Modern Çağda Uluslararası İlişkiler

MODERN ÇAĞDA ULUSLARARASI İLİŞKİLER

XIX. yüzyılla başlayan modem dönem, önceki dönemlerden farklı özelliklere sahiptir. Bu yüzyılda uluslararası ilişkilerde yaşanan gelişmelerden ilki ulusçuluğun (milliyetçiliğin) gelişmesidir. Bu gelişmelerde özellikle Amerikan bağımsızlık süreci (1776) ve Fransız Devrimi’nin (1789) oldukça büyük etkisi olmuştur. Bu gelişmeyle birlikte insanların merkezi devlete olan duygusal bağlılıkları artmış ve sıradan vatandaşların da siyasal yaşama katılmaları söz konusu olmaya başlamıştır. Bunun sonucu olarak ulusal önderler; siyasal örgütlenmelere temel teşkil eden unsurların dil, din, etnik benzerlikler olduğunu ve bu nedenle devletin ulusçuluk temeli üzerine oturtulması gerektiği fikrini benimsemeye başlamışlardır. Bu doktrinin neticesi olarak Avrupa’da ulusçuluk hareketleri hız kazanmış ve etnik temel üzerine kurulmamış devletlerden özellikle Rusya, Avusturya Macaristan imparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu gibi çok uluslu devletler yıkılmışlardır. XIX. yüzyılda Avrupa’ya hâkim olan yeni olgu, ulusal bağımsızlık hareketleri olmuştur.

Ulusçuluğun gelişmesiyle beraber ortaya çıkan önemli bir olgu da ulus-devletlerin ortaya çıkışıdır. Fransız Devrimi’yle başlayan süreç I. Dünya Savaşı öncesinde yaşanan ayaklanmalarla kendini gösterse de I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle beraber hızlanmıştır. Bu süreç, II. Dünya Savaşı’yla sömürge karşıtlığının artması neticesi yeni bir ivme kazanmıştır.

Ulusçuluğun gelişmesinin diğer bir sonucu ise kamuoyunun hükümetlerce askerî ve diplomatik pazarlıklarda dikkate alınması olmuştur. XIX. Yüzyılda hükümetler, kamuoyunun savaşları ve kendi diplomasilerini desteklemeleri konusunda harekete geçmişlerdir. Yine bu yüzyılda diplomasi ve dış politika çok daha karmaşık bir hale gelmiştir. Hâlbuki XVIII. yüzyılda kamuoyunun düşüncelerini ve tepkisini dikkate almadan ittifaklara girip çıkma ve ittifak değiştirme söz konusu olabiliyordu. Oysa XIX. yüzyılın sonuna doğru otoriter rejimlerde bile kamuoyunun tepkisini, beklentilerini, özellikle demokratik rejimlerde görülen kamuoyunun yanı sıra parlamento, muhalefet partileri ve basını dikkate almak zorunluluk haline gelmiştir.

XIX. yüzyılda ulusçuluktan sonra uluslararası politika açısından sonuçlar doğuran diğer bir gelişme, bilimsel ve teknolojik buluşların savaşlara uygulanabilmesidir. Bir taraftan kamuoyunun diplomatik ve askerî konulara ilgisinin artması hükümetlerin kolaylıkla büyük ordular oluşturmasına yardım ederken diğer taraftan askerî teknolojideki gelişmeler, askerî plan ve stratejiler ile bunlarda meydana gelen değişiklikleri daha yakından ve hızlı bir şekilde takip etme imkânı sağlamıştır.

XIX. yüzyıl Avrupa sisteminde görülen diğer bir özellikse bu dönemde ideolojik öğelerin ortaya çıkması, bunun uluslararası ittifakların oluşmasında ve çatışmaların çıkmasında etkin bir faktör olarak devreye girmesidir. Bunun ilk örneğini Fransız Devrimi, onun ruhunu oluşturan özgürlük ve eşitlik düşüncesine dayanan cumhuriyetçilik ile mutlakıyetçi rejimler arasındaki çatışma ve bu çerçevede oluşan ittifaklarda görüyoruz.

XIX. yüzyıl uluslararası sisteminin bir başka özelliği de bu dönemin sonuna doğru uluslararası sisteme yeni devletlerin girmesiyle aktör sayısının artması ve bu çerçevede uluslararası sistemin sınırlarının genişlemesidir. Artık sınırlı sayıda devletin katıldığı ve uluslararası ilişkilerin Avrupa sisteminden ibaret düşünüldüğü yapının değişmesi ve uluslararası ilişkilerin alanının tüm dünyayı kapsayacak şekilde genişlemesi söz konusu olmuştur.

Ulusçuluğun dışında Fransız Devrimiyle başlayan sürecin diğer bir özelliği iktisadi liberalizm ve serbest ticaret anlayışının bütün dünyaya yayılması olmuştur.

20.yüzyılda uluslararası ilişkilerin temel özellikleri; devletin dışında başka siyasal aktörlerin de uluslararası ilişkilere katılması, nükleer silahlar ve gönderme araçlarının ortaya çıkması, bağlantısızlar hareketinin gelişmesi, ideolojik çabalar ve çatışmaların uluslararası ilişkilere egemen olmasıdır.

Temel özelliklerine başlıklar halinde değinilen XX. yüzyıl uluslararası ilişkilerinin yapısı, esas itibarıyla II. Dünya Savaşı sonrası gelişmelerle ortaya çıkan iki kutuplu sistem etrafında dönen ilişkilerdir. Bu çerçevede 1939’a kadarki uluslararası sistemin yapısı genel özellikleriyle güç dengesi sistemine benzemekle beraber 1945’ten sonra meydana gelen gelişmeler ışığında ortaya çıkan sistem iki kutupluydu.

Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk’ta Sovyetler Birliğinin desteğiyle komünist partilerin iktidara gelmesi; diğer taraftan Sovyetler Birliğinin savaş sırasında işgal etmiş olduğu İran’dan savaş sona ermiş olmasına rağmen askerlerini çekmemesi, Yunanistan’daki iç savaşta komünistleri desteklemesi, Türkiye’den toprak (Kars ve Ardahan’ı) ve Boğazlarda üs istemesi Sovyetler Birliği’nin niyetlerini ortaya koyan gelişmeler olmuştur. Ayrıca bu gelişmeler, savaş sırasındaki iş birliğinin savaştan sonra mümkün olamayacağının Batılı Ülkeler tarafından anlaşılmasına neden olmuştur.

Bu çerçevede 1949 Nisanında ABD’nin önderliğinde NATO kurulmuştur. Doğu Bloku’nda ise 1955 Mayısında Varşova Paktı kurulmuştur. Bunların yanında 1949 Çin Devrimi, Kore (1950) ve Vietnam (1965-1973) savaşları, Berlin Krizi (1962), U2 Casus Uçağı Olayı (1962), Küba Füzeleri Krizi (1962) gibi olaylar; iki kutuplu sisteme hâkim olan Soğuk Savaşı zaman zaman tehlikeli boyutlara ulaştıran olaylar olmuştur. Bu dönem 1960’ların ortalarına kadar bu şekilde devam etmiş ve bundan sonra iki blok arasında yumuşama doğrultusunda önemli adımlar atılmıştır.

Bu dönemde Doğu ve Batı Blokları arasında imzalanan çok sayıda ekonomik, ticari, kültürel içerikli anlaşmaların yanı sıra SALT I ve yürürlüğe giremeyen SALT II özellikle 1980’e kadar olan dönemin en önemli gelişmeleri sayılabilir.

1979’da SSCB’nin Afganistan’ı işgaliyle başlayan, SALT H’nin yürürlüğe girmemesi, İran Irak savaşı ile devam eden ve Gorbaçov’un SSCB Komünist Partisi Genel Sekreterliğine geldiği 1985’e kadarki dönem istikrarsız bir dönem olmuştur. Bazı yazarlar bu dönemi yeni Soğuk Savaş veya İkinci Soğuk Savaş dönemi olarak adlandırmışlardır.

1980’lerin ortalarından itibaren 1990’a kadar geçen dönemde uluslararası sisteme tekrar yumuşama havası hâkim olmuştur. Nitekim 1979’da kesintiye uğrayan silahsızlanma görüşmeleri bu dönemde tekrar başlamıştır. Gorbaçov’un işbaşına gelmesiyle birlikte başlatmış olduğu glasnost ve perestroika (açıklık ve yeniden yapılanma) politikaları çerçevesinde önemli gelişmeler yaşanmıştır.

Bu arada devam eden silahsızlanma görüşmeleri sonucunu vermiş, 8 Aralık 1987’de INF antlaşması olarak bilinen ve orta menzilli füzeleri kapsayan antlaşma Reagan ve Gorbaçov tarafından Washington’da imzalanmıştır. Ayrıca bu dönemde stratejik silahlarla ilgili daha kapsamlı bir antlaşma konusunda önemli ilerlemeler sağlanmış, START I Antlaşması ABD Başkanı Bush ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Yeltsin tarafından 31 Temmuz 1991’de imzalanmıştır. Bu alanda sürdürülen çalışmalar 3 Ocak 1993’te START II’nin Moskova’da yine Yeltsin ve Bush tarafından imzalanmasıyla yeni bir aşamaya gelmiştir.

Stratejik Silahların Sınırlandırılmasına yönelik SALT I, ABD Başkanı Nixon ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Brejnev tarafından 26 Mayıs 1972 de Moskova ’da imzalanmış ve 3 Ekim 1972 ’de yürürlüğe girmiştir.

Stratejik Silahların Sınırlandırılmasına yönelik olarak SALT II, 18 Haziran 1979’da ABD Başkam Carter ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Brejnev arasında Viyana ’da imzalanan SALTII yürürlüğe girmemiştir.

SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla ortaya çıkan Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerin özellikleri şüphesiz pek çok yönüyle önceki dönemlerden farklı bir görünüm sergilemektedir.

Bu dönemin temel özelliklerinden biri uluslararası ilişkileri belirleyen temel öğenin askerî güçten ziyade ekonomik ve mali güç olmasıdır. Bunun sonucu olarak bölgesel ekonomik birleşme hareketleri hızlanmıştır. Avrupa Birliği ülkeleri, ekonomik iş birliği veya serbest ticaret bölgesi oluşturmanın çok ötesinde siyasal ve askerî konular gibi hemen hemen her alanda üye ülkeler arasında ortak politikalar üreterek bir blok halinde hareket etmeye çalışmaktadırlar. Kuzey Amerika ülkelerinden ABD, Kanada ve Meksika arasında Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) kurulmuştur. Ardından da ABD ve Kuzey Amerika ülkeleri ile Asya-Pasifik ülkeleri arasında ekonomik iş birliğini öngören APEC’in kuruluşu bölgesel ekonomik birleşmeler adına oldukça önemli bir gelişmedir. Bu arada Rusya, kendi etki alanında bulunan ülkelerle beraber Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) içerisinde ekonomik ve siyasal bir blok oluşturma amacını taşımaktadır.

Soğuk Savaş sonrasında uluslararası ilişkilerin önemli bir özelliği de nükleer silahların yaygınlaşması ve tahrip gücünün artmasıyla beraber büyük güçler arasında savaş çıkma ihtimalinin azalmasıdır. Savaş teknolojisindeki gelişmeler çerçevesinde nükleer silahların yanında konvensiyonel silahların da tahrip düzeyinin büyük boyutlara ulaşmış olması savaşa başvuracak devletler için caydırıcı bir unsur olduğundan savaş, dış politikada amaca ulaşmada kestirme bir yol olmaktan önemli ölçüde çıkmıştır. Özellikle nüfusun ve sanayileşmenin hızla arttığı bir dünyada, söz konusu bütün yerleşim ve sanayi merkezlerinin hedef olma ihtimali savaşların riskini ve maliyetini dayanılmaz ölçülere ulaştırmıştır. Ayrıca çıkacak savaşların zaman, mekân ve kullanılan silahlar bakımından sınırlanmasının zorluğu ve kısa bir süre sonra topyekûn bir savaşa dönüşme olasılığı içermesi savaşa başvurmayı önleyen nedenlerden bir diğeridir.

Ortaya çıkan bu yeni yapıyı geçmiş dönemlerden farklı kılan bir diğer öge de içinde bulunduğumuz dünyada hızla artan ekonomik karşılıklı bağımlılık olgusunun sorunların savaşa varmayan yöntemlerle çözülmesini zorunlu hale getirmiş olması ve bu durumun savaşı önleyici önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmasıdır. Artan uluslararası ticaret, ham madde ve yeni pazar gereksinimlerinin yanı sıra çok sayıda ülkede yatırım ve üretim faaliyetlerini sürdüren, sayıları her geçen gün hızla artmakta olan çok uluslu şirketler uluslararası ekonomik bağımlılığın hızla artmasını da beraberinde getirmişlerdir.

Soğuk Savaş sonrasını iki kutuplu sistemden ayıran önemli bir öge ise diplomasinin uygulama alanının genişlemesiyle beraber öneminin artmış olmasıdır.

Bunun en önemli nedeni iki kutuplu sistemlerde bireysel politikalardan çok blok politikaların önemli olması ve sorunların genellikle bloklar arası çatışma (örneğin Doğu-Batı çatışması) çizgisine çekilmesidir. Zira iki kutuplu sistemde çoğu zaman tek bir devletin güvenliği, içinde bulunduğu blokun genel güvenliği ile çakışmaktaydı. Bu nedenle bireysel tehditten ziyade bloka yönelik tehditlerden söz edilmekteydi. Sorun karşısında birlikte hareket edildiğinden bireysel diplomatik yöntemlere ihtiyaç duyulmamaktaydı. Blokların dağılmasıyla beraber sorunların blok sorunları olmaktan çıkıp bireysel sorunlar haline gelmesi, devletlerin kendi diplomasi yöntemlerini dikkatli bir şekilde uygulamalarını gerektirmiştir.

Günümüzde savaşın uygulanabilirliğinin azalması savaş dışı diğer araçların önemlerinin öne çıkmasını da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda yukarıda üzerinde durulan ekonomik yöntemlerin yanında kitle iletişim araçlarının kullanılması ve propaganda yoluyla gerek diğer ülke kamuoyunu etkilemeye çalışma gerekse dünya kamuoyunu kendi politikalarına inandırma çabası daha fazla önem kazanmıştır.

Bu dönemin en önemli özelliği siyasal ve askerî gücün yerini ekonomik gücün almaya başlamasıdır. Hatırlanacağı üzere Soğuk Savaş döneminde bir devletin uluslararası etkinliğini belirleyen temel faktörler, siyasal ve askerî güçleriydi. Bu gün artık uluslararası alanda güç dağılımını kapitalist rekabet belirlemektedir. Söz konusu ekonomik rekabet, Kuzey’in gelişmiş devletleri ile Güney’in az gelişmiş devletleri arasındaki uçurumun gittikçe büyümesini de beraberinde getirmektedir. Bu durum; çoğunluğu Asya, Afrika ve Latin Amerika’da bulunan az gelişmiş Güney Ülkeleri ile Kuzey’in zengin ülkeleri arasındaki gerilimin artmasına yol açmaktadır.

ABD ve SSCB’nin temsil ettiği iki kutuplu yapının kaybolduğu günümüzde Asya’da Japonya ve Çin, Avrupa’da Avrupa Birliği, Orta Asya’da Rusya, Kuzey Amerika’da ABD şimdilik küresel güçlerdir. Bununla beraber Avrasya’da Türkiye ve İran, Asya’da Hindistan, Latin Amerika’da Brezilya, Venezüella ve Şili, Afrika’da Nijerya, Orta Doğu’da Mısır, Suudi Arabistan ve İsrail yeni bölgesel güç odakları görünümündedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.