Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye’nin Dış Politikası

SOĞUK SAVAŞ SONRASINDA TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI

1989’da Berlin Duvarı’nın ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılması, iki kutuplu yapının bozulmasıyla yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönem, Soğuk Savaş sonrası dönem veya Sovyet sonrası dönem olarak ifade edilmektedir. Doğu Bloku yıkılmış, Sovyetler Birliği dağılmış, ABD tek başına kalmıştır. Ortaya çıkan bu yeni durum, Türkiye’nin güvenlik algısında da önemli değişiklikler yapmıştır. Öncelikle SSCB’nin dağılması Türkiye’nin üzerindeki güvenlik tehdidini büyük ölçüde azaltmıştır. Orta Asya ve Kafkasya’da bağımsızlığını kazanan ülkelerin büyük çoğunluğunun Türkiye ile etnik ve dini bağları olan ülkeler olması, bir kısmıyla da güvenlik algılarının örtüşmesi bölgede Türkiye için avantajlı bir ortamın oluşmasına yol açmıştır. Bu bölgede bağımsızlığını kazanan ülkelerden Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Azerbaycan gibi Türk Cumhuriyetlerinin yanında Moğolistan ve Tacikistan ile Türkiye’nin etnik ve dini bağları bulunmaktaydı. Balkanlarda ise Sovyet uydusu ülkelerin yerini Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olan Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Makedonya, Arnavutluk, Bosna Hersek ve Kosova gibi ülkeler almıştır. Bu durum Türkiye üzerindeki tehdidi azaltarak daha esnek bir dış politika izlemesine imkân sağlamış, ticari ilişkilerini geliştirebileceği bir ortamın oluşmasına da yol açmıştır. Bunun sonucu olarak 1991’de 1,7 milyar dolar ticaret hacmine sahip olan Türkiye-Rusya arasındaki ticari ilişkiler 35 milyar dolara ulaşmıştır.

Türkiye’nin 2003 sonrasında çok boyutlu bir dış politikayı hayata geçirmeye çalıştığı gözlemlenmektedir. Bu çerçevede Rusya ile ilişkilerinin dışında Orta Asya, Kafkasya ve Balkan ülkeleri başta olmak üzere tüm komşularıyla ilişkilerindeki sorunları çözmek ya da azaltmak için çaba göstermiş, çözülemeyenleri erteleyerek ticari ve siyasi alanda iş birliği imkânlarını artırmaya odaklanmıştır. Aşağıda da görüleceği gibi 2011 başında söz konusu olan Arap Baharı sürecine kadar bölge ülkeleriyle sorunsuz bir ilişki içinde olmuş ve bu ilişkileri derinleştirmek için büyük bir çaba sarf edilmiştir. Türkiye; bir taraftan komşu ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye çalışmış, ABD ve Batı ile ilişkilerini de dengeli bir şekilde götürmeyi, mevcut taahhütlerine bağlılığını sürdürmeyi ihmal etmemiştir. Türkiye’nin bu dönemde AB ile ilişkilerini geliştirme konusundaki çabaları yeterince karşılık görmese de özellikle 2005’te tam üyelik için müzakere sürecinin başlaması taraflar arasındaki ilişkilerde yeni bir aşamaya gelindiğini göstermiştir.

  1. Körfez Savaşları ve Türkiye-ABD İlişkileri

Birinci Irak Krizi ve Türk-ABD İlişkileri

Irak’ın 1990 Ağustos’unda Kuveyt’i işgali ile başlayan birinci Körfez Krizi, 1991’de ABD’nin başını çektiği uluslararası koalisyonun Irak’a müdahale etmesi ve Kuveyt’ten çıkarılmasıyla sona ermiş fakat Irak’a uygulanan ambargo dolayısıyla etkileri on yılı aşkın bir süre devam etmiştir. Bu süreçte Türkiye ABD ile birlikte hareket etmiş, Güvenlik Konseyi kararlarına uygun davranmış ve Irak’ın yol açtığı tehlikenin ortadan kaldırılması konusunda uluslararası toplumun çabalarına destek vermiştir. Türkiye bunu yaparken elbette kendi güvenlik çıkarlarını da dikkate almıştır.

Türkiye’nin temel endişelerinden biri de Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesinin bölgedeki dengeleri Türkiye aleyhine bozacak olmasıydı. Zira kriz öncesinde su sorunu dolayısıyla Irak ve Türkiye arasındaki ilişkiler gerginleşmiş ve Irak’ın sorunu diplomasi yerine güç yoluyla çözmek istediğinin işaretleri ortaya çıkmıştı.

Türkiye’nin Krize ve sonrasına yaklaşımı, bölgede ve Irak’ta kendi aleyhine bir durumun oluşmasına engel olmaya çalışmaktan ibaret olmuştur. Türkiye, bu anlamda Irak’ın tamamen tahrip edilerek bölgedeki dengelerin altüst olmasına da karşı çıkmıştır. Türkiye; Kriz sonrasında kendi kaderlerine terk edilmelerinden dolayı Saddam tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Kürt halkına topraklarını açmış, BM tarafından güvenli bölge ve Çekiç Güç oluşturulmasını öngören 688 sayılı kararın alınmasına da öncülük etmiştir.

İkinci Irak Krizi ve Türk-Amerikan ilişkileri

Bush yönetiminin işbaşına geldiği 2001’in başında hareketlenen uluslararası ilişkileri tetikleyen gelişme, ABD’nin New York kentindeki Dünya Ticaret Merkezi’ne El Kaide tarafından 11 Eylül 2001’de düzenlenen saldırı olmuştur. Bu tarihten itibaren ABD’nin dış politikasında güvenlik unsuru daha öncelikli hale gelmiştir. Afganistan’da Taliban rejiminin, El-Kaide ile iş birliği yaptığı için 2001 Ekim’inde NATO öncülüğünde gerçekleştirilen operasyon ile devrilmesinden hemen sonra Irak üzerindeki Amerikan baskıları yoğunlaşmıştır.

Genellikle kriz dönemlerinde hatırlanan Türkiye, bir kez daha Beyaz Saray ve Pentagon ekibinin ilgi odağı olmuştur. ABD’nin, Irak’ı işgali sürecinde Türkiye ile hangi çerçevede ve ne kadar bir iş birliği arzuladığının yeterince açık olmaması Türk siyasetçilerinde tereddütlere yol açmıştır. Bu durum, Türk topraklarının Amerikan askerlerine açılmasını ve Türkiye’nin ABD’nin Irak’a düzenleyeceği operasyona destek vermesini öngören tezkerenin 1 Mart 2003’te Meclise takılmasına neden olmuştur. Bu gelişme, Türk-Amerikan ilişkilerinin bundan sonraki seyri üzerinde etkili olmuştur.

Irak, ABD tarafından 20 Mart 2003’te işgal edilmiştir. Irak’ı işgal edilmesi sürecinde öne çıkan temel argümanlar arasında yer alan Irak7m kitle imha silahlarına sahip olduğu ve terör örgütleri ile bağlantısı olduğu iddialarının asılsız olduğu, sadece işgal için gerekçe oluşturduğu işgal sonrasında yapılan araştırmalarla da ortaya çıkmıştır.

2. Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri

Türkiye’nin 1987’deki tam üyelik başvurusunun 1989’da Komisyon tarafından reddedilmesinden sonra durgunluğa giren Türkiye-AB ilişkileri, 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol’ün öngördüğü 22 yıllık Geçiş Dönemi’nin tamamlanmasıyla 1996 Ocak ayında yürürlüğe giren Gümrük Birliği ile yeni bir aşamaya gelmiştir.

Böylece 1963 Ankara Antlaşmasında öngörülen üyelik sürecinde Son Dönem’e geçilmiş oluyordu.

Türkiye-AB ilişkilerindeki en kritik süreç, AB’nin 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin aday ülkeler arasında yer aldığını kabul etmiş olmasıdır. 2004 Aralık ayındaki Brüksel Zirvesi’nde ise Türkiye ile 2005’te tam üyelik müzakerelerinin başlamasına karar verilmiştir.

Türkiye’nin tam üyeliğine Avrupa’da ciddi bir muhalefetin bulunması müzakere sürecinin oldukça yavaş ilerlemesine yol açmaktadır. Fransa’nın içsel nedenlerle, Almanya’nın toplumsal nedenlerle, Avusturya’nın tarihsel nedenlerle karşı çıktığı üyeliğimiz için en somut direnç Yunanistan ve Kıbrıs’tan gelmektedir. Her ne kadar Yunanistan Türkiye’nin üyeliğini destekliyor görünse de üyelik öncesinde Ege ve Kıbrıs sorunlarının kendi lehine çözülmesini beklemesi bu desteği anlamsızlaştırmaktadır. AB, Kopenhag Kriterleri’nin ötesine geçerek Türkiye’nin Ermenistan ve Yunanistan’la sorunlarını çözmesini istemektedir. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB içindeki pozisyonlarını kullanarak Ege ve Kıbrıs sorununu kendi çıkarları çerçevesinde çözmek istemeleri, Türkiye’nin tam üyeliğini istemeyen bazı ülkelerin de bunları desteklemeleri Türkiye’nin AB ile ilişkilerini çıkmaza sokmaktadır. 2005 Ekim’inde başlayan ve 35 başlıktan oluşan müzakerelerde henüz 14 başlık açılabilmiş ve bunlardan sadece birinin (bilim ve araştırma başlığı) müzakereleri tamamlanmış ve geçici olarak kapatılabilmiştir. Son olarak 5 Kasım 2013’te Bölgesel Politikalar başlığı açılmıştır.

Kopenhag Kriterleri: AB tarafından 1993’teki Kopenhag Zirvesi’nde kabul edilmiş olan ve aday ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce yerine getirmesi gereken siyasi, ekonomik ve Topluluk (AB) mevzuatının benimsenmesine ilişkin kriterlerdir. Bunlar özet olarak kurumsallaşmış bir demokrasi ve rekabet edebilir bir pazar ekonomisine sahip olmadır.

Siyasi Kriter: Ülkede demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına ve azınlık haklarına saygıyı teminat altına alan istikrarlı kuramların varlığı.

Ekonomik Kriter: (1) İstikrarlı piyasa ekonomisinin mevcudiyeti; (2) Başta AB olmak üzere dış dünya rekabetine dayanma kapasitesi.

Mevzuatın Benimsenmesi (Uyum Kriteri): Siyasi Birlik ile Ekonomik ve Parasal Birlik de dâhil olmak üzere, AB ’nin müktesebatına uyum kapasitesi.

3. Kıbrıs Sorunu ve Türkiye-Yunanistan İlişkileri

Rumların uzlaşmaz hale gelmelerinde 1990’da AB’ye yaptıkları başvurunun 1993’te Avrupa Komisyonu tarafından uygun bulunması ve AB’ye üyelik yolunun açılmasının çok büyük etkisi olmuştur. 1990’lı yıllardaki BM Genel Sekreteri tarafından yapılan birçok girişim Türk tarafınca kabul edilse bile Rumlar tarafından reddedilmiştir.

2004’te BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından gündeme getirilen ve Annan Planı olarak bilinen çözüm planında adada iki kurucu devlet arasında yapılan anlaşma ile birleşik federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması öngörülmekteydi. Her iki taraf açısından da ideal olmayan bu plan, 2004 Nisan’ında iki tarafta da yapılan referandumlarla halkın oyuna sunulmuştur. Bu plan Türk tarafında yüzde 65 oranında kabul edilirken, Rum tarafında halkın yüzde 75’i tarafından reddedilmiştir.

Söz konusu plan; Rumlara yerleşim, dolaşım ve mülk edinme konularında geniş ayrıcalıklar tanırken, Ada’da yaşayan ve 1974 Barış Harekâtı sonrasında göç etmiş olan Türklerin yaklaşık yarısının geri dönmesini öngörmekteydi. Her iki nokta da dikkate alındığında, nüfusları 750.000 olan Rumlara göre az olan Türk nüfusunun 200.000’den 100.000’e düşmesini öngördüğü için yönetim ve güç paylaşımının eşitsiz olmasına neden olacaktı. Cumhurbaşkanı ve Başbakanının dönüşümlü, bakanlıkların ise üçte birinin Türk olmasına karşılık milletvekili sayıları nüfusa göre belirlenecekti. Bu durum, Türklerin zaman içinde tamamen azınlık haline gelerek yönetimdeki etkilerinin kaybolması riskini taşımaktaydı. Güzelyurt ve Maraş bölgelerinin de içinde yer aldığı önemli miktarda toprağın Rumlara terk edilmesi ve Türklerin elinde bulunan toprak parçasının yüzde 38’den yüzde 29’a düşmesi öngörülmekteydi.

Annan Planının Türk toplumu tarafından büyük bir çoğunlukla kabul edilmesinin sadece psikolojik etkisi ve çözümü istemeyen tarafın Rum tarafı olduğunun uluslararası topluma duyurulması açısından bir vesile olmuş fakat AB ve ABD’nin tavrında somut bir değişiklik olmamıştır. Rumlar, referandumdan bir hafta sonra 4 Mayıs 2004’te AB’ye tam üye olarak kabul edilirken Türk tarafına uygulanan ambargo ve kısıtlamalardaki hafifleme oldukça sınırlı düzeyde kalmıştır. AB Komisyonu tarafından benimsenen Kuzey Kıbrıs’la doğrudan ticareti öngören tüzük, Rumların engellemeleri nedeniyle uygulamaya girmemiştir. Sadece Mali Yardım Tüzüğü iki yıllık bir gecikmeden sonra 2006’da yürürlüğe girebilmiştir. Bundan sonraki görüşmeler 2005 Nisan’ında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan Mehmet Ali Talat ile Rum tarafından önce Papadopulos, 2008’den sonra ise Hristofyas arasında sürmüştür. Bu dönemde çok sayıda görüşme gerçekleşmiş ancak bu görüşmelerde somut bir ilerleme sağlanamamıştır.

2010 Nisan’ında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Derviş Eroğlu ile Hristofyas arasındaki müzakerelerde de bir uzlaşma zemini ortaya çıkmamıştır. 2013 Şubat’ında Kıbrıs Rum Yönetimi’nde yapılan başkanlık seçimlerini Nikos Anastasiadis’in kazanması çözüme ilişkin umutların artmasını sağladıysa da Rum yönetimi yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla çözüm sürecine odaklanamamıştır. 2013 Temmuz’unda Rum yönetimi tarafından müzakereci olarak atanan Mavroyiannis’in tutucu olması ve sorunun Ada’daki Türk varlığından kaynaklandığını düşünmesi çözüme ilişkin beklentileri olumsuz yönde etkilemiştir. Görüşmelerin temel parametreleri yönetim ve güç paylaşımı, AB ile ilişkiler, ekonomi, toprak, mülkiyet, güvenlik ve garantiler konuları olmaya devam etmektedir. Taraflar arasında 2013 Ekim’inde başlayan görüşmelerden de bir sonuç çıkmamıştır.

Şubat 2002’de Yunanistan, Türkiye’nin Ege Sorunlarını görüşmek üzere yaptığı diyalog çağrılarına olumlu yanıt vermiş ve iki ülke dışişleri bakanları Ege Sorunlarına çözüm bulmak amacıyla görüşmeleri başlatmaya karar vermişlerdir. 2013 sonuna kadar taraflar arasında 52 görüşme gerçekleştirilmiştir. Ekim 2009’da Başbakan Erdoğan, Yunan Başbakanı Papandreou’ya bir mektup göndererek sorunlar üzerinde beraber çalışmayı ve ikili ilişkilere yeni bir ivme kazandırmayı önermiştir. Yunan tarafından olumlu yanıt alınmasıyla diyalog süreci yeniden hız kazanmıştır. İkili ilişkilerin geliştirilmesinde önemli olan bir başka unsur da Güven Artırıcı Önlemlerdir. 2000 yılından bu yana Türkiye ile Yunanistan arasında 29 Güven Artırıcı Önlem üzerinde anlaşma sağlandığı ifade edilmiştir.

Türkiye-Suriye İlişkileri

Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler, 1998’de imzalanan, güvenlik ve terör konusunda iş birliğini öngören Adana Mutabakatı sonrasında düzelmeye başlamıştır. İlişkilerin ivme kazanması ise Suriye Devlet Başkanı ve Baas lideri Hafız Esad’m 2000 Haziran’ında ölümünden sonra işbaşına geçen oğlu Beşar Esad döneminde söz konusu olmuştur. Taraflar arasında ilişkilerin gelişmesini engelleyen üç temel sorun bulunmaktaydı. Bunlar; su sorunu, sınır sorunu (Hatay sorunu) ve terör sorunuydu. Bunlardan terör ve güvenlik konusunda başlayan iş birliği, diğer sorunların çözülmesini gündeme getirmese de güven ortamının oluşmasına yardım etmiştir

İki ülke arasındaki ilişkilerde 2000 sonrasında hızlı bir iyileşme söz konusu olmuştur. Gerek 13 Temmuz 2004’te Türkiye’ye gelen Başbakan Otri’ye gösterilen ilgi gerekse 2007 Ekim’inde Türkiye’ye gelen Suriye Devlet Başkanı Beşir Esad’a gösterilen ilgi, ilişkilerdeki olumlu gelişmeyi göstermekteydi.

Taraflar arasında gelişen ilişkiler, 2009 içinde güvenlik alanını da kapsamış ve bu yıl içerisinde sınırlı da olsa iki ortak askerî tatbikat gerçekleştirilmiştir. 2009 Ekim’inde oluşturulan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin çalışmaları sonunda hazırlanan enerji, alt yapı, eğitim, sağlık, su ve güvenlik alanlarında karşılıklı iş birliğinin gelişmesini amaçlayan 50 dolayındaki anlaşma ve mutabakat zaptı 2009 Aralık ayında Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Esad’ın başkanlığında toplanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısında imzalanmıştır.

Taraflar 2009 Ekim’inde vize uygulamasını karşılıklı kaldırarak insani ve |can ilişkilerin hızlanmasının önünü açmışlardır.

2011 Martında başlayan Suriye’deki halk ayaklanmasında Türkiye’nin, Suriye rejiminin göstericilere karşı orduyu ve ağır silahlan kullanmasına tepki göstermesi ilişkileri bozmuştur. 2013 sonuna gelindiğinde Suriye’deki çatışmalar bütün hızıyla devam ederken can kaybının 100.000’i aştığı ifade edilmekteydi. Türkiye’ye göç eden sığınmacıların sayısı ise 600.000’e ulaşmıştı.

Türkiye-Irak İlişkileri

Yukarıda ifade edildiği gibi Türkiye, 2003 Mart’ında Irak’ın işgaline destek vermemiş ancak işgal sonrasında Irak’ta oluşan istikrarsızlıktan yoğun bir şekilde etkilenmiştir. Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush arasında 2007 Kasım’ında Beyaz Saray’da gerçekleşen görüşme sonrasında gerek Kuzey Irak yönetiminin gerekse ABD’nin Türkiye ile güvenlik konusunda iş birliği yapmaya karar vermesi, Türkiye’nin Irak politikasında radikal bir değişikliği de gündeme getirmiştir.

Türkiye ile Irak arasında 2008’de Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmasına yönelik anlaşma imzalanmıştır. 15 Ekim 2009’da Türk-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin eş başkanları olan Türk ve Irak Başbakanlarının katıldığı görüşmelerde güvenlik, ticaret, su, enerji, sağlık, eğitim ve kültürel konuları da kapsayan 48 mutabakat metni imzalanmıştır. Türkiye, böylece Irak’ın ekonomik anlamda imarına ve siyasal istikrarına yapmış olduğu katkıyı artırmaya karar vermiştir. Taraflar, 5 milyar dolar dolayında olan ticaret hacmini 20 milyar dolara çıkarmayı hedeflediklerini açıklamışlardır.

Taraflar ayrıca iki yeni sınır kapısının açılması, vizelerin kaldırılması ve Erbil’de bir konsolosluk açılması konusunda da anlaşmışlardır. Taraflar, Kerkük Yumurtalık petrol boru hattının kapasitesinin genişletilmesi ve Irak doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya satılması amacıyla bir boru hattı inşası konusunda da anlaşmaya varmışlardır. 2011 başında başlayan ve Arap Baharı adı verilen Orta Doğu’daki gelişmeler ve özellikle Suriye krizi, Türkiye-Irak ilişkilerine de olumsuz yansımıştır. Irak Başbakanı Maliki’nin Suriye’de Esad yönetimini desteklemesi Türkiye ile Irak arasındaki ilişkilerde yeniden problemli bir döneme girilmesine neden olmuşsa da 2013 sonunda ilişkilerde yeni bir normalleşme süreci başlamıştır.

Türkiye-İran İlişkileri

Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerde PKK ve terör konusunun her iki ülkeyi de istikrarsızlaştırmaya başlaması üzerine iş birliğinin zorunlu olduğu görülmüştür. Taraflar, mevcut ilişkileri 2007 sonrasında artırmaya ve özellikle enerji alanında daha yoğun bir ilişki içine girmeye karar vermişlerdir.

İran, Türkiye’nin beşinci ticari ortağı (AB tek sayılırsa) konumundadır. 2002-2009 döneminde yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidar döneminde iki ülke ticareti 1,2 milyar dolardan çoğunluğu İran’dan satın alman doğal gaz olmak üzere 10 milyar dolara çıkmıştır. Taraflar, bu rakamı 25 milyar dolara çıkarmayı hedeflemişlerdir.

Türkiye’den Orta Asya’ya giden Türk kamyonları İran’dan geçtiğinden Iran aynı zamanda Türkiye ile Orta Asya arasındaki ulaşım bağlantısını da sağlamaktadır. İki ülke arasındaki turizm ilişkileri göz ardı edilemeyecek boyutlardadır. Verilere göre İran’dan Türkiye’ye giren turist sayısı 1 milyon civarındaydı. Rusya ve Almanya’dan sonra Türkiye’ye en fazla turist gelen ülke İran’dır.

İlki 2007 Temmuz’unda başlayan enerji alanındaki görüşmeler, 2008 Ağustosunda İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın Türkiye ziyareti esnasında da sonuçlanmadı. Taraflar; bu son görüşmede uyuşturucu kaçakçılığı, organize suçlar ve terörizmle mücadele konularında bazı iş birliği anlaşmaları imzalamışlarsa da enerji konusunda bir anlaşmaya varamamışlardır. Bu konuda, 2009 Ekim’inde Erdoğan’ın Tahran ziyareti sırasında bir uzlaşma sağlandığı açıklandıysa da 2010 Ağustos’undaki görüşmelerde sorun çözülmediği için süreç durdurulmuştur. Gerçekleşmiş olsaydı Türkiye Güney Pars Doğalgaz Sahası’nda ihalesiz olarak gaz arayacaktı. Gazın bir bölümü Nabucco’ya gönderilebilecekti. Anlaşma ile Güney Pars sahasındaki bazı doğalgaz sahaları TPAO’ya tahsis edilecek; İran gazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya, Türkmen doğalgazı İran üzerinden Türkiye’ye taşınacaktı. Türkiye, NATO’nun 2010 Kasım’ındaki Lizbon Zirvesi’nde kararlaştırılan füze kalkanı projesi bağlamında kurulacak radar istasyonunun Türkiye’ye (Malatya) konuşlandırılmasına izin vermiştir. İran’la gerginleşen ilişkiler, Ocak 2011’de başlayan Arap Baharının Suriye’ye sıçramasıyla bozulmaya başlamıştır. İran yönetiminin Esad rejimine her türlü desteği vermekten çekinmemesi taraflar arasındaki ilişkilerin düzelmesini engellemiştir. Bütün sorunlara rağmen taraflar, ilişkileri karşılıklı düşmanlık noktasına getirmemek için temkinli açıklamalar yapmaya özen göstermişlerdir. İran’da 2013 Haziran’ındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerini Hasan Ruhani’nin kazanmasıyla iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir normalleşme dönemine girilmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.