1960-1980 Döneminde Türkiye’nin Dış Politikası

1960-1980 DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI

1960’lı yıllarda yaşanan olaylar, Türkiye’nin çok taraflı bir dış politika benimsemesi gereğini gündeme getirmiştir. Bundan sonra Türkiye Üçüncü Dünya ülkeleri ve Orta Doğu Ülkelerine daha fazla açılmak zorunda olduğunu görmüş, bu politikayı yavaş yavaş hayata geçirmiştir. Bunun ilk göstergesi 1967 Arap İsrail Savaşı’nda Türkiye’nin açıkça İsrail’i destekleyecek şekilde ABD’nin İncirlik Üssü’nü kullanmasına izin vermemesi olmuştur. Türkiye’nin dış politikasındaki değişimlerde uluslararası konjonktürde meydana gelen gelişmeler de etkili olmuştur. 1962 ve 1963’ten itibaren ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerde belli bir yumuşama söz konusu olmuştur. Bu nedenle bu döneme “yumuşama” dönemi denilmiştir. 1970’lere gelindiğinde bu durum, çok taraflı iş birliği sürecine dönüşmüştür.

1960’lı yıllarda gerek Doğu gerekse Batı Bloku’nda bir takım çözülmeler yaşandı. Baü Bloku’nda 1950’li yıllarda AB süreci ile başlayan, 1960’h yıllarda De Gaul’le birlikte Fransa’nın NATO’dan ayrılması ile ileri bir noktaya taşman blok içi çözülmeler yaşanmıştır. Doğu Bloku’nda da Kruşçev’in işbaşına geldiği 1950’li yılların ortalarından itibaren gündeme gelen ideolojik sorunlar nedeniyle Çin ve Arnavutluk gibi bazı ülkeler Doğu Bloku’ndan ayrılmıştı. 1970’ü yıllardaki politikalar da buna uygun politikalar olmuştur.

Türkiye, 1964’ten itibaren Sovyetler Birliği ile ilişkilerini iyileştirme çabaları içine girmiştir. Örneğin İskenderun demir çelik fabrikası Sovyet proje yardımları aracılığı ile yapılmıştı. Sovyetler Birliği ile ilişkiler artık 1950’li yılların ilişkileri olmaktan çıkmıştı. Kruşçev ile Türkiye’ye yönelik birtakım olumlu mesajlar verilmeye çalışılmıştı ancak Türkiye, o günlerde uluslararası konjonktür dolayısıyla bunun inandırıcı olduğunu düşünmüyordu. 1964’te Kruşçev’in devrilmesi ile işbaşına gelen Brejnev döneminde Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile ilişkileri gelişmiştir. 1960’ların başından itibaren başlayan ilişkilerin somut projelerle desteklenmesi Brejnev döneminde söz konusu olmuştur.

Türkiye’nin çok taraflı bir dış politika izleme arzusu, uluslararası konjonktürün uygun olmaması nedeniyle bu dönemde tam anlamıyla gerçekleşmemiştir. Türkiye’nin güvenlik algılamaları ve SSCB’nin halen ciddi bir tehdit olarak görülmesi, Türkiye’nin Batı ittifakı içindeki konumunu sürdürmesini gerektirmiştir.

1. Kıbrıs Sorunu

Kıbrıs sorunu, 1950’lerin başlarında İngiltere’nin Kıbrıs’tan çekilmeye karar vermesiyle gündeme gelmiştir. Türkiye’nin Kıbrıs’taki egemenlik hakları Lozan Barış Antlaşmasının 22. Maddesi’yle İngiltere’ye bırakılmıştı. İngiltere’nin Ada’dan çekilmesinin tartışılmaya başlaması üzerine Türkiye, Kıbrıs’ta statükonun değişmemesini veya kendine iade edilmesini istemiştir. Kıbrıs sorunu ilk defa 1955’te Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin katıldığı Londra Konferansında ele alınmış ancak sorun çözülememiştir.

Kıbrıs sorunu 1959 ve 1960’da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında yapılan görüşmelerle çözüme kavuşturulmuş ve bu çerçevede taraflar arasında üç antlaşma imzalanmıştır. Bunlar:

•Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal statüsüne ilişkin Kuruluş Antlaşması

•Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında ve Kıbrıs’ın egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunmasını esas alan Garantörlük Antlaşması

•Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imzalanan İttifak Antlaşması

Söz konusu antlaşmaların uygulanması Ada’daki Rumların tek taraflı eylemleri nedeniyle özellikle Türk toplumunu önce bütün yönetim imkânlarından mahrum etmeyi, arkasından da toplu imha etmeyi amaçlayan planları yüzünden mümkün olmamıştır. Bu arada Kıbrıs’ta Türk toplumuna karşı artan olaylar üzerine Türkiye’nin 1964’te Ada’ya müdahale etmek istemesine ABD yönetimi yukarıda ifade edildiği gibi Johnson mektubuyla engel olmuştur.

Türkiye; 1960’ta kurulan statükonun Kıbrıs’ta Makarios tarafından bozulması, 1963’te 1960 Anayasası’nın rafa kaldırılması ve bununla birlikte EOKA’nın tedhiş hareketleri çerçevesinde Türkleri yok etme girişimi karşısında müdahale kararı almıştır. 5 Haziran 1964’te TBMM, hükümete müdahale yetkisi vermiştir. Bunun üzerine hemen aynı gün ABD Başkanı Johnson’dan Başbakan İnönü’ye gelen mektupta, açıkça Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesi söz konusu olursa gündeme gelebilecek bir Sovyet tehlikesi karşısında Türkiye’yi yalnız bırakabilecekleri ima edilmekteydi. İkinci olarak da Türkiye’ye verilen silahların ancak ABD’nin muvafakat gösterdiği alanlarda kullanılabileceği ve bu konuda da ABD’nin onayı alınmadığı belirtilmekteydi. Bu iki nokta, Türkiye’nin kendine gelmesine yol açmıştı. 1962 ve 1964’te yaşanan bu iki şoktan sonra Türkiye, dış politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda olduğunu hissetmiştir.

1974’te Yunanistan’daki askerî yönetimin teşvikiyle Kıbrıs’taki Rum yönetimi lideri Makarios’a düzenlenen darbenin asıl amacı Ada’daki Türklerden kurtulmak ve Yunanistan’la Ada’mn birleşmesini öngören enosisi gerçekleştirmek olduğundan, Türkiye bu defa ABD’yi dinlememiştir. Türkiye; 1960 tarihli Garantörlük Antlaşması’ nın verdiğe hukuki yetkiye dayanarak Ada’ya 1974 Temmuzunda Barış Harekâtı düzenlemiş, Yunanistan’ın ve Rumların amaçlarına ulaşmasına engel olmuştur.

1974 Barış Harekâtı’nı ardından Türkiye’ye karşı ABD tarafından 1975 Şubat’ında uygulanan ambargoya tepki olarak Türkiye’deki ABD üslerinin kullanımını düzenleyen 1969 tarihli SEİA Anlaşması feshedilmiştir. Diğer taraftan adadaki Türkleri ayrı idari bir yapıya kavuşturmak için 1975 Şubat’ında Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuştur. Denktaş ve Makarios arasında 1977’deki, daha sonra Denktaş ve Kipriyanu arasındaki 1979’daki görüşmelerde iki bölgeli, iki toplumlu federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması; dolaşım, yerleşim ve mülkiyet hakları gibi konuların müzakerelerle çözümlenmesi gibi konularda ilke anlaşmasına varılmış olmasına rağmen hem bu anlaşmaların yorumunda hem de diğer konularda uzlaşma sağlanamadığı için nihai çözüm konusunda bir anlaşma imzalanamamıştır.

Johnson Mektubu: 1964’te Türkiye ’nin Kıbrıs ’a müdahalesinin gündeme gelmesi üzerine Amerikan Başkanı Johnson tarafından Başbakan İnönü ’ye gönderilen mektuptur. Tarihe Johnson mektubu olarak geçen bu mektup olayı, Türkiye’nin kendi savunmasını ve askerî güvenliğini Amerika ’ya bağlamanın ne kadar riskli olduğunu açıkça ortaya koymuştu. Bu gelişmeden sonra Türkiye’nin dış politikasında çok taraflılık ve alternatifleri çoğaltma eğilimi ağırlık kazanmıştır.

2. Türkiye-Yunanistan İlişkileri

Her ikisi de NATO üyesi olan Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler, 1950’lerde Kıbrıs sorunu gündeme gelinceye kadar gayet iyiydi. Bu tarihten sonra Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmaya çalışılmasını öngören enosis peşinde koşan Yunanlı politikacılar yüzünden dostça ilişkiler, yerini düşmanca ilişkilere bırakmıştır. 1974’te Türkiye’nin Kıbrıs’a Barış Harekâtı düzenlemesi üzerine NATO ülkelerinin Türkiye’ye tepkisini yeterli bulmayan Yunanistan, NATO’nun askerî kanadından ayrılmıştır. Türkiye’nin 1980’de Yunanistan’ın ittifakın askerî kanadına geri dönmesine ilişkin muhalefetini kaldırması üzerine Atina, NATO’ya geri dönmüştür. Kıbrıs sorunu Türkiye ile Yunanistan arasındaki en önemli sorun olma özelliğini korumuştur.

Daha önceki bölümde de değinildiği gibi Yunanistan’ın Lozan’dan kaynaklanan taahhütlerini yerine getirmemesinden dolayı Batı Trakya sorunu da iki ülke ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir.

Türkiye, patrikhane seçimlerine müdahale etmezken Yunanistan, Batı Trakya’da görev yapacak müftüyü doğrudan atayarak halkın iradesini yok saymıştır. Yunanistan, bölgede uyguladığı asimilasyon politikası ile burada yaşayan Müslüman Türk halkın kendi kimliğini korumasını engellemeye devam etmiştir.

Ege sorunlarının bazıları daha eskiye dayanmakla beraber büyük bir kısmı 1974’ten sonra başlamıştır. Türkiye, Lozan Antlaşmasının Ege’de kurmuş olduğu dengenin bozulmasını istememiştir. Yunanistan, Lozan’da kurulan bu dengeyi yeterli görmemiş, daha önce olduğu gibi Batı dünyasının kendisini destekleyeceği beklentisiyle bu dengeyi kendi lehine çevirmeye çalışmış ve Ege’yi bir Yunan gölü haline getirmeyi amaçlamıştır. Taraflar arasında aşağıda başlıklar halinde belirtilen konularda hâlâ sorunlar bulunmaktadır.

a. Kara Suları Sorunu

Lozan Antlaşmasında taraflar, kara sularının 3 mil genişlikte olması düşüncesinden hareket etmişlerdir. Yunanistan, 17 Eylül 1936’da 230 sayılı Kanun ile bunu 6 mile çıkardığını açıklamış; Türkiye ise buna tepkisini yaklaşık 30 yıl sonra kara suları rejiminde değişiklik yapıp 6 mile çıkararak göstermiştir. Türkiye 15 Mayıs 1964 tarih ve 476 sayılı Kara Suları Kanunu’na göre 6 mil genişlik (1. Md.) ve bunun komşuları tarafından aşılması durumlarında da karşılık (mütekabiliyet) esasını kabul etmiştir (2. md). 20 Mayıs 1982 tarih ve 2674 sayılı Kara Suları Kanunu ve bu kanuna istinaden Bakanlar Kurulu Kararıyla Türkiye’nin Ege’deki kara suları yine 6 mil-zira Ege’deki durum daha fazlasına izin verir nitelikte değildir-Karadeniz ve Akdeniz’de ise 12 mil olarak belirlenmiştir. Yunan Adaları ile Anadolu kıyıları arasında sınır, orta çizgi kabul edildiğinden bazı yerlerde bu genişlik 6 milden bile az olabilmektedir. Kara suları konusunda 1981 yılına kadar iki ülke arasında herhangi bir sorun söz konusu değildi. Sorun, esas olarak Papandreou hükümetinin kara sularını 12 mile çıkaracağını açıklaması ile gündeme gelmiştir. Türkiye, Yunanistan’ın bu kararını casus belli (savaş nedeni) sayacağını açıklayarak tepki göstermiştir. ABD ve NATO’nun devreye girmesi üzerine Yunanistan geri adım atmak zorunda kalmıştır. Yunanistan zaman zaman 12 mil genişletme hakkının hukuki olarak var olduğunu ileri sürmektedir. İki ülke arasında bu sorunlardan dolayı ilişkiler zaman zaman gerginleşmektedir.

Mevcut duruma göre kara sularının 6 mil olması halinde Türk kara suları yüzde 7.47, Yunan kara suları yüzde 43.68, uluslararası sular ise yüzde 48.85 dolayındadır. Yunanistan’ın 12 mil iddiası uygulandığında (adaların da kara suları olacağından) Yunan kara suları yüzde 71.53, Türk kara suları yüzde 8.76, uluslararası sular veya açık deniz alanlarının oranı ise yaklaşık yüzde 19.71 olacaktır. Ege tamamen bir Yunan gölü haline gelirken buradaki açık deniz alanı da önemli ölçüde daraltılmış olacaktır.

Yunanistan’ın bu uygulamasıyla, Türkiye’nin kıta sahanlığının daraltılması da gündeme gelecektir. Bunun diğer önemli bir sonucu da Ege’de bütün ada, adacık ve kayalıklara 12 milin uygulanması iddia edildiğinden Ege tam bir kapalı deniz haline gelecek ve burada seyir eden gemiler Yunan kara sularını kullanmak zorunda kalacaktır. Her ne kadar kara sularından yabancı gemilere “zararsız geçiş hakkı” tanınmaktaysa da sahil devletinin zararsız olmadığı gerekçesiyle geçişi durdurabileceği dikkate alındığında bu su yolunu kullanan tüm devletler açısından rahatsız edici bir durumdur. Türkiye, sorunun çözümünde Ege’nin coğrafik özelliklerinin dikkate alınmasını ve sorunun görüşmeler yoluyla çözülmesini istemektedir.

Yunanistan’ın 12 mil iddiası gerçekleştiğinde Ege’de durum şöyle bir görünüm kazanmaktadır: Türk kara suları %7.47’den %8.76’ya çıkarken, Yunan kara suları yaklaşık %30’luk bir artışla %43.68’den %71.53’e yükselecek, açık deniz alanları ise yaklaşık %30 ’luk bir daralmayla %48.85’den %19.71’e inecektir.

b. Hava Sahasına İlişkin Sorunlar

İki ülke arasında hava sahası sorunu olarak ifade edilen sorun, Ege hava sahasının kullanımı ve teknik bir konu olan FIR’ın Yunanistan tarafından bir egemenlik hakkı olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır.

Yunanistan, ICAO ilkelerine aykırı olarak FIR (Uçuş Haberleşme Bölgesi) hattını Türkiye ile Yunanistan arasındaki sınır olarak kabul etmektedir. Oysa FIR teknik gayeler için kurulur. Sınır çizmeye veya egemenlik hakkı ileri sürmeye konu olamaz. Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü’nün (ICAO) amaçları arasında bütün dünyada uluslararası sivil havacılığın güven içinde ve düzenli şekilde gelişmesinin sağlanması bulunmaktadır. ICAO’nun zaman zaman yapılan bölgesel toplantılarında uluslararası sivil hava trafiğini düzenlemek ve uçuş güvenliğini sağlamak amacıyla dünyayı çevreleyen hava sahası FIR bölgelerine bölünmektedir. Bu bölgelerde akit devletlere, sivil hava trafiği ile ilgili hizmetleri sağlamak amacıyla FIR sorumluluğu verilmektedir. FIR bölgeleri devletlerin kendi ulusal hava sahaları ile sınırlı olmayıp uluslararası hava sahalarını kapsayabileceği gibi başka devletlerin ulusal hava sahalarını da içine alabilmektedir.

Kendine ulusal hava sahası dışında FIR sorumluluğu verilmiş bir devlet, bu bölgede egemenlik iddiasında bulunamamaktadır. Askerî uçaklar, sivil uçaklarla ilgili olan bu düzenlemenin dışında tutulmuştur. ICAO’nun 1952’de Türkiye ve Yunanistan’ın da katıldığı Avrupa bölgesindeki toplantısında Ege uluslararası hava sahası ile ilgili FIR sorumluluğu Yunanistan’a bırakılmıştır. Tatbikatların yer ve zamanında değişiklik yaparak Türk askerî tatbikatlarına engel olmak isteyen Yunanistan, Ege’de tek taraflı hava koridorları tesis etmektedir. Yunanistan, uluslararası sözleşmelere aykırı olarak Türkiye ile iş birliği yapmaksızın Limni üzerinde 3.000 milkarelik bir kontrol sahası kurarak Ege’deki uluslararası hava sahasını daraltmış-tır. Yunanistan, 1931’de çıkardığı bir yasayla ulusal hava sahasını 6 milden 10 mile çıkardığını açıklamıştır. Uluslararası hukuka aykırı olan bu uygulama ile Yunanistan, Ege uluslararası hava sahasını önemli ölçüde kapatmıştır. Yunanistan FIR sorumluluklarını kötüye kullanarak ve ICAO ilkelerine aykırı olarak egemenlik iddiasında bulunmaktadır. Yunanistan teknik bir sorumluluk olan FIR’ı egemenlik hakkı olarak görmektedir. Yunanistan’ın FIR ihlali iddiası da diğerleri gibi FIR’m tanımına ters düşmekte ve her türlü hukuksal dayanaktan yoksun bulunmaktadır.

Türkiye ile Yunanistan arasında Ege hava sahasıyla ilgi olarak 1974’e kadar bir anlaşmazlık yoktu. Sorun, esas itibarıyla Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında ortaya çıktı. Türkiye, güvenlik amacıyla 2 Ağustos 1974’te NOTAM-714.2’ü yayınlayarak Türkiye’ye doğru gelen ve Ege’de kuzeyden güneye inen orta hata yaklaşan yabancı uçakların İstanbul Uçuş Kontrol Merkezi’ne durum raporu vermesini istedi. Bunun üzerine Yunanistan önce NOTAM-714’ün dikkate alınmaması ile ilgili NOTAM-1018’i, arkasından da bunu kaldırarak Ege’yi yasak bölge ilan eden 1066 ve 1152 sayılı NOTAM’ları yayınladı. 1975’ten itibaren başlayan görüşmelerde bu dönemde NOTAM’ların kaldırılması konusunda uzlaşmaya varılamadı. Tarafların karşılıklı olarak NOTAMları kaldırma konusunda anlaşmaya varmaları 1980’de söz konusu olmuştur.

c. Kıta Sahanlığı Sorunu

Söz konusu sorun, Ege’de Kıta sahanlığı ile ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan’ın egemenlik sahalarının belirlenmesine ilişkin sorundur. 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 76. maddesinde yapılan tanıma göre kıta sahanlığı, kıyı devletinin kara sularının ötesinde bu devletin kara suları genişliğinin ölçülmesinde kullanılan esas hatlardan itibaren 200 mile kadar uzanan veya kara ülkesinin doğal uzantısında olan deniz yatakları ile bunların toprak altını kapsamaktadır. İki tarafın gerek karşılıklı notalarında gerekse çeşitli düzeylerde yapılan görüşmelerde soruna yönelik yaklaşımları aşağı yukarı açığa çıkmıştır ve şu noktalarda toplanmaktadır. Yunanistan; adaların da kıta sahanlığı bulunduğunu, ülkesel ve siyasal bütünlük ilkesinin kabul edilmesini, eşit uzaklık ilkesinin uygulanmasını isteyerek sorunun yargı yoluyla çözülmesinde ısrar etmektedir. Türkiye daha ziyade doğal uzantı, özel durumlar ve hakkaniyet ilkeleri üzerinde durmakta sorunun görüşmeler yoluyla ve anlaşmayla çözülmesini teklif etmektedir. Yunanistan, adalara da kıta sahanlığı tanınması yönündeki tezini 1982 Sözleşmesi’nin (mad.121/2) ilgili maddesine dayandırmaktadır. Ancak Türkiye’nin sözü edilen Sözleşme’yi imzalamamış olması nedeniyle bunların Türkiye’ye karşı ileri sürülmesi söz konusu değildir. Kaldı ki 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi de (mad. 121/3) üzerinde insan yaşamayan ve ekonomik bakımdan değersiz olan adaların münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığına sahip olamayacaklarını hükme bağlamıştır.

İki ülke arasında Kıta Sahanlığı sorunu, Türkiye’nin 1973 Kasım’ında Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) Ege’de petrol araştırma ruhsatı vermesi üzerine başladı. Yunanistan’ın ilk tepkisi Türkiye’nin araştırma ruhsatı verdiği bölgelerin kendi egemenlik sahasına girdiği yolundaydı. Türkiye kıta sahanlığı sınırını doğal uzantı ilkesinden hareket ederek Ege’nin en derin noktalarından geçecek şekilde belirlemişti. Yunanistan, Türkiye’nin 1976 Ağustos’unun başında Türk gemisi HORA’ya Ege’de petrol araştırması yaptırması üzerine Güvenlik Konseyi’ne ve aynı tarihte tek taraflı olarak Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmuştur. Yunanistan’ın başvurusunu değerlendiren Güvenlik Konseyi, 395 (1976) nolu kararında sorunun görüşmeler yoluyla çözülmesi üzerinde durmuştur. Öte yandan Yunanistan, Uluslararası Adalet Divanı’na yapmış olduğu tek taraflı başvurusunda biri geçici koruma önlemleri alması, diğeri ise sınırlandırmada başvurulacak ilkelerin tespiti olmak üzere iki istekte bulunmaktaydı. Divan, Yunanistan’ın ilk isteğiyle ilgili olarak 11 Eylül 1976 tarihli kararında telafi edilemeyecek bir zarara yol açılmadığı gerekçesiyle geçici koruma isteğini reddetmiş, Yunanistan’ın 19 Aralık 1978 tarihli ikinci isteğiyle ilgili kararında ise Ege Denizi Kıta Sahanlığı sorununa ilişkin yargı yetkisinin olmadığını bildirmiştir.

d. Adalar Sorunu

Ege adalarının askerden arındırılmış statüsünün Yunanistan tarafından ihlal edilmesinin ortaya çıkardığı sorundur. Türkiye ile Yunanistan arasındaki adalara ilişkin sorun özellikle doğu Ege adaları ile ilgili olup bunlar da üç grupta toplanmaktadır.

  • Boğazönü Adaları
  • Doğu Akdeniz Veya Merkezi Ege Adaları
  • Güneydoğu Ege Adaları veya Diğer Bir Adıyla On İki Adalar

Bunlardan Boğazönü Adaları (Limni, Semadirek, İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları) ile ilgili hukuki metinler, Lozan Barış Antlaşmasının 12. maddesi ve bu antlaşmanın ekinde yer alan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin 4. maddesidir. Bu maddelerde Limni, Semadirek, İmroz, Bozcaada ve Tavşan adalarının hiçbir şekilde askerleştirilemeyeceği ve tahkim edilemeyeceği belirtilmiştir.

İkinci grup adalar olan Saruhan Adaları da denen Merkezi Ege adalarının (Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adaları) askerden arındırılacağına ilişkin statüleri ise 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasının yukarıda belirtilen 12. maddesinin yanı sıra aynı Antlaşma’nın 13. maddesinde hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak bir şekilde gayet açık belirtilmiştir.

On İki Adalara gelince

Bunların aslında sayıları on dört olup Tampolia, Rodos, Kalki, Karpatos, Kozas, Piskopis, Miziros, Kalimnos, Leros, Patmos, Lipsos, Simi, Istanköy ve Meis adalarıdır. Lozan Barış Antlaşmasına kadar Türkiye’nin egemenliğinde bulunan bu adalar, söz konusu Antlaşma’nın 15. maddesi ile İtalya’nın egemenliğine bırakılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 10 Şubat 1947’de İtalya ile Yunanistan arasında yapılan Paris Barış Antlaşması’nın 14. maddesiyle bu adaların egemenliği Yunanistan’a bırakılırken askerden arındırılacağı da öngörülmüştü.

Yunanistan bu adaları 1964’ten beri askerîleştirmeye ve tahkim etmeye başlamıştır. Yunanistan, adaların statülerini değiştirme ve bunları silahlandırma yönündeki girişimlerine 1970’lerin başından itibaren bazı gerekçeler bulmaya çalışmıştır.

3. Türkiye-AET İlişkileri

Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, 1959’da AET’ye yapılan üyelik başvurusuyla başlamıştır. Türkiye ile AET arasında 12 Eylül 1963’te imzalanan ve Ankara Antlaşması olarak bilinen ortaklık anlaşması, 1 Aralık 1964’te yürürlüğe girmiştir. Ankara Antlaşması; Türkiye’nin AET’ye entegrasyonu için hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve nihai dönem olmak üzere üç devre öngörmüştür. İlk dönem Antlaşmanın yürürlüğe girdiği 1 Aralık 1964 tarihi itibarıyla başlamıştır. Taraflar arasındaki ekonomik farklılıkları azaltmaya yönelik “Hazırlık Dönemi” olarak belirlenen bu dönemde Türkiye herhangi bir yükümlülük üstlenmemiştir. Taraflar arasında 1970’te imzalanan ve 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol “Geçiş Dönemi”ne ilişkin tarafların karşılıklı taahhütlerini düzenlemekteydi.

Buna göre 12 ile en geç 22 yıllık bir süre sonunda malların (Gümrük Birliği) ve işçilerin serbest dolaşımı gerçekleşecekti. Türkiye-AET arasındaki ilişkiler, 1970-1980 arası dönemde siyasi ve ekonomik nedenlerden dolayı istikrarsız bir seyir izlemiştir. 1980’de Türkiye’de söz konusu olan askerî darbe ile de ilişkiler kesintiye uğramış ancak 1983’te sivil yönetime geçilince yeniden başlamıştır. 1984 yılından itibaren Türkiye’nin ithal ikameci politikaları hızla terk etmesi ile hızlanan dışa açılma sürecine paralel olarak 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren dondurulmuş bulunan Türkiye-AET ilişkilerinin yeniden canlandırılması süreci de başlamıştır.

4. Orta Doğu ile İlişkiler

Türkiye 1960 sonrasında izlediği dış politika ile Orta Doğu Ülkeleri’yle de bir yakınlaşma içinde olmaya özen göstermiş, 1967 Savaşı’nda ve sonrasında bu tavrını somut gelişmelerle ortaya koymuştur. Ankara hükümeti, 1967 Savaşı sırasında öncekilere göre daha net bir tavır ortaya koyarak kriz esnasında Arap ülkelerini desteklemiş ve topraklarında bulunan Amerikan üslerinin Araplara yönelik bir saldırıda kullanılmasına izin vermeyeceğini açıklamıştır. Türkiye, BM nezdindeki toplantılarda Arap tezlerine, işgal altındaki toprakların boşaltılması ve bağımsız Filistin devletinin kurulması yönündeki çabalara destek vermiştir. Türkiye’nin bu politika değişikliği bölge ülkeleri tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Türkiye, 1969 Ağustos’unda Mescid-i Aksa’nm yakılması olayına tepki olarak 25 Ağustos’taki Kahire Zirvesi’ne ve İslam Konferansı Örgütü’nün kurulması için 22-25 Eylül 1969’da Fas’ın başkenti Rabat’ta toplanan zirveye katılmıştır.

Türkiye’nin 1973 Savaşı sırasındaki politikası da Arapları destekleyici tarzda olmuştur. 1973 Ekim Savaşı sırasında İsrail’e yönelik artan Amerikan desteğinden diğer bölge ülkeleri gibi rahatsız olan Türkiye, savaş sırasında yaptığı açıklamalarda Arap topraklarının İsrail tarafından işgal edilmesini onaylamayacağını ve bölgede kalıcı bir barışın ancak Arap halkını tatmin edecek bir çözümden geçtiğini ifade etmiştir. Türkiye ayrıca ülkesindeki üslerin İsrail’e yardım amacıyla kullanılmasına izin vermeyeceğini açıklamıştır.

Türkiye, 1969’da bir teşkilat haline dönüştürülen İslam Konferansı’na 1975’te “de facto” üye olarak Kıbrıs için aradığı desteğe de kavuşmuştur. Türkiye, 1975’te BM Genel Kurulu’ndaki oylamada Siyonizmi ırkçılıkla eş değer gören kararı Orta Doğu Ülkeleri ile birlikte desteklemiştir. 1975’te BM Genel Kurulu’nda alman kararlar doğrultusunda FKÖ’yü Filistin’in tek meşru temsilcisi olarak tanımıştır. 1975’te İslam Konferansı Örgütü’nün Cidde’de gerçekleştirilen altıncı dışişleri bakanları toplantısına bizzat dışişleri bakanıyla katılan Türkiye, 1976’da İslam Konferansı Örgütü’nün dışişleri bakanlarının yedinci toplantısına ev sahipliği yapmıştır. Türkiye, 25-28 Ocak 1981’de Taif’te gerçekleştirilen İslam Ülkeleri Devlet Başkanları Zirvesi’nden itibaren İslam Konferansı Örgütü’nün zirve konferanslarına cumhurbaşkanı ile katılmaya başlamıştır. Türkiye 1975’e kadar dışişleri bakanlarının katıldığı toplantılara müsteşar düzeyinde, devlet başkanlarının katıldığı zirve toplantılarına ise dışişleri bakanı düzeyinde katılmaktaydı. 1976’da FKÖ’nün Türkiye’de bir büro açmasına izin vermiştir. Öte yandan İslam Konferansı Örgütü’nün Kıbrıs sorununa en açık desteği 1977 yılında Trablus’ta yapılan zirve konferansında söz konusu olmuştur.

5. Ermeni Sorunu ve ASALA Terörü

Ermeni Sorunu, 1915’te I. Dünya Savaşı esnasında Türkiye’de yaşayan Ermeni toplumuna Osmanlı İmparatorluğu tarafından soykırım uygulandığı iddiasına dayanmaktadır. İlgili tarihte Osmanlı idaresi tarafından Savaş esnasında kuzey ve doğu illerimizde Ruslarla, güney illerimizde ise Fransızlarla iş birliği yaparak Müslüman halka saldırılarını yoğunlaştıran Ermenilerin belli bir yerde nüfusun çoğunluğunu oluşturmalarını engellemek ve Osmanlı toprağı olan başka vilayetlere sevk ve iskânını sağlamak için bir yasa çıkarılmıştır. Tehcir Yasası da denen sevk ve iskân yasasının uygulanması esnasında savaş koşullarının da etkisiyle Türkiye’ye göre 400.000, Er-menilere göre ise 1.500.000 Ermeni hayatını kaybetmiştir. Ermeniler; savaş esnasında girmiş oldukları ittifak ilişkileri dolayısıyla yerli Müslüman halka katliam uygulayan Ermenilerin savaştan sonra ülkeden kaçmalarını dikkate almayarak savaş öncesi ve sonrasındaki nüfus farkının tamamının göç esnasında öldüklerini ve aynı zamanda bu göç politikasının bilinçli bir soykırım olduğunu iddia etmektedirler.

1975’te kurulan ASALA terör örgütü, 1915’te Osmanlı Devleti’nin Ermenilere soykırım uyguladığını dünyaya ve Türkiye Cumhuriyeti’ne kabul ettirerek Ermenilere tazminat ödenmesini ve kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri Anadolu topraklarının iadesini sağlamak için Türk hedeflerine terör saldırıları düzenleyen bir örgüttür. Söz konusu saldırılarda 42 Türk diplomatı ve 4 yabancı ülke vatandaşı hayatını kaybetmiştir. ASALA, 1985 yılından itibaren pasif hale gelmiştir. Örgüt, aktif olduğu dönemde IRA, İtalyan Kızıl Tugayları ve FKÖ ile iş birliği yapmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.