Soğuk Savaş’ın İlk Döneminde Türkiye’nin Dış Politikası

SOĞUK SAVAŞ’IN İLK DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI (1945-1960)

Soğuk Savaş’ın Başlaması ve Batı ile İlişkiler

II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan gelişmeler, 1990’a kadar devam edecek olan ve Soğuk Savaş adı verilen yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Soğuk Savaş ile Sovyetler Birliği’nin Doğu Bloku’nun, ABD’nin ise Batı Bloku’nun liderliğini yaptığı “iki bloklu” bir yapı ortaya çıkmıştır. Bu yapıda Türkiye’nin tercihi Batı Bloku ile birlikte hareket etmek biçiminde olmuştur. Türkiye, bu yeni yapı içerisinde Batı’nın oluşturduğu tüm organizasyonlara üye olmuştur. Örneğin Türkiye, Marshall Planı ile gündeme gelen OEEC’ye 1948’de, Avrupa Konseyi’ne 1949’da, NATO’ya ise 1952’de üye olmuştur. Türkiye ile Batı arasında NATO bağlamındaki anlaşmaların yanı sıra ikili bir takım anlaşmalar da yapılmış, böylece Batı’nın oluşturduğu blok ve onun oluşturduğu güvenlik yapılanması içerisinde Türkiye yerini almıştır. Türkiye bu dönemde Batı’ya aşırı bağımlı bir ülke görünümü sergilemiş, Batı’nın ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket ediyor görünümü öne çıkmıştır.

ABD ile İlişkiler

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türk-Amerikan ilişkilerini belirleyen asıl unsur, konjonktürel faktörler olmuştur. Bu bağlamda Savaş sırasında başlayıp Savaş’tan sonra giderek somutlaşan Sovyet tehdidi, Türk-Amerikan ilişkilerinin gidişatını da belirlemiştir. Sovyetler Birliği; Savaş sırasında Türkiye’den Boğazların ortak kontrolünü ve bu bağlamda üs talep etmekte, ayrıca Doğu Anadolu’daki bir kısım toprakların (Kars ve Ardahan) kendisine bırakılmasını istemekteydi.

Sovyetlerin Savaş’tan sonra İran’ı terk etmek istememesi ve Yunanistan’daki iç savaşta komünist unsurları desteklemesi de Amerikan politikasının yeni uluslararası angajmanlarında kuşkusuz önemli rol oynamıştır. İngiltere’nin Savaş’tan ağır hasarla çıkması ve Orta Doğu’daki geleneksel Batı çıkarlarını koruyacak durumda olmaması ABD’yi yalnızcılık politikasına geri dönme ile Batı’nın liderliğini oynama politikası arasında bir tercih yapmak durumunda bırakmıştır. 1947’de ilan edilen, Türkiye ve Yunanistan’a askerî yardım yapılmasını öngören Truman Doktrini ile Batı Avrupa’nın yeniden inşasını öngören Marshall Planı Amerika’nın tercihini ikinci yönde yaptığının açık işaretleriydi. Truman Doktrini her ne kadar sadece Türkiye ve Yunanistan’a odaklanmış gibi görünse de ABD’nin olası Sovyet tehdidi karşısında benzer politikayı sürdüreceğini ifade etmekteydi. Önceleri Marshall Planı kapsamına alınmayan Türkiye, İnönü hükümetinin girişimleri sonucunda 4 Kasım 1948’de plan kapsamına alınarak bu programdan diğer Avrupa ülkeleriyle beraber ekonomik yardım almaya başlamıştır.

Türkiye, II. Dünya Savaşı’nı izleyen iki kutuplu yapıda tercihini Batı Bloku içinde yer almak isteyerek ortaya koymuştur. Türkiye’nin NATO’ya alınmasına ilk başta üye ülkelerin büyük bir kısmı karşı çıkmışlardır. Nitekim 1949 Nisan’ında kurulan NATO’ya ilk müracaat, 5 Mayıs 1950’de İnönü hükümeti tarafından yapılmıştır. Türkiye’de 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimleri kazanan Menderes hükümeti, 11 Ağustos 1950’de başvuruyu yenilemiştir. Bu arada 25 Haziran 1950’de Kuzey Kore kuvvetlerinin Güney Kore’ye saldırısıyla Kore Savaşı başlamıştır. Türkiye, bu çerçevede oluşturulan uluslararası güce 4.500 kişilik bir kuvvetle katılmasına rağmen NATO Konseyi 1950 Ağustos’unda Türkiye’nin başvurusunu reddetmiştir. Türkiye’nin üyeliği, uzun tartışmalar sonucunda ABD’nin diğer NATO üyesi ülkeleri ikna etmesiyle 1952 Şubat’ında gerçekleşmiştir.

Orta Doğu ile İlişkiler

1947’de BM Genel Kurulu’ndaki Filistin’in Yahudiler lehine bölünmesinin oylandığı toplantıda Araplar ile birlikte hareket eden Türkiye, 1949 Mart’ında İsrail’i tanıyan ilk ve tek Müslüman ülke olarak Orta Doğu’dan ve İslam dünyasından uzaklaşmıştır. Türkiye’nin bölge politikasına ters düşmesi ve uzaklaşma süreci 1951 Ekim’inde ABD, İngiltere ve Fransa ile birlikte Mısır’a Orta Doğu komutanlığı teklifini götürmesi, monarşinin işbaşında olduğu Mısır hükümeti tarafından kabul edilmeyen bu projenin ardından Türkiye’nin 1952 Şubat’ında NATO’ya alınmasıyla yeni bir aşamaya gelmiştir.

1954’te Yunanistan ve Yugoslavya ile Balkan Paktı’nı oluşturan Türkiye, 1955’te de Irak, İran ve Pakistan ile birlikte İngiltere’nin de katıldığı Bağdat Paktı’nın kurulmasına öncülük etmiştir. Türkiye, Bağdat Paktı’nda yer alırken bunun tüm Orta Doğu Ülkeleri’nin yer alacağı bir örgüt olacağını, böylece Türkiye’nin Orta Doğu Ülkeleri ile ilişkilerinin gelişeceğini düşünmüştü. Mısır’ın bu örgütlenmeyi kendine yönelik bir yapılanma olarak değerlendirmesi üzerine diğer Orta Doğu Ülkeleri de örgüte tereddütle yaklaşmışlardır. Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı Bağdat Paktı, bir anda Batı’nın emperyalist amaçlarının bir aracı gibi görünmüştür. Türkiye, kendini hiç arzu etmediği bir sürecin içerisinde bulmuştur. Irak’ta 1958 Temmuz’undaki askerî darbe sonucu monarşinin devrilmesiyle iktidara gelen General Kasım hükümetinin 1959 Mart’ında Irak’ın Bağdat Paktı’ndan ayrıldığını açıklamasıyla ittifakın adı CENTO olarak değiştirilmiş, merkezi de Ankara’ya taşınmıştır. 1979’da İran’da Şah’ın devrilmesiyle iktidara gelen Tahran yönetiminin de ayrıldığını açıklaması üzerine ittifak dağılmıştır. Türkiye tarafından hem Sovyet yayılmacılığına karşı bir savunma ittifakı hem de bölge ülkeleri arasında birliğin sağlanmasına hizmet edeceği düşünülen ittifak, özellikle İkincisini gerçekleştirmede başarısız olmuştur. Birincisinin de monarşinin yıkıldığı ve Irak’ın Sovyet etkisine girdiği düşünülecek olursa pek başarılı olmadığı söylenebilir.

Türkiye 1956 Süveyş Krizi sırasında İsrail, İngiltere ve Fransa’nın 29-30 Ekim’de Mısır’ı işgal etmesi üzerine İsrail ile diplomatik ilişkilerini 1956 Kasım’ında maslahatgüzar seviyesine indirmiştir. Bu jest, o günlerin Orta Doğu’sunun tozlu ve bulutlu ortamında kaybolup gitmiş ve hiçbir olumlu etki yapmamıştır.

Türkiye, Süveyş Krizi sonrasında bölgede Sovyet etkisinin artmaya başlamasına bir tepki olarak Amerikan yönetimince gündeme getirilen Eisenhower Doktrini’ni destekleyen az sayıdaki ülkeden biri olmuştur. Amacı, Sovyetler Birliği’nin doğrudan ya da dolaylı tehdidi ile karşı karşıya kalan bölge ülkelerinden talep gelmesi halinde askerî güç de dâhil her türlü yardımın yapılmasını öngörmekteydi. Sovyetlerle girdiği ilişkiler yüzünden aşırı silahlandırılan Suriye ile Türkiye’nin ilişkileri 1957 Ekim’inde gerginleşmiş hatta bir savaşın eşiğine kadar gelinmiştir.

SSCB ile İlişkiler

1953’te Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev’in işbaşına gelmesiyle bu devletin Türkiye’ye karşı tutumu yumuşamıştır. Bunun sonuçları ancak 1960’ın başında meydana gelen bazı olaylardan sonra görülmüştür. Kruşçev’in iktidara geldiğinde yaptığı ilk açıklamada Sovyetler Birliği’nin Stalin dönemindeki politikasının değiştiği, Türkiye’den toprak ve benzeri taleplerinin artık gündemde olmadığı ifade edilmiştir. Türkiye, bu açıklamaları ihtiyatla karşılamış ve bu yaklaşımı ilişkilerin düzeltilmesi için yeterli bulmamıştır. 1950’lerin sonlarına doğru özellikle 1959’da Sovyetlerle bir yakınlaşma başlamıştır. 1960 askerî darbesiyle iktidardan düşürülmesinden hemen önce Menderes’in planladığı Moskova gezisi gerçekleştirilmemiş olsa da bir parlamenter heyeti Moskova’ya gönderilmişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.