İslam Öncesi Arabistan ve Dünya

İSLAM ÖNCESİ

ARABİSTAN VE DÜNYA

 Bir dinin, düşüncenin veya anlayışın ortaya çıkması, öncelikle o din ya da düşünceye olan gereksinimden kaynaklanır.

İslâmiyet ortaya çıkmadan önce Asya, Avrupa, Ön Asya, Arabistan ve yakın çevresi üzerinde çeşitli dinlere ait toplumlar yaşıyordu.

Bunların çoğu siyasal, dinsel ve toplumsal açıdan birçok sorun yaşıyordu. Siyasî birliğini sağlayan devletlerin bile kendi içlerinde sürüp giden mücadeleleri vardı. Ortaya çıkışından kısa bir süre sonra geniş alanlara yayılan İslâmiyet, kabul edildiği toplumlarda yeni anlayışların kazanılmasını sağlamış, pek çok din ya da düşünce ise önemini yitirmiş veya tümüyle ortadan kalkmıştır.

A-ARABİSTAN

 

  1. ARABİSTAN’IN COĞRAFÎ KONUMU VE ÖZELLİKLERİ

Arabistan, Asya’nın güneybatısında yer alır. Basra Körfezi, Hint Okyanusu ve Kızıldeniz ile çevrili bir yarımadadır.

Büyük bir bölümü çöllerle kaplı olan bu yarımadanın üç ana bölgesi bulunur: Hicaz, Yemen ve Necid.

Hicaz bölgesi, Arabistan’ın batısında, Kızıldeniz’e kıyısı olan ve İslâm tarihi açısından önemli olayların yaşandığı bölgedir. Kuzeyinde Ürdün, doğusunda Arabistan çölleri ve güneyinde Yemen bulunur. Bu bölgedeki Mekke ve Medine şehirleri, İslâm tarihi için büyük önem taşımaktadır.

Yemen, Arabistan’ın güneybatısındadır. Bir yayla memleketidir. Arabistan’ın tarihinde en zengin yöre sürekli Yemen olmuştur. Coğrafî konumunun yanı sıra ticaret merkezi olması da Yemen’i önemli kılmıştır. Baharları yağmurlu, yazlan sıcak ve kışlan soğuk olan ülkede çeşitli tahıl, meyve ve sebzeler yetişir. İslâmiyet öncesinde buraya Himyer adı verilmiştir. Güneydoğusunda Hadramut bölgesi, batısında Kızıldeniz ve güneyinde Umman Denizi bulunur.

Necid, Arabistan’ın ortasında yüksek bir yayladır. Basra körfezi, Suriye ve Irak’a doğru geniş bir düzlük şeklinde uzanır. Kurak bir iklime, oldukça verimsiz ve kumluk topraklara sahiptir. Necid, yer yer görülen vahalar dışında ıssız çöllerle kaplı bir alandır.

 

  1. ARABİSTAN’DA KURULMUŞ OLAN DEVLETLER

Arap Yarımadası’nda yaşayan toplumlar, Samî ırkından gelirler.

Samîler, İlk Çağ’dan itibaren değişik nedenlerle Mısır, Filistin ve Mezopotamya yörelerine göç etmişlerdir.

Göç etmeyen Araplar, yaşadıkları bölgelerde birçok devlet kurmuş olmakla birlikte, tarihin çeşitli zamanlarında devlet düzeninden yoksun kabileler hâlinde yaşamışlardır.

Kabilecilik, bu ülke insanlarının karakteristik bir özelliğidir. Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemden sonra meydana gelen siyasî olaylarda da bu kabileci yapı kendini göstermiştir.

 

Güney Arabistan’da (Yemen) Kurulan Devletler

a.Main Devleti:

  • Yemen’de kurulan üç büyük devletten biridir. Başkenti Main şehri olan Main Devleti, M.Ö. 1200’lerde kurulmuştur.
  • Yirmi altı Main kralı tespit edilebilmiştir. Aynı adla anılan bu kralların yalnızca unvanları değişiktir.
  • Ticaretle geçinen Mainliler, önceleri çivi yazısı kullanırken, sonradan Fenikelilerle girdikleri ticarî ilişkiler sonucu onların alfabesini benimsemişlerdir.
  • Yarı bağımsız kral ve aşiret reislerinin etkisi altında bulunan Main Devleti, M.Ö. 650 yıllan arasında Saba Devleti’nin egemenliğine girmiştir.

 

b.Saba (Sebe) Devleti (M.Ö. X-M.Ö. 115):

  • Daha önceleri kabile olarak varlıklarını sürdüren Sabalılar, önce yerel yöneticilerin egemenliğinde iken daha sonra merkezî bir devlet kurmuşlardır.
  • Bu devletin tarihinde, çeşitli hanedanların yönetime geldikleri görülür.
  • Ö. X. yüzyılda Yeşrub’un oğlu Abdşems (Sebe)’in gayretleriyle siyasî ve ekonomik güçleri artmıştır. (Sebe tarafından devlet kurulmuştur).
  • İlk başkentleri Sirvâh, daha sonraki ise Ma’rib’dir.
  • Tevrat ve Kur’an’da hakkında bilgi verilen ünlü Belkıs, Saba Kraliçesi (Melikesi)’dir.
  • Ma’rib kenti V. yüzyılda en parlak dönemini yaşamış, bu yüzyılın sonunda yönetim Himyerilerin eline geçmiştir.
  • Bu devletin yıkılışında , ülke arazilerinin önemli bir kısmını sulayan Me’rib seddinin yıkılmasının da payı olduğu sanılmaktadır.

 

c.Himyerî Devleti (M.Ö. 115-M.S. 525):

  • Himyerî kabileleri, Saba Devleti’nin zayıflamasıyla Güney Arabistan’da kendi devletlerini kurmuşlardır (M.Ö.115).
  • Devletin merkezi Reydon (Zaffar)’du.
  • Bölgede kurulan diğer devletlerden farklı olarak güçlü ordular bulundurmaya özen gösterip askerî bir politika izlemişlerdir. Bu durum Himyerî Devleti’ni batıda Habeşîler, doğuda ise Sasanîlerle karşı karşıya getirmiştir.
  • Son Himyerî Kralı Zu Nuvas, Arabistan’da yayılmaya başlayan Musevîliği kabul etmiştir.
  • Bölgede Hıristiyanlar ve Musevîler arasında, kendi dinlerini yayabilmek amacıyla giriştikleri çeşitli savaşlar olmuştur.
  • Devlet güçlerinin, Necran Hıristiyanlarını öldürmeleri üzerine, Hıristiyan Habeşliler Yemen bölgesindeki Himyeri Devleti’ne son vermişlerdir.

Habeş kökenli Himyeri hükümdarı EBREHE’nin 570’te Mekke üzerine yürümeye kalkışmasıyla ilgili Fil Vakası meşhur olup Kuran’da da zikredilir.

Ebrehe’nin ölümünden sonra ülke İran hâkimiyetine girmiş Sasanilerin MERZUBAN adı verilen valileri tarafından yönetilmiştir.

 

Kuzey Arabistan’da Kurulan Devletler

ç. Nabatîler, Gassâniler ve Hîre Arap Krallığı

Kuzey Arabistan’da kurulan bu devletler, daha çok Roma-Bizans ve Sasanîlerle ilişki içinde olmuşlardır.

Nabatîler:

  • Ö. IV. yüzyıl başlarında kurulmuştur.
  • Filistin’in güneyinde, Edam adı verilen bölgede yaşayan Nabatîlerin başkentleri Petra’dır.
  • Şehrin yüksek kayalıkları oyularak yapılan görkemli binalarından bazıları, bugüne kadar ayakta kalabilmiştir.
  • Hükümdarları III. Haris zamanında, Romalılarla ticarî ve siyasî ilişkiler kurmuşlardır.
  • Büyük bir askerî güce sahip olan Nabatî Devleti, Hicaz’ın kuzeyi ile Akabe körfezinden Akdeniz’e kadar uzanan topraklara egemen olmuştur. Böylece, bölgenin en önemli ticaret yollarını kontrol altında tutmuşlardır.
  • Ancak, zamanla Romalıların topraklarını genişletme çabaları ve ticaret yollarının kuzeye kayması nedeniyle ekonomileri çökmeye başlamıştır. Sonunda Roma İmparatoru Trianus, 106 yılında Nabatîler Devleti’ne son vermiştir.

 

Gassanîler (220-613):

  • Ma’rib su bendinin yıkılması nedeniyle III. yüzyılda Yemen’den kuzeye göç eden Arap kabileleri tarafından Kuzey Arabistan ve Suriye bölgesinde kurulmuştur.
  • Hicaz sınırındaki Gassan suyu çevresinde bulunduklarından dolayı bu adı almışlardır.
  • IV yüzyılda çok güçlenen Gassanîler, Sasanîlere karşı Bizans’tan yana bir politika izlemiş ve birçoğu Hıristiyanlığı kabul etmiştir.
  • Bizans’ın ileri karakol görevini üstlenen Gassanîler, Hîrelilerle uzun zaman mücadele etmişlerdir.
  • 613’de Sasanîler tarafından yıkılan bu devletin son başkentleri Busra (Eski Şam)’dır.
  • Güneyde kurulan İslâm Devleti ile savaşan Gassanîler, Halid bin Velid komutasındaki güçlere yenilmiş, bir süre sonra çoğu Müslüman olmuşlardır.

Hîre Arap Krallığı (230-633):

  • Hîre Krallığı’nı kuranlar, Gassanîler gibi Yemen’den çıkıp kuzeye giden topluluklardan idi.
  • Bugünkü Irak topraklarında, Fırat ile Necef arasında yaşayan bu topluluklar, Hîre’yi başkent yapmışlardır.
  • S. III. yüzyılda kurulan Hîre Krallığı, bölgedeki diğer Arap kabileleriyle savaşarak güç kaybetmiş ve 613 yılında son Hîre kralı olanı III. Numan’m öldürülmesiyle Sasanî egemenliğine girmiştir.
  • Sasanîlere bağlı bir emirlik olarak yaşayan Hîreliler, 633’de kuzeye ilerleyen Halid bin Velid’in Mezopotamya’yı fethi sırasında hiçbir direniş göstermemiş, ardından da Müslümanlığı kabul etmişlerdir.

 

Bunların dışında Kuzey Arabistan’da Tedmürlüler ve Yemen’in Hadramut bölgesindeki Kindeliler de İslam öncesi siyasi varlık gösteren küçük krallıklar arasındadır.

 

d.Arabistan’da kurulan devletlerin siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik yapıları:

İslâmiyet öncesi Arabistan’ın eski tarihi, yeteri kadar bilinmemektedir. Son dönemde Kuzey Arabistan ve Yemen’de kurulan devletler hakkında çeşitli kaynaklar bulunsa da bunların yeterli olduğu söylenemez.

Güney Arabistan krallıkları arasında çeşitli mücadeleler olmuş, sulama kanalları ve kraliçe efsaneleri ile Saba Devleti ön plâna çıkmıştır. İnsanlar arasında mal alışverişine dayalı gerçek anlamda ticareti, bu krallıklar yerleştirmiştir. Ancak, VI. ve VII. yüzyıllarda, bu bölgede ortaya çıkan siyasî ve sosyal kargaşa nedeniyle ticarî etkinlikler Hicaz bölgesine kaymıştır.

Filistin, Fırat, Şam ve Hicaz’ın çevrelediği bu alanda, bazen ayrı ayrı bazen de iç içe yaşayan krallıklar, kendi aralarında siyasî ve kültürel bir birlik kuramamışlardır.

Arap sosyal sisteminin temeli, kabile geleneklerine dayanmaktadır. Bu geleneğin alt yapısını kan bağı, kan davaları ve misafirlik hukuku oluşturuyordu. Bu nedenle, kurulan devletlerin başında kral ya da melikler bulunmakla birlikte, kabile liderleri her zaman onların yönetimleri üzerinde etkili olmuşlardır.

Arabistan’da bulunan devlet, toplum ve kabileler arasındaki siyasî ve sosyal dağınıklık, dinde de görülmektedir. Önceleri çoğunlukla ruhçu (animist) ve putperest olan bu kitlelerin bazıları daha sonraları Hıristiyan ya da Yahudi inançlarından etkilenmişlerdir. Ay, güneş ve yıldız gibi doğa güçlerine inananlar da olmuştur.

Kültürel alanda yaşanan en önemli gelişme, günümüzdeki Arap alfabesinin temeli olan Nebatî alfabesinin M.Ö. V. yüzyılda bulunmuş ve yazılı anıtlarda kullanılmış olmasıdır.

Hindistan’dan Kızıldeniz’e kadar uzanan ticaret yolu, çoğunlukla Main ve Saba devletleri tarafından kullanılmıştır. Doğudan gelen ticarî mallan Filistin, Suriye ve Mısır’a nakleden bu devletler, büyük bir zenginliğe kavuşmuşlardır.

Ekonomik yaşamın diğer bir temeli de tarımdır. Özellikle Güney Arabistan’daki topraklarda, sulama kanalları ve setleri ile Sabalılar, güçlü bir tarım ekonomisi meydana getirmişlerdir. Kuzey Arabistan’da ise Nebatîler ticaretle uğraşmakla beraber; nüfusun büyük bir çoğunluğu göçebe olduğundan, asıl geçim kaynaklan hayvancılık ve hayvan ürünleri ticareti idi.

 

 

3.HİCAZ BÖLGESİ

Hicaz’ın kuzeyinde Yemen, batısında Necid yer alır. Çok az yağış alan bölge, tarım açısından sınırlı olduğu gibi madenler bakımından da Arabistan’ın en yoksul bölgesidir. Ancak, Mekke ve Medine’nin burada bulunmasından dolayı, yarımadanın en önemli yeri olmuştur.

a.Arapların yaşayışı:

Hicaz bölgesi insanları, göçebe ve şehirli olmak üzere iki ana kitleden meydana gelmiştir. “Bedevî” adı veriler göçebeler deve, at, koyun ve keçi besleyip bunları şehirlerdeki pazarlarda satarak geçinirlerdi. Şehirliler ise, “medenî” adını taşıyorlar, tarım ve ticaretle uğraşıyorlardı.

Hicaz bölgesinin en önemli şehirleri, aynı zamanda büyük birer ticaret şehri durumunda bulunan Mekke, Medine (Yesrib) ve Taif tir.

 

b.Mekke ve Kureyşliler:

Çevrenin ilk sakinleri Amâlika adı verilen bir topluluktur. Daha sonra Cürhüm toplumu gelerek onları buradan çıkarmışlardır. Hz.İbrahim ailesiyle buraya gelmiş, Cürhümlerle akraba olmuştur. Hz.İbrahim’in Kâbe’yi inşası, Hz.İsmail’ile ilgili kurban hadisesi burada olmuştur.

Hicaz bölgesinin en eski yerleşim merkezi olan Mekke, İslâm’ın doğuşundan önce de kutsal bir yerdi. Mekke’de, Zemzem kuyusu ile gökten indirildiği kabul edilen Haceru’l Esved (Siyah taş)’in varlığı da kentin tarihî dokusu açısından önem taşımaktadır.

Hz. İsmail’in soyundan gelen Adnanîler Mekke’de çoğalmışlar ve uzun süre yönetime egemen olmuşlardır. Hz. Muhammed “peygamber” olduğunda, Mekke, Adnanîlerin kolu olan Kureyş kabilesinin idaresindeydi.

Kureyş kabilesi, on kadar aileden oluşuyordu. Bunlardan Hâşimoğulları dinî ve sosyal konularda, Umeyyeoğullan ise askerî ve ticarî konularda söz sahibiydiler. Ancak, bu iki topluluk arasında sürekli rekabet ve çatışma vardı. Şehrin önemli işleri ve genel konular, önde gelen liderler tarafından görüşülür ve karara bağlanırdı.

  • Şehrin önemli işleri ve genel konular, Kusay’ın yaptırdığı ve kurduğu “Dâru’n-Nedve” de görüşülür ve karara bağlanırdı.

 

c.Siyasal, sosyal ve ekonomik durum:

İslâm öncesi Arap toplumunda bugünkü anlamda hükümet yoktu. Yani, toplum düzenini sağlayacak yazılı yasa çıkaracak her hangi bir merci, hukukî bir kurum, iç barışı sağlayacak bir emniyet teşkilâtı veya dış tehlikelere karşı hazır bir ordu bulunmuyordu.

Arap toplumlarında kabilelerin varlığı ve kabilecilik; siyasî, sosyal ve kültürel yapının temelini oluşturmaktaydı. Bireylerin yaşamlarını devam ettirmeleri ve çöl koşullarında yaşayabilmeleri, kendi kabilelerine bağlı kalmalarıyla mümkündü.

Kabilelerin başında şeyh ya da emir denilen kabile reisleri bulunurdu. Kabile başkanının yetkileri oldukça genişti. Bölge güvenliğinin sağlanması ve dış saldırılara karşı konulabilmesi için, kabile başkanları arasında iş birliği ve dayanışma şarttı.

Arap toplumu, özgürler ve kölelerden oluşurdu. Aile hayatında erkek egemendi.

Yerleşik ve göçebe (bedevi) Araplar arasında, âdet ve gelenekler pek farklı değildi. Ancak, şehirlilerde ticaret ve sosyal ilişkiler önem taşırken, bedevi Araplarda özgürlük duygusu sosyalleşmekten daha önemliydi.

Hırsızlık, adam öldürme gibi olaylara çok rastlanırdı.

Ekonomik

Hicaz bölgesi içerisinde bulunan Mekke, Medine ve Taif kentleri dışa açık ticaret merkezi durumundaydı. Bu kentler, kara ve deniz ticareti sayesinde ekonomik yönden gelişmişti.

Mekke’den hurma, bal, deve tüyü, örtü, çadır gibi ürünleri alan kervanlar, bunları Hicaz dışına taşırlardı.

Doğudan gelen mallar, Yemen’den deve kervanlarıyla Mekke’ye getiriliyor, buradan da Şam kentine ve Suriye limanlarına dağıtılıyordu.

Ticaret nedeniyle birçok kimsenin Mekke’ye gelmesi, bu şehri, ticarî, dinî ve kültürel açılardan önemli bir merkez hâline getirmiştir. Taif ise, Mekke soylularının yaz mevsiminde kaldıkları; sulak, meyve ve gül bahçeleriyle çevrili bir şehirdi.

Medine’de, Arapların yanı sıra, Filistin’den göç ederek gelen Yahudiler de bulunuyordu. Burada yaşayan Araplar tarım ve hayvancılıkla, Yahudiler ise tam ve ticaretle uğraşıyorlardı. Medine, Mekke kervanlarının konak yeriydi.

 

ç- Din, düşünce ve sanat yaşamı:

İslâmiyet öncesi Arap toplumunun çoğunluğu putperestti. Her kabilenin bir putu vardı. Taptıkları putlardan Hûbel, Lât, Menat ve Uzzâ heykelleri daha itibarlı idiler. Ayrıca her kabile ya da sülalenin kendilerine ait putları vardı. Araplar putları her yıl ziyarete gelirler, kurbanlar keserek törenler düzenlerlerdi. Bu hac mevsiminde kabileler ve insanlar arasında savaş ve hırsızlık yapılmaması için alınan önlemler artırılırdı.

Daha önceleri Kâbe, Hz. İbrahim’in yaydığı tek tanrılı dine bağlı ve kendilerine Hanif denilen insanların ibadet ettikleri bir yerdi. Sonraları bu inançtan ayrılan insanların putlarına mekân olmuştu.

Arabistan yarımadasında putperestliğin yanında çeşitli din ve mezhepler de vardı. Bunlardan Sabiilik, yıldız ve gök cisimlerine tapınma esasına dayalıydı. Yemen, Harran ve yukarı Irak kesiminde yaygındı. Mecusilik, eski Zerdüşt dinine dayanan ve âlemde hayır-şer gibi iki temel gücün olduğu inancına dayalı bir dindi. Doğrudan Zerdüşt olanlar Iran ve Bahreyn civarlarında yaşarlardı.

Arabistan’da putperestliğin yanı sıra Hıristiyanlık ve Yahudilik de yayılmış durumdaydı.

Hristiyanlık; Filistin, Suriye ve Habeşistan’a yakın Yemen’de bazı kitleler arasında kabul görmüştür. Yahudilik ise; Vâdi’ül-kura, Hayber, Teymâ, Yesrib ve yine Yemen’de yayılmış durumdaydı.

İslâmiyet öncesi dönemde Mekke ve çevresinde ortaya çıkan düşünce, sanat ve edebiyat hareketlerinin odak noktasını şiir ve hitabet oluştururdu. Şiir yazma ve güzel söz söylemede yetenekli olan Araplar, övgü, yergi ve savaşlarında şiirin coşturucu etkisini sık sık kullanırlardı.

İslâmiyet öncesi dönemde Arap toplulukları arasında kullanılan mızrak, kalkan gibi silâhlar, kitabe ve kabartmalar, çeşitli ev eşyaları, heykeller o dönemden günümüze kadar gelen sanat verileridir. Büyük boyutlu mimarî yapılar ve sanat eserleri bakımından göze çarpan bir gelişme gözlenememiştir.

 

BİZANS VE SASANÎLER

1.BİZANS İMPARATORLUĞU (395-1453)

a.Siyasal, sosyal ve ekonomik durum: Kavimler göçü sonucunda, Roma İmparatorluğu, 395 yılında ikiye ayrılmış; İstanbul Bizans (Doğu Roma)’ın, Roma şehri ise Batı Roma’nın başkenti olmuştu. Bunlardan Batı Roma 476’da yıkılırken, Bizans İmparatorluğu’nun siyasî ömrü ise İstanbul’un Türkler tarafından fethine kadar sürmüştür.

Bizanslılar, Ortodoks oldukları için Avrupa’nın Katolik toplumlarıyla zaman zaman çatışmalara girmiştir. Özellikle VI. yüzyıldan sonra güçlenen Bizans, İslâmiyet’in doğduğu yıllarda, sınırlarını, Kafkasya’dan Kuzey Afrika kıyılarına, Avrupa’da İspanya, İtalya ve Tuna ırmağı kıyılarına kadar genişletmişti.

Bizans İmparatorluğu sınırları içerisinde yaşayan değişik milletler, Helenizm kültürü ve Hıristiyanlık dini etrafında birleşerek toplumsal birliklerini koruyorlardı. Halk soylular, din adamları, askerler ve köylüler olmak üzere bazı sınıflara ayrılmıştı. Köylüler, büyük bir çoğunluğu hiçbir haklan bulunmayan ‘serf’lerden oluşuyordu.

Çin, Hindistan ve Yemen’den gelen ticarî mallar, Bizans limanlarından Avrupa’ya taşınıyordu. Bu şekilde zenginleşen Bizans, yüzyıllarca kuzeyde Balkan ve Kafkas kavimlerinin, doğuda ise Sasanîlerin baskısı altında kalmıştır. İmparatorluk bir taraftan dıştan gelen göçleri ve askerî saldırıları, diğer yandan kendi içindeki sonu gelmeyen sosyal ve dinî çatışmaları önlemeye çalışmıştır.

Bizans yönetimindeki topluluklar, uygulanan vergi politikası ve zorunlu istikrar tedbirleri altında ezilmiştir. Bir taraftan deniz ticareti gerilerken, diğer taraftan tarım kesimi vergi toplayıcılarının baskılan altında kalmışlardır. Haksız vergiler halk içinde önü alınamaz huzursuzluklar yaratmıştır.

 

b.Din ve düşünce yaşamı:

Bizans, İslâmiyet’in doğup geliştiği yıllarda Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebini temsil ediyordu.

Kültür ve uygarlığının temelinde;

  • Antik-Yunan düşüncesi ve Helenizm,
  • İlişkide olduğu doğu toplumlarının düşünce ve gelenekleri,
  • yüzyılda resmî devlet dini olma zaferini kazanan Hıristiyanlık dini bulunuyordu.

VII. yüzyılda ülkede siyasî ve sosyal kargaşa yanında, mezhep çatışmaları oldukça yoğunluk kazanmıştır. Ortodoksluk içinde farklı görüşlere sahip Süryanî, Habeşistan, Ermeni ve Mısır kiliseleri ile İskenderiye, Kudüs, Antakya ve İstanbul piskoposları arasında sürekli çekişme vardı. Bu durum, siyasî otoriteyi de gittikçe zayıflatmıştır. Dinî birliğin sağlanması için zaman zaman toplanan konsüller ve siyasî baskılar gereken iç barışı sağlayamamıştır.

Şiir, müzik, plâstik sanatlar ya da Eski Çağ filozoflarının düşünceleri tamamen kiliselerin denetiminde bulunuyordu.

Ortodoks kilise patrikleri, dinî düşüncenin yanı sıra çeşitli bilimlerin otoriteleri olarak da kendilerini kabul ettirmişlerdi. Dolayısıyla düşünce yaşamı, edebiyat ve sanat etkinlikleri çoğunlukla kilise kurallarının dışına çıkamıyordu. Bizanslılardan günümüze kadar gelen birçok mimarî yapı dışında, çok sayıda mozaik tekniğiyle yapılmış resimler bulunmaktadır.

 

2.SASANÎLER (226-651)

a.Siyasal, sosyal ve ekonomik durum:

İslâmiyet’in doğduğu dönemlerde, Ön Asya’nın, Bizans’tan sonra gelen en güçlü ülkesi Sasanî Devletiydi.

Partlardan sonra, İran’da egemen olan Sasanîlerin başkenti Medayin (Ktesipton)’di.

En güçlü dönemlerini I. Hüsrev zamanında yaşayan Sasanî Devleti, sınırlarını Yemen’den Somali’ye kadar genişletmiş, II.Hüsrev’in ölümünden sonra (628) ise ülkede karışıklıklar çıkmıştır.

Sasanîler, sürekli olarak Bizanslılarla mücadele etmişlerdir. Akhunlara karşı önce İstemi Yabgu ile ilişkiye giren Sasanîler, sonraları Göktürklerle de savaşmışlar; güçlerini yitirdikleri bu uzun savaşlardan sonra Müslümanlara karşı büyük bir direniş gösterememişlerdir.

Sasanî ekonomisi, büyük oranda savaş ve yağmalarla elde edilen zenginliklere dayanıyordu. Gasp edilen yerlerde, üretimin devam ettirilip yeni zenginliklerin meydana getirilemeyişi, ayrıca elde edilen gelirlerin çoğunlukla ordulara harcanması, ekonomik çöküşü kaçınılmaz hâle getirmiştir.

 

b.Din ve düşünce yaşamı:

Sasanîlerde halkın büyük bir çoğunluğu Zerdüşt dinine bağlıydı. Bu dine Mazdeizm de denir. Çünkü M.Ö. VII. yüzyılda yaşayan Zerdüşt’ün, daha eski bir din olan Mazdeizm’i yeniden yorumladığı iddia edilmektedir.

Zerdüştlüğün temel kitabı Avesta, Zerdüşt’ün “gatha” adı verilen vecizelerinden oluşmaktadır. Bu dinde yaşamın anlamı, “iyilik” (Ahura Mazda-Hürmüz) ve “kötülük” (Ehrimen) esası üzerine kurulmuştur.

İyi insanların ışıktan, yani Ahura Mazda’dan, kötü insanların ise karanlıktan, yani Ehrimen’den güç aldığına inanırlardı. Bu iki tanrı arasında sürekli bir savaş vardı ve iyi insanlar, sonunda galip gelecek olan Ahura Mazda’nın yanında yer almalıydılar.

Sasanî düşünce yaşamını oluşturan Zerdüştlük, çeşitli efsaneler ve yüceltilen “kisra’lann kıssaları tarafından oldukça değiştirilmiş, birçok efsane ve Eski Çağ inançlarıyla doldurulmuştur. Çevre ülke ve kavimlerle olan ilişkiler sonucu, buraların din ve düşünceleri İran kültürüne girmiş, oldukça karışık ve karmaşık anlayışlar bir araya germiştir.

VI.yüzyıla gelindiğinde kültürel yapı ve sosyal hayattaki bozulma, kralların (kisraların) siyasî ve politik çabalan sayesinde ayakta tutulmaya çalışılmıştır.

Tanrılarına ateş yakarak tapınan İranlılar, ateş yaktıkları yere “ateşgede” adını verirler ve bu ateşin sönmemesine dikkat ederlerdi.

AVRUPA

1.Siyasal, sosyal ve ekonomik durum:

Batı Roma egemenliğinin IV. yüzyılda dağılmaya başlamasından sonra, Avrupa siyasî yapısında önemli değişiklikler olmuştur. Roma İmparatorluğu’ndan devralınan mirasın, Germen ve Hıristiyan unsurlarla kaynaşması sonucu, batı uygarlığında Orta Çağ düşüncesinin temelleri atılmıştır.

Siyasî birliğin bulunmadığı Avrupa’da, 493–526 yıllarında İtalya’ya giren Ostrogotlar, burada yeni bir krallık kurdular. Bu arada Vizigotları İspanya’nın güneylerine süren Franklar, Merovenj Krallığı’nın temelini attılar. V. yüzyılda sayıları beşe çıkan Germen krallıkları Orta Avrupa’ya egemen duruma gelmiştir. Başlangıcından itibaren, birçok krallığa bölünmüş olan Anglosakson İngiltere’de ise iç savaşlar aralıksız olarak devam ediyordu.

VI.yüzyılda Germen krallıkları genellikle iç karışıklıklar içindeydi. Buna karşın, Katolikliği benimsemeleri sayesinde hem kilisenin hem de Galya Romalılarının desteğini kazanıp kıt’anın en güçlü siyasî yapısını, yani Karolenj İmparatorluğu’nu oluşturmuşlardı.

Zamanla Norman ve Macar saldırıları Avrupa’da oluşturulan siyasî birliğin bozulmasına neden oldu. Krallıklar, ülkelerini koruyamaz hâle geldiler. Bu güvensizlik ortamında krallardan umdukları yardımı göremeyen büyük toprak sahipleri, şövalyelere sığındılar. Ayrıca, kendilerine büyük şatolar ve kaleler yaptırarak güvenliklerini sağlamaya çalıştılar. Büyük toprak sahiplerinin şato ve kalelere kapanarak yaşamalarıyla başlayan bu süreç, Avrupa’da “feodalite”nin doğmasına neden olmuştur.

Avrupa feodalite rejimi bu kıt’anın Orta Çağdaki yaşam biçimi olmuştur. Güçlenen feodal yöneticiler bir süre sonra kralların topraklarına da saldırmaya başlamışlardır. Sonuçta Avrupa’da kralların otoriteleri iyice sarsılmıştır.

Avrupa’da her millet ya da kavim, birbirinden farklı sosyal, kültürel ve ekonomik niteliklere sahipti. Halk kesimleri içindeki çeşitli sınıflar bu farklılığı daha da belirginleştirmiştir.

Soylular (Senyörler): Büyük toprak sahibi olarak şatolarda oturan aristokratlardır. Askerlik ve yönetim işleriyle uğraşırlardı. Babadan oğula geçen bir asaletleri olduğunu iddia ederlerdi.

Rahipler: Kilise topraklarında soylular gibi yaşayan ve dinî görevlerin dışında okullarda öğretmenlik yapan rahipler, halk üzerinde maddî ve manevî güç sahibi olmuşlardır.

Köylüler: Topraklan üzerinde serbest üretim ve satış hakkına sahip olan köylüler, göç edebilir, yerleştikleri topraklarda soylulara hizmet eder ve onlara vergi öderlerdi.

Köleler (Serfler): Soyluların malı durumunda bulunan köleler, toprakla birlikte alınıp satılabilirlerdi. Hiçbir hukukî haklan bulunmazdı.

Avrupa’da yerleşen feodal sistemde himaye eden idarecilere “süzeren“, bunların himayesine girenlere de “vassal” adı verilirdi. Eski Grek-Roma ve Hıristiyanlık çizgisi içinde gelişen Avrupa tarihinde, feodal sistem bu kıt’aya özgü siyasî ve ideolojik bir alt yapıya sahipti. VII. yüzyıldan sonra Avrupa’da başlayan ekonomik durgunluk, doğu ticaret yollarının bulunmasına kadar sürmüştür. Bu döneme kadar Avrupa’da zenginliğin ölçüsü “toprak”tır.

 

  1. Din ve düşünce yaşamı:

Avrupa toplumlarının önemli bir kısmı, IV. ve VII. yüzyıllar arasında eski inançlarının (ruhçu, putperest, atalar kültü vb.) doğrultusunda dinî hayatlarını sürdürüyorlardı. Ancak bu inanışlar, kitabı, peygamberi ve kilisesiyle sistemleşmiş olan Hıristiyanlık karşısında fazla tutunamamıştır. Zamanla Avrupa’nın büyük bir çoğunluğu Hıristiyanlığı kabul etmiştir.

Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrıldığı yıllarda Hıristiyanlık, çeşitli görüş ayrılıkları nedeniyle mezheplere bölünmüştür. Orta, kuzey ve batı Avrupa ulusları Katolik Hıristiyan anlayışını, Balkan milletleri ile Ruslar Ortodoks Hıristiyan anlayışını benimsemişlerdir. Katoliklerin dinî lideri Papa, Roma’da, Ortodoksların dinî lideri olan Patrik ise İstanbul daydı.

Siyasal birliklerin yeterince güçlü olmadığı bu yüzyıllarda Papalık, Hz. İsa’nın temsilcisi olarak krallıklar ve feodaller üzerinde üstün bir konuma yükselmiştir. Kilise’nin 450’lerde başlayan etkinliği, üç yüzyıl süresince devam etmiş, kıt’anın düşünce ve dinî yaşamı üzerinde egemen duruma gelmiştir.

Ancak, ne kilise ne de papalık, Hz. İsa’nın öngörmüş olduğu bir kurum değildi. Bunlar, Hz. İsa’dan sonra, Roma baskısı karşısında Hıristiyanlığı, bu imparatorluğun dinî ve siyasî yapısına benzetmek ve onunla mücadele etmek çabalarından doğmuştur. Bizans İmparatoru’nun etkisi altında toplanan İznik Konsülü’nde seçilen İncillerin niteliği ve Hıristiyanlıkla Roma İmparatorluğu’nun değerleri arasında benzerlik kurmaya çalışan Paulus’un mektupları bunu kanıtlamaktadır.

Papa, din işlerinden başka, siyasî gelişmelere de yön verme çabasında olmuştur. “Afaroz” (dinden çıkartma) ve “enterdi” (Papa’nın, bir ülkeyi hükümdarıyla birlikte cezalandırması) yetkilerini, tehdit gibi kullanarak, kral ve imparatorlara taç giydirmeye başlamıştır. Halktan toplanan vergiler ve kralların bağışladığı topraklar sayesinde kilise iyice zenginleşmiştir. Böylece din adamları da soylular gibi ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmuşlardır.

Düşünce yaşamı bakımından VI.-IX. yüzyıllar, Avrupa’nın en karanlık dönemi olarak görülmüştür. Bu dönemin düşüncesine skolâstik düşünce adı verilir. Skolâstik düşüncenin temelinde; kilise tarafından yorumlanan İncil ile yine onların yorumuyla algılanan, Eflatun ve Aristo gibi Eskiçağ Yunan filozoflarının düşünceleri vardır. Bütün olaylar dinsel bir çerçevede ele alınır, bireylerin düşüncelerine önem verilmezdi. Okuma yazma konusunda ayrıcalığı ve önceliği olan din adamları, Hıristiyanlık dininin emir ve yasaklarını öğretmekten başka bilimsel bir etkinlikte bulunmazlardı. Halkın büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyor, hatta bir kısmı buna gereksinim duymuyordu. Ancak, Orta Çağ’ın bazı olumlu yönleri olduğuna da kuşku yoktur. Her ne kadar skolâstik düşünce egemen olsa da buna karşı çıkan kimseler de vardı. Bu dönemde oluşan bazı düşünceler, daha sonraki Rönesans hareketine öncülük etmiştir.

 

 

HİNDİSTAN, ÇİN VE JAPONYA

I.HİNDİSTAN

1.Siyasal, sosyal ve ekonomik durum:

Hindistan, Asya’nın güneyinde bir yarımadadır. Hindistan’da M.Ö. dörtbinlere varan eski medeniyetlerin kurulduğu anlaşılmıştır.

İlk Çağ’dan itibaren sürekli olarak istilâlara uğrayan Hindistan’da uzun yıllar siyasî birlik kurulamamıştır. M.Ö. 2. binde ülkeye gelen Arîler, buranın siyasî ve sosyal yapısında büyük değişikliklere neden olmuşlardır.

Arîlerin gelmesinden sonra Hindistan’da, “kast” denilen bir sosyal tabakalaşma olmuş, bu sistemde,

  • Din adamları olan Brahmanlar egemen duruma gelmişlerdir.
  • İkinci önemli sınıf olan Kşatriyalar, yönetim ve ordu gücünü ellerinde tutarken,
  • Üçüncü sırada bulunan Vaisyalar ise ticaret ve tarım kitlesini meydana getirmişlerdir.
  • Özgür olmayan Sudralar ise, halkın çoğunluğunu oluşturan en alt tabakadır.

Hint toplumunda hiçbir sosyal ve hukukî hakkı bulunmayan kölelere “parya” denilirdi.

 

Hindistan’da ilk siyasî birliği sağlayan ve IV. yüzyılda kurulan Gupta Devleti, V. yüzyılda Ak Hunların istilâsına uğramıştır. Böylece Kuzey Hindistan Ak Hunların eline geçmiştir.

565 yılında Göktürkler, Orta Asya’daki Ak Hunlar Devleti’ne son verdiklerinde, bunların bölgedeki üstünlükleri de ortadan kalkmıştır.

VII. yüzyılda ise Hindistan bir süre Harşa hanedanlığının yönetiminde bulunmuş ve bundan sonra Hindistan’ı birçok küçük krallıklar (racalar) yönetmiştir.

Hindistan, doğal kaynaklan, üretim ve ticaret imkânlarıyla verimli bir ülke idi. Kast sistemi gereğince, bütün meslek kolları babadan oğula geçerdi. Devlet gelirlerinin en önemlisi, köylülerden alınan vergilerdi. Bunların bir kısmı kamu işlerinde çalıştırılanlara verilirdi. Harşa devrinde Hindistan’ı gezen Çinli din adamı ve seyyahı Hiung Tsang, devlet ve halk arasındaki ilişkiler hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Hiong Tsang, kamu işlerinde zorla çalıştırılanlara para verildiğini, vergi ve angaryanın az olduğunu, ancak ülke içinde sık sık yol kesme ve adam soymalara rastlandığını belirtmektedir.

 

2.Din ve düşünce yaşamı:

Hinduizm, Hindistan’ın en eski ve köklü dinlerindendir. Bu dinin kuralları, Veda adı altında toplanan dört kitap içerisinde belirtilmiştir. Zaman içinde Hint toplumunun dinî yaşamına Upanişatlar ve Sutralar gibi kitaplar girmiştir. Bunlar dinî hayatın yanı sıra hukuk, tören, dil bilgisi, siyaset gibi konulan da kapsamaktadır. Bu kitaplarda bulunan metinlerin öğreticilerine Brahman denir. Brahmanların düzen ve denetimindeki bu din ve düşünce anlayışı, M.Ö. VI. yüzyıla kadar Hindistan’a egemen olmuştur.

Brahmanların toplumdaki ağır baskılarına bir tepki olarak Jainizm (Cainizm) ve Buddhism (Budizm) ortaya çıkmıştır. Bunlardan Buda’nın getirdiği ilkeler (Budizm), Hint din ve düşünce yaşamında önemli değişikliklere yol açmıştır. Ancak, her ne kadar Budizm Hindistan’da ortaya çıkmışsa da, Çin, Tibet ve Japonya’da daha fazla benimsenmiştir. Budizm, ahlâk anlayışının temeli olarak doğruluğu ön plâna çıkarır. Ruh temizliği, kötülüklerden kaçınmak ve maddî zevklerden uzak durmak kurtuluşun tek yolu kabul edilir, insanın ancak bu şekilde gerçek mutluluğu ve huzuru bulabileceğine inanılır.

Hindistan’daki bütün bu dinler, ilâhi kaynaklı olmayan, kişi ve grupların zaman içerisinde oluşturdukları düşünce sistemleridir.

 

II.ÇİN

1.Siyasal, sosyal ve ekonomik durum:

Çin, Asya’nın doğusunda yer alan büyük bir ülkedir. Hanedanlıklar arasında el değiştirerek gelen bir yönetim geleneğine sahiptir.

M.S. VI. yüzyılda ülke Liang, Ch’en ve Sui sülâlelerinin, VII. yüzyılda ise Tang sülâlesinin egemenliğinde bulunmuştur. Bu zamanlarda Çin, bir taraftan kuzey ve batıda Türklerle savaşıp onların akınlarından korunmaya çalışırken, diğer taraftan sülâler arası mücadelelere sahne olmuştur.

Çin’de sık sık kitlesel göç meydana gelmiştir. Bunun nedenlerinden biri, bazı alanlar verimli iken bazı alanların verimsiz olmasıdır. Ayrıca, toplumsal çatışmalar ve dış saldırılar da bunda etkili olmuştur. Göçler, yerleşik olanlarla göçerler arasında, birçok sosyal ve ekonomik uyumsuzluklara neden olmuş, toplumsal birliğin sağlanamadığı bu dönemlerde pek çok sıkıntı yaşanmıştır.

Yöneticiler, zengin tüccarlar ve askerler yüksek tabakayı, göçmen ve köylüler ise aşağı tabakayı oluşturmuştur. Bu toplumsal yapıdan Çin toplumunu oluşturan bireyler arasında büyük bir eşitsizlik olduğu anlaşılmaktadır.

Sarı ırmak ve Gök ırmak bölgelerindeki arazilerden bol miktarda tarım ürünü alınan Çin’in, güney şehirlerinde ise, ticarî etkinlikler daha fazla önem kazanmıştır. İpek Yolu’nun büyük bir kısmını elinde bulunduran Çin, bu sayede Asya’nın ticarî ve ekonomik yaşamını büyük ölçüde kendi egemenliğinde tutmuştur.

 

2.Din ve düşünce yaşamı:

Eski dönemlerde çok tanrılı dinlere inanmış olan Çinliler, daha sonraları Türklerin etkisiyle Gök Tanrı dininden etkilenmişlerdir.

Ancak, İslâmiyet’in doğduğu yıllarda Taoizm, Konfüçyüsçülük ve Budizm bu ülkede yaygınlaşmıştır.

Çinlilerin din ve inanışlarında, dünya görüşlerinde ve geleneklerinde mistik filozofların yeri çok büyüktür.

Bunlardan Lao Tzu (Lav Dizi), “Tao Te Ching” adlı kitabın yazarı ve Taoizm’in kurucusudur. Her şeyin temelinin “Tao” (ahenk, düzen) olduğunu söyleyen Lao-Tzu, kişinin doğayla uyumlu kalarak elde edebileceği iç huzuruna büyük önem vermiştir.

M.Ö. 551–479 yıllarında yaşayan Konfiçyus; devlet, siyaset, ahlâk ve sosyal konularla ilgili kurallar ortaya koymuştur. İnsanlara iyiyi, doğruyu ve güzeli göstermeye çalışarak, Çin toplumunun geleneklerini ahlâk ve erdem ölçülerine göre sistemleştirmiştir. Konfiçyus, özellikle toplumsal yapılara, kent ve kurumlarına önem verirken;Lao Tzu ise birey-doğa uyumuna önem vermiştir. Bu nedenle köylüler daha çok Taoist, şehirliler ise çoğunlukla Konfüçyüsçü olmuşlardır. Yüzlerce yıl devam eden köylü ve şehirli çekişmelerinde, tarafların ideolojik alt yapısını bu düşünceler oluşturmuştur.

M.S. VI. yüzyılda da (Liang sülâlesi zamanında) Budizm de ülkeye girmiş ve etkili olmaya başlamıştır. Bu üç düşünce (bir anlamda din) taraftarları arasında başlayan tartışmalar giderek şiddetini artırmış ve ülkede barış yerine huzursuzluklar çıkmaya başlamıştır.

 

III. JAPONYA

1.Siyasal, sosyal ve ekonomik durum:

Japonya, Büyük Okyanusun batısında, Asya kıt’asının doğusunda bulunan adalar topluluğudur. Japonya’da, yüzyıllar boyunca, başlarında yerel kralların olduğu sülâlerin siyasî mücadeleleri süre gelmiştir.

M.S. ilk yüzyıllarda Kore ve Çin’le ilişki içine giren Japonya, onlarla çoğu kez savaşmak zorunda kalmıştır.

VII. yüzyılda Japonya, büyük ölçüde Çin’in etkisi altında bulunuyordu. Yöneticilerin yanı sıra, zamanla savaşçı soylular zümresi ortaya çıkmış, bu zümre Japon yönetiminde güç sahibi olmuştur.

Soyluların topraklarını işleyen köylüler, vergilerini pirinç ile ödemişlerdir. Sulu pirinç ekimi, ev süslemeciliği, giyim kuşam ve balıkçılık, eskiden beri Japon ekonomi ve kültürünün bir parçası olmuştur.

 

2.Din ve düşünce yaşamı:

Japon millî dinine Şintoizm denir.. Kitabı ve kurucusu olmayan bu din, Japon toplumunun kendine özgü inanışları ve değerlerinin bir toplamıdır.

Kore üzerinden yapılan göçler sonunda, Çin uygarlığının yazı ve sanat gibi unsurları Japonya’ya taşınmıştır. M.S. 550 yıllarında Budizm, yine Çin’den bu ülkeye gelen kültürel unsurlar arasındadır.

Şinto (Tanrılar Yolu) dini, tabiat kuvvetleri ve atalara tapınma üzerine kurulmuştur. VI. yüzyıldan itibaren Şintoizm ile Budizm arasında karşılıklı etkileşimler olmuştur. Her gittiği ülkede farklılaşarak uygulanan Budizm, Japon halkının hayat şartlarına göre değişmiş, özgün bir Japon Budizmi meydana gelmiştir.

Devlet yöneticilerinin çabalan sonunda Budizm’in ahlâki ilkeleri, yönetime ve topluma uyarlanmıştır. Çünkü; yazılı kuralları olan Budizm, topluma, kurallara uyma alışkanlığını kazandıracak, böylece yöneticilerin işi kolaylaşacaktır.

Bunun sonucu olarak ülkede aristokratik nitelik taşıyan, yani soyluların egemen olduğu dinî ve bürokratik bir sistem yerleşmiştir.

D-ORTA ASYA

1.Siyasal, sosyal ve ekonomik durum:

Türklerin tarih sahnesine çıktığı ve ilk uygarlıklarını kurdukları Orta Asya’da, Büyük Hun Devleti uzun zaman yaşamış, M.S. Vl. yüzyılda ise Göktürk Devleti kurulmuştur.

Göktürk Hakanı Tapo Kağan (572–581) zamanında baş gösteren iç karışıklıklar, 582 yılında ülkenin ikiye bölünmesiyle sonuçlanmıştır. Bunlardan Doğu Göktürklerin ömrü kısa sürmüş ve 630’da Çin istilâsına uğramıştır. Bizans’la ilişki içinde olan Batı Göktürkler ise özellikle Sasanîlerle savaşıp onları yendikleri gibi, Hindistan kapılarına dayanmışlardır. Ancak 630 yıllarında ülkede çıkan siyasî karışıklıklar önlenemez hâle gelmiş, nihayet 657’de Batı Göktürk Devleti de Çin’in egemenliğine girmiştir.

VII. yüzyıllarda Türk ülkesinde iç siyasî çekişmeler önlenememiştir. Yönetime egemen olmak isteyen Türk budun ve sülâleleri arasında meydana gelen çatışmalar ülkede sosyal ve ekonomik belirsizliklere neden olmuştur.

Türklerde Eski Yunan, Roma, Bizans, Sasanîler ve Çin’de görülen sınıf anlayışı yoktu. Büyük bir kısım insanın atlı yarı göçebe olduğu bu toplum düzeninde, insanlar boylar hâlinde “yaylak ve kışlak” hayatı yaşıyordu.

Bozkır iklimin şartlan içerisinde Türkler için at, vazgeçilmez bir ihtiyaçtı.

Ekonominin temeli hayvancılığa dayanıyordu. Arpa, buğday, dan ve yulaf gibi tahıllar, ancak elverişli bölgelerde üretilebiliyordu.

Çin’den başlayıp Avrupa’ya kadar uzanan İpek Yolu’na sahip çıkmak, bu bölgede kurulan bütün Türk devletlerinin amacı olmuştur. Çünkü İpek Yolu üzerinde yapılan ticarî faaliyetlerde büyük gelirler sağlanmaktaydı.

 

2.Din ve düşünce yaşamı:

Göktürkler, diğer Türk devletleri gibi Gök Tanrı dinine inanıyorlardı. Bu dinî anlayış içinde totemcilik olmamakla birlikte çeşitli gök cisimlerine ve atalara karşı saygı gösterilirdi. Tengri (Tann) en yüce varlıktı. Ölümsüz olan Tengri, her şeye egemendi. Ruh ölümsüzdü. İyilik yapanların cennete (uçmağ), kötülük yapanların cehenneme (tamu) gideceğine inanılırdı.

Şamanlık, eski toplumların çoğunda olduğu gibi, Türkler arasında da vardı. Temelde sihir, büyü ve dinsel bazı gelenekleri içermekteydi.

Budizm (VI. yüzyıl) ve Maniheizm de Türkler tarafından benimsenmiştir. Bazı kitleler içinde Yahudiliği ve Hıristiyanlığı kabul edenler olmuştur.

Din ve düşünce yaşamında özgürlük, hoşgörü ve iyiliğin yeri büyüktü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.