu görüşmeler ilki kadar kolay yürümedi.

c. Helsinki Nihai Senedi (1 Ağustos 1975)

ABD ve Sovyet Rusya arasında SALT II görüşmeleri devam ederken, Avrupa’da yine ABD ve SSCB’nin katıldığı yeni güvenlik ve işbirliği sisteminin kurulması ile karşılıklı ve dengeli kuvvet azaltılması görüşmeleri başlatıldı. Bu çalışmalar sonucunda Helsinki Nihai Senedi imzalandı. Bu belgeyi ABD ve Kanada ile birlikte 33 Avrupa devleti imzalamıştır.

Avrupa tarihinin akışına yön veren Helsinki Müzakerelerinde sorunlar dört ana konuya ayrılarak ele alınmış ve her alana “sepet” (basket) adı verilmiştir.

Birinci sepete ait antlaşma “Avrupa Güvenliğine Ait Meseleler” başlığını taşır. 35 katılımcı ülke arasında uyulması gereken 10 temel ilkeyi belirtir.

Bu ilkeler;

  1. Egemen eşitlik ve egemenliğin özündeki haklara saygı
  2. Tehdide veya güç kullanmaya başvurmama
  3. Sınırların dokunulmazlığı
  4. Devletlerin ülke bütünlüğü
  5. Anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümü
  6. İç işlerine karışmama
  7. Düşünce, vicdan, din ve inanç özgürlüklere saygı
  8. Halkların haklarının eşitliği, geleceklerini kendilerinin saptaması hakkı
  9. Devletler arasında işbirliği
  10. Uluslararası hukuk alanında üstlenilmiş bulunan yükümlülüklerin iyi niyetle yerine getirilmesi İkinci sepete ait antlaşma; ekonomik, bilimsel teknoloji ve çevre koruma alanlarında işbirliğine yöneliktir. Üçüncü sepet; insancıl ve diğer alanlarda işbirliği adını taşımaktadır.

Dördüncü sepette ise; zaman zaman yapılacak toplantılarla bu antlaşmaların gözden geçirilmesi öngörülmektedir.

Kısaca Helsinki Deklerasyonu denilen bu antlaşmalar, Avrupa’daki uluslarası ilişkilere bir yumuşaklık getirmiş, gerginlikleri önleyici bir hava yaratmıştır.

2) YUMUŞAMA DÖNEMİNDE BÖLGESEL ÇATIŞMALAR

1960 – 1970 arasında meydana gelen yapı değişiklikleri blokların birbirlerine yaklaşmasında, eski sertliklerini bırakarak daha yumuşak yaklaşımlar içerisinde olmalarında etkili olmuştur. Küba Krizi ABD ile SSCB’ye her türlü nükleer savaş riskini ortadan kaldırmak için uzlaşma gerektiğini anlatmıştı. 1963’te Washinton ile Moskova arasında doğrudan telefon hattı (kırmızı telefon) çekildi. Amerika, güçlü bir misilleme ilkesinden vazgeçip, dereceli karşılık verme ilkesini benimsedi. Nükleer saldırı durumunda tüm nükleer cephanelerini kullanmak yerine orantılı yoğunlukta silah kullanarak yanıt verme anlayışını benimsedi.

Ancak yumuşama belirli bölgelerde göreceli bir rahatlamaya yol açmış olmakla birlikte Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerinde çatışmalar artarak devam etmiştir. Özellikle az gelişmiş ülkeler arasındaki çatışmalar ulusçuluktan beslenmiştir. Modern teknolojiyi ele geçirme isteği, gelişmiş ülkelerdeki yüksek yaşam standartlarına duyulan tepki, ırk ayrımı yapılması, emperyalizm düşüncesi de çatışmalarda etkili olmuştur.

Endüstrileşme, iletişim, ulaşım araçlarındaki gelişme ve eğitim standartlarındaki yükselme aralarında çok az temas bulunan grupları bir araya getirebilmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan önce birbirinden farklı etnik gruplar arasında çok az temas vardı. İngiltere’nin başlattığı sömürge yönetimi temas sürecini de başlatmıştır. Bu dönemde çıkan çatışmaları sömürge yönetimi engellerken, sömürgeci devletlerin çekilmesiyle çatışmaları engelleyecek merkezi yönetim ortadan kalkmıştır.

Çıkış noktası etnik olan çatışmalar, tek bir devlet sınırında kalmadığı için uluslararası barışı ve güvenliği de tehdit etmektedir. Bazen devletler amaçlarına ulaşmak için komşu devletlerdeki etnik çatışmaları kullanabilmektedirler.

Çad Hükümeti Sudan’daki Müslüman Arap rejimine karşı Müslüman asileri desteklerken Etiyopya da Sudan’daki askerlere yardım etmiştir.

Devletler, aralarındaki çatışmalarda büyük devletlerin de yardımını aramaktadırlar. Hindistan, Pakistan ile çatışmasında Sovyetler Birliği’nin desteğini aramış, Pakistan da buna karşılık Çin ve ABD’nin desteğini sağlamaya çalışmıştır.

1962’de çıkan Çin – Hint Çatışması’nda, Hindistan o zamana kadar başarıyla sürdürdüğü bağlantısız dış politikadan ödünler verip ABD’ye yaklaşmıştır. Sovyetler Birliği de bu çatışmada önce arabulucuk çabalarında bulunmuş, ancak Çin’in saldırması üzerine Hindistan’ı açıkça desteklemiştir. Hindistan’a yaptığı yardımı artırmıştır Bu dönemde Hindistan üzerinde Sovyet ve Amerikan politikaları ortak bir çizgiye geldi. Her iki taraf da istikrarlı bir Hindistan’dan yana oldular. Çünkü Hindistan parçalanırsa Çin’in Güney Asya’daki etkisi artabilirdi. Bu da iki devletin istemediği bir gelişmeydi.

a. Keşmir Sorunu

Pakistan ve Hindistan bağımsızlıklarını kazandıkları günden beri birbirleriyle sorun yaşayan iki devlettir. Bu devletlerin ilk çatışması 1948 Keşmir Sorunu’dur.

Pakistan’ın kuzeyinde bulunan Keşmir, bereketli topraklara sahip 82.000 mil kare büyüklükte bir bölgedir. Halkının çoğunluğu müslüman olan bu bölgeyi İngiltere 1846’da Hintli bir mihraceye vermişti. Hindistan bağımsız olduğunda yine bu bölge mihrace ailesinin idaresinde kaldı.

Bölge halkı Müslüman olduğu için bağımsızlığın ilanından sonra Pakistan, bu bölgeyi almak istedi. Ancak hem mihrace hem de Hindistan’ın karşı koyması yüzünden 1948’de savaş çıktı. Birleşmiş Milletlerin araya girmesiyle ateşkes imzalandı. Pakistan, Keşmir’in küçük bir kısmı ile yetinmek zorunda kaldı.

Bundan sonra her iki devlet de Keşmir bölgesinde etkin olmak için büyük devletlere yanaşmaya başladı. Pakistan ABD, Hindistan ise Sovyet yörüngesine yaklaşmaya başladı.

Hindistan ile Pakistan arasında Keşmir Ateşkes Çizgisi’nde 1964’de çatışma başlamış ve 1965’de şiddetlenen olaylarda Pakistan, Hindistan’da ayaklanma çıkarmaları için buraya asker göndermiştir. Bunun üzerine Hindistan da karşı saldırıya geçmiştir. Bu mücadele de BM Güvenlik Konseyi’nin ateşkes çağrısıyla sona ermiştir. Ateşkesten sonra Hindistan-Pakistan ilişkileri Keşmir Sorunu’na bağlı gerginliğini sürdürmüştür.

b. Vietnam Savaşı

1954 Cenevre Antlaşmaları ile Kuzey ve Güney Vietnam bağımsız devletler olmuşlardı. Ancak Kuzey Vietnam’da komünist bir rejim kuruldu. Bu rejimin kuzeyinde Çin gibi güçlü bir komünist devlet, onun da kuzeyinde Rusya gibi komünist bir süper güç bulunmaktaydı. Kuzey Vietnam, Asya’daki büyük komünist blokun bir ileri ucu durumundaydı. Bunu büyük bir tehlike olarak gören Amerika, 1954’ten sonra Güney Vietnam’la yakından ilgilenmeye başladı.

1954 Cenevre Antlaşmalarına göre Kuzey ve Güney Vietnam seçimler yoluyla birleştirilecekti. Seçimler 1956’da yapılacaktı. Ancak Güney Vietnam diktatörü Diem Bu seçimlere yanaşmayınca ve ABD de onu destekleyince seçimler yapılamadı. Güney Vietnam’da Diem’in hükümetini devirmek için yoğun terörist faaliyetler başlatıldı. Bunun üzerine Amerika kendi milli menfaatleri ve güvenliği için Güney Vietnam’a askeri ve ekonomik yardım yapmaya karar verdi. 1963’te Kennedy’nin öldürülmesine kadar Güney Vietnam’a 17 bin asker ve danışman gönderildi.

Kenedy’nin öldürülmesinden sonra ABD başkanlığına Johnson geçti . Amerika bu dönemde Vietnam Savaşı’na fiilen bulaştı. Kuzey Vietnam’daki direnişçilerin, ABD gemilerine saldırması üzerine Amerika bölgede asker kullanma kararı aldı. Bu karar direnişçilerin cesaretini kıracağı yerde iyice artırdı.

Johnson, Kuzey Vietnam’ı müzakereye ikna edebilmek için bombalamaya başladı. Ancak üç yıl süren bombardıman istenen neticeyi vermedi. Güney Vietnam’a sızmalar iyice arttı.

Vietnam’a asker gönderilmesi Amerika’da büyük çalkantıya neden oldu Amerikan askerleri hayatlarını kaybetmeye başlayınca, Amerikan kamuoyunda tepkiler artmaya başladı. Üniversitelerde Vietnam Savaşı’nda ABD politikalarına karşı protesto gösterileri yapıldı. Savaş Amerikan kamuoyu için nedeni anlaşılmayan amaçsız bir savaş haline gelmişti. Öyle ki Amerikan Kongresi’de Başkan Johnson’un aleyhine bir tutum almaya başladı. Bu nedenle Johnson, barış için bazı teşebbüslerde bulundu. 1968 Mayıs ayında Paris’te, Kuzey Vietnam ile Amerika arasında barış görüşmeleri başladı.

1968’de Amerika’da yapılan başkanlık seçimlerinde Nixon başkan seçildi. Bu dönemde 540.000 Amerikan askeri Vietnam’daydı. 31.000 asker de hayatını kaybetmişti.

Başkan Nixon ABD’yi Vietnam bataklığından çıkarmak için kararlıydı. Bir yandan askerlerini yavaş yavaş çekerken bir yandan da Kuzey Vietnam’ı bombalamayı artıracaktı. Amaç kısa sürede barışın imzalanmasını sağlamaktı.

1972’de ABD’nin Çin’le ilişkilerini düzeltmesi, Sovyet Rusya ile imzaladığı Salt I Antlaşması, ABD ile Kuzey etnam arasında 27 Ocak 1973’de Paris Antlaşması’nın imzalanmasında etkili oldu. Antlaşmaya göre;

  1. 17. enlem yine Kuzey ve Güney Vietnam için sınır kabul edilecek,
  2. Amerika altmış gün içinde Vietnam’daki bütün askerlerini çekecek,
  3. Kuzey Vietnam, Güney Vietnam’ın istediği siyasi rejime karar vermesine müdahale etmeyecek
  4. Amerika, savaş yaralarının sarılması için Kuzey Vietnam’a yardım edecekti.

Vietnam Savaşı’nın Amerikan kamuoyunda uyandırdığı tepkiden dolayı, ABD barıştan hemen sonra Güney Vietnam’a yaptığı yardımları azaltmaya başladı.

1974 yılında Kuzey Vietnam’ın, güneydeki askeri zayıflıktan yararlanarak Güney Vietnam’a başlattığı saldırı kısa sürde büyüdü. Güney Vietnam komünistlerin denetimine geçmeye başladı. 30 Nisan 1975’te başkent Saygon’un komünistlere teslim olması ile bütün Vietnam komünistlerin kontrolü altına girmiş oldu.

İkinci Salt Antlaşması

Salt II Antlaşması 18 Haziran 1979’da Viyana’da imzalanmıştır. Antlaşmada Sovyetler Birliği ve AB sahip oldukları bütün stratejik füzelerle uzun menzilli yeni stratejik bombardıman uçaklarının miktarlarını ortaya koymuşlar, stratejik ve uzun menzilli nükleer silahları sınırlandırmışlardır. Salt II, Amerikan kamu¬oyunda eleştirilere neden oldu. Eleştirilere göre getirilen sınırlamalarla Amerika stratejik üstünlüğü Sovyetlere kaptırmıştı. Tam bu dönemde Aralık 1979’da Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal etti. Bunun üzerine Amerika Salt II’yi uygulamaktan vazgeçti. Yani Salt II yürürlüğe girmedi.

C. SOVYET RUSYA’NIN AFGANİSTAN’I İŞGALİ

1978 yılında Afganistan’da Sovyetler Birliği’nin desteğiyle Demokratik Afganistan Cumhuriyeti kuruldu. Devlet Başkanlığına Nur Muhammed Taraki getirildi. Sovyetler, Afganistan yönetimine ekonomik ve askeri yardım ile askeri danışmanlar göndermeye başladı. Taraki hükümeti bağlantısız bir dış politika izleyeceğini duyursa da 1978’de Sovyetler Birliği ile Dostluk ve işbirliği Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşmadan sonra Afganistan hızla Sovyet etkisine girdi. Bu durum uluslararası alanda tepkiyle karşılandı.

Amerika, Afganistan’da insan haklarına saygı gösterilmesini isterken,   İran’daki Humeyni Afganistan’daki Sovyet müdahalesinin İran’ı da etkileyeceğini açıkladı. Çin ise Sovyetlerin müdahalesini eleştiriyordu.

Doğu Avrupa’da sürgünde bulunan eski başbakan yardımcısı Babrak Karmal, Sovyetlerin desteğiyle 1979′ başkan oldu. Bu sırada Sovyet askerleri Afganistan’a girerek başta Kabil olmak üzere stratejik noktalara yerleştiler.

Afganistan’da on yıl süren işgal sırasında on beşbin ölü veren ve hükümete karşı savaşan İslamcı milisle yenemeyen Sovyeter Birliği 1989 sonunda Afganistan’dan çekildi.

Afganistan’ın işgali, hemen hemen tüm İslam dünyasında şiddetle kınandı. Afganistan’ın islam Konferansı’ndaki üyeliği askıya alındı. Moskova Olimpiyat Oyunlarının boykot edilmesi kararlaştırıldı. ABD 1979’da imzalanan Salt II Antlaşması’nın onaylanmasını erteledi. Aynı zamanda Sovyetlere karşı tarım ürünleri ambargosu koydu. Moskova olimpiyatlarının boykot edilmesini istedi. ABD bununla da yetinmeyip Pakistan’la bir antlaşma imzaladı. Pakistan üzerinden, Afgan direnişçilere hem silah hem de gıda yardımı yaptı.

d. Yumuşama Döneminde Spor ve Siyaset İlişkisi

Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesinden dolayı 1980 yılında Moskova’da yapılan olimpiyat oyunları ABD ile birlikte 62 ülke tarafından boykot edildi. 1956’dan beri yaşanan en az katılımla sadece 80 ülke olimpiyat oyunlarında yer aldı. Bu olay üzerine SSCB, 1984’te Los Angeles’ta gerçekleşen olimpiyat oyunlarını protesto etti.

Spora siyasetin karıştığı düşüncesi bugün de kamuoyunda kabul görmektedir. Örneğin, 1952 yılında SSCB’nin Yugoslavya ile oynadığı futbol maçını kaybetmesi, Rus futbolcular için hiçte iyi olmadı. Bütün milli takım futbolcuları Sibirya’ya gönderilmiş ve bir daha yeşil sahalara dönememişlerdir.

2008 Pekin Olimpiyatlarında, Batı ülkelerinin bir kısmı olimpiyat öncesinde oyunların boykot edilmesi gerektiğini dile getirdiler. Oyunlar öncesinde Tayvanlıların ve Uygurların Çin karşıtı gösterilerde bulunmaları ve Çin’in bunları sert bir şekilde bastırması olimpiyatlara gölge düşürmüştür.

2008’de yapılan Türkiye – Ermenistan maçının yarattığı ortam, uzun yıllardan beri gergin olan Türkiye -Ermenistan ilişkisi için diyalog sürecini başlatmış oldu. Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın daveti üzerine, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün maçı seyretmek için Erivan’a gitmesi, bazı çevrelerce tepkiyle karşılansa da iki ülkenin ilişkisi bakımından son derece önemlidir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu ziyaret öncesi yaptığı konuşmada Kafkasların istikrarına değinerek, bölge ülkelerinin ilişkilerini geliştirmesinin, istikrarlı bir bölge yaratılmasındaki önemine değinmiştir. Gül, bu maç sayesinde düzenlenen gezide, bir Kafkasya ülkesi olan Ermenistan’la istikrar ve işbirliği konusunu birinci elden konuşmanın yararlı olduğunu belirtmiştir.

3) BAĞLANTISIZLAR HAREKETİ

1960’ların başından itibaren uluslararası politikada önemli olaylardan biri de Doğu ve Batı bloklarının dışında yeni bir devlet gruplaşmasının ortaya çıkmasıdır. Bu gruplaşma “Bağlantısızlar” adını alan farklı bir harekettir. Başlangıç noktası 1955 Nisanında Endonezya’da toplanan Bandung Konferansı’dır. Konferans Hollanda’nın sömürgesi iken 1949′ da bağımsızlığını kazanan Endonezya’nın girişimi ile toplanmıştır.

Konferans toplandığında Asya’da sömürge ülke hemen hemen kalmamıştı. Afrika’dan ve özellikle Asya’dan 28 ülke katılmıştır. Toplam dünya nüfusunun %50’sinden fazlası bu ülkelerde yaşıyordu. Konferansın özellikle çarpıcı kişilikleri Hindistan başkanı Nehru, Mısır devlet başkanı Nasır ve Çinli Zu Enlay idi.

Konferansın amacı, yeni bağımsızlıklarını kazanan Afrika ve Asya ülkelerinin, ABD ve Sovyet Rusya gibi iki büyük nükleer güç karşısında varlıklarını korumak için birlik ve dayanışma sağlamak istemeleriydi. Konferansa yön verecek olan ilkeler “Barış içinde birarada yaşama” ilkeleriydi. Fakat Bandung’da gerek izledikleri dış politika, gerekse çıkarları açısından aralarında büyük farklar olan devletler biraraya geldi. Bu durum konferansın havasını etkileyerek, birçok konuda anlaşmazlıklara yol açtı. Yine de “barış içinde birarada yaşama”nın beş ilkesini içeren 10 temel nokta üzerinde anlaşmaya varıldı.

1955 Bandung Konferansı bir başlangıç olmuş, fakat üyelerinin karmaşık yapısı dolayısıyla hemen yeni bir anlayış ve felsefe oluşturamamıştır. Bu başlangıç süreciyle birlikte uluslararası politikada “Bağlantısızlık” denilen akım ortaya çıkmıştır.

Bağlantısızlar hareketinin ortaya çıkmasında rol oynayan en önemli sebep, yeni bağımsız olan devletlerin zayıflığı ve güçsüzlüğüdür. Bu devletler ortaya çıktığında uluslararası politika, iki blok ve iki süper güce dayanıyordu. Ayrıca ABD ve SSCB nükleer birer güçtü, bağımsız olan devletlerin ise bu güçlerden herhangi birine tek başlarına karşı koymaları söz konusu olmadığı gibi, bağlanmayı da boyun eğmek olarak görüyorlardı. Bu yüzden biraraya gelip kuvvetlerini birleştirerek iki blokun dışında yeni bir kuvvet oluşturdular.

Bağlantısızlar Doğu ve Batı bloklarının nükleer gücüne karşı, nükleer silahlara karşı gelme, silahsızlanma politikasını kullandı.

BM’de Bağlantısızlar: Bandung Konferansı ile 1960 yılı arasında Afrika’da çok sayıda sömürge bağımsızlığını kazandı. 1960’a gelindiğinde II. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsız olan ülkeler BM’nin kurucu 52 üyesinin sayısını aştı. Böylece BM ve Genel Kurul’da büyük devletler ve Avrupa Devletlerinin üstünlüğü yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı. Asya ve Afrika devletlerinin, BM’nin amacı konusundaki anlayışları, blok politikası izleyenlerin aksine uluslararası işbirliğinden yanaydı.

Bağlantısızların yeni bir blok ya da askeri ittifaka bağlı olmama hareketinin ilk konferansı Yugoslavya lideri Tito ve Mısır Başbakanı Nasır’ın girişimi ile 1961’de Belgrad’da yapıldı. 25 tarafsız ve bağlantısız ülkenin katıldığı toplantı sonunda 27 maddelik bir Deklerasyon ile ABD ve Sovyet Rusya’ya seslenen bir “Barış Çağrısı” yapıldı. Deklerasyonda kısaca sömürgelerin bağımsızlık hareketinin desteklenmesi, genel ve tam bir silahsızlanma, bütün nükleer silahların yasaklanması, büyük devletlerin en kısa zamanda silahsızlanma antlaşmaları imzalamaları ve Çin’in BM’ye kabulü istendi.

Bağlantısızlar hareketinin ikinci toplantısı, 1964’te Kahire’de yapıldı. Aralarındaki anlaşmazlıklara ve hatta yerel çatışmalara rağmen uluslararası sorunlarda ortak görüşlere sahip 60 devlet bir araya geldi. Bu arada “Barış ve Milletlerarası İşbirliği Programı” yayımlandı. Bütün ülkelerin nükleer silahlarından vazgeçmesi, devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmaması, emperyalizme karşı çıkılması ve Kıbrıs’a self determinasyon hakkının tanınması isteniyordu.

Self Determinasyon: Ulusların geleceklerini tayin etme ilkesidir. I. Dünya Savaşı sonunda ABD başkanı VVilson’un yayımladığı ilkeler II. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle sömürge altındaki ülkelerin bağımsızlık istekleri ile başlayan ulusçuluk hareketi, ulusların kendi geleceklerini kendilerinin tayin etmeleri ilkesini yeniden ön plana çıkarmıştır.

Bağlantısızların üçüncü toplantısı “Zirve” toplantısı olarak 1979’de Zambia’nın başkenti Lusaka’da yapıldı. I Zirvenin sonunda “Barış, Bağımsızlık, İşbirliği ve Uluslararası İlişkilerin Demokratikleştirilmesi Üzerine Lusaka Deklarasyonu” yayımlandı.

Bağlantısızlar; aralarındaki anlaşmazlıklar, silahlı çatışmalar ve ekonomik kalkınmalarını gerçekleştirecek dış yardım açısından hala büyük ve kalkınmış devletlere bağımlı olmaları yüzünden, uluslararası politikada bloklar kadar etkili olamadı.

4) YUMUŞAMA DÖNEMİNDE ORTA DOĞU

İsrail Devleti’nin Kuruluşu

II.Dünya Savaşı’nda 6 milyon Yahudi’nin yok edilmesi uluslararası kamuoyunda bir Yahudi devleti kurulması yönündeki talepleri güçlendirdi. Savaş bittikten sonra Filistin’i mandası altında tutan İngiltere ile Filistin Yahudileri arasında mücadele başladı. Filistin’deki Yahudiler de terörist savaş başlatmışlardı. Bu arada toplama kamplarından kurtulan Yahudiler Filistin’e kaçıyordu. İngiltere bunu önlemeye çalışsa da başarılı olamadı ve sorunu 1947’de Birleşmiş Milletlere gönderdi.

BM’in, Filistin’i bölerek hazırladığı plan Araplar tarafından reddedildi. Bunun üzerine Yahudi lider Ben Gurion 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin bağımsızlığını ilan etti.

israil Devleti’nin kurulması göçlere neden oldu. 600.000 Filistinli diğer Arap devletlerine sığındı. İşte bu durum Filistin Sorunu’nun başlangıcı oldu. 1950’de kabul edilen Dönüş Yasası ile birçok Yahudi bölgeye yerleşti. Böylece yeni bir devlet ve toplum meydana getirildi.

ARAP – İSRAİL SAVAŞLARI

a. 1948 Savaşı

İsrail Devleti’nin kuruluşunun ilan edilmesinden bir kaç saat sonra Arap Birliği’ni oluşturan, Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri üç yönden İsrail’e saldırıya geçerek önemli ilerlemeler kaydettiler. Ancak Batılı devletlerin İsrail’i desteklemesi üzerine savaş Arapların aleyhine dönüştü. Ayrıca İsrail Sovyetler Birliği’nden de önemli ölçüde yardım aldı. İsrail, Sovyetlerden gelen uçaklarla Ürdün ve Suriye’nin başkentlerine saldırdı. Bu saldırıda çok sayıda sivil hayatını kaybetti.

İsrail, savaş sonunda elindeki %56’lık Filistin toprağını %78’e çıkardı. Yahudi egemenliğinde yaşamak istemeyen 700.000 Filistinli komşu ülkelere sığındı. 250.000 Filistinli Gazze’ye yerleştirildi. Filistinlilerin başka ülkelere göçü bugüne kadar süregelen Filistinli mülteciler sorununu başlattı.

İsrail savaş sonunda savaştığı her Arap ülkesi ile ayrı ayrı ateşkes imzaladı. Filistin’i kurtarmak amacıyla savaşa girmiş olan Ürdün, Batı Şeria’ya, Mısır Gazze Şeridi’ne asker yığdı. Sina Yarımadası’nın büyük kısmı İsrail işgali altında kaldı. Kudüs’ün kontrolü batıda İsrail, doğuda Ürdün arasında bölündü.

Savaştan en karlı ayrılan devlet İsrail oldu. 1949 yılında Filistin’deki Yahudi nüfusu 758.000’e ulaştı.

b. 1956 Süveyş Krizi

Süveyş Kanalı’nın denetimi Batılı devletlerin kontrol ettiği Kanal şirketindeydi. Süveyş Kanalı yoluyla bal İngiltere ve Fransa olmak üzere pek çok devlet Körfez ülkelerinden petrol alıyordu.

Mısır’da 1952’de başa geçen Cemal Abdunnasır, ülkesini İsrail karşısında üstün duruma geçirmeye önem verdi. Bu amaçla Sovyetler Birliği’ne yakınlaşarak Çekoslovakya üstünden silah almaya başladı. Ayrıca Asım Barajı’nı bitirip ülkenin kalkınmasını sağlamaya çalıştı. Fakat bunlar için ABD ve Sovyetlerden kredi alma denediyse de başarılı olamadı.

Bunun üzerine Nasır, ihtiyacı olan mali gücü sağlamak için Süveyş Kanalı’nı işleten Kanal şirketini millileştirdiğini açıkladı. Kanal şirketinin hisselerinin karşılığını hisselere sahip devletlere ödeyeceğini açıkladıysa da bu durum İngiltere ve Fransa’da büyük tepkilere neden oldu. İngiltere ve Fransa için Süveyş Kanalı, çok önemliydi. Basra Körfezi’ndeki devletlerden alınan petrol bu kanal aracılığı ile taşıyordu.

Ortaya çıkan bu durumu çözmek için İngiltere, Fransa ve İsrail Mısır’a askeri müdahale kararı aldı. Buna göre İsrail, Mısır’a saldıracak İngiltere ve Fransa savaşanları ayırmak bahanesiyle bölgeye asker gönderip Kanal’ı işgal edeceklerdi.

Anlaşmaya göre İsrail 29 Ekim 1956’da Sina Yarımadası’nı işgale başladı. Hemen harekete geçen İngiltere ve Fransa bölgeye asker yollayarak barış teklif etti. Nasır’ın barışı reddetmesi üzerine iki devlet de İsrail’in yanında harekata katıldı. Birlikler Mısır birliklerini yenip Kanalı ele geçirdi.

Bu savaşta ABD ve Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa’ya cephe aldılar. Sovyetler Birliği’nin, Mısır’dan çekilmemeleri durumunda Paris ve Londra’ya nükleer saldırı yapma tehdidi sonrasında İngiltere ve Fransa ateşkes ilan edip, geri çekilme kararı aldı. Savaşın bitimiyle birlikte Birleşmiş Milletler Barış Gücü Gazze Şeridi’ne ve Sina Yarımadası’na birlik yerleştirdi.

Süveyş Krizi’nin en önemli sonucu, İngiltere ve Fransa’nın artık ABD’nin desteğini almadan hareket edemeyeceklerini ortaya koyması olmuştur. Böylece dünya politikalarında ağırlık Avrupa’dan ABD ve Sovyetlere geçmiştir. Ayrıca Avrupalı devletlerin Ortadoğu üzerindeki saygınlık ve etkinlikleri iyice azaldı.

c. 1967 Altı Gün Savaşı

1967 yılında Mısır devlet başkanı Nasır, sınırda on yıldır görev yapan barış gücünün çekilmesini İstedi. Böylece Mısır ve İsrail birlikleri sınırın iki yanında birbirlerini kollamaya başladılar.

İsrail önderleri sınırda Arap devletlerinin kuvvetlerinin, İsrail kuvvetlerine oranla üstün olduğu ve her an bir işgalin gerçekleşebileceğini düşünmeye başladılar. Sonunda İsrail Devleti, saldırıyı beklemek yerine saldırmaya karar verdi. 5 Haziran 1967’de başlayan İsrail ile Mısır, Ürdün ve Suriye arasında yapılan savaş İsrail’in kesin üstünlüğü ile bitti.

İsrail’in 1967’deki harekâtı Arap ülkelerinde büyük kızgınlık yarattı. Arap devletleri dışişleri bakanları yaptıkları toplantıda şu kararları aldılar. İsrail hiçbir şekilde tanınmayacak, müzakerelere girişilmeyecek, hiçbir şekilde barış yapılmayacak, Filistinlilerin hakları savunulacaktır.

1967 Arap – İsrail Savaşı’nın en önemli sonucu İsrail’i desteklediği için Arap devletlerinin Amerika ile diplomatik ilişkilerini kesmesidir. Bu durum ABD’nin Orta Doğu’da büyük prestij kaybetmesine neden oldu.

d. 1973 Yom Kippur (Ramazan) Savaşı

Mısır’da 1970’de iktidara gelen Enver Sedat, İsrail’e geniş bir Arap saldırısı hazırlamaya başladı. Bu dönemde Sovyetler Birliği de, Arap askerlerini eğitmekteydi. 6 Ekim 1973’de Müslümanların kutsal ayı olan Ramazan ve Yahudilerin kutsal ayı olan Yom Kippur’da Mısır ve Suriye birlikleri İsrail’e saldırdı. Bu mücadele ile ilk kez Araplar İsrail’e saldırma gücünü bulmuşlardır. İsrail birlikleri, Golan Tepeleri ve Sina Yarımadası’ndan çekilmeye başladı. Bu arada diğer Arap ülkeleri de savaşa katıldı. ABD İsrail’e, Sovyetler de Arap devletlerine gönderdikleri silahların oranını artırdı.

İsrail, ilk saldırının şaşkınlığını üzerinden atınca karşı saldırıya geçti. Kısa sürede Golan Tepelerini geri aldı. BM’nin araya girmesiyle savaş sona erdi.

Dördüncü Arap – İsrail Savaşı da İsrail’in zaferiyle sonuçlanmıştır. Ancak İsrail’in maddi ve manevi açıdan kayıpları büyüktü. Dört savaşın sonunda 3 milyon Yahudi’nin arasına 1,5 milyon Arap girmişti. İsrail stratejik bakımdan güvenli sınırlara, ama güvenilir olmayan bir nüfusa sahip oldu.

ARAP-İSRAİL UZLAŞMA ÇABALARI

1975 yılından itibaren Mısır’ın dış politikası batıya kaymaya başladı. Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat Batı Avrupa ülkelerini ziyaret etti. Mısır’ın özellikle Amerika ile ilişkisi geliştikçe Sovyetler Birliği ile arası açılmaktaydı. Enver Sedat’ın bu tutumu Amerika’yı bir Ortadoğu barışı konusunda cesaretlendirdi. 1978 yılında İsrail’in hem Amerika ile hem de Mısır ile ilişkileri kötüye gitmekteydi. Barış ortamı bir türlü oluşmuyordu. Bu nedenle Amerika insiyatifini kullanarak Enver Sedat’ı ve Menahem Begin’i Washington yakınlarındaki Camp David’de müzakereye ikna etti.

Camp David Görüşmeleri Eylül 1978’de yapıldı. 17 Eylül’de Mısır, İsrail ve Amerika arasında Camp David Antlaşmaları imzalandı. Antlaşmanın biri Ortadoğu barışının esaslarını çizmekte, diğeri ise İsrail ile Mısır arasındaki barışın esaslarını belirtmekteydi.

Ortadoğu barışının esaslarını belirleyen antlaşma, Batı Şeria, Gazze ve Filistin Sorunu’nu da ele almaktadır. Antlaşmaya göre, Filistinlilere muhtariyet verilecek, bu muhtariyetin şekli İsrail, Mısır, Ürdün, arasında yapılacak görüşmelerle tespit edilecekti, israil, kendi güvenliğini sarsmayacak şekilde bu topraklardaki asker miktarını düşürecekti.

İsrail—Mısır barışına ait antlaşma üç ay içinde imzalanacaktı. Ancak bu antlaşma imzalanmadı. Çünkü Begin Camp David’e aykırı davranarak Batı Şeria’da Yahudi yerleşim merkezleri kurdu.

Arap ülkeleri bu antlaşmaya tepki olarak, (Suriye, Libya, Irak, Cezayir, Güney Yemen ve Filistin Kurtuluşu Teşkilatı arasında) Şam’da toplantı yaptı. Bu toplantıda İsrail’le her türlü antlaşma reddedildi.

2-5 Kasım 1978’de Bağdat’ta Arap ülkeleri zirve toplantısı yapıldı. Alınan kararlar bir bildiri ile açıklandı. Kararlarda özetle Filistin davasının ve bağımsız bir Filistin Devleti kurulmasının bütün Arap devletlerinin ortak b davası olduğu, bu meselede hiçbir Arap devletinin tek başına hareket edemeyeceği belirtildi. Mısır’ın , Camp Davi Antlaşmalarını fesh etmesi istendi.

1979’da İran’da Humeyni liderliğinde Şii bir rejimin kurulması çoğunluğu Sünni olan Arap dünyasını altüst etmiştir. Bu durum Amerika ve İsrail’in bölgedeki politikalarını değiştirmiştir. Bu gelişme İsrail – Mısır barışının gerçekleşmesini kolaylaştırdı.

İsrail – Mısır Barış antlaşması 26 Mart 1979’da Washington’da imzalandı. Antlaşmanın imzalanmasında Amerika çok büyük etken oldu. Antlaşma ile 1948’den beri İsrail ile Mısır arasında devam eden savaş hali sona erdi.

Anlaşmaya göre;

  1. Taraflar birbirlerinin egemenlik haklarına, toprak bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlıklarına saygı göstereceklerdi.
  2. İki devlet arasındaki sınır Filistin mandası ile Mısır arasındaki sınır olacaktı (Bugünkü sınır).
  3. İsrail Sina’dan çekilecekti.
  4. İsrail’in güvenliği için Sina askersiz hale getirilecekti.

İsrail – Mısır barışının imzalanması Mısır’ın Arap dünyası ile bağlarının tamamen kopmasına sebep oldu. Arap devletlerinin bakanları Bağdat’ta toplandılar. Ancak Mısır davet edilmedi. Toplantıda Mısır’ı yalnız bırakmak için diplomatik ve ekonomik tedbirler alındı.

İsrail – Mısır barışı bütün Arap dünyasında bir Amerikan aleyhtarlığının şiddetlenmesine neden olduğu için Sovyetler Birliği bu durumdan çok iyi yararlandı. Bu dönemde özellikle Suriye ile Sovyetlerin ilişkisi ilerledi. Buna karşılık Amerika ve Batı dünyası da Enver Sedat’ı destekledi. Sedat, Amerika’dan geniş ekonomik ve askeri yardım almaya başladı.

Enver Sedat 8 Ekim 1981’de bir suikasta uğrayarak hayatını kaybettiğinde İsrail, Sina’dan tamamen çekilmemişti. İsrail, 27 Nisan 1982’de Sina’dan tamamen çekildi. Sina, Mısır’a verilmiş oldu.

Camp David Antlaşması’nın imzalanması üzerine araları açık olan Suriye ve Irak 1978’den itibaren birbirlerine yakınlaşarak birlik kurma kararı almışlardır. Ancak Irak’ta Saddam Hüseyin’in başa geçmesi ile bu birlik kurulamamıştır. 1979’da İran’da Humeyni rejiminin başlaması ve 1980’de İran ve Irak’ın savaşmaları Arap dünyasını yeniden bölecektir.

Arap-İsrail gerginliğinin barıştan sonra daha da artmasında İsrail’in tutumu büyük rol oynamıştır. İsrail’in Camp David’de muhtariyet vermeyi vaaddettiği Batı Şeria’da yerleşim yerleri kurması ve Tel-Aviv’deki bakanlıkları Kudüs’e nakletmesi bütün İslam dünyasında tepki yaratmıştır, İsrail, bununla da yetinmedi. 1967’de Ürdün’den aldığı Doğu Kudüs’ü 1980’de Batı Kudüs’e ilhak etti. Bu olaydan sonra Suriye’ye ait olan Golan Tepelerini sınırları içine kattı.

İSLAM KONFERANSI TEŞKİLATI

İslam Konferansı Teşkilatı, İslam ülkelerini bir çatı altında toplayan milletler arası bir kuruluştur. 3 Mart 1924’de Halifeliğin kaldırılmasından sonra Müslümanları bir araya toplamak için 1926’da İslam Kongresi toplandı, ikinci toplantı Mekke’de üçüncüsü İse Kudüs’te düzenlendi.

İsrail’in işgali altındaki Kudüs’te, Müslümanlar için büyük öneme sahip El – Aksa Camii’nde 1969’da bir yangın çıktı. Yangın Arap ve Müslüman dünyasında büyük bir sarsıntı yarattı. Bu olaydan sonra 25 Eylül 1969’da islam Konferansı Teşkilatı kuruldu.

1969’da çıkan yangını Arap dünyası İsrail’in kasten çıkardığını düşünmekteydi. Ancak kısa süre sonra yangını Michael Rohan adındaki 28 yaşındaki Avusturyalı bir Yahudi’nin çıkardığı anlaşıldı.

İslam Konferansı Teşkilatı, ilk kurulduğu dönemde Filistin Sorunu ile ilgilenmiştir. Konferanslarda üye devletlerin İsrail’le ilişkilerini kesmeleri de istenmişti. Ancak Türkiye, İran, Mali, Moritanya, Nijer, Senegal gibi devletler bunu kabul etmemişlerdir. Konferanslarda daha sonraları İslam dünyasının meseleleri de tartışılıp çözülmeye çalışılmıştır.

Bugün 57 ülkenin üye olduğu İslam Konferansı Teşkilatı’nın resmi dilleri Arapça, İngilizce ve Fransızca’dır. Teşkilatın Genel Sekreteri ise 2005’ten beri Türkiye’den Ekmeleddin İhsanoğlu’dur.

ÜLKE        KATILDIĞI TARİHİ

1.Çad 1969 2. Endonezya 1969 3.Fas 1969 4. Fildişi Sahili 2001
5.Filistin 1969 6. Gabon 1974 7. Gambıa 1974 8.Gine 1969
9. Gine Bısau 1974 10. Guyana 1998 11. Irak 1975 12. Iran 1969
13. Kamerun 1974 14. Katar 1970 15. Kazakistan 1995 16. Kırgızistan 1992
17. Komor Adaları 1976 18. Kuveyt      1969 19. Libya 1969 20. Lübnan 1969
21. Maldıvler 1876 22. Malezya 1969 23. Malı 1969 24. Mısır 1869
25. Moritanya 1869 26. Mozambik 1995 27. Nıjer 1969 28. Nijerya 1986
29. Özbekistan 1996 30. Pakistan 1969 31. Senegal 1969 32. Sierra Leone 1972
33. Somali       1969 34.Surınam 1997 35.Suriye        1970 36.Suudi Arabistan 1969
37.Tacikistan 1992 38.Togo 1997 39.Tunus 1969 40.Türkiye      1969
41. Türkmenistan 1992 42. Umman 1970 43. Uganda 1974 44. Urdun 1969
45.Yemen        1969

GÖZLEMCİ DEVLETLER            

  1. Bosna-Hersek Cumhuriyeti 1994
  2. Orta Afrika Cumhuriyeti 1997
  3. Tayland Krallığı 1998
  4. Rusya Federasyonu 2005
  5. KKTC 1975

GÖZLEMCİ TOPLUMLAR                         

Moro Milli Kuruluş Cephesi (Filipinler) 1977

GÖZLEMCİ ULUSLARARASI TEŞKİLATLAR 

  1. Birleşmiş Milletler 1976
  2. Bağlantısızlar Hareketi (Nam) 1977
  3. Arap Birliği (Adb) 1975
  4. Afrika Birliği (Au) 1977
  5. Ekonomik İşbirliği Orgutu (Eco) 1995

5) PETROLÜN EKONOMİK VE SİYASI POLİTİKADAKİ YERİ

OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü)

1950’lerde bağımsız petrol şirketlerinin pazar bulabilmek için düşük fiyat uygulaması başlatmaları, Sovyetler Birliği’nin ucuz petrol satmaya başlaması nedenlerinden dolayı 1959 – 1960 yıllarında petrol şirketleri petrol fiyatlarını düşürmek zorunda kaldılar.

Düşük petrol fiyatlarından olumsuz etkilenen Irak, İran, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Venezüella 1960’da OPEC’i kurdular. OPEC’in öncelikli amacı petrol fiyatlarını 1959 yılındaki düzeye çıkarmaktı. OPEC’in bu amacı 1970’lerde gerçekleşti. OPEC devletleri, petrol üretimi ve fiyatlarına karar verme güçlerini diğer şirketlere kabul ettirdiler.

Ortadoğu’daki 1967 savaşından sonra OAPEC (Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Örgütü) kuruldu. Mısır, Cezayir ve Libya gibi ülkelerin sonradan katılmasıyla Arap petrolünün İsrail’e karşı bir siyasal güç olarak kullanılması kararlaştırıldı. OAPEC, İsrail, ABD ve bazı Batı Avrupa ülkelerine karşı petrol ambargosu uygulamaya başladı. Ancak bu ambargo çok fazla etkili olamadı ve kısa süreli yaşandı. Çünkü Batı’nın ve Amerika’nın tek petrol kaynağı Ortadoğu değildi. Amerika, Venezuela, Nijerya ve Endonezya’dan da petrol alınıyordu.

1973 Petrol Krizi

OPEC’in kurulduğu yıllarda hemen hemen bütün petrol ülkelerinde kaynaklar Amerikan petrol şirketlerince işletilmekteydi.

1973 Arap – İsrail Savaşı’na kadar herhangi bir müdahalede bulunmayan OPEC üyeleri, 1970 yılından sonra ülkelerindeki petrol şirketlerine el koymaya başladı. İran ve Irak’taki petrol şirketleri millileştirildi.

OPEC, Batılı devletleri İsrail’i desteklemekten vazgeçirmek gerekçesiyle 1973 Savaşı’ndan sonra petrol fiyatlarını yükseltti. 1973 Ocak ayında varili 2.59 dolar olan Arap petrolü, Ekim ayında 5.11 ve 1974 Ocak ayında 11.65 dolara çıktı. Bu durum kriz yaşanmasına neden oldu.

Petrol krizinin 1973’de yarattığı sarsıntıdan sonra OPEC’in ham petrol fiyatlarına her altı ayda bir zam yapması normal bir durum olarak algılanmaya başlandı.

Arapların petrol tehdidine karşı Amerika da, 1974’de Japonya, ispanya, Türkiye, Avusturya, İsviçre, İsveç ve Norveç’ten oluşan Milletlerarası Enerji Ajansı’nın kurulmasına ön ayak oldu. Kuruluşun amacı enerji ve petrolün sağlanmasında işbirliği ve dayanışmayı gerçekleştirmekti.

OPEC’in petrol fiyatlarını artırması ABD’den çok Batı Avrupa ve Üçüncü dünya ülkelerini etkiledi. Sana üretimindeki petrol bağımlılığı bütün üretim maliyetlerini yükseltti. Batı ülkelerinde ulaşım büyük ölçüde özel otomobillere dayalı olduğundan benzin fiyatlarındaki artış kentlerin yaşamını altüst etti.

Petrol krizi, herkesin bir anda kaybetmesine değil, bazılarının kazanmasına neden oldu. Kazananları başında petrol ihraç eden ülkeler geliyordu. Sanayileşmiş devletlerin asıl korkusu üretimin azalmasıydı. Başta Suudi Arabistan olmak üzere petrol üreten ülkeler “petrodolar” olarak anılan kazançlarını Batı ve ABD bankalarına yatırarak ekonomik bir hareketliliğe yol açtılar. Ortadoğu petrolüne bağımlı olmayan ABD krizden hem bankaların akan para hem de rakiplerinin üretim maliyetlerindeki yükselme nedeniyle olumlu etkilendi.

Batı’nın sanayileşmiş ülkeleri de artan petrol fiyatlarını kolaylıkla kendi sanayi mamullerine ve teknolojilerine yansıttılar. Batının sanayisine, silahına, tüketim ürünlerine en fazla ihtiyaç duyanlar Arap ülkeleriydi. Arap ülkeleri pahalıya satış yapınca aldıklarını da pahalıya almaya başladılar. Bu durumdan zarar gören en çok fakir ülkeler oldu. Türkiye de artan petrol fiyatlarından dolayı sıkıntı yaşamıştır.

6) İRAN – IRAK SAVAŞI (1980 – 1988)

1980 – 1988 yılları arasında Irak ve İran arasında yapılmış olan bu savaş, yaklaşık bir milyon insanın ölümüne, 150 milyar dolar maddi hasara, her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açmıştır. Irak’ın saldırılarıyla başlayan savaş, İran’ın direnmesiyle “Yıpratma Savaşı”na dönüşmüş ve galibi olmadan sonuçlanmıştır.

SAVAŞ ÖNCESİ İRAN VE IRAK’IN DURUMU

A.IRAK’TA İKTİDAR DEĞİŞİKLİĞİ

Irak’ta 1968 Temmuz’unda gerçekleşen darbenin ardından Devrimci Komuta Konseyi oluşturuldu. Baas Partisi yanlısı Saddam Hüseyin’in başında bulunduğu bir grup subay diğer darbecileri saf dışı bıraktı. Devlet başkanlığı ve başbakanlığa getirilen El-Bekir ülkede kesin bir denetim sağladı.

“BAAS” Arap dilinde diriliş anlamına gelir. Amaç olarak Ortadoğu’da tek bir Arap devleti kurulmasını benimsemiştir. Parti’nin sloganı, birlik, özgürlük ve sosyalizmdir. Bu ideoloji, parti birliğine ve dış baskılara karşı gelmeye dayanır. Suriye ve Irak’ta yaptıkları devrimlerle iktidarı ile geçirmişlerdir.

Hükümete ağırlığını koyan Baas Partisi örgüt yapısıyla hemen hemen tüm kurumları ele geçirmeyi başardı. Tabanını genişletmek isteyen parti, 1970’de Kürtlerle çatışmaya son vererek Irak Komünist Partisi (IKP), Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve öteki bazı milliyetçi ve sol eğilimli siyasi güçlerle işbirliğine yöneldi. Ancak 1974’de Kürtlerle, ardından da komünistlerle ilişkilerin bozulması nedeniyle yeniden tek partili sıkı rejime dönüldü. Parti başkanlığı ve önemli yetkileri devralan Saddam Hüseyin 1979’de devlet başkanı oldu.

SADDAM HÜSEYİN (1937)

Arap ulusçuluğunun ve sosyalizmin simgesi olan BAAS partisine 1957’de girdi, parti içinde yükselerek 1979’da Irak devlet başkanı oldu. Irak’ın kalkınmasını ve nükleer güç de dahil olmak üzere bölge lideri olmasını amaçlayan Saddam Hüseyin, 1980’de ABD’nin desteğiyle İran’a saldırdı. 1991’de ise Sovyetler’in çözülüşünden ve yeni dünya düzeninin belirsizliğinden yararlanarak Kuveyt’i işgal etti. Bu tarihten sonra, ABD’nin kendisine kafa tutan “haydut devletler” listesine giren Irak, 2003’te ABD tarafından işgal edildi. Saddam Hüseyin de bir süre sonra yakalanarak idam edildi.

B.İRAN’DA ŞAH’IN DEVRİLMESİ VE HUMEYNİ İKTİDARI

İran’da monarşinin yıkılması çok hızlı bir süreçte gerçekleşmiştir. Karışıklıklar 1978 başından itibaren şiddetlenmiş, Ocak 1979’da Şah ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve Şubat ayında Humeyni liderliğinde yeni bir rejim kurulmuştur.

İran’da 1925 yılında Kaçar hanedanına son vererek Pehlevi hanedanını kuran Rıza Şah’ın İngiltere ve SSCB’yi birbirine karşı kullanmaya dayanan dış politikası II. Dünya Savaşı koşullarında başarısızlığa uğradı. 1941’de Almanya’ya karşı aynı cephede birleşen bu iki devlet, Rıza Şah’ın Almanya’yla işbirliğine yönelmesinden çekinerek SSCB’ye savaş malzemesi gönderme gerekçesiyle İran’ı işgal ettiler. Bunun üzerine yeni duruma uygun bir politika benimsemesi ve hanedanı sürdürmesi için Rıza Şah yerini oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’ye bıraktı.

Bu ortam içinde 1973’te Petrol fiyatları hızla yükselmiş, İran’ın petrol geliri hızlı bir şekilde artmıştır. Bu durumda Şah ülkeyi bölgenin en büyük askeri gücü yapmak için ABD’den milyarlarca dolarlık silah satın almıştır. Bununla birlikte çağdaşlaşma, ekonomik kalkınma ve sanayileşme politikalarına da hız vermiştir. Fakat bu kalkınma ve çağdaşlaşma ulemanın tepkisine neden olmuş, İran halkının geleneksel değerlerinden uzaklaştırılması şeklinde yorumlanmıştır.

Yaşanan ekonomik sıkıntı ve sorunlar karşısında Şah’ın politikası, kendisine karşı gelenleri İran’ın ünlü istihbarat teşkilatı Savaki’yi kullanarak acımasız bir şekilde ezmek oldu.

Tüm bu şartlar rejime karşı, doğal olarak çeşitli muhalif grupların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunların içinde en güçlüsü İran’ın şeriata göre idare edilmesini isteyen Şiilerdir. Liderliğini Humeyni ve Ayetullah Şeriatmedari’nin yaptığı bu grup çarşı esnafı ve işsizler tarafından desteklenmekteydi. Humeyni 1963’ten beri, Şaha karşı muhalefeti nedeniyle sürgünde yaşamaktaydı. Kitleler üzerindeki etkisi çok büyüktü. 1978 Ekimi’nde Paris’e geçerek muhalefet karargâhını kurdu. Ayaklanmaları oradan idare etti.

Reijme karşı muhalefet 1978 Ocak ayında Kum şehrindeki ayaklanmayla tırmanmaya başladı. Ayaklanma ve çatışmalarda iki kuvvet çok etkili oldu. Bunlar cami ve petrol kuyularıydı. Cami, dinci grubun hareket noktasıyken, solcu grup kışkırttığı grevlerle petrol kuyularını hedef aldı. Şahın gücü petrol parasına dayandığı için bu şekilde elindeki gücün alınabileceği düşünüldü. 1978 Ağustos’unda olaylar iyice yoğunlaştı. Sonunda Şah, ülkeden ayrılmaya karar verdi. 16 Ocak 1979’da Şah Rıza Pehlevi ve eşi Tahran’dan ayrıldılar. Bu durum ayaklananların zaferi oldu ve Humeyni kontrolü ele geçirmeyi başardı.

1 Şubat 1979’da Humeyni, Paris’ten Tahran’a geldi. Büyük bir gösteriyle karşılandı. Hemen İslam Devrim Konseyi’nin başına geçti. Böylece İran’da Humeyni dönemi başladı. Yeni rejimin muhafızları yani “Devrim Muhafızları” her şeye hakim oldu. Mart 1979’da yapılan bir referandumla, halkın %99 oyu ile monarşiye son verilerek İran İslam Cumhuriyeti kuruldu.

Humeyni’nin ilk günden itibaren ABD düşmanlığını öne çıkarması, İsrail ile ilişkilerini kesmesi ve Filistinlileri desteklemesi, özelikle Suriye, Libya, Güney Yemen ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı ile olan bağları güçlendirdi.

Buna karşılık Basra Körfezi ülkeleri ile Suudi Arabistan gibi muhafazakâr ve monarşik ülkelerle, halkının çoğunluğu Sünni olan Irak, Humeyni yönetimini endişe ile karşılamıştır.

İran İslam Cumhuriyeti Kurucusu Ayetullah Humeyni (1892 – 1989)

1 Şubat 1979’da Şah’ın İran’dan kaçmasının ardından on beş yıllık bir sürgünün sonunda İran’a geri döndü. Humeyni’nin başlattığı uzun mücadele ile Şah rejimi 11 Şubat 1979’da tarihe karışarak yerine İran İslâm Cumhuriyeti kuruldu.

SAVAŞ ÖNCESİ İRAN – IRAK İLİŞKİLERİ

Soğuk Savaş boyunca İran – Irak ilişkileri iyi olmadı. 1969 Nisan ayında, ABD’nin de desteğini alan İran Şahı, önemli bir su yolu olan ve 1937 yılı İran – Irak sınır antlaşması ile Irak’a bırakılan “Şattülarap”ı geri almak istedi. 1970 yılında kesilen diplomatik ilişkiler, 1973 yılında tekrar kuruldu ve 1975’te Cezayir Antlaşması ile iki ülke arasındaki sınırın, su yolunun en derin noktasından geçmesi kararlaştırıldı. 1971 yılındaki silahlı çatışmalar sırasında İran’ın ele geçirdiği Körfez adalarından çekilmemesi, iki ülke arasındaki ilişkinin gelişmesine engel oldu.

Humeyni rejiminin başlaması ilişkileri kötüye götürdü. Humeyni rejimi Irak için rahatsızlık vericiydi. Çünkü İran’da Şii rejimin kurulması, halkın %40’ı Şii olan Irak için tehlike yaratıyordu. Bu durumun farkında olan Humeyni zaten ilk günden itibaren bütün Arap ülkelerindeki Şiileri ayaklanmaları için kışkırttı. Bunun üzerine Irak lideri Saddam Hüseyin, 17 Eylül 1980’de Cezayir Antlaşması’nı feshettiğini açıkladı.

SAVAŞIN BAŞLAMASI VE İLK AŞAMALAR

Savaşa resmen başlamak için 17 Eylül 1980’de Saddam Hüseyin, Cezayir (Şattülarap) Antlaşması’nı feshettiğini duyurdu. Yani Irak, nehrin her iki yakasının da kendilerine ait olduğunu duyuruyordu. Irak ordularının 25 Eylül’de İran topraklarına girmesiyle savaş resmen başladı. 1980 kışı boyunca yapılan barış girişimleri başarısız oldu. 1981 Nisan ayından itibaren savaş yeniden alevlendi. İran’ın ekonomik gücünü zayıflatma amacıyla saldırıya başladı. Irak, petrol taşıyan İran gemilerine saldırılar düzenlemeye başladı. Benzer şekilde İran da, Irak’ın petrol tesislerine saldırıya başladı.

Sekiz yıl süren savaş 1988 Ağustos ayında ateşkes ile sonlandı. Ancak BM gözetiminde yapılan barış görüşmelerinden sonuç çıkmadı. İran, görüşmeler için ön koşul olarak topraklarındaki tüm Irak askerlerinin geri çekilmesini isterken, Irak Şattülarap su yolu üzerinde ortak denetim kurulmasında ısrar etti. İki ülke arasındaki kesin barış ancak Irak’ın Kuveyt’i 1990 Ağustos ayında işgali ve ABD’nin saldırması korkusuyla İran’dan aldığı toprakları geri vermesiyle gerçekleşti.

ABD’nin tutumu: ABD, İran’daki Şah’ın devrilip yerine gelen İslami rejimden hiçbir zaman hoşnut olmamış, bu yüzden 1967 yılında diplomatik ilişkilerini kestiği Irak ile yakınlaşmaya başlamıştır. Hatta çeşitli kanallardan Saddam Hüseyin yönetimine silah yardımı yapmış ve borç para sağlamıştır.

SAVAŞIN SONUÇLARI

İran – Irak Savaşı yaklaşık bir milyon insanın hayatına mal oldu. Savaşan taraflar ufak kazançlar için ekonomik kaynaklarını tüketti. Savaş sonucunda Irak – İran sınırı değişmedi. Savaşın etkileri yıllarca hissedildi.

İki ülkenin birbirinin petrol tesislerine saldırılar düzenlemesi sonucu petrol üretimi düştü, petrol fiyatları arttı.

Körfez petrol ticaretinin zarar görmesi, ABD’nin savaşa aktif olarak katılmasına sebep oldu. ABD ve müttefikleri (Avrupa – Japonya) büyük ölçüde körfez petrolüne muhtaçtı ve petrol yolunun saldırıya açık olması Batı dünyası için tehlikeliydi. Körfez petrol yolunu açık tutmak için ABD, bölgeye bir filo gönderdi ve ABD bayrağı çekmiş Kuveyt tankerlerini korumaya başladı.

Savaş boyunca Irak, kendisini destekleyen devletlerden borç alarak silah satın almıştı. Bu borçları ödemekte zorlanması, 1990 yılında Kuveyt’e saldırarak petrol kuyularını ele geçirmeye çalışmasına yol açtı. Bu tavrı da Irak’ı uluslararası ilişkilerde yalnızlığa sürükledi.

7) YUMUŞAMA DÖNEMİNDE TOPLUM, BİLİM VE KÜLTÜR

II.Dünya Savaşı’ndan sonra tüm dünyada büyüme dönemi başladı. Bu dönemden 1975’e kadar dünyadaki toplam üretim üç kat arttı. 1945–1975 arasında otuz yıl boyunca (Muhteşem Otuzlar) dünyadaki yıllık büyüme %5’e çıktı. Enerji kaynağı olarak petrol, kömürün yerini almaya başladı. Petrol üretim ve ticareti arttı. Petrol hammadde olarak da kullanılmaya başladı. Tüm ürünler bol miktarlarda sunulurken, tüketici daha fazla çeşit ve hizmet içinden istediğini seçmeye başladı. Otomotiv, elektrikli ev aletleri, televizyonlar gibi gelişmiş teknoloji kullanan sanayi sektörleri gelişti. Ayrıca modern tarım yapılması verimin artmasını sağladı.

Sanayileşmiş ülkelerin çoğunda yaşanan nüfus patlaması, satın alma gücünün artması, tüketim mallarına her zaman yoğun bir talebin olmasını sağladı. Borçlarını ödeme olanağı bulan insanlar kredi ile ev aletleri, araba, ev satın almaya başladılar.

Yeni teknolojilerin ortaya çıkması reklamcılığın da gelişmesini sağladı. Amerika’da açılan hipermarketler Avrupa’da da yayılmaya başladı.

Bolluk yıllarında işsizlik yoktu. Ancak işçi ihtiyacı vardı. Sanayileşmiş devletlerden Fransa, Portekiz ve Kuzey Afrika ülkelerinden, Almanya ise Türkiye’den işçi almaya başladı.

1960’dan sonra şirketler ve sonrasında holdingler ortaya çıktı. Zamanla bu şirketler çok uluslu hale gelerek dünya üretiminin %20’sini eline aldı.

Sanayileşmiş ülkelerde köyden kente göçlerde artış meydana geldi. 1970’lere gelindiğinde bu ülkelerde nüfusun %70’i kentlerde yaşamaya başladı. Sanayileşmiş ülkelerde hizmet sektörü de gelişti. Eğitim kurumları devlet daireleri, bankalar eleman sayılarını artırdılar.

1945’de başlayan hızlı büyüme bazı sorunlara da yol açmıştır. Büyüme hızının artması, üretilen malların nasıl kullanılacağı sorununu ortaya çıkarmıştır. Tarım ürünlerinde ürün fazlası yaşandığı zaman fiyatların düşmemesi için bir çok tarım ürünü yok edildi. Bu durum açlık sorununa karşı mücadele eden kesimlerde tepkilere neden oldu.

Sanayileşmiş ülkelerdeki insanlar yoğun çalışma temposuna grev ve gösterilerle tepki göstermeye başladı.

Büyüme ayrıca toplumdaki ve dünya devletleri arasındaki eşitsizliği de sonlandıramadı. Büyümede devletlerarası eşitliksizler çok belirginleşti. Sanayileşmiş ülkeler, dünyada üretilen elektriğin yarıdan fazlasını kullanıyor ve otomobillerin %82’si de bu ülkelerde buluyordu.

UZAY ÇALIŞMALARI VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER

Uzay Yarışı, ABD ve SSCB arasında 1957’den 1975’e kadar süren ancak resmi olmayan bir rekabettir. Rekabet uzaya uydu yollayarak keşfetmek, insan göndermek, Ay’a insan indirmek gibi çabalan içerir ve aslında Soğuk Savaş’ın bir parçasıdır.

Yarışın başlangıcı Sovyetlerin 4 Ekim 1957’de Sputnik 1 yapay uydusunu fırlatmasına dayanır. Uzay yarışı Soğuk Savaş Dönemi’nde SSCB ve ABD arasındaki kültürel ve teknolojik rekabetin önemli bir parçası haline geldi. İki ülke birbirinin moralini çökertme çabalarında uzay teknolojisini kullandı.

ABD, Sputnik’in başarısından sonra teknoloji alanında kaybetmiş olduğu üstünlüğü tekrar kazanmak için büyük çaba harcamaya başlamıştır. Sputnik’in fırlatılmasından 4 ay sonra Amerika ilk uydusu olan Explorer 1’i fırlattı.

İlk uydu fırlatma çalışmalarının çoğu bilimsel amaçlıydı. Sputnik atmosferin üst tabakasının yoğunluğunun belirlenmesinde, Explorer 1 ise Radyasyon Kemerinin keşfinde kullanıldı.

Alman bilim adamları 1920’li yıllarda uzun mesafeli uçuşlar yapabilecek roketler üzerinde çalışma yapmaya başladılar. Alman V – 2 füzesi 1942’de fırlatılan ve uzaya ulaşma amacı taşıyan ilk roket oldu. Almanya, II. Dünya Savaşı sırasında V – 2 füzelerinden binlercesini Müttefik ülkelere fırlatmış ve birçok ölüme neden olmuştur. Ama V2 üretimi sırasında meydana gelen ölümler daha fazladır. II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Sovyet, İngiliz, Amerikan güçleri Alman roket programından teknoloji ve personel çalma konusunda yarış içindeydiler. Bu yarıştan en kazançlı çıkan ABD oldu. Bir çok Alman bilim insanı ABD’ye gitti.

Sovyetler Birliği Vostok serisi ile uzaya ilk insanı gönderdi. Yuh Gagarin 12 Nisan 1961’de yaptığı uçuşla dünya yörüngesine ulaşan ilk insan oldu. ABD, Sovyetlerin bu atağı karşısında kendi projesini hızlandırdı. Ancak insanlı uçuşunu bir yıl sonra yapabildi.

Uzay yarışında Sovyetlerin üstünlüğüne karşı, ABD bir arayış içerisine girdi. 1961’de başkan olan Kennedy, Ay’a insan indirme ve geri getirme projesini (Apollo) başlattı. 21 Temmuz 1969’da Ay’a adım atan ilk insan ABD’li Neil Armstrong oldu. Bu esnada onu yaklaşık 500 milyon kişi izledi. Armstrong duygularını şu kelimelerle ifade etti. “Bir insan için küçük fakat insanlık için büyük bir adım.”

SSCB, Amerika’nın bu başarısından üç yıl sonra Ay’a insan gönderme çalışmalarına başladıysa da başarılı olamadı. Luna 16 robotu 1971 yılında Ay’dan örnekler alarak dünyaya döndü. Bu aşamada ABD, Kennedy’nin “1980’li yıllar bitmeden Ay’a insan indirme” hedefini gerçekleştirerek SSCB’ye karşı kesin bir zafer kazanmış oldu.

ABD – SSCB ortak çalışmalar da yaptı. 17 Haziran 1975’te Amerikan Apollo ve Sovyet Soyuz araçları kenetlendi. Uzayadamları bazı inceleme ve deneyler yaptı. Ancak bu çalışma bir iyi niyet gösterisi olmaktan öteye gidemedi.

ABD’nin uzay mekiği projesine karşılık Sovyetler kendi mekiklerini geliştirmeye başlamıştır. Özellikle Amerika’nın Yıldız Savaşları Projesi Sovyetlerde büyük endişe yaratmıştır. Sovyetler de kendi uzay savunma sistemlerini geliştirmeye başlamıştır.

KADIN HAREKETLERİ

Kadın ve erkek eşitliğini savunan kadın hareketleri ilk kez Fransız Devrimi sırasında gelişti. Kadınlar erkekler gibi aktif olarak devrime katıldılar, örgütler kurdular, gazeteler çıkardılar. Ancak 1789’da çıkarılan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ndeki insanın sadece erkekleri nitelendiği ortaya çıktı. Bunun üzerine Kadınların ve Kadın Yurttaşların Hakları Bildirgesi’ni yazan Gouges idam edildi ve kadın örgütleri kapatıldı.

Sanayi Devrimi’nin yol açtığı gelişmeler kadınların durumunu da değiştirdi. İşçi olan kadınlar erkeklerden daha az ücret almalarına rağmen, kadının erkeğe bağımlı olduğu anlayışını yıktı. Ekonomik gelişmeler hızlandıkça kız çocuklarına da eğitim verilmeye başlandı. Bu kadınların durumu üzerine çalışmalar yapan, bunları yazan kadınların çoğalmasını sağladı. Fakat kadınlar hukuk, aile yaşamı, siyasal yaşam başta olmak üzere hala ayrımcılıkla karşılaşıyordu. Toplumsal hareketlerde kadın haklarına yer bile verilmiyordu.

Bu dönemdeki işçi hareketlerinde kadınların çalıştırılmaması gerektiğini savunanlar bile vardı. 1830 ve 1848 deki devrimler de kadınların örgütlenmesine ve siyasallaşmasına katkıda bulundu.

1890’da Yeni Zelanda, 1917’de Sovyetler, 1918’de İngiltere, 1920’de ABD, 1934’de Türkiye, 1944’te Fransa’da kadınlar oy hakkı kazandı.

Kadınlar 19. yüzyılın ikinci yarısında yasa önünde eşitlik isteğiyle ayrımcılığa son verilmesini istediler. Rosa Luksemburg ve Clara Zetkin gibi kadınların mücadelesi de kadınların siyasi yaşamdaki varlığını güçlendirdi. 1960’larda ortaya çıkan feminist hareket bütün ilişkilerde gizli olan erkek egemenliğini açığa çıkaracak çalışmalara yöneldi.

ÖĞRENCİ HAREKETLERİ

1960 ve 1970’li yıllar gençlerin, özellikle öğrencilerin daha önce benzeri görülmemiş büyüklükte protesto ve ayaklanmalarına sahne olmuştur. Bu ayaklanmaların çıktığı ilk ülke Amerika’dır.1960’lı yıllarda Medeni Haklar Hareketi”ne katılan gençler, 1965 Vietnam Savaşı’nın başlamasıyla savaş karşıtı faaliyetlere yoğunlaştılar. Öğrenciler, Amerika’nın Vietnam’da izlediği politikanın yanlış olduğunu anlatmaya çalıştılar. Savaşmak istemeyen gençler üniversitelere kaydoldu. Savaşın ekonomiyi de olumsuz etkilemesi kampüslerde büyük protesto gösterilerine neden oldu.

Hippiler (Çiçek Çocukları)

1967’de Abbie Hoffman ve Jerry Rubin tarafından Uluslararası Gençlik Partisi’nin kurulması ile isyan hareketi kapitalizm karşıtı “devrimci” bir şekil aldı. Hareketin yeni kahramanları artık Bob Dylan değil Che Guevara’ydı.

Batı ülkelerinin çoğunda 60’larda öğrenci dünyasının içerisinde faal olan hareketler ve Amerika’daki hareket arasında benzerlikler vardı. Özellikle Vietnam karşıtı, özgürlükçü hareketler Almanya’da güçlüydü. Bu ülkede hareketin temel sözcüsü Rudi Dutschke, çok genç olmasına rağmen Macaristan Ayaklanmasının bastırılmasına karşı çıkmıştı.

1968 Fransa’daki Öğrenci hareketinin geliştirdiği meseleler ve istekler de büyük ölçüde aynıydı. Öte yandan hareketin gidişatı boyunca Vietnam Savaşı’na dair söylenenler yerini anarşizmden etkilenmiş duvar sloganlarına bıraktı.

Öğrenci hareketleri, savaşı bitirmede temel etken olmasa bile savaş karşıtı harekatın içinde sömürge ve emperyalizme karşı bir bilincin oluşturulmasına yardım etti.

İŞÇİ HAREKETLERİ

Sanayi Devrimi’yle ortaya çıkan işçi sınıfı ve hareketleri 19. yüzyılın başlarında İngiltere’de daha yoğun gözlenmektedir. Kapitalizmin hızla gelişmesi, işçi sınıfındaki artışa ve işçi mücadelelerinin başlamasına neden olmuştur. İşçiler ilk olarak dayanışma ve yardımlaşma sandıkları etrafında bir araya gelmiştir.

İlk bağımsız işçi hareketi Londra Dayanışma Derneği adıyla kurulmuştur. Bu dernek işçilerin sınıf bilincinin gelişmesini sağlamış, yasal sendika örgütlerinin kuruluşunu da etkilemiştir. 1850’lerde metal ve makine sektöründe çalışan işçiler de bazı dernekler kurmuş ve ilk sendika yapıları oluşturulmuştur. Sendikalar, kendi ayrıcalıklı konumlarını korumak için yüksek ücret alan, iyi hayat şartlarına sahip, belirli meslek gruplarına dahil vasıflı işçiler tarafından organize edilmekteydi.

İyi bir işçi hareketi için gelişmiş bir sanayileşme olmalıdır. Türkiye’deki sanayileşme ve işçi hareketi batıdakileri geriden takip ettiğinden işçi hareketi doğuşu ve gelişimi esnasında sürekli Batı işçi hareketliliğini örnek almış ve etkilenmiştir.

8) YUMUŞAMA DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

A.TÜRK – YUNAN İLİŞKİLERİ

KIBRIS SORUNU

1.1963 -1964 Kıbrıs Bunalımı:

Kıbrıs’la ilgili 1963 ve 1964’de yaşanan iki büyük kriz Kıbrıs Rumlarının Enosis’den vazgeçmemeleri ve 1960 Anayasasının Türklere tanıdığı hakları hazmedememelerinden ileri gelir.

ENOSİS: Yunanca birleşme anlamına gelir. Kıbrıs Adası’nın Yunanistan ile birleşme dileğini belirtmekte kullanılan bir terimdir. Yunanistan ile Kıbrıs Rumları arasında benimsenen Enosis, Megola İdea düşüncesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

1960 Kıbrıs Anayasası’na göre Lefkoşa, Limasol, Magosa, Baf ve Larnaka’da yani 5 büyük şehirde Türkler ve Rumların ayrı belediyeleri olacaktı. Fakat Rum lider Makarios 1962’de bu beş büyük şehirde tek belediye kurulmasını, buralarda Türklerin nüfusları oranında temsil edilmesini istedi. Bu istek Türk toplumu resmen azınlık durumuna düşüyordu. Makarios’un anayasa değişikliğine karşı yönelik tutumu, Makarios ve Kıbrıs Rumlarını zorbalığa yöneltti. Rumlar 24 Aralık 1963’te Lefkoşe’de 24 Türk’ü şehit etti, 40 Türk’ü yaraladı. Bunun üzerine Türkiye’den kalkan uçaklar 25 Aralık’ta Lefkoşe üzerinde uçarak şehri Türk tarafını korumaya çalıştı. Türkiye ayrıca bu konuyla ilgili diplomatik yöntemleri de kullandı. Yunanistan ve İngiltere’yi harekete geçirdi. İngiltere teklifiyle 15 Ocak 1964’te Londra Konferansı toplandı. Fakat konferans tam bir başarısızlıkla sonuçlandı.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olan Makarios, 1950’de Kıbrıs Kilisesi’nden Başpiskopos olduktan sonra, sömürgeciliğe direnerek Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılması (ENOSİS) için etkili bir mücadele vermişti. 10 Aralık 1959’da Cumhurbaşkanı seçilmesinden başlayarak Kıbrıs’a Bağlantısızlar Hareketi’nde önemli bir yer kazandırdı, ama içerideki siyasal ve toplumsal çatışmaları engelleyemedi. Temmuz 1974’te, adayı Yunanistan’a bağlamayı hedefleyen bir askeri darbeyle devrildi.

Kıbrıs’ta Rumların Türklere saldırılarının devam etmesi üzerine BM Güvenlik Konseyi olaya el koydu ama buna rağmen Makarios frenlenemedi. Rumları askere almaya, dışarıdan ağır silahlar almaya başladı. Bu durumu yeniden gerginleştirdi.

Bu gelişmeler Türkiye’nin müdahale kararını kesinleştirmesinde önemli rol oynadı. Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkması 7 Haziran 1964 için planlanmışken, ABD’nin “Johnson Mektubu” gündeme geldi. ABD Başkanı Johnson, İsmet Paşa’ya gönderdiği mektupta, Türkiye’nin müdahale hakkını kullanamayacağını, bunu yaparsa NATO’daki müttefiklerine danışmadan böyle bir harekete giriştiği için NATO’nun Türkiye’yi savunamayacağından söz etti. Ayrıca ayrıntılı görüşmeler için ismet İnönü’yü Washington’a davet etti.

Bu mektup, Truman Doktrini’nin açtığı sağlam dönemi tersine çevirerek Türkiye’de, ABD’ye karşı güveni büyük ölçüde sarstı. İsmet İnönü, 21 Haziran’da Washington’a gitti. Görüşmelerde ABD’nin eski dışişleri bakanlarından DEAN ACHESON’un aracı tayin edilmesine karar verildi. Arabuluculuk faaliyeti Cenevre’de başladı. Fakat görüşmeler devam ederken Kıbrıs’taki durum yeni bir krize girdi ve Rumlar Erenköy ve Magosa’da Türklere katliama girişti. BM Barış Gücü hareketsiz kalınca, Türk Hava Kuvvetleri, Rum mevzilerini bombaladı.

b. 1967 Kıbrıs Bunalımı

Türkiye Enosis dışında bir çözüm aranması üzerinde dururken, darbeyle iktidarı ele geçiren Yunan subayla Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesinden başka çözüm yolu düşünemiyordu.

Durum bu haldeyken, 15 Kasım 1967’de Kıbrıs Rumları ve Rum Milli Muhafız Kuvvetleri, Türklerin toplu olarak bulunduğu Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı harekete geçti. Enosis önünde engel olan Türk varlığını aşamalı olarak ortadan kaldırmaya çalıştı. Türk Hükümeti ise 16 Kasım gecesi TBMM’de, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’a müdahalesine karar verdi. Karar üzerine Türkiye, İskenderun’da bir çıkarma birliği hazırladı. Ertesi günde Kıbrıs üzerinde Türk jetleri alçak uçuş yaptı.

Bu gerginlik üzerine ABD ve BM harekete geçti. Yunanlılar geri adım atmak zorunda kaldılar, Yunan dışişleri, anlaşma dışında Kıbrıs’a gönderilen bütün kuvvetlerin geri çekileceğini buna karşılık Türkiye’nin de hazırlıkları durdurması gerektiğini bildirdi ve bu şekilde anlaşmaya varılabildi. (2 Aralık 1967)

Krizin bu şekilde atlatılmasından sonra Kıbrıs Türkleri, 29 Aralık 1967’de kendi işlerini kendileri görmek üzere 1960 Anayasası’nın bütün kuralları uygulanıncaya kadar “Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi”ni kurdular ve 19 maddelik esaslarını açıkladılar. Bu gelişme Türkiye’nin “Kıbrıs’ta federal devlet” teziyle ilgili önemli bir adım olmuştur.

c. 1974 Kıbrıs Bunalımı ve Kıbrıs Barış Harekatı

1968 Haziran’ın da başlayan görüşmeler 1974’e gelindiğinde hala bir yol alabilmiş değildi. Çünkü Rumların amacı Türklere, 1960 Anayasası’ndaki hakları dahi vermemek ve Türk toplumunu azınlık statüsünde tutmaktı.

Kıbrıs’taki Türk varlığını korumaya çalışan Türk toplumu ve Türkiye ise 1960 Anayasası’nda daha fazla hak elde edilmesini savundu ve baştan beri federal bir sistemi öngördü. Kıbrıs Devleti’nin, Türk ve Rumlar olarak iki ayrı federe devlete dayanması, Türk toplumu için en sağlam güvenceydi.

Bu arada Kıbrıs Rum toplumu içinde de sürtüşmeler vardı. Makarios’un, Atina ile arası açılmaya başlamıştı. Toplumlararası görüşmelerin uzaması Yunan cuntasını kızdırıyor, adayı ilhak için zamanın geldiğine inanıyor ve Makarios’u bu konuda engel olarak görüyordu. Bu yüzden Yunanistan’da 15 Temmuz 1974’te Nikos Sampson, Rum Milli Muhafız Teşkilatını da yanına alarak, darbe sonucu Makarios’u düşürdü ve Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’ni ilan etti. Bu darbe Enosis, yani Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakından başka bir şey değildi. İşte 1974 Kıbrıs Bunalımı bu şekilde başladı.

Garantör durumundaki Türkiye Garanti Antlaşması’nın 4. maddesinin verdiği yetkiye dayanarak, İngiltere ile birlikte Kıbrıs’a müdahale etmeye karar verdi ve Ecevit bunun için Londra’ya gitti. Fakat İngiltere müdahaleye yanaşmadı. Konunun BM ile NATO’da ele alınmasından yanaydı.

20 Temmuz 1974 sabahı Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk jetlerinin havadan himayesinde, Girne bölgesinden Kıbrıs’a asker çıkarmaya başladı. Sabah olduğunda Türk askeri Girne plajına girdi. Girne yolu üzerinde ve Gönyeli’de havadan indirme yapıldı. Sert çarpışmalar oldu. 22 Temmuz’da ateşkes yürürlüğe girdiğinde Türk kuvvetleri Girne-Lefkoşa yolunu kontrol altına almıştı. Böylece 1. Kıbrıs Harekâtı sona erdi.

Çıkarma sırasından BM Güvenlik Konseyi, Türkiye’nin bu girişimleri üzerine harekete geçti. Sonunda Türkiye, 22 Temmuz’da BM’nin yaptığı ateşkes çağrısına uydu.

Bu arada Kıbrıs’ta da Sampson’un yerini Klerides almış, BM’nin girişimiyle Kıbrıs’ta anayasa düzeninin yeniden kurulması için taraflar Cenevre’de toplanmıştır. I. Cenevre Konferansı Türkiye için başarılı geçmiştir.

II.Cenevre Konferansı ise 8 Ağustos’ta başlamış Kıbrıs Türk toplumu lideri Rauf Denktaş ve Kıbrıs Rum toplumu lideri Klerides katılmışlar, fakat Rum ve Yunan Kuvvetleri Türk bölgeleri etrafındaki çemberi kaldırmadıkları gibi ateşkese de uymamışlar, çarpışmalar yine devam etmiştir.

Bu yüzden II. Cenevre Konferansı gergin bir hava ile başladı. Bu ikinci toplantıda Türk tarafı “coğrafi esasa dayalı federatif sistemi “teklif etti. Fakat Kıbrıs Rum ve Yunan tarafı anayasa düzeni konusunda işi oyalama yoluna götürdü. Ayrıca Kıbrıs’ta yine saldırılar devam etti.

Bunun üzerine Cenevre Konferansı, Türk heyeti tarafından kesildi. Türk heyetinde Dışişleri Bakanı Turan Güneş, anlaşmanın mümkün olmadığı anlamına gelen “Ayşe tatile çıksın” parolasını başbakan Bülent Ecevit’e bildirince, 14 Ağustos’ta Türk Silahlı Kuvvetleri 2. Kıbrıs Harekatı’na başladı.

Türk birlikleri ilerlemeye başladı Lefke ve Magosa’nın kurtarılmasıyla sona eren 3 günlük harekat sonrası adanın %38’i ele geçirildi. Türk tarafının sınırları çizildi.

2.Kıbrıs Harekâtı, birincisinin aksine dünya kamuoyunda Türkiye’nin aleyhine bir havanın doğmasına neden oldu. Birincisi hukuksal bir mücadele olarak algılanırken, ikinci harekât işgal olarak nitelendirildi.

KITA SAHANLIĞI SORUNU

Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs Sorunu etrafında dönen ilişkiler, 1974 sonrasında Kıbrıs’ta, Ege denizi üzerinde Kıta Sahanlığı, karasularının genişliği ve hava kontrol sahası gibi konularda yoğunlaştı.

Türkiye ile Yunanistan arasında Kıta Sahanlığı Sorunu, Türkiye’nin kıta sahanlığında bulunan alanda petrol araması için TPAO’ya (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı) arama ruhsatı vermesiyle başladı.

Kıta Sahanlığı: Uluslararası hukukta denizyatağı ve onun altını içeren, kıyıdan 200 deniz mili açığa kadar, sular derinliğinin işletilmesine olanak veren, en derin noktaya kadar olan bölgeye verilen isimdir.

Kıta sahanlığında doğal kaynakları araştırma, İşletme, kullanma ve faydalanma yetkisi kıyı devletlerine aittir.

Yunan hükümeti, Türkiye’ye yaptığı uyarıda ruhsat sahasının, kendi kıta sahanlığına girdiğini, bildirdi. Türk hükümeti ise; Anadolu kıyılarından itibaren denizaltında Batıya doğru uzanan toprakların, Anadolu’nun doğal bir uzantısı olduğundan, bu sahanın Türkiye’ye ait olduğunu savundu. Yunanistan Lozan Antlaşması’na aykırı olarak Türk kıyılarına yakın adalara iki tümenlik kuvvet yığdığı gibi bazı adaların karasularını mayınladı.

Türk ve Yunan dışişleri bakanları arasındaki birçok kez müzakere yapılsa da sonuca ulaşılamadı. Hatta Yunanistan, Türk kıyılarına yakın olan Ege adalarını silahlandırınca Türkiye de İzmir’de Ege Ordu Komutanlığı’nı kurdu (1975).

1976 Şubatı’nda ise yeni bir gerginlik yaşandı. Türkiye Ege’deki kıta sahanlığı hakkını koruduğunu göstermek adına Hora adlı araştırma gemisini (Sismik – I) hazırladı. Sismik – 1, 1976 Ağustosu’nda Çanakkale’den ayrılıp, Yunan sahasına girince gerginlik iyice tırmandı.

Yunanistan, BM Güvenlik Konseyi’ne başvurarak Türkiye’yi barış ve güvenliği tehdit ettiği gerekçesiyle şikâyet etti. BM ise gerginliği artıcı hareketlerden kaçınmak koşuluyla iki tarafa müzakerelerle anlaşmayı tavsiye etti. Bu durum Yunanistan’ı tatmin etmedi. Bu defa konuyu Milletler Arası Adalet Divanı’na taşıdı. Fakat Adalet Divanı da Yunanistan’ın müracaatını reddetti.

Bu süreçten sonra her iki tarafta bir yumuşama yaşandı. Türkiye ve Yunanistan, İsviçre’nin Bern şehrinde bir araya gelerek Bern Deklarasyonu denen 10 maddelik bir belge İmzalayarak müzakere koşullarını açıkladılar. Fakat bu aşamadan sonra kıta sahanlığı konusunda yaşanan ertelemeler süreci günümüze kadar devam etti.

EGE’DE HAVA KONTROL SAHASI SORUNU

Hava kontrol sahası sorununun iki önemli unsuru vardır. Biri Yunanistan’ın Ege adaları üzerindeki ulusal hava sahasının yüksekliği, diğeri FIR Hattı (=Uçuş Bilgi Bölgesi) denen, uçakların Ege üzerinde uçarken, hangi kontrol kulesine bağlı olacakları ve uçuş bilgilerini Atina’ya mı, yoksa İstanbul’a mı verecekleri unsurudur.

Lozan Antlaşması’nda Ege’de karasularının genişliği 3 mil olarak kabul edilmişti, Yunanistan 1936’da karasularını 6 mile çıkardı. Türkiye İse buna karşı çıkmayıp, 1964’te kendisi de karasularını 6 mile çıkardı.

Uluslararası hukuka göre, adalar üzerinde ulusal hava sahasının yüksekliği de ancak karasularının genişliği kadar olabilirdi. Yani Yunanistan’ın Ege adaları üzerindeki hava sahası da 6 mili geçemezdi. Ama Yunanistan, 1974 krizinden sonra bunu 12 mile çıkarmaya çalıştı ve Türkiye’nin sert tepkisi ile karşılaştı.

FIR sorunu ise, Türkiye – Yunanistan arasında 1952’de yapılan bir bölge toplantısında, Ege üzerinde uçan uçakların uçuş bilgilerini Atina’ya bildirmesi, ancak Türk karasularına girerken bilgileri İstanbul’a bildirmesine dayanıyordu. Bu anlaşmaya göre Türkiye sürpriz baskınlara karşı savunmasız kalacağını düşündü.

FIR (Flight information Région): Uçuş bilgi bölgesi, uçuş bilgi hizmetleri özellikle önemli meteorolojik bilgileri, ulaşım kolaylıklarını, havaalanlarının durumunu, bölgede oluşabilecek tehlikeleri bildirmeyi içermektedir. Uyarı hizmetleri ise, kaybolan, kaza yapan ya da tehlikede olan hava araçlarına ilişkin bilgilerin, arama kurtarma faaliyetleri ile görevli birimlere bildirilmesini kapsamaktadır. FIR sahaları yalnızca ulusal hava sahalarını kapsayabileceği gibi, kimi bölgelerde uluslararası hava sahasını da kapsamaktadır.

Türkiye 1974’te Ege hava sahasını kuzey-güney yönünde bir çizgi ile ikiye ayırıp, bu çizgiye gelen uçakların uçuş bilgelerini İstanbul’a iletmeleri gerektiğini bildirdi.

Bunun üzerine Yunan hükümeti, Ege hava sahasının tehlikeli hale geldiğini söyleyerek, Ege’deki tüm uçuş koridorlarını kapadığını ilan etti. Böylece tüm hava trafiği durdu.

Bundan sonraki görüşmelerde ise herhangi bir anlaşma ve uzlaşmaya varmak mümkün olmadı. Ancak 1980’de NATO aracılığı ile uzlaşmaya varılabildi. NATO çerçevesinde önce Türkiye, Ege hava sahasının 2’ye bölünmüşlüğünü ortadan kaldırdı. Ardından Yunanistan, Ege denizini tekrar sivil trafiğine açtı.

B. TÜRK – ERMENİ İLİŞKİLERİ

Osmanlı Dönemi’nde Taşnak ve Hınçak komitelerinin kışkırtmaları sonucu çıkardıkları İsyan ve yaptıkları katliamların yanı sıra Ermeniler, 1905’teki Yıldız Suikastı ile silahlı terör metodunun ilk örneğini vermişlerdir. Talat ve Cemal paşaları da aynı yöntemle öldüren Ermeniler, uzun bir aradan sonra 1965 yılında tekrar terör eylemlerine dönmüşlerdir. 1970’li yıllarda ortaya çıkan ASALA terör örgütü 1984’e kadar 80 kadar Türk diplomatını ve dış temsilcilik mensubunu şehit etmiştir.

ASALA 1981 yılı sonunda açıkladığı “siyasi programıyla” amaçlarını ve hedeflerini dünya kamuoyuna yayınlamıştır. Buna göre Asala’nın amacı Türkiye’nin doğu illerini de kapsayan büyük Ermenistan’ın kurulmasıdır. “Burada SSCB ve Sosyalist devletlerden her türlü yardım istenmekte ve Sovyet Ermenistan bu savaş için bir üs olarak kabul edilmektedir.

ASALA’da amaçların gerçekleştirilebilmesi için terör eylemlerinin özellikle Türklere veya Türk dostlarına uygulanması kararlaştırılmıştır. Bu nedenle katliamlar, büyük yankı uyandıracak öldürmeler, bombalamalar Türkler üzerinde yoğunlaşmıştır.

Avrupa ve Doğu ülkeleri ile Suriye ve Lübnan’da üsler edinen Ermeniler, Kıbrıs Rumları, Yunanistan ve ayrıca 1980’li yıllarda PKK terör örgütü ile işbirliği içine girerek eylemlerini gerçekleştirmişler.

Strazburg Türk Başkonsolosluğu’na, Roma Türk Hava Yolları Bürosu’na yönelik saldırılar PKK ve ASALA tarafından beraber üstlenilmiştir.

Özetle, Ermeni terör örgütlerinin ortak amacı, her fırsattan yararlanarak Türkiye’yi istikrarsızlığa sürüklemek ve sözde işgal altındaki Ermeni topraklarını kurtararak “Bağımsız büyük Ermenistan’ı kurmaktır. Günümüzde Ermenilerin söz konusu istekleri ve benzer eylemleri değişik şekillerde devam etmektedir.

9) YUMUŞAMA DÖNEMİNDE TÜRKİYE’DE SİYASI, SOSYAL, EKONOMİK GELİŞMELER

27 MAYIS ASKERİ MÜDAHALESİ

1950 yılından beri İktidarda olan Demokrat Parti’nin toplumu kardeş kavgasına götürdüğü gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine el koydu. Bu harekât ile anayasa ve TBMM feshedildi. Siyasi faaliyetler askıya alındı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes ve birçok DP üyesi tutuklandı.

Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan bildiri ile ordunun yönetime el koyduğu Türkiye ve Dünya’ya duyurdu.

27 Mayıs’ta tutuklananlar Yassıada’ya götürüldü. 14 Ekim 1960’da başlayan davalar 11 ay 1 gün sürdü. Yassıada mahkemelerinde yargılanan siyasilere vatana ihanet, kamu fonlarının kötüye kullanımı, Kırşehir’in ilçe yapılması, Meclis iç tüzüğünde yapılan değişiklik, Meclis oturumlarının yayınına engel olunması, gibi çeşitli konularda toplam on dokuz dava açıldı.

Yüksek Adalet Divanı 15 sanığı idam cezasına çarptırdı.

Sanıklardan Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül, Adnan Menderes 17 Eylül 1961’de İmralı adasında idam edildi. Bunların dışındakilerin cezaları infaz edilmeyip hapis cezasına çevrildi.

27 Mayıs 1960’tan 15 Ekim 1961 yılına kadar geçen dönemde, Milli Birlik Komitesi iktidarda olmuştur.

1961 ANAYASASI

27 Mayıs İhtilali sonrasında yeni bir anayasa hazırlamak için Kurucu Meclis oluşturuldu.

Bir yıl içinde hazırlanan anayasa halkoyuna sunuldu. Seçmenlerin %81’nln katıldığı oylamada anayasa %61,5 Evet oyuyla kabul edildi.

Türk tarihinde ilk kez bir anayasa halkoyu ile yürürlüğe girmiştir.

1961 Anayasası önemli yenilikler getiriyordu.

Maddeleri

  1. Millet egemenliği yetkili organlar eliyle kullanılacak

Bu madde ile ılımlı bir kuvvetler ayrılığı kabul edildi.

  1. Yasama ve denetim yetkisi TBMM’ye aittir.
  2. Yürütme ayrı bir organ olarak Cumhurbaşkanı ve Bakanlar kuruluna aittir.
  3. Yargı ise bağımsız mahkemeler aracılığıyla yerine getirilecektir.

1961 Anayasası’nın önemli uygulamalarından birisi de TBMM’nin Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşan çift meclisli bir yapıda kurulmasıydı.

Ayrıca yasaların anayasaya aykırı olup olmadığını tespit etmek üzere Anayasa Mahkemesi kurularak, yargısal denetime ağırlık verildi.

1961 Anayasası’nda temel hak ve özgürlükler o güne kadar hiçbir Türk anayasasında görülmemiş biçimde ayrıntılı olarak düzenlendi.

1961 Anayasası 1971’dekl değişiklikleriyle birlikte 1980’de yapılan askeri müdahaleye kadar yürürlükte kaldı.

SİYASİ PARTİLERİN YENİDEN HAYATA GEÇMESİ VE KOALİSYONLAR

Türkiye, 27 Mayıs’la çoğulcu bir demokrasiye yöneldi. 1961’de 12 sendikacı Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP) kurdular. 1962’de bu partinin başına Mehmet Ali Aybar getirildi. TİP, sosyalizm sözcüğünü kullanmıyor “emekten yana, planlı devletçilik” diyebiliyordu.

CHP ise 1965 seçimleri öncesinde TİP’e oy kaptırmamak için partiyi “ortanın solunda” ilan etti. Sonra bunu “sosyal demokrasi” olarak adlandırdı.

27 Mayıs sonrasında Demokrat Parti mahkeme kararı ile kapatıldı. DP’nin oylarını almak için iki yeni parti ortaya çıktı. Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi.

Ancak oyların çoğunu başkanlığını Süleyman Demirel’ln yaptığı AP aldı.

Adalet Partisi 1965 – 1969 seçimlerini kazanmış, 12 Eylül 1980’e kadar Demokrat Parti çizgisinde politikalar sürdürmüştür.

1969 seçimlerinde oyların %47’sini alan AP bu dönemde sıkıntıdaydı. 1970’te, 1958’den sonraki ilk devalüasyon yapıldı. Doların karşılığı 9 TL’den 15 TL’ye çıktı. Birçok milletvekili AP’den ayrıldı.

15-16 Haziran 1970’de DİSK’e yönelik yasa tasarısını protesto eden işçiler İstanbul’da yaptıkları gösterilerle her şeyi durdurdular. Bu arada üniversitelerde öğrenci olayları ve sokakta sağ-sol çatışmaları artmaya başladı.

Ordu, başlayan anarşi ve öğrenci hareketlerinin temelinde dış etkiler, radikal ve ayrılıkçı akımların yanı sıra ekonomik ve sosyal reformların yapılmasında AP hükümetinin isteksiz davrandığını ileri sürdü. Bu ortamda Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları 12 Mart Muhtırası’nı verdiler. Başbakan Demirel istifa etti.

Muhtıradan sonra Nihat Erim Başbakanlığa atandı. Bakanlar içerisinde beyin takımı kuruldu. Ancak bunlar reform gerçekleştiremedikleri için istifa ettiler. Nihat Erim yeni bir hükümet kurdu. Bu dönemde bazı anayasa değişiklikleri ile temel haklara ve özgürlüklere sınırlamalar kondu. TRT’nin özerkliği kaldırıldı. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruldu. TİP ve Milli Nizam Partisi kapatıldı. CHP’li 48 TBMM üyesi partiden ayrılıp Güven Partisi’ni kurdular.

12 Mart Muhtırası CHP’de de iç hesaplaşmaya neden oldu. 5 Mayıs 1972’de yapılan kurultayda İnönü “ya ben, ya o” diye ortaya çıktı. Parti de Ecevit’i isteyince ve Ecevit genel başkan seçilince İnönü 33 yıldır sürdürdüğü genel başkanlık görevinden istifa etti.

1973’te CHP ve AP’nin desteklediği Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı seçildi. Aynı yıl seçimler de yapıldı. CHP 1. Parti, AP 2. Parti oldu. Seçimlere Milli Nizam Partisi yerine kurulan Milli Selamet Partisi de katıldı.

Seçimlerin sonunda CHP, Milli Selamet Partisi ile bir koalisyon hükümeti kurdu. Hükümet, iktidarı boyunca Amerikan karşıtı ulusal bir yol izledi. ABD’nin karşı çıkmasına rağmen Kıbrıs’a askeri bir harekât düzenledi.

1973 Petrol kriziyle ağırlaşan krize bir de dış politika krizi eklenince Ecevit, CHP’nin tek başına iktidara geleceği umuduyla istifa ederek seçim çağrısı yaptı. Ancak muhalefet partileri, erken seçime karşı çıkarak 1975’te Süleyman Demirel önderliğinde Milliyetçi Cephe (MC) adıyla AP, DP, MSP, MHP’den oluşan bir koalisyon oluşturdu.

1977’de, 1 Mayıs gösterisine katılan yüz binlerce kişinin üzerine çevredeki binaların üzerinden açılan ateşte pek çok kişi öldürüldü ve sorumluları bulunamadı.

1977 seçimlerinde CHP’nin güvenoyu alamaması üzerine Demirel, 2. Milliyetçi Cephe hükümetini kurdu. Beş ay iktidarda kalan bu hükümetin ardından Ecevit yeniden başa geçti.

EKONOMİK SIKINTILAR

1973 petrol bunalımı dünyada akaryakıt fiyatlarında önemli yükselmelere yol açmıştı. Fakat Türkiye’deki hükümetler seçimlerden dolayı halkın tepkisinden korktukları için bu fiyatları tüketiciye yansıtmamaya özen gösterdi. Bu nedenle pahalı bir dış borçlanma olan dövize çevrilebilir mevduat yoluna başvuruldu.

Büyük mali darlıklar ve ekonomik sıkıntılar yaşandı. Yemeklik yağ ve tüpgaz başta olmak üzere birçok ihtiyaç maddesini bulmak zorlaştı.

1979’da yeni hükümet kuran Demirel, ekonomiyi yeniden işler hale getirebilmek için bir istikrar programı hazırladı. 1971 – 1973 arasında Dünya Bankası’nda çalışmış olan ve o dönemde başbakanlık müsteşarı ve Devlet Planlama Teşkilatı müsteşar vekili olan Turgut Özal 24 Ocak Kararları olarak adlandırılan istikrar paketini hazırladı. Türk lirası dolar karşısında 47 TL’den 70TL’ye düşürüldü. Kamu kurumlarının ürünlerinin fiyatları artırıldı. Ekonomi ihracata yöneltildi.

ONİKİ EYLÜL ASKERİ MÜDAHALESİ SÜRECİ

Askeri Müdahale Öncesi Türkiye

1973 Petrol Bunalımı akaryakıt fiyatlarında olduğu gibi her türlü tüketim maddesinde de ciddi yükselmelere yol açtı. Fakat iktidara gelen hükümetler halkın tepkisinden çekinerek, bu fiyatları tüketiciye yansıtmamaya çalıştılar. Bu nedenle pahalı bir dış borçlanma yoluna başvuruldu. Üstelik aynı dönemde dünyayı da saran ekonomik kriz, Türkiye’de sanayi üretimi ve günlük yaşamı durma noktasına getirdi. En temel ihtiyaç maddeleri için kuyruklar ve karaborsa oluştu.

Şiddet olayları da gün geçtikçe artmaya devam etti. Şiddet ve çatışmalar üniversitelerden, gecekondu mahallelerine, büyük kentlerden, küçük kentlere, hatta kasabalara yayılmaya başladı. Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta çıkan çatışmalarla farklı gruplardan birçok kişi öldürüldü. Hükümet, ülkenin bir bölümünde sıkıyönetim ilan ederek o illerin yönetimini Türk Silahlı Kuvvetlerine verdi.

Sağda ya da solda emniyet müdürü, sendikacı, savcı! profesör, gazeteci gibi tanınmış bazı kişiler bugüne değin birçoğu faili meçhul kalmış silahlı saldırılarla öldürüldü. Bunlardan kimileri aşırı düşünceleri olmayan, sağ -sol kavgasında yer almamış kişilerdi. 1 Şubat 1979’da ılımlı kişiliğiyle tanınan Milliyet Gazetesi başyazarı Abdi İpekçi’nin öldürülmesi sıkıyönetimi kalıcı hale getirdi.

1979 sonbaharında senato seçimlerinde CHP oylarının düşmesi üzerine Ecevit başbakanlıktan istifa etti. Ve yıl sonunda Süleyman Demirel başkanlığında bir azınlık hükümeti kuruldu. Bu hükümetin felce uğramış ekonomiyi yeniden işler hale getirmesi gerekiyordu. Bu yüzden Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar vekili olan Turgut Özal, 24 Ocak Kararları olarak tanınan istikrar paketini hazırladı.

24 Ocak Kararları

Bu pakette Türk Lirası dolar karşısında 47 TL’den, 70 TL’ye düşürüldü. Ekonomi İhracata yöneltildi. Bununla birlikte kamu tarafından üretilen mallara yüksek oranda zamlar yapıldı ve ücretler baskı altına alınmaya çalışıldı.

Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresinin sona ermesi üzerine TBMM’de seçim yapılsa da yeni bir cumhurbaşkanı seçilemedi. AP (Adalet Partisi) ile CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) bir türlü uygun bir cumhurbaşkanı üzerinde anlaşamıyordu. 1980 yazı şiddetli siyasi eylemler, silahlı saldırılar, çatışmalar ve bir türlü sonuç vermeyen Cumhurbaşkanlığı seçim turları ile geçti.

12 Eylül Askeri Müdahalesi

12 Eylül 1980’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in başkanlığında Türk Silahlı Kuvvetleri bir darbe ile yönetime el koydu. Hükümet ve TBMM dağıtıldı. Anayasa yürürlükten kaldırıldı. Tüm ülkede sıkıyönetim ilan edildi. Başlıca siyasi partilerin önderleri (Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş) gözaltına alındı. Siyasi partiler kapatıldı.

Başta Evren olmak üzere Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun olmak üzere Kenan Evren başkanlığında oluşturulan “Milli Güvenlik Konseyi” yasama ve yürütme yetkisini üstlendi.

Milli Güvenlik Konseyi: 12 Eylül 1980’den 6 Kasım 1983 seçimlerine kadar devletin en üst yasama ve yürütme organı olan beş kişilik bir kuruldur.

Milli Güvenlik Kurulu: ilk kez 1961 Anayasası ile oluşturulmuş, yönetimsel ağırlığı 1982 Anayasası i artırılmış, sürekli bir devlet organıdır. Görevi güvenlikle ilgili sorunlara ilişkin kararlar almak ve bunları öncelikle ele alınmak üzere Bakanlar Kurulu’na bildirmektir.

Askeri müdahalenin hedefi 12 Eylül öncesinde var olan kargaşa durumuna son vermekti. Onlara göre bu kargaşa 1961 Anayasası’nın sağladığı “aşırı” özgürlüklerin bir sonucuydu.

MGK yönetimi ülkenin yönetsel ve demokratik yapısını büyük ölçüde değiştirdi. Siyasal partiler, sendikalar, dernekler, toplantı ve gösteri yürüyüşleri alanında yeni otoriter yasalar yapıldı. Üniversiteleri denetlemek üzere YÖK kuruldu. Ayrıca 29 Haziran 1981’de “Kurucu Meclis” oluşturuldu. Buna göre meclis 2 kanattan oluşacaktı. Danışma Meclisi üyelerini MGK belirleyecek ve ona danışmanlık yapacaktı.

Kurucu Meclis: Olağanüstü koşullarda seçilmiş ya da toplanmış meclistir. İşlevi yeni bir anayasanın hazırlanmasını sağlamaktır. Görevi anayasa yapıldıktan ve halk tarafından kabul edildikten sonra sona erer.

Danışma Meclisi’nin hazırladığı anayasa taslağı MGK tarafından son biçimi verilerek 7 Kasım 1982’de halk oylamasına sunuldu. Seçime katılanların %90’ı tarafından kabul edildi.

Yeni anayasa özellikle yürütmeyi güçlendiriyordu. Cumhurbaşkanı yine sorumsuz olmakla birlikte yargı, yükseköğretim, ordu ile ilgili pek çok yetkiyle donatılıyordu. Hak ve özgürlüklerden çok getirilen kısıtlamalar vurgulanıyordu.

Aynı oylama sonucunda Kenan Evren Cumhurbaşkanı oldu. MGK’da yer alan kuvvet komutanları da Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeliğine dönüştü.

12 Eylül’e Tepkiler: 1979’da Sovyetlerin Afganistan’ı işgalinden, aynı tarihte İran’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından ve Türkiye’deki gelişmelerden ürkmüş olan ABD darbeyi olumlu karşıladı. Buna karşılık Avrupa devletleri darbeyi soğuk karşıladı ve Avrupa Konseyi’nde Türkiye’ye bazı kısıtlamalar getirildi.

Yeni Siyasi Partilerin Kurulması

1983 Seçimleri

24 Nisan 1983’te siyasi etkinliklere getirilmiş olan yasak kaldırıldı. Ancak seçime katılacak partilerden, partilerin göstereceği adaylara kadar herşey MGK’nın iznine bağlıydı. Bununla birlikte daha önceki siyasal partilerin önderlerine kısıtlamalar kondu.

Kasım 1983’te yapılan genel seçimlerle birlikte, askeri rejimin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi oyların %45.1’ini alarak iktidara geldi.

Askeri yönetim, parlamentoda çok sayıda partinin temsil edilmesinin, demokrasi işleyişini aksatabileceği düşüncesiyle, seçimlere katılacak parti sayısını sınırlamak için %10’luk bir baraj koymuştu.

Bu düzenlemeler sayesinde, seçimlerden önce kurulmuş olan 15 siyasal partiden yalnızca üçü parlamentoya girebildi. Siyasal yelpazede ANAP merkezde, Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti (HP) merkeze yakın solda, emekli general ve büyükelçi Turgut Sunalp’in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) ise merkeze yakın sağda yer alıyordu.

Başbakan olan Özal, siyasal alanda Cumhurbaşkanı Evren ile uyumlu ve muhafazakar bir çizgi izlerken, ekonomik alanda 24 Ocak Kararlarını tamamlayarak, Türkiye’yi dünya pazarına açtı. Bunun için zorunlu olan altyapı, yeni iletişim ve ulaşım alanında büyük kamu yatırımlarıyla hızlı bir dönüşüm gerçekleştirmeye çalıştı.

AT (Avrupa Topluluğu) ile ilişkileri canlandırmaya, Arap ülkeleri ile iyi ilişkiler kurarak, Arap sermayesini Türkiye’ye çekmeye çalıştı. Türkiye’yi yabancı yatırımlar bakımından ürkütücü kılan sıkıyönetim uygulamasına 1987’de son verilerek Doğu ve Güneydoğu illerinde Olağanüstü Hal uygulamasına geçildi.

1961 ve 1982 Anayasaları

1961 Anayasası temel hak ve özgürlükler konusunda demokratik ve liberal eğilimliydi. Cumhuriyet nitelikleri arasında demokrasiyi ilk kez sayıyordu. Siyasal hakları 1924 Anayasası’ndan çok daha geniş bir biçimde tanımlayan yeni anayasa ayrıntılı bir sosyal haklar listesi içeriyordu.

Yargı bağımsızlığı, temel hak ve özgürlüklerin güvencesi olarak belirtilmişti. “Yargı”, yasama ve yürütmenin yanında bir “üçüncü kuvvet” olarak anayasal düzende ilk defa bağımsız ve güvenceli hale getirildi. Ayrıca basın özgürlüğü güçlendirildi.

Siyasal özgürlüklerin kapsamı genişletildi. 1963 yılında çıkarılan sendika kurma, toplu iş sözleşmesi, grev lokavt haklarını düzenleyen kanunlarla çalışma hayatında yeni bir dönem başladı.

1961 Anayasası’yla “Güçler Ayrılığı” ilkesi ilk kez tam anlamıyla uygulanmaya başlandı. Yeni kurulan Anasaya Mahkemesi, yetkileri genişletilen Danıştay, Sayıştay gibi kurumlarla yargının, yasama ve yürütme üzerindeki denetimi arttı.

1961 Anayasası’nın uygulanmaya konmasıyla Türkiye’de toplumsal ve siyasal hayatta ciddi bir demokratikleşme süreci başladı. Fakat 1969’dan itibaren artan siyasi istikrarsızlık ve kutuplaşmalar demokrasinin devam etmesini engelledi. 12 Mart 1971 askeri muhtırasıyla yeni anayasa değişikliklerine gidildi. Bu yüzden temel hak ve özgürlüklerde kısıtlamalar yapıldı. Yürütme, yasama aleyhinde güçlendirildi ve yargı denetimi hafifletildi. TRT ve üniversitelerin özerklikleri genişletildi.

1982 Anayasası özellikle yürütmeyi güçlendiriyordu. Cumhurbaşkanı yine sorumsuz olmakla birlikte, pek çok yetkiyle donatılıyordu. Hak ve özgürlüklerden çok, bu özgürlüklere getirilen kısıtlamalar vurgulanıyordu.

Anayasada Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ile getirilen düzen, üniversitelerin yönetim özerkliği için ağır bir darbe oldu. Kamu üniversiteleri YÖK tarafından yönetilecekti. Bu arada YÖK başkanı çok fazla yetkiyle donatılıyordu.

Anayasanın “Dernekler Kanunu” da dikkat çekici oldu. Derneklerin işleyişi çok sıkı ve ayrıntılı kurallarla belirtildi, aykırılıklar cezalandırıldı.

1961 Anayasası’nın getirdiği Anayasaya Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, TRT, Devlet Planlama Teşkilatı gibi kurum ve kuruluşlar işleyişlerini günümüzde de sürdürmektedir.

BEYAZ CAM

Televizyon dünyada 1930’lu yıllarda kullanılmaya başlamıştır. Türkiye’de ise ilk Televizyon yayını 31 Ocak 1962’de TRT tarafından yapılmıştır.

Türkiye’de 1984’e kadar siyah beyaz yayın ve tek kanal vardı. Özel Televizyonlar ise 1990’lı yıllarda başladı. Anayasa, özel televizyonlara izin vermiyordu. Türkiye’de radyo ve televizyon yayıncılığı sadece TRT tarafından yürütülürdü. Daha sonra teknolojinin gelişmesiyle anayasada da bir değişiklik yapıldı. Özel Radyolar ve Televizyonlar ardarda kurulmaya başladı.

1971’de İzmir’de oynanan Karşıyaka Spor Kulübü ile İstanbulspor maçını naklen vererek TRT ilk canlı spor yayınını gerçekleştirdi.

TRT’de yayınlanan ilk dünya kupası 1974 Dünya Kupası’ydı. 1975’de TRT’nin ilk kez katıldığı 20. Eurovision şarkı yarışması naklen verildi.

Televizyon yayınları 1974’de 7 güne çıkarıldı. 1976 da da ilk renkli televizyon yayını yapıldı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.