Orta Doğu ve Afganistan’daki Gelişmeler

F. ORTA DOĞU VE AFGANİSTAN’DAKİ GELİŞMELER

1. Körfez Savaşları

IRAK-KUVEYT İLİŞKİLERİ

“OPEC’in mart ayına kadar belirlediği kotalarda, Kuveyt’in günde 1,5 milyon varillik bir üretimi aşmaması öngörülmüştür. Oysa Kuveyt, her gün 2,1 milyon varil çıkarmaktan vazgeçmedi. Bu bizim zararımızadır. Irak 1980’deki İran savaşı öncesi ekonomik durumuna dönmek istiyor. Bugün için savaş sırasında Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan tarafından bize verilmiş olan 30 milyar dolarlık borcun silinmesinin yanı sıra, acilen 10 milyar dolara daha ihtiyacımız var. Gerçekten de Arap kardeşlerim, bütün bunların açıkça konuşulması gerek, bugün bir başka çatışmayla karşı karşıyayız.

(…) Bir saldırı, yalnızca tanklar, toplar ve savaş gemileri ile yapılmaz. Aşırı petrol üretimi, bir halkı köleleştirmek için ekonomik baskı yapmak ya da zarar vermek gibi daha sinsi ve kurnaz biçimlere de bürünebilir.”    Saddam Hüseyin, Bağdat, 28 Mayıs 1990

Ümit ÖZDAĞ, Değişen Dünya Dengeleri ve Basra Körfezi Krizi, s. 142

Yukarıdaki metne göre Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesinin nedenleri nelerdir? Aşağıdharitaki haritayı inceleyerek bu işgalde başka hangi nedenlerin etkili olabileceğini belirtiniz.

I.Körfez Savaşı sonunda Irak

Irak, Kuveyt’in Osmanlı Devleti döneminde Basra vilayetine bağlı bir kaza olduğu, dolayısıyla buranın kendilerine bağlı olması gerektiği iddiasını öne sürmekteydi. Ayrıca Irak, İran ile sekiz yıl süren savaş sebebiyle büyük ölçüde borçlanmıştı.

Borçlarını ödeyebilmek, sanayileşmesini sürdürmek ve askerî yönden yeniden güçlenebilmek için Batılı ülkelerden ve Körfez ülkelerinden kredi talebinde bulundu. Irak, kredi isteğine olumlu cevap alamayınca Kuveyt’in günlük limitten fazla petrol çıkararak kendisini zarara uğrattığı iddiasını öne sürerek bu devletten 24 milyar dolar istedi.

Bu isteklerin kabul edilmemesi üzerine Irak birlikleri, 2 Ağustos 1990 günü Kuveyt topraklarına girerek bu ülkeyi kendi topraklarına kattığını ilan etti.

Bu işgalle Irak, Basra Körfezi’nin doğusunu ve Kuveyt’teki zengin petrol yataklarını ele geçirerek bölgede daha etkili olmayı amaçlıyordu. Bu durum Orta Doğu’nun statüsünde ve güç dengelerinde önemli değişmelere yol açarak tehlikeli bir durumun ortaya çıkmasına neden oldu.

Dünya petrol rezervinin yüzde 60’ından fazlasının bulunduğu hesaplanan Orta Doğu’daki bu statü değişimi, özellikle başta ABD olmak üzere, Batılı devletlerin çıkarlarıyla da yakından ilgiliydi. Kuveyt’in işgali Irak’ı kendileri için bir tehdit unsuru olarak gören İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere bölge ülkelerinin politikalarıyla da uyuşmuyordu. Bu nedenlerle Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan “Körfez Krizi”, aynı zamanda bir dünya sorunu hâline geldi.

BM Güvenlik Konseyi aldığı kararlarla bu işgali kınayarak Irak’tan, işgal ettiği topraklardan hemen ve şartsız olarak geri çekilmesini istedi.

Verilen olumsuz cevap üzerine BM Güvenlik Konseyi 6 Ağustosta, Irak’a geniş kapsamlı ekonomik ambargo uygulanmasını kabul etti. Avrupa Topluluğu da Irak ve Kuveyt’ten petrol alımına ambargo koydu ve Irak’a silah satışını yasakladı. Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini sağlamak amacıyla Güvenlik Konseyi kararıyla oluşturulan koalisyon güçlerine ABD ve Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya gibi) yanında Mısır, Bahreyn, Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suriye gibi Arap ülkeleri de destek verdi. BM, Irak’a karşı güç kullanılması kararı alırken Irak’ın kuvvetlerini geri çekmesi için 15 Ocak 1991’e kadar süre tanıdı.

Irak’ın, verilen süre içerisinde kuvvetlerini çekmemesi üzerine, Güvenlik Konseyi kararına göre koalisyon güçleri 17 Ocak’ta hava saldırısına başladı. Bu saldırılar sonucu Irak, askerî gücünün büyük bölümünü kaybetti.

Irak askerleri şubat ayı başında Kuveyt’teki petrol kuyularını ateşe vermeye başladı. Koalisyon kuvvetleri 24 Şubat’ta kara harekâtını başlatarak kısa sürede Kuveyt’teki Irak ordusunu kıskaca aldı. 28 Şubat 1991’de Irak’ın ateşkes isteğinde bulunması üzerine koalisyon güçleri kara harekâtını durdurdu. 3 Nisanda ateşkesin nihai şartlarını görüşen BM Güvenlik Konseyi, Kuveyt’in işgalden önceki sınırlarının kabul edilmesi, Irak’ın nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlardan arındırılması kararını aldı. Ekonomik ambargonun kaldırılması da bu şartların yerine getirilmesine bağlandı.

BM, 19 Nisan 1991’de aldığı 688 sayılı kararıyla, Irak hükümetine 36. paralelin kuzeyi ile 32. paralelin güneyine uçak ve ağır silah geçirmeme yükümlülüğünü kabul ettirdi. Mayıs 1991’de, 36. paralelin kuzeyini kontrol altında tutmak ve Irak’ın ateşkes koşullarına uyup uymadığını kontrol etmek için uluslararası “Çevik Güç” kuruldu. Merkezi Türkiye’deki incirlik Üssü olan bu güç; Amerikan, İngiliz, Fransız ve Türk hava birliklerinden oluşuyordu.

BM tarafından oluşturulan Irak Özel Komisyonu ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı haziranda nükleer silahlara ilişkin denetim görevine başladı. Irak’ın sorun çıkarması nedeniyle denetimler defalarca kesintiye uğradı. Çıkan sorunların çözüme ulaştırılamaması ve BM Denetleme Komisyonunun Irak’tan ayrılması üzerine ABD-ingiliz uçakları Aralık 1998’de Irak’ı tekrar bombaladı.

7 Aralık 2002’de Irak elindeki kitle imha silahlarının listesini BM’ye sundu. Silah denetçilerinin Şubat 2003’te verdikleri raporda; Irak’ın iş birliği konusunda önceki döneme göre daha istekli olduğu, Irak hükümetinden habersiz 400 baskın yapıldığı, kitle imha silahlarıyla ilgili bir bulguya henüz rastlanmadığı belirtilmekteydi. Buna rağmen ABD, İngiltere ve İspanya ise Irak’a karşı güç kullanımını öneren bir karar tasarısını Güvenlik Konseyine sundu.

Almanya, Rusya, Çin, Fransa, Belçika, Suriye başta olmak üzere Güvenlik Konseyi üyelerinin çoğunun karşı çıkması nedeniyle tasarı onaylanmadı. Türkiye ve İslam ülkelerinin tamamı güç kullanımına karşı olduklarını açıkladılar. Yine aynı yıl toplanan Bağlantısızlar Zirvesinde de güç kullanılmaması kararı alınırken ABD, bölgeye 150.000 civarında asker sevk etmişti. BM Güvenlik Konseyinde Irak’a zaman tanınması yönünde tartışmalar yaşanırken ABD ve İngiltere tarafından Irak’a saldırı başlatıldı (20 Mart 2003). Dünya kamuoyunun karşı çıkışlarına rağmen saldırıyı genişleten ABD ve İngiliz kuvvetleri 9-10 Nisan’da Bağdat’a girdi. Mevcut Irak yönetimi fazla bir direnç gösteremedi. Yöneticilerin bir bölümü teslim olurken bazıları kaçarak kurtulmayı denedi. Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, 30 Aralık 2006’da idam edildi.

Koalisyon güçleri geçici bir Irak yönetimi oluşturmak amacıyla Nisan 2003’te toplantılar düzenlerken Irak’ta yabancı yönetimi reddeden gösteriler de yapılmaktaydı. Irak’ta işgale karşı bu gelişmeler yaşanırken BM Güvenlik Konseyi, işgal güçlerini bölgede otorite kabul eden bir karar aldı. Ayrıca alınan kararla Irak’ın siyasi yapısının yeniden oluşturulması, doğal kaynakların tasarrufu gibi konularda işgal güçlerine yetki verilmesi, ekonomik ambargonun kaldırılması ve BM Genel Sekreterine otoritenin oluşturulması için “özel temsilci atama yetkisi” verilmişti.

Yapılan uzun çalışmalar sonucunda 13 Temmuz 2003’te “Geçici Irak Yönetim Konseyi” oluşturuldu ve BM nezdinde tanındı. Bu aşamada diğer bir önemli gelişme de Geçici Irak İdari Yasası’nın kabul edilmesiydi.

Irak’ta seçimler öngörüldüğü gibi 30 Ocak 2005’te yapıldı. Celal Talabani cumhurbaşkanlığına seçildi. Hükümetin kurulmasının ardından ekim ayında anayasa referanduma sunuldu ve kabul edildi. Aralıkta yapılan seçimler ile oluşan parlamento, cumhurbaşkanlığına Celal Talabani’yi tekrar seçti.

Irak’ın asli unsurlarından olan ve nüfusları 2.000.000’u geçen Türkmenlere yönetimde yeterli temsil hakkı verilmemesi çözüm bekleyen önemli bir sorun olmaya devam etmektedir.

2. Filistin Sorunu ve Orta Doğu Barış Görüşmeleri

BM, 29 Kasım 1947’de Filistin topraklarını paylaştırmış, Kudüs uluslararası statüye tabii tutulmuş ve 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti kurulmuştu. Filistin halkı 1948 Arap-israil savaşında topraklarının işgal edilmesi üzerine mülteci konumuna düştü. Filistin meselesi önce Arap devletleri tarafından çözümlenmek istendiyse de 2. Arap-israil Savaşı’ndan sonra Filistin’i kurtarmak amacıyla örgütler kuruldu.

Başlangıçta Arap devletlerinin desteği ile Filistin’in bağımsızlığının sağlanacağına inanan bu örgütler, 1962’de silahlı mücadeleye girişirken aynı zamanda Filistin bağımsızlık mücadelesini organize etmeye çalıştılar. 1964’te etkin olmaya başlayan örgütler, 1967 savaşında Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin İsrail’in eline geçmesiyle insan kaynağını büyük ölçüde kaybedince 1964’te Yaser Arafat önderliğinde ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) çatısı atında birleştiler.

FKÖ siyasi çözüm yolları arayarak Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin Devleti’nin kurulmasına çalıştı. Bu çalışmalar, BM’nin 1974’te FKÖ’yü 4,5 milyon Filistinlinin tek temsilcisi olarak tanıması sonucunu ortaya çıkardı. İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi sonucu FKÖ’nün Beyrut’tan Tunus’a taşınması İsrail’e karşı mukavemetinin azalmasında etkili oldu. Zaman zaman ayrılıkların yaşandığı FKÖ’de 1987 Cezayir Toplantısı ile yeniden birlik sağlandı. Bu yılın sonunda işgal altındaki Filistin topraklarında FKÖ’nün yönlendirmesiyle ayaklanma (intifada) başladı. Arafat’ın “küçük generallerim” dediği çocukların tanklara karşı sapanlı mücadelesi ve İsrail’in insan hakları ihlalleri dünyada yankı uyandırdı ve İsrail’i zor durumda bıraktı. 14 Kasım 1988’de Filistin Ulusal Konseyi tarafından Bağımsız Filistin Devleti ilan edildi. 1989’da Yaser Arafat FKÖ merkez konseyi tarafından Filistin Devlet Başkanlığına seçildi.

Ekim 1991’de düzenlenen Madrid Konferansı İsrail ile Filistin’e ilk kez yüz yüze görüşme imkanı sağlamıştır. 1993’te “Oslo görüşmeleri” sonunda FKÖ İsrail’i, İsrail’de FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi olarak tanımıştır. Bu tarihten sonra sayısı onlarla ifade edilebilecek barış görüşmeleri yapıldı. İsrail’in BM Güvenlik Konseyi kararlarını ve dünya kamuoyunun tepkisini dikkate almamasından dolayı barış gerçekleşmedi. Zamanla İsrail saldırıları, Filistin yönetim kademesini de hedef almaya başladı. Filistin lideri Arafat’ı 2002 yılında Ramallah’taki teşkilat merkezinde kuşatma altında tuttu. Bu süre içerisinde haberleşme, ısınma ve barınma gibi en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılan Arafat teslim olmaya zorlandı. Aynı yıl içinde İsrail güvenlik gerekçesiyle Batı Şeria ile arasına sınır boyunca büyük bir duvarın inşasına başladı.

İsrail, 2004’te Gazze Şeridi’ndeki tüm Yahudi yerleşmelerinin boşaltılacağını açıklarken Gazze’ye saldırılarını yeniden başlattı. “Refah operasyonu” adı verilen saldırılar Yaser Arafat’ın ölümü sonrasında Filistin Devlet Başkanı olan Mahmut Abbas tarafından İsrail’le ateşkes imzalanması ile son buldu. Yapılan anlaşmaya göre İsrail 2005’te Gazze’deki 21 ve Batı Şeria’daki dört yerleşim yerinden çekilmeyi tamamladı.

2007 sonlarında İsrail ile Filistin arasında iki devletli çözüm esasına dayanan “Anna Polis” toplantısı yapıldıysa da sonuç alınamadı. 2008 sonlarında İsrail’in muhalif Filistinli örgütleri gerekçe göstererek Gazze üzerine başlattığı saldırılarda çoğunluğu sivil, yüzlerce insan hayatını kaybetti. Ateşkes ilan edilmesine rağmen Filistin sorunu Orta Doğu’da çözüm bekleyen önemli sorunlardan biri olmaya devam etmektedir.

İsrail- Filistin,2008

Orta Doğuda yeni utanç duvarı

Güvenliğini sağlamak gerekçesi ile İsrail’in 2002’de inşasına başladığı duvarın uzunluğu 730 km olarak planlanmıştır. 110 km’lik ilk kısmı Temmuz 2003’te tamamlanmıştır. Duvarın sadece % 11’i BM kararlarında İsrail sınırı olarak gösterilen yeşil hattan; % 89’luk kısmı ise Filistin’e ait su şebekelerinin ve verimli topraklarının bulunduğu kısımdan geçmektedir.

Her 200 metrede bir gözlem kulesi bulunan duvar, ortalama 8 metre yüksekli-ğindedir. Elektrikli tel örgülerle, derin ve dört metre genişlikte hendekler ile çevrilidir. Duvarın yakınlarında kimsenin dolaşmaması için uzaktan kumandalı silahlar bulunmaktadır.

Duvarın inşası BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile garanti altına alınan Filistinlilerin serbest dolaşım, çalışma, mülkiyet, sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşma haklarını engellemektedir. Bu nedenle BM Genel Kurulu 21 Ekim 2003’te duvarın inşasının durdurulmasını ve yıkılması kararlaştırmasına rağmen İsrail bu karara uymamıştır.

İHH, Filistin: Ortadoğu’da Bitmeyen Varoluş Mücadelesi, s. 79

3.    Afganistan’daki Gelişmeler

Şubat 1989’da SSCB birliklerinin çekilmesinden sonra Afganistan’da SSCB destekli Afgan hükümeti ile mücahitler arasında çatışmalar başladı. 1992’de mücahitler, bu savaştan zaferle çıktılar ve kendi aralarında bölünerek iktidar mücadelesi içine girdiler. Afganistan’daki bu durumdan yararlanan Molla Muhammet Ömer liderliğindeki Taliban (öğrenciler) grubu, 1996’da Kâbil merkez olmak üzere ülkenin yaklaşık % 70’ini kontrolü altına alarak İslam Devletini kurdu. Taliban yönetimine karşı olanlar da Ahmet Şah Mesut liderliğinde 45.000 kişilik askerî güçle ülkenin kuzeyinde toplanarak “Kuzey İttifakı” adı altında örgütlendi.

11 Eylül 2001’de ABD’nin Newyork şehrindeki Dünya Ticaret Merkezine (ikiz kuleler) ve ABD Savunma Bakanlığına (Pentagon) terör saldırısında bulunuldu. ABD bu saldırılardan sorumlu tuttuğu terör örgütü liderinin Afganistan’da bulunduğunu iddia ederek kendisine teslim edilmesini istedi. Taliban yönetiminin olumsuz cevap vermesi üzerine 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan’a hava taarruzu başlattı. Başta Özbek General Raşid Dostum olmak üzere Kuzey İttifakı da harekâta karadan destek verdi. Hava operasyonları karşısında çaresiz kalan Taliban yönetimi Kasım 2001’de yönetimden uzaklaştırıldı. Afganistan’da Taliban yönetimi yıkılarak yerine Hamid Karzai liderliğindeki hükümet, 22 Aralık 2001’de göreve başladı. Bu hükümetin ülkede güvenliği sağlamasına destek olarak BM Güvenlik Konseyi tarafından Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) kuruldu. Türkiye, 2002’de ISAF’ta komutayı devraldı. Almanya ve Hollanda’nın teklifi ile 2003’te komuta NATO’ya geçti. Türkiye, NATO kontrolündeki ISAF’ın komutasını 2004’te tekrar aldı. Görevine devam eden ISAF, görev alanı başkent Kabil ve yakın çevresinde güvenliği sağlamasına rağmen ülkenin geri kalan alanlarında tam olarak güvenliği sağlayamamıştır. Devlet başkanlığı sisteminin yürürlükte olduğu ülkede, 18 Eylül 2005’te yapılan seçimler sonunda oluşan Hamid Karzai başkanlığındaki hükümet henüz ülkede güvenliği tam olarak sağlayabilmiş değildir.

4.    Orta Doğu’da Su Sorunu

XIX. yüzyılın sonlarında, Orta Doğu’da devletler arasındaki ilişkileri, güvenliği ve barışı etkileyen önemli etkenlerden biri de “su sorunu” dur. Bu sorun, su kaynaklarına sahip olma ya da bunlardan daha çok yararlanma amacıyla yapılan girişimlerden dolayı ortaya çıkmıştır.

Orta Doğu’nun başlıca su kaynakları: Dicle, Fırat, Asi, Şeria ve Nil nehirleridir. Bu nehirlerin kaynaklarının ve denizlere döküldükleri yerlerin farklı ülkelerin topraklarında bulunmasından dolayı devletler arasında suyun paylaşılması ile ilgili gittikçe büyüyen sorunlara sebep olmuştur.

Nil Nehri, Mısır, Sudan ve Etiyopya; Şeria Nehri ise Ürdün, Suriye ile İsrail arasında suyun kullanımı konusunda ciddi sorunlara yol açmaktadır.

Asi Nehri, Lübnan’dan doğmakta, Suriye’den geçip Türkiye’den Akdeniz’e dökülmektedir. Bu nehir üzerinde Lübnan ve Suriye barajlar inşa etmiştir. Özellikle yaz aylarında Lübnan ve Suriye’nin yoğun sulama faaliyetlerinde bulunması Türkiye’nin, nehrin sularından yeteri kadar istifade etmesini engellerken Türkiye ve Suriye arasında da sorun oluşturdu. Suriye, Türkiye’nin nehir sularının paylaşımı ve su tasarrufu konularında yaptığı anlaşma girişimlerine karşılık vermeyerek anlaşmanın yapılmasını engellemektedir.

Türkiye, Keban Barajı projesi ile Dicle ve özellikle Fırat akarsularının kullanımının bir anlaşmaya bağlanması amacıyla Suriye ve Irak’a 1965’te ortak bir toplantı yapılması teklifinde bulundu. Ancak, Türkiye’nin Dicle ve Fırat nehir sularının yanı sıra Asi Nehri sularının da bu görüşmede ele alınması önerisi üzerine bu toplantı gerçekleşmedi.

1970’li yılların başlarından itibaren Türkiye’nin GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi)’ı uygulamak üzere çalışmalara başlaması, Dicle ve Fırat nehirlerinden yararlanan Suriye ve Irak tarafından tepkiyle karşılandı. Bu iki devlet, diğer Arap devletlerinden bazılarını da yanına alarak Türkiye’nin bu projesini engellemek için çalışmalar yaptı. Dünya Bankasının proje kapsamındaki kredilerinin kesilmesine neden olan bu girişimler, projeyi Türkiye’nin kendi kaynakları ile gerçekleştirmesi gerekliliğini ortaya çıkardı. Türkiye, Atatürk Barajı’nda 13 Ocak 1990’dan itibaren su tutmaya başlayacağını ve bir ay süreyle Fırat Nehri’nin sularının akışını durduracağını açıkladı. Bu gelişme Suriye ve Irak başta olmak üzere Arap devletlerinin sert tepkisi ile karşılandı. Böylece Dicle ve Fırat’ın sularının kullanımı ve paylaşılmasından doğan “su sorunu” açıkça ortaya çıktı. Dicle ve Fırat üzerindeki egemenlik haklarından taviz vermeyeceğini vurgulayan Türkiye, sorunun barışçı yollarla çözülmesine çalıştı.

Bu doğrultuda 1987’de Şam’da imzalanan “Ekonomik iş Birliği Protokolü” çerçevesinde Türkiye, Fırat Nehri’nden, Suriye’ye saniyede 500 metreküp su bırakmayı kabul etti. Ayrıca Fırat ve Dicle’nin suyunu Arap Yarımadası’na kadar akıtacak “Barış Suyu Projesi”ni ortaya attı.

Türkiye’nin su sorununu aşmaya yönelik çalışmaları Suriye’nin paylaşım stratejisi nedeniyle bir sonuç vermedi. Ayrıca Fırat Nehri üzerinde Birecik Barajı’nın yapılmaya başlanması Suriye’nin, Dicle üzerinde Ilısu Barajı’nın yapılması Suriye ve Irak’ın tepkilerine sebep oldu.

1990’lı yıllarda Türkiye ile Suriye ve Irak arasında devam eden “su sorunu”, 1999-2001 yılları arasında bölgede kuraklığın da görülmesiyle gerginliği oldukça artırdı. Türkiye, projeler yoluyla suyun daha verimli kullanılmasını önerirken Suriye’nin Fırat ve Dicle için paylaşım tezi sunması sorunun çözümünü engellemektedir.

Aşağıdaki metinden ve haritadan yararlanarak Orta Doğu’daki akarsu ağının bölge ülkelerinin dış politikalarını ve birbirleriyle ilişkilerini nasıl etkilediğini yorumlayınız.

DÜNYADAKİ SU KAYNAKLARI VE KULLANIMI
Dünyadaki toplam su miktarının yaklaşık % 97,5’i tuzlu su, % 2,5’i ise tatlı su kaynaklarından oluşmaktadır. Yeryüzündeki tatlı suların % 97’si yer altı suları ve buzullardan oluşmaktadır. Yüzeydeki kullanılabilir tatlı suyun % 99’u ise göllerde bulunur. Bu durum kolaylıkla yararlanabilecek elverişli tatlı su miktarının çok az olduğunu göstermektedir. Son yüzyılda dünya nüfusu üç kat artarken su kaynakları üzerindeki talep yedi kat artmıştır. 1940 yılında dünyadaki toplam su tüketimi yılda 1000 km3 civarındayken bu miktar 1960 yılında ikiye katlanmış, 1990 yılında 4.130 km3’e ulaşmıştır. Nüfus yoğunluğunun artması ve su kaynaklarının dünya genelinde dengeli dağılmaması nedeniyle yaklaşık 80 ülkede nüfusun % 40’ında su arzı mevcut talebi karşılayamamaktadır.www.usiad.net

Ortadoğudaki büyük nehirler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.