Sultan Murad Hüdavendigar Han

SULTAN MURAD HÜDÂVENDİGÂR HAN (1360–1389)

Şehzade Murad’ın gönlünde hangi aslan yatardı bilinmez. Yalnız, görünen o idi ki, babasının padişahlığından ağabeyi Süleyman Paşa’nın veliahtlığından memnundu. Hiçbir şikâyeti duyulmadan, bir komutan olarak, canla başla çalışıyor, fetihlerde hisse sahibi oluyordu. Önce, ağabeyinin kazaen ölümüyle önünde açılan ikbâl yoluna girmesi, kendini devletin başına geçmeye hazırlaması kolay değildi. Öyle bir ihtimal aklından geçen bir şey değilken birden bire meydana gelmişti. Veliaht olup ileride nasıl bir padişah olacağına dair hayaller geliştirmeden babası da vefat etmişti. İki ölüm arasında geçen zaman, zihnen hazırlanması için bile kâfi değildi. Bütün bunlar bir tarafa, Orhan Gazi’nin iki oğlu daha vardı. Bunlar acaba boş mu duracaklardı?
Orhan Gazi’nin ölümünden üç sene önce (1356) İzmit Sancakbeyliği’nde bulunan Şehzade Halil Bey Körfez’de kayıkla gezinirken Foça korsanları tarafından esir alınmıştı. Bizans İmparatoru’nun, kızından torunuydu. Orhan Gâzî, oğlunun kurtulması için Bizans’a müracaat edip, gerekli fidyeyi verip Şehzadeyi kurtarmalarını istemişti. Bizans devamlı Orhan Gazi’ye muhtaç olduğu için maddî yardım talep edilişine sevinmiş, bir miktar para ile durumunu kuvvetlendirmişti. Daha önce başarısız bir Foça muhasarası yapan Orhan Gazi’nin kayınpederi, işi parayla halletmek mecburiyetindeydi. Netice itibariyle Halil Bey iki sene üç ay sonra kurtarılabilmişti.
Orhan Gazi’nin bu oğlu Halil Bey’den başka, bir de, adı İbrahim olan Şehzadesi var idi. Ağabeylerinin saltanata başlamasıyla, bu iki şehzadenin isyana teşebbüs ettiği, dolayısıyla öldürüldükleri rivayet edilmektedir.
Sultan Murad’ın eşkâli şöyle anlatılıyor: Şahin bakışlı, seyrek dişli, gerdanı yüksek, heybetli, şen ve güzel bir padişah idi.

Şehzade Bâyezid’in Doğumu
Sultan Murad 36 yaşında devletin başına geçti. İlk aylar içerisinde bir oğlu dünyaya geldi ve Bâyezid adını verdiler. İleride kendi gayretiyle bir isim daha alacak, Yıldırım Bâyezid olacak; o günleri göreceğiz.
Şimdi, Murad Gazi’nin devri saltanatını fazla ayrıntıya girmeden seyretmeye çalışacağız. Babasından kalan devlet ikmal edilmemiş, uçsuz bucaksız bir inşaat gibiydi. Âdeta, önceleri, gecekondu vasfında yapılmış, geçen her zaman temelin sağlamlaştırılmasını odaların artırılmasını icabettiriyordu. Bundan sonrası için gecekondu tabirinin yersiz olduğu kesindi, hatta konak olmayı da geçmiş bir saray sayılır. Aynen Fâtih’in başladığı Topkapı Sarayı gibi. Devamlı yeni ilavelerle büyüyen Topkapı Sarayı ne ise Osmanlı Devleti de o idi. Her yeni Padişah gücü nispetinde ilavelere mecburdu. Kesin bilinen şu ki işin durmaya tahammülü yok. Bu büyük binanın ikmali için elde bulunan, dünyanın en iyi ustaları şanlı kumandanlar ve onları yönetecek mimarbaşı Sultan Murad hiç ara vermeden çalışacaklardı.
Lala Şahin Paşa Rumeli Beylerbeyi olarak Güney Bulgaristan’ın fethiyle görevlendirildi. Evrenos Bey’e Batı Trakya havale edilip Sultan Murad Dimetoka’ya geldi. Eski Zağra ile Filibe’nin fethinden sonra, Rodop ve Balkan Dağlan arasındaki Doğu Rumeli’nin en mühim kısmı Türk topraklarına katıldı. Gümülcine ve çevresi alındı. Türk fetihlerinden buna¬lan ve korkan Bizans İmparatoru Osmanlı himayesini kabul etmek zorunda kaldı.
Kısa zamanda gerçekleşen bu hâdiseler Sultan Murad’ın kendine güvenini pekiştirip, devamlı, hedefini büyütüyordu.
Sultan Murad cengâverleriyle beraber Rumeli’de büyük işler başarırken, arkada Karamanoğlu’nun huzursuzluğu artıyor, Sultan Murad aleyhine devamlı fikirler, tedbirler diziyordu. Venedik ticarî menfaatlerini şimdilik ön planda tutuyor, Türklerle savaşmayı düşünmüyordu. Macar Krallığı ise büyük bir tehlikeydi. Yalnız, Macarların lehine olmayan şey mezhepleridir; koyu Katolik olan Macarların Ortodoks olan Hıristiyanları kendi mezheplerine sokmaya çalışması, etraflarına müttefik bulmalarım zorlaştırıyordu. Eğer bu taassuplarını bırakırlarsa, kuracakları Haçlı birliği ile Türk Devleti’ni yıpratabilirlerdi.

Ankara ve Sultanönü Havalisi’nin İşgali
Daha önce Süleyman Paşa’nın Ankara’yı aldığı yazılmıştı. Belli bir zamana kadar bilinen tarihimiz tam biliniyor sayılmaz. O, bir kuşatma olabilir. “Klasik rivayete göre Ankara Kalesi ilk defa olarak işte bu tarihte zaptedilmiştir.”

Kadı-askerlik İhdası ve Beylerbeyiliğe Hanedandan Olmayanların Getirilmeye Başlanması (1361)
Orhan Gâzî zamanında lüzumu hissedilmeyen bir kurum olarak Kadı-askerlik hayata geçirildi. Askeriyede meydana çıkacak dinî meselelerin halli için, başvurulacak bir otorite şart olmuştu. Sultan Murad istiyordu ki, dinî meselelerde savsaklama olmasın akıllara gelen sualler cevabını çabuk bulabilsin.
Bilecik Kadılığı ile ve Sultan Orhan’a verdiği kıymetli fikirlerle büyüyen Çandarlı Halil Kadıaskerlik için en uygun kişiydi ve onun tayini yapıldı.
Şimdiye kadar en mühim vazifeler dileyen kişilere veriliyordu. Beylerbeyi olacak insanın Osman Gâzî’den kan almış olması gerekliydi, artık o da değişti. Buradan anlaşılan o ki, tutucu zihniyet yok. Ne zaman, ne, nasıl yapılmalıysa ona bakılıyor.
Sultan Murad’ın Lalası Şahin, Lala Şahin diye anılırdı. Sonradan Paşalıkta verildi. Gayet ehemmiyetli bir şahsiyet olduğunu gösterdi; yeri geldikçe bahsedilecek. İşte bu Lala Şahin Beylerbeyi yapıldı. Rumeli Beylerbeyi.

Edirne’nin Fethi (1363)
Lala Şahin Bey’in en önemli ilk işi Edirne’nin fethi oldu. Süleyman Paşa’nın fütuhat sahası içine giren, onun ölümüyle elden çıkan Edirne, Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Bey ve Hacı İlbeği komutasında çarpışan asker tarafından tekrar fethedildi. Gümilcine, Eski Zağra ve Yenice de aynı sene içinde fethedildi.

Yeniçerilik ve Pencik Meselesi
Orhan Gâzî devrinde başlanmış olan Yeniçerilik herhalde esasa şimdi kavuşuyor. Yahut rivayetlerde tekrar var. Türkiye’de genel kabul gören Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu Orhan Gâzî tarafından kurulduğu, Murad Han tarafından bu, Pencik meselesiyle beraber yeni bir hüviyete kavuştuğu yönündedir.
Âşıkpaşaoğlu Tarihi’nde bu husus şöyle anlatılıyor:
Fetihlerin devam ettiği, esir ve ganimetin bir hayli arttığı günlerdi. Karamanlı olduğu bilinen Kara Rüstem adlı bir bilge kişi Murad Han diyarına gelmiş, esirleri ve ganimeti görmüş, onlarla ilgili gerekli işlemlerin yapılmadığını da fark etmiş. İşte bundan sonrası:
Kara Rüstem Çandarlı Halil Paşa’yla görüşüp ona dedi ki:
– Bu hanlık mallan niye ziyan edersiniz?
Kadı bunun ne olduğunu sorunca, Kara Rüstem esirleri gösterir ve:
– Bunları gaziler alırlar, Tanrı buyruğunda bunların beşte biri hanındır. Niçin almazsınız” der.
Kazasker bunu Han’a arzedince: Sultan Murad’dan “Tanrı buyruğu neyse yap” emrini alır. Kara Rüstem ile Çandarlı Halil’in gayretleriyle her esirden 25 akçe alınır.”
“Gâzî Evrenos’a da haber gönderip, elde edilen esirlerin beşte birini al, dediler. Beş esiri olmayanın her esirinden 25 akçe al, dediler. Bu tertip üzerine Evrenos da bir kadı tayin etti. Hayli oğlanlar topladı. Han’a dedi ki, “bunları Türklere verelim. Türkçe öğrensinler. Bunları da çeri yapalım.” Öyle nice yıllar bunları hizmette kullandılar. Sonra devlet kapısına getirdiler. Adları eskiden beri çeri iken yeniçeri koydular. Yeniçeri bunun zamanında çıktı.”
Bir yabancı yazar kitabında Yeniçeriliğin kurucusu olarak Birinci Murad’ı, tarih olarak da 1365’i kabul ediyor ve diyor ki: “I. Murad Yeniçeri birliklerini kurduğunda, ailesini şaşılacak biçimde genişletti. Osman ile Orhan, Kur’ân’ın hükümdara izin verdiği biçimde toprak ve altın şeklindeki ganimetlerden beşte birini alırlardı. Murad, esirlerin beşte birini de almaya başladı.”
Kim ne söylerse söylesin o vakit Osmanlı Devleti’nin en iyi buluşlarından biri Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuydu. Hıristiyan yazarlar haklı olarak bu konuyu öfkeyle anıyorlar. Onlara göre, Türkler Hıristiyan’ı Hıristiyan’a kırdırmıştı.
Sultan Murad asker sıkıntısını böyle gidermişti. Çoğalan cephelere çoğalan askerle yetişebilirdi; çaresini de bulmuştu. Türk evlerinde dili, dini, töreyi öğrenip iyi bir Müslüman olan ve Türkleşen Hıristiyan çocuklan yeni girdikleri din için kılıç sallayacaklardı.
Gerçi, Orhan Gâzî zamanında Hıristiyan çocuklar toplanmaya başlanmıştı. O zamanda bu toplanan çocuklar Türk evlerine yerleştiriliyor, hem dinî eğitim, hem de gelenek, görenek yönünden yetiştiriliyorlar, sonra da askeri eğitim görerek orduya iştirak ettiriliyorlardı. Sultan Murat’ın yaptığı, bu işi resmileştirmekten ibaretti.
Cihan Nümâ’da yeniçeriliğe atılan ilk adım şöyle anlatılır:
” …hayli oğlanlar cem idüb Murad Han Gâzî’ye getürdiler. Çandarlı Hayrüd-din Paşa eytdi. “Bunları Türke virelüm. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler. Sonra getürelüm, yeniçeri olsunlar” didi. Pes öyle idib ye-men fe yevmen yiniçeri ziyâde oldı. Evvel Türke virüb bir nice yıl kallanur, hem Türkî öğrenüb, hem müslüman olur. Andan kapuya getürüb ak-börk giyürüb adım yiniçeri kodılar. Pes yiniçeri ve solaklar Murad Han zamanında ihdas oldı…”

“Türk’e vermek” sözünü biraz açmak lâzım. Yönetici sınıf kendisini başka bir adla tarife başlamış olacak ki, evinde barkında, çiftinde çubuğunda bulunan insanlara Türk diyorlar. Belki de, hiçbir şeye karışmamış, bozulma emaresi taşımayan, Orta Asya’dan gelindiği gibi Türk kalan bu köylü sınıfı idi. Saf Türkçe’yi onlar konuşuyor, bozulmadık töre onlardaydı. Dinin ve dilin öğretilmesi hızlandırılmış bir kurs biçiminde değil de, normal yaşayış içinde öğretiliyordu. Hıristiyan çocukları, aynen Türk çocukları gibi büyürken her şeyi öğreniyor, çoğu eski dinini bile unutuyordu.
Osmanlı tarihinin ileri safhalarında Türk sözü karşımıza yine çıkacak. O zaman, bu kelimenin mânâsını şehirli olmayan, idâri kademelerden birinde bulunmayan, biraz da dağ adamı gibi anlayacağız. Hatta şöyle de diyebiliriz; hâlâ hiçbir karışıklığa uğramamış, Osmanlı kavramının biraz dışında kalmış.
Profesyonel askerlik başlayınca Sultan Murad’ın sevinci artacaktır. Çünkü o, çiftçi tarlasını eksin, biçsin. Bağcı üzümünü yetiştirsin, nalbant atım nallasın… Asker de asker olsun. Askerliği, işi bilsin. Mesleği bilsin. Ekmek kapısı bilsin. “Barındıralım, doyuralım, silahlandıralım, cebine harçlığım verelim ve bizim için savaşsın” diyordu.
Murad Han, Gâzî Çandarlı Halil Paşa, Molla Rüstem Evrenos Gâzî ve Lala Şahin Paşa’yla bir toplantı yaptı. Yukarıdaki söylemi orada söyledi. Yeniçeri Ocağı’nın yanısıra Kapıkulu ve Yerlikulu diye bir ordunun temeli de bu toplantıda atıldı.

Filibe’nin Fethi (1163)
Bizans’ın Osmanlı Beyliği’ne Tâbiiyeti

Filibe iki sene evvel fethedilip, tekrar elden çıkarılmıştı (deniyor). Bu sefer kale Lala Şahin Paşa’ya teslim edildi. Filibe büyüklük olarak fazla önem arz etmese de coğrafî durumu yahut stratejik vaziyeti dolayısıyla yabana atılır gibi değildi. Bu fetihle, Rumeli’deki Türk hududu Meriç ve Sazlıdere boyunca kuzeye doğru genişleyip, İstanbul’a birleşik olan Bizans arazisini iki parçaya ayırmıştı. Osmanlı hududu ise, böylece Bulgaristan hududuna dayanmıştır.
Türk’ün fetih rüyası varsa ki vardır, Filibe’nin alınmasıyla iktisaden zaafa uğrayan Bizans yutulmaya hazır hale bir adım daha yaklaşmış sayılır.
Filibe’nin fethini müteakip Bizans Murad Gâzî’ye boyun eğmek zorunda kalmış ve bir antlaşma teklif etmiştir. Yapılan antlaşmanın özet metnine göre; İmparator, Osmanlı’nın Rumeli fetihleri tabii olarak karşılayacak, dolaylı ya da dolaysız mâni çıkarmayacak. Şayet, Anadolu Türk Beylikleri’nin Osmanlı hududuna tecavüzü olursa, Sultan Murad yardım isterse asker yardımında bulunacak.

Sırp Sındığı (1364)
Türkler’den Avrupa’da korku ile bahsedilmeye başlanmıştır. Girdikleri savaşlarda galip gelmeyi, zaptettikleri yerlerin insanlarına iyi davranmayı biliyorlar; kazanılmış toprakların yerli halkının da gönlünü kazanıyorlardı. Bu gidiş Hıristiyanları tedbir almaya zorluyordu.
Papa Beşinci Urbain, dini adına galeyana gelip, bir müşterek ordu hazırlanmasını, bu orduyla Türklerin imha edilmesini düşünmektedir. Şimdiden önüne geçilmez ise, biraz daha güçlenen Türklerin durdurulması hiç mümkün olmayabilirdi. Papa’nm teşvikiyle, Sırp Kralı, Bosna Kralı, Ulah Prensleri, Macar Kralı Birinci Layoş’un idaresinde hazırlanırlar.
“Murad Gâzî ve bütün Türklük imha edilmeli; kaçanlar da ebediyyen bu topraklardan atılmalıdır.” Papa, Hıristiyanlığın en büyük kişisi. Dini en iyi bilen, en iyi uygulayan, insanları irşat eden, istediğini dinden çıkaran! Dinlerini anlatırken Hz. İsa’yı kaynak gösterip derler ki “birisi bir yanağına vurursa, öbür yanağını çevir!” Ne hikmetse, böyle bir davranış hiç görülmediği gibi, bütün büyük savaşların tertipçisi de Papalar olmuştur. Haçlı Seferleri dâhil.
Şimdi Papa Urbain (Vaben) öncülük etti. Türkler’in kılıçtan geçirilmesi için her türlü hazırlık yapıldı. Hıristiyan kini olabildiği kadar, kılıçlarıyla beraber keskinleştirildi.
Lala Şahin Paşa Rumeli Beylerbeyi’dir ama emrindeki ordu Haçlılar topluluğunu dağıtacak güçte değildi. Hayali zaferle vakit geçirme yerine gerçeğe itibar eden Şahin Paşa, Sultan Murad’a haber gönderdi.
Padişah, ordusuyla beraber beklenedursun, Haçlı Ordusu iyice yaklaşmaktaydı. Meriç Nehri kenarına kadar geldiler. Mevcudu 100.000 kişi sanılan Haçlı Ordusu zafer sonrasını düşünüyor. Hiç kimsenin aklında başka bir şey yok. Barbar! Türkler’in kanıyla Meric’i kızıla boyayıp, cesetlerle ırmak suyunu taşıracaklar. Bu mâlihulyanın verdiği zevkle şarap testilerini havaya kaldırıyorlar, yarısı üstlerinden sızan yarısı boğazlarından geçen şarapla en sonunda kendileri de sızıyor.
Düşman muhtemel zaferin sarhoşu olurken Lala Şahin Paşa Pâdişah’ın yardımını bekliyordu. Ayrıca, 8–10 bin askerle Hacı İlbeği’nin keşfe gönderdi. Düşmanın yukarıda anlatıldığı gibi sızdığını gören Hacı İlbeği keşfi hücuma çevirdi. Kahraman! Haçlıların çoğu kendine gelmeden can verdi. Bir kısmı Meriç’in sularında ölümü tattı. Bazısı bazısını öldürdü. Geceydi ve ay ışığı yoktu. Meydanı dolduran cesetlerin duruşu gururun aptallık olduğunu, aptallığın felâket getirdiğini anlatıyordu ama ceset sahipleri tabii ki bunu okuyamadılar…
Türklerle Macarların ilk savaşıdır bu. Diğer milletlerin askerleri gibi, Macar askerleri de mahvolmuştur ama Kral Layoş kaçarak canını kurtarmıştır.
Türk tarihinin önemli bir zaferi kazanılmış, o sabah güneş bu güzel zaferin üstüne doğmuştur. Işığı daha berraktır. Gazilerin yüzleri bir başka parlamaktadır…

Biga’nın Fethi (1364)
Lala Şahin Paşa, Edirne’ye doğru yürümekte olan kalabalık düşman ordusundan çekindiği için, erkenden yollarını kesmek amacıyla Sultan Murad’dan yardım istemişti.
Sultan Murad, Biga şehrinin stratejik önemini dikkate alarak düşman elinde bulunmasını tehlikeli görüyordu. Biga’daki Katolonlar, diğer Hıristiyanlar ile birleşirlerse bertaraf edilmeleri daha zor olurdu. “Murad Han Gâzî işitti ki, Sırp kâfirleri asker toplamışlar. Edirne’ye hücum etmek isterlermiş. Han dahi asker topladı. Yürüdü. Biga’nın karşısına geldi. Dedi ki: “Hey gâzîler! Hele bu kâfirlerin yerini alalım. Allah izin verirse biz onlardan önce varalım.” Gâzîler kabul ettiler. Gelibolu’ya haber gönderdiler. “Orada ne kadar gemi varsa gönderin, gelsin. Aydıncık gemileri de gelsin” dediler. Elhasıl hayli çok gemi geldi. Bu gemilere adamlar koydular. Karadan, denizden yürüyüş edip yağma olacaktır diye ilan ettiler. Hücum ettiler. Fetholundu. Kâfirlerin askerini kırdılar. Dişilerini ve oğlancıklarım esir ettiler. Gâzîler çok doyumluk aldılar. Kiliselerini mescit yaptılar. Evlerinde müslümanlar oturdular.
“Âşıkpaşaoğlu daha sonra diyor ki:
“Bu halk hayli zaman orada durdu. Ahbaplıklar olundu. Bir gece kâfirler geldiler. Yine Biga’yı çarpıp yağmaladılar. Hayli kötülükler ettiler. Biga’yı bozdular. Geldiler. Şimdiki Biga’yı onun yerine yaptılar…”
Gökyüzünde güneş Türkler için parlıyor, ay Türkler için doğuyor. Sultan Murad ve orduları devamlı fetihlerle seviniyorlar. Küçük devletler Osmanlı himaye¬ine sığınmayı canlarına minnet biliyorlar. Bu yıllarda kazanılan Sırp Sındığı Zaferi ve Biga’dan sonra Gâzî Evrenos Bey Serez’i alıyordu. Böylece Türkler Makedonya’ya ayak basıyor, Ragusa Cumhuriyeti Osmanlı himayesine giriyor. Sultan Murad Yenişehir’e imaret, tekke, Bursa’ya cami, imaret, medrese, kaplıca ve han, Edirne’ye saray, cami, medrese ve imaret inşa ettiriyor. Böylece, kendisini devamlı zaferlerle nimetlendiren Yüce Yaratıcısına şükrünü edaya çalışmış oluyordu…
Osman Gâzî’nin, Orhan Gâzî’nin ve Murad Gâzî’nin okuma yazma bilmedikleri iddia ediliyor. İlkinde, Osman Gazi’ye Edebâli Padişahlığı müjdelemiş, yanlarında bulunan Durduoğlu “madem sen padişah olacaksın, bize de bir hediye vermen gerektir, demiş, Osman Gâzî’den yazılı kâğıt istemişti de, Osman Gâzî “ben yazmak bilir miyim ki kâğıt istersin” demişti. Orhan Gazi’nin okuma yazma bilmediğine dair çarpıcı bir sahne görülmedi; Sultan Murad’la ilgili de görmedik. Bazı tarihçiler neden, ilk üç padişahın okuma yazma bilmediğini söyler? Bunu anlamak zor. Osman Gâzî için bile kabulü akla yatmazken medreseler tesis eden Orhan Gazi ve Murat Gazi için ne demeli bilmiyorum. Niye bu konuyu böyle uzatıyorum! Hammer’in yorumu dikkatimi çekti de ondan.
Bir ahitnamenin imza aşamasını anlatan Hammer diyor ki: “Ahidnâmeyi tasdik zamanı gelince, Murad, imza etmesini bilmediğinden, elini mürekkebe batırarak üç parmağı ortada birleşmiş ve başparmağı ayrılmış olarak ahitnamenin serlevhâsına bastı.” Tuğranın böyle icat edildiği de Hammer’in iddiasıdır. Ama esas anlatmak istediği bu değil. Bir cami inşaatından bahsederken sanat yönünü hiç düşünmediğini, sadece dinî gayretle bina yaptırdığını ayıplar bir edayla anlatıyor Hammer ve diyor: “Eğer tarih, bu hükümdarın yazı bilmediği hakkında bize hiçbir şey öğretmemiş olsaydı, Bursa Camii ve Edirne Sarayı inşaatının başladığı sene eski Epidor sakinleriyle, yani Raguzalılarla akdettiği bir ahitnamenin imza şeklinde onun delilini bulacak idik.”
Hammer Tarihi’nin bu görüşüne bir notla açıklık getiren mütercim “Sultan I. Murad’ın ahitnameye el basması, yazı bilmediğinden olmamak gerektir. Kemal Beğ’in Osmanlı Tarihi’nde beyan olunduğu üzere resmî evraka pençe basmak Cengiz zamanında icat olunmuştu…” diyor.

Edirne’nin Payitaht Oluşu
Çandarlı’nın Vezareti (1368)

Edirne’de inşası devam eden saray tamamlandı. Sultan Murad Bursa’da oturup Rumeli’de savaşıyor, artık Edirne’ye taşınma zamanı gelmişti. Belli idi ki, asude bir hayat yok; günler at sırtında geçecek… Bazen bir yerler alınacak, sonra verilecek, tekrar alınması için savaşılacak.
İmparator Paleologos, Sultan Murad’a hoş görünmek isteyen Bulgar Kralı Şişman tarafından tutuklanınca, Savoya kontu, akrabası olan imparatorun intikamını alma sevdasına kapılmış, İtalyanların da yardımıyla Gelibolu’yu düşürmüştü. (1366) Ancak birkaç sene sonra Gelibolu tekrar alınmıştır.
1367’de Yanbolu, Kara Ali Beyoğlu ile Timur Taş Paşa tarafından, Samakov ise Lala Şahin Paşa tarafından Osmanlı toprağına katıldı. 1368’de Sultan Murad Hayrabolu’yu, bir sene sonra da Kırklareli, Pınarhisar ve Vize’yi Bizanslılardan geri aldı. Bu şehirler önce fethedilip, tekrar kaybedilen yerlerdi. Çatalca’nın da alınmasıyla Trakya fütuhatı bitiyordu.
1368’de Edirne taht şehri olmuştur; akınlar devamlı Rumeli’ye olacaktır, hem de durmadan, dinlenmeden. Bu mesele sadece Türk tarafı için değil, karşıdaki düşman için de geçerliydi. Onlarda var olmak isterler. Bunun için, Haç’ı kullanırlar devamlı. Ama Türk kılıcı çok keskindir, önünde durulmaz! Sultan Murad Han i¬san seçmede mahirdir, elinde seçilecek insanlar da vardır. İşte onlardan biri Çandarlı Halil! İlk Kazasker idi, sırası geldi Veziriazam oldu. Daha önce olmayan bir unvan, ya da makam olacak ki “Vezaret” payesi bulunan Lala Şahin Paşa’dan ayrılması için böyle söyleniyor, dendikten sonra, hanedandan olmayan ilk vezir Çandarlı’dır deniyor İsmail Hami Danışmend’in kronolojisinde. Fakat bir başka ciltte sadrazamları anlatırken, bu görüşü yalanlıyor. Bizim de meselemiz bu değil. (Çandarlı sülalesinden bu makama geçen diğerleri de hâlâ unutulmamış, Sultan Murad’ın bahtının bir parçası da böyle kıymetli insanlar olmuştur.)

Çirmen Zaferi (1372)
Sırp Sındığı zaferinin üzerinden yedi sene geçmiş, Osmanlı ordusu daha kuvvetli hale gelmişti, Sırplar daha fazla kinli ve hırslı durumdaydı. Fakat savaşları kazanan kin değildir ki! Bizim tarafta hiç camiden bahsedilmez tarihte, ama Hıristiyanların tarihleri kilise, diye başlar kilise diye biter. Ve Papa ve Kardinal. Bunlar da kilisenin komutanlarıdır. Bir ellerinde tahrip edilmiş İncil, diğerinde kör bir kılıç. Devamlı savaş körüğü olmuşlardır. Çirmen Savaşı öncesi çokça adı geçen, Papa veya kardinal değildir de, kiliseler anılır hep. “Bizans kilisesinden ayrılmış olan Sırp Kilisesi bu sefer Beşinci Yoannis’in gayretiyle İstanbul Ortodoks patrikliğine bağlanmış, Duşan İmparatorluğunu aralarında paylaşan Makedonya ve Sırbistan hükümdarları Uyliyeşa, Vukaşin ve Voyko ismindeki üç kardeş Bizans İmparatoruyla anlaşmış ve işte bunun üzerine Sırp kuvvetleri Edirne üzerine yürümeye başlamıştır.”
Sırp ordularıyla Türk ordusu Edirne yakınındaki Çirmen mevkiinde karşılaşırlar. Sırp kuvvetleri müthiş bir bozguna uğrar. 26 Eylül 1372’de Türklere Makedonya kapılan açılır. Bu savaşta Uyliyeşa ile Voyko suda boğulur. Vukaşm ise kaçarken öldürülür.

İlk Büyük Osmanlı Akınları
Osmanlı Akıncıları Vardar’ı geçip Sırbistan, Bosna, Arnavutluk ve Dalmaçya’ya kadar uzanarak Adriyatik Denizi’ne dayanırlar. Bir taraftan da Tesalya’dan geçerek Yunanistan’ın Atik havalisine sarkarlar… “Osmanlı askeri teşkilâtında ‘akıncılık’ ayrı bir sınıf ve hatta babadan oğula geçtiği için bir ocak halindedir. Akıncıların, düşman arazisini tahrib edip zayıflatmak, ani baskınlarla düşmanı tedhiş edip maneviyatını kırmak, keşif hareketlerini yapmak, düşmanın pusu kurmasına mâni olmak, ganimet ve esir almak, yollar ve köprüleri emniyet altında bulundurmak gibi muhtelif vazifeleri vardır.” En fazla sayıya ulaştığı 16. asırda mevcudu 70–80 bin kadar olan bu teşkilâtın başarılarını anlatmaya hiçbir kalemin takati yetmez. Balkanlann fethindeki hizmetleri için destanlar yazılması lâzımdır.
Şimdi yapmaya çalışacağımız sadece, akıncıları, bir nebze daha anlatmış olmaktır. Eldeki bilgilere göre ilk namlı akıncı Köse Mihâl’in oğluydu. Gerçi, Türk olmak şartlarından biriydi akıncılığın ama, Köse Mihâl’e ne diyelim! Osman Gâzî’yle kader arkadaşı olan bir insan, kendini Türk hisseden bir insan, Türk gibi yaşayıp, Türk için canını feda eden insan Türk sayılmaz mı?
Akıncıların ilklerinden biri Mihâloğullan ise diğeri Evrenosoğullanydı. Daha sonra Turahanoğullan, Kolkaçoğulları en meşhur Akıncı Beyleri oldular.
Sürekli ordu birliği değil, savaşlarda hizmet görürlerdi. Kendi içinde disiplini olan birliğin beyi devlet tarafından seçilirdi. Haklarında iki defter tutulur biri serhat kadılığında diğeri merkezde saklanırdı. Geçim kaynaklan aldıkları ganimetlerdi. Devletten maaş almazlar, sınır boylarında otururlar, savaş öncesi toplanıp harekete geçerler, savaş şartlan icabını aşıp çapul yapmazdılar. Onbaşı, Subaşı, Yüzbaşı ve Binbaşı adı verilen komutanları Bey’e bağlıydılar. Bey sadece Sultan’dan emir alırdı.
Mevcutları hakkındaki rivayetler kat’i rakam vermiyor, en fazla 40-50 bin kadar olmuştu dendiği gibi, yukarıdaki rakamı veren de var.

Çatalca, İnceğiz ve Firecik Fethi
Çirmen Zaferi’nden sonra “Sultan Murad sarayında huzur içinde yaşamaktayken, Vize Sancak Beyi Sir Merd Bey’den bir haber alınır. İstanbul’dan gelen askerlerin Vize çevresini yağmaladığı, halka zarar verdiği ve kaleyi almaya çalıştığı bildiriliyordu.” Pâdişâh, şımarık Bizanslılara haddini bildirmek üzere, Çanakkale’den Rumeli’ne geçer, Lala Şahin Paşa’yı da Firecik ve havalisinin fethine yollar. Birinci Murad Çatalca ve İnceğiz kalelerini fetheder, Osmanlı hududu Büyükçekmece’ye dökülen Karasu’ya dayanır; Bizans’ın korkusu arttıkça artar. Daha önceki tâbiiyet anlaşmasını ihlâlinden dolayı özür dileyip, pâdişâhın büyüklüğüne sığman imparator affedilir. Şartlar: İmparator, oğullarından Teodoros’u rehine şeklinde Osmanlı sarayına gönderecek, haraç miktarı artırılacak ve Sultan ne zaman emrederse askeriyle beraber imparator, Osmanlı Devleti adına savaşa koşacak.
Eski kitapların fetihleri anlatışı bir başkadır. Yukarıda yazdığımız Çatalca, Firecik, İnceğiz fetihlerinin devamı olarak Sultan Murad’m Bolonya kalesini alışı Tacüt Tevarih’te balon nasıl geçiyor.
… Burada onbeş gün ceng u savaş oldu ama perde aralığından fetih nişanı bir türlü yüz göstermedi. Zaferin bu kadar gecikmesi padişahı üzdü…. Şu gönül yakıcı sözleri buyurdu. “Bu yıkılacak da beklemek, fetihleri başlıca emelimiz olan ülkelere yönelmeyi, yola çıkmayı engelliyor Meğer bunu artık Tanrı yıka” diyerek; ordudan kuvvetli bir birliği kaleyi kuşatmak üzere bırakıp, atının dizginlerini Karadeniz kıyısına çevirdi ve uğurlu âlemlerden haber verir bereketli bir ağacın gölgesinde istirahate geçti. … Pâdişah istirahat halinde iken, kale duvarının çöktüğü haberini aldı. Padişah bu haberle çok duygulandı, sevindi ve gölgesinde oturduğu ağaca “Devletlû Kavak” adını verdi.
Osmanlı devleti ince bir iplik gibi doğmuştu. Semada genişleyen hilâl gibi, tabii seyrinde genişlemeye, büyümeye devam ediyor…
Sultan Murad herhalde biliyordu, “su akarken küp doldurulmalı!” Mademki, Ulu Tanrı zafer yollarını ona açmış, son hızla yürümeliydi. Bu imkânlar her zaman doğmayabilir, bakarsın bir gün su kesiliverir!

İlk Makedonya Fütuhatı (1374)
Hey Koca Osmanoğlu! Üç çeyrek asır önce bir küçük Söğüt’de yaşamaya çalışırken, şimdi nerelerdesin? “Veziri Azam Çandarlı Kara Halil ve Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşalarla Gâzî Evrenos ve Deli Balaban Beyler, Türklerin “Despot Dağı” dedikleri “Rodop” Balkanlarından aşarak olgun bir meyve haline gelen Makedonya’nın fethine başladılar.”
İskeçe, Drama, Kavala, Zihne, Serez, Avrethisarı, Vardar Yenicesi ve Kara Finye kasabaları kısa zamanda fethedildiler.
Çandarlı ile “Lala Şahin Paşa hesaba gelmez ganimet ve esirler ile birlikte gülyüzlü cariyerlerle cihan sultanının dergâhına geldiler ve pek fazla iltifatlara nail ve kâmgâr oldular.”
Osmanlı devleti ülkeler fetheder; halkını incitmez, başlarına yönetici bırakır ki, düzenli yaşayalar. Serez’e de bir miktar asker ve başlarına bir komutan bırakılmıştı. Bizans İmparatoru oğlunu Selanik valisi yapar, şımarık oğul, Serez’i Türklerden alma hülyasına kapılır. Rumları Türkler aleyhine kışkırtmaya başlar… Sonu utanç vericidir Bizans için. Ve hüzünlüdür insanlık adına! Çandarlı Serez’e gelir. İsyancıları cezalandırır, isyancı başının cezasını vermek için Selânik’e yürür… Kahraman! Manüel haber alır almaz İstanbul’a kaçar ama, Sultan Murad’ın korkusu ağır bastığı için babası tarafından kabul edilmez. Zavallı Manüel başka taraflarda sığınacak yer ararsa da, Sultan Murad’ın kaşları çatılırken rahat etmesi mümkün olmaz. Sultan Edirne Sarayı’nda iken Manüel gelip ayaklarına kapanır, affı şahaneye mazhar olur ve eline verilen bir kâğıtla İstanbul’a girişi sağlanır.

Niş’in Fethi (1375)
Sırpların Kenez unvanlı Kuzey Sırbistan hükümdarı Lâzar tahtında oturmayı sever de, vadinde durmaktan hiç hoşlanmaz. Devlet olmanın, devlet adamı olmanın şartlarından biri anlaşmalara uymaktır. Anlaşmaya uymamanın yolu da güçlü olmaya bağlıdır. Lâzar Osmanlı’ya tâbiiyyet arzedip haraç-güzar olmayı kabul ettiği halde, sözünde durmaz, bunun üzerine Sırbistan seferine çıkılır. Sultan Murad kalabalık bir ordu ile sefere çıkarken “Şerefli otağını büyük oğlu Bâyezid’e bırakır.” Lâzar Türk askerinin kalabalık oluşundan korkmuş, dizginlerini kaçış yönüne çevirerek, hazinelerini, kıymetli eşyalarını kalelere koymuş, değerli parçalan yanına alarak, ekili araziyi yaktırıp, zahireyi yok ettikten sonra çekilip gitmiş, Hükümetten kaçıp giderken, ülkenin halkı da “yol vermez dağlara dağılarak memleketi boş bırakmışlardı.”
Niş Kalesi’nin fethi pek kolay olmamış, çok sağlam yapıldığından ve iyi savunulduğundan, ancak, askere yağma izni verilince fetih gerçekleşmiş. Yağma; askerin arzusunu; gücünü artırıyordu. Lâzar’ın, en kıymetli eşyaları kaleye doldurduğu bilindiği için daha canlı hücumlar neticesi hedefe ulaşılmış ve “peri gibi kızlar” ve diğer kıymetli silahlar da dâhil her şey gazilerin eline geçmişti. Bundan sonra ne yaptı? Lâzar:””Üç yıllık haraç çıkartıp cihan hâkiminin otağına sundu. Ayrıca her yıl elli okka gümüş göndermeyi de kabul ettiğini bildirdi. Devletin ileri gelen beylerine, padişahın yakınlarına peşkeşler gönderip öteki haraç veren krallar arasına katılmasını istedi. Bu dileği kabul buyruldu.
İşte olanlar: Sırp hükümdarı Lâzar önceki sözünde durmamanın acısını böyle çekiyor, hem yalvarmak, hem de daha fazla haraç vermek suretiyle, gücünü kuvvetini de anlamış oluyordu.
1376’da Bulgar krallığı Osmanlı hâkimiyetine girer. Bulgaristan kralı Şişman için Osmanlı ile akraba olmak büyük nimetlerdendir. Kızkardeşi Tamara’yı Sultan Murad’a verir. Pâdişâh bu prensesi sevmiş olmalı ki, Bulgarların haraç verme işi sona erer.
Ve bu sıralarda Lala Şahin Paşa ölmüş, Kara Timurtaş Paşa ondan boşalan Rumeli Beylerbeyliğine tayin olmuştur.

Voynuk Sınıfı’nın Kurulması
Kara Timurtaş Paşa Rumeli fetihleriyle meşgulken, ele geçen yeni yerler bir başka yeniliği de gerekli kılıyordu. İlk İslâm devletlerinden Osmanlı’ya intikal eden arazi rejimi vardı ama bu, olduğu gibi tatbik edilecek demek değildi. Tımar, zeamet ve has ismi verilen üç derece geçerli olmak kaydıyla, bunun Rumeli’de doğan yeni bir ihtiyaca göre düzenlenmesi gerekti.
Toprak devletin malıydı. Kimlere ne kadar verilmiş ise o kadar da mesuliyet yüklenmişti, onlar ayrı. Şimdi Kara Timurtaş Paşa’nın yaptığına bakıyoruz. Onun tesis ettiği yeni sınıf Voynuk’tur. Voynuğun tarifi ise şöyle: “Seferde ordunun ve vezirlerle devlet adamlarının atlarına bakmak ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-i müslimlerden ve bilhassa Bulgarlar’dan tertip olunan bir sınıf.”
Voynuk sınıfı, bir nevi askeri seyis teşkilatı demektir. Hıristiyan unsurlardan bu sınıf efradı vergiden muaf tutulmuştur.
Savaşçı sadece savaşı meşgale edinecek. Üzerine bindiği atın derdini düşünmeyecek. Ekserisi Bulgar olan gayr-i müslimler Türk süvarilere, her ihtiyacı görülmüş atlan bakımlı bir durumda teslim edecekler.

Gelibolu Kalesinin Tekrar Alınması (1377)
On sene önce İtalyan haçlıları tarafından zaptedilip, Bizans’a verilen Gelibolu, veraset kavgasına dayanamayıp elden çıkarılır. Yaşlı İmparator Beşinci Yoannis miras yüzünden üç oğlunu birbirine düşürür. Manuel ortanca oğul, bir ara Selanik’ten kaçmış da Murad Han’ın korkusundan babası kabul edememiş, bilâhare padişahtan yalvararak aldığı bir kâğıtla İstanbul’a girebilmişti. İşte bu Manuel’in babasıyla arası çok iyidir. Büyük oğul Andronikos daha önce, esir düşen babasına yardımcı olmadığı için gözden düşmüş, veraset hakkından da mahrum edilmiştir.
Andronikos babasına isyan eder; onu devirip, tahta geçmek hayalindedir ama beceremez. Yakalanır, zindana atılır. Uzun meseleler yaşanır. Cenevizliler, Venedikliler işin içine girerler. İmparatoru devirip, Andronikos’u tahta geçirirler. Andronikos Osmanlı padişahını dost edinmek amacıyla Gelibolu Kalesi’ni iade eder.
Bizanslılar’da baba oğul kavgası bitmez. Zindana atılan baba da düşen evlatlar da kurtulur ve her şey tersine döner. Kârlı çıkan yine Murad Gâzî’dir. Tahtına tekrar kavuşan Yoannis gördüğü yardımlara mukabil senede 30000 altın haraçla 12000 asker vermeyi, fazla olarak da, Batı Anadolu’da Bizans’ın son kalesi Alaşehir’in teslimini taahhüt eder.
Sene 1381. Murad Gâzî 21 senedir vatanını genişletmeye çalışmaktadır. Ellialtı yaşına girmiş, kendisinden devleti teslim alacak oğluna daha büyük bir memleket bırakmak istiyor. Biraz sonra göreceğimiz Bâyezid’in düğününde varılan anlaşma gereği, Hamidoğulları Beyliği’nden 80000 altına Akşehir, Yalvaç, Isparta, Karaağaç, Seydişehir ve Beyşehir alınır. Karaman Devleti’ne karşı bu şehirleri korumaya akü kesmeyen Hamidoğlu Kemâleddin Hüseyin Bey, kârlı bir alış veriş yaptığına, Sultan Murad da devletini büyüttüğüne sevinir…

Germiyanoğluyla Dünürlük (1381)
İstikbâlin Yıldırımı, Bâyezid’in de bahtı iyice açılmıştır. Onun Devlet Hatunla evlenmesini Âşıkpaşaoğlu’ndan naklediyoruz. “Germiyanoğlu kendisini gördü ki çok ihtiyarladı. Oğlu Yakub Beği çağırdı. Yanına getirdi. “Oğul! Dilersen ki bu il sizin elinizde kala, Osmanlı ile birlik edinin, kızının birini onun oğlu Bâyezid’e verin” dedi. İshak Fakı’yı elçi gönderdiler Murad Han Gâzî’ye geldi. İyi atlar hediye getirdi. O zamanda altın, gümüş, kumaş az idi. Denizli’de ak alemli bezler olurdu. Hilat olarak onu giydirirlerdi. Alaşehir’in kızıl iflâdisini sancak ederlerdi. Hil’at olarak onu giydirirlerdi.”
“İshak Fakı geldi. Denizli’nin o bezlerinden hediye getirdi, ‘kızımızı oğlun Bâyezid Han’a alın. Kızımıza birkaç parça hisar verelim. Çehizine tutsun’ dedi. Murad Han Gâzî dahî kabul etti. Kütahya, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı’yı, bu birkaç parça hisarı kızına çeyiz verdi. Söz ve karar sağlama alındı.”
Böylece Germiyanoğlu işini sağlama alıyordu. Sultan Murad’la akraba olmanın, esenlikleri için ne kadar elzem olduğu tartışılamazdı. Sıra düğüne gelince: Tarihçiler o kadar mübalâğalı anlatır ki, Şehzade Bâyezid’le Devlet Hatun’un düğününü…. Âşıkpaşaoğlu’yla M. Neşri birbiriyle yarışır. İkisinden harmanlayıp sunacağız.
Rivayet ederler ki: Germiyanoğlu’nun kızı Devlet Hatun’u Sultan Yıldırım -o zaman Yıldırım değil tabi- Bâyezid’e yavuk edip düğün esbabını tehiyye ettiler. Hazırlıklar tamamlandı. Etrafın Beğlerine davetçiler gönderildi. Karamanoğlu, Hamidoğlu, Menteşeoğlu, Saruhanoğlu, Kastamonu’da İsfendiyar ve Mısır Sultanı’nı davet ettiler…Kendi ülkesinde olan sancak beğlerini de çağırdılar. Evrenos Gâzî’ye dahi gel dediler. Ondan sonra düğüne başladılar. Etrafın elçileri geldiler. Beğlerden hediyeler getirdiler. İyi atlar, katarla develer… (Hediyeler uzar gider) Sonunda, gelen hediyeler, hediye olarak dağıtılır. Ve der ki tarihçi: “Niceleri müflis gelip, zengin gitti.”
Solak-zâde fazla uzatmaz sözü.”Bahar günlerinde devlet erkânına pek fazla, çeşit çeşit inamlar ikram olundu. Herkes tarafından beğenilen bu güzel, ululanmış Şehzade ile evlenerek, süt ile şeker gibi birbirlerine karıştılar.”
Bu düğün böyle bitmez. Gelinin alınması için Kütahya’ya gidilecek. Pâdişâh gelinidir bu, az insanla getirilmez. Sanma uygun merasim gerektir. Hem yollar tekin midir? Biraz da o zamanın âdetini yansıtması bakımından iyi olacağı kanaatiyle alıyoruz bu bahsi. Her ne kadar Şehzade düğünü olsa da, âdetler bizimdir. Biraz küçültünce başka ailelerin düğünü çıkar ortaya. Gelin alıcı olarak Bursa’dan “Erenlerden Bursa Kadısı Koca Efendi, Kapıkullarından Sancak Begi Aksungur Ağa, Çavuşbaşı Süle, Çavuşun oğlu Temürhan Çavuş ve kapı kullarından da bin yarar sipahiyi beraber gönderdiler. Kadınlardan, Bursa kadısının hatunu, Bâyezid Han’ın dadısı ve Aksungur’un hatunu birlikte idi. Hâsılı iki-bin kişi birlikte gitti. Kütahya’ya vardılar. “Germiyanoğlu düğünü Kütahya’da yapmıştı. Saygı ile dünürleri misafir ettiler. Konak ağaları bunlara iyi hediyeler getirdiler. Bunlar da o hediyeleri getirenlerin gönüllerini hoş ettiler. Kızı, Aksungur’un hatunu ile Bâyezid Han’ın dadısına emanet ettiler. Germiyanoğlu da Çeşnigirbaşı Paşacık Ağa’yı gelinin atını yedmek için birlikte gönderdi. Paşacık Ağa’nın hatununu da yenge yaptı. Söz verip kızına verdiği hisarları bunlara verdi… İçine er koydular. Gelini aldılar. Bursa’ya getirdiler. Paşacık Ağayı Bâyezid Hünkâr Kaynatasından istedi. Koyuvermedi. Kendisine çeşnigirbaşı edindi. Onun oğlu Alvan Beğ dahî çeşnigirbaşı oldu. Alvan Beğin oğlanlarının üçü dahî çeşnigirbaşı oldular. Nesilleri boyunca Osmanlı hizmetinde kaldılar.”
İşte, sonradan Yıldırım sanını alacak olan Bâyezid’in Devlet Hatunla evliliği böyle anlatılır. Birçok şehirle beraber gelen gelin, Murat Gazi’nin hem nüfusunu hem toprağım arttırır.
Yıldırım Bâyezid’in düğün merasimi Hammer tarafından anlatılırken, gizli bir olay üslûbu göze çarpar. Hediyelerin takdimi, yine aynı üslûpladır. Şimdi, Hammer’den bir bölümünü buraya alıyorum: “… Aydın, Menteşe, Kastamonu, Karaman Beğleri’nin Suriye ve Mısır Sultanları’nın sefirleri bulunuyordu; âdete uygun olarak cümlesi Arap atlarından, İskenderiye kumaşlarından, Rum esir ve esirelerinden mürekkep kıymettar hediyeler getirdiler; yalnız Rum’dan dönme Evrenos Beğ kendi milletinin en güzel delikanlı ve kızlarından seçilmiş yüz esir takdim etti. Bunlardan onu duka altınları ile gümüş tabakalar taşımakta idiler. Diğerleri de altın ve gümüşten on leğen, mineli bardak ve taşlar, pahalı taşlar ile müzeyyen şişe ve kadehler getiriyorlardı…”
Anlatım uzar gider de, esas, bizi meraka düşüren bu anlatımdaki abartı yahut güzellik değil, Evrenos Beğ hakkında kullandığı milliyet yakıştırması oldu. Onunla ilgili malûmatımız Hammer’in söylediği gibi değildi. Yani bizim bilgimize göre Evrenos Beğ Türk idi.
İki ayrı yerden milliyet tesbitine çalışıyoruz. Evrenos aile silsilenamesi ile tapu kayıtlarına nazaran, babası sonradan Pranko veya Frankı (Prangı) lâkabım almış olan İsa Bey adında biridir… Oğlu ile beraber fütuhata iştirak eden Prangı İsâ Bey Pravişta’da Viraniya kazasına tâbi Sırcık (diğer adı ile Prangı) köyünde şehid olarak oraya defnedilmiş…”
“.. Evrenos Bey’in babası Prangı lâkabı ile anılan İsâ Bey’dir. Bazı kayıtlara göre Bozoklu Han’ın oğlu olan İsâ Bey…”
Görüldüğü gibi, Evrenos Bey’in Rumlukla alâkası yok; Hıristiyanların ezeli huyları böyle, kim ki yüce bir değer olmuştur, onu Türklüğe mal etmek istemezler. Benzeri durumlar yine karşımıza çıkacak, yine cevaplayacağız.
Sultan Murad’ın siyâseti Anadolu’da dostluk, Rumeli’de fütuhat üzerineydi. Germiyanoğlu’yla dünürlüğü bir defa da iki mahsul alınmış tarla vaziyetinde kabul edilir. Kurulan akrabalık, iki kardeş devletin -Beyliğin- geçimleri hususunda atılan sağlam adım olmasının yanında, bir de alınan çeyiz -arazi- memleket sayılamayacak faydalar sağlayacaktı. Anadolu’da Karamanoğlu’nu gözden kaçırmamak lâzım: Onun ne yapacağı belli olmaz. Sultan Murad, gözü arkada kalmadan seferlere çıkmak istiyordu. Bunun en emin yolu dünürlük kurmak diye düşünülmüş olacak ki, Sultan, kızı Nefise Sultan’ı Karaman hükümdarı Alâadin Halil’in oğlu Alâadin Ali Bey ile evlendirdi. Bakalım, akrabalık davranışta iyilik getirir mi?
Sultan Murad ciğerini iyi niyetle Karaman’a gelin etti de iyilik buldu mu sorusunun cevabı çok geçmeden alınacak. Dini, ırkı ayrı olmakla beraber kendisine ve daha önce babasına verilen yabancı devlet başkanlarının kızları, babalarına ve memleketlerine ne kadar fayda sağladıysa, Murad Han’ın beklediği de o kadardı. Ayrıca dinî, ırkî bağlar da ortaya konunca ve kâr zarar hesabı yapılınca Karamanlı’nın kuzu gibi durması beklenir.

Karamanlılar
Karamanoğulları uzun zaman, Osmanoğullan’nın amansız düşmanı, rakibi olarak sahnede görünecek. Bilmeyen, bilip de hatırlamayan okuyucular için kısa hatırlatmada bulunmak faydalı olacak:
Karamanlılar da Osmanlılar gibi Türk ve Türkmen’dir. Aynı coğrafyadan, aşağı yukarı aynı sebeplerle Anadolu’ya göçmüşlerdir. Birçok rivayet, muhtelif görüşler olsa da, hakiki gerçek bu. “Tuğrul Bey ile Anadolu’ya geldiler.” “Moğollar’dan kaçtılar.” “Şekavetleriyle meşhurdular, Ahmet Yesevî’nin oğlunu öldürüp, bu şeyhin bedduasını aldılar…” gibi birçok söz söyleniyor. Şu, beddua meselesi Karamanlılar’ın hayatına yakışıyor!.
Karamanlılar da Osmanlılar gibi Birinci Alâaddin Keykubat tarafından iskân edilmiştir. Bunların iskân tarihi 1228 yeri Ermenek. Daha fazla dağlık bölgelerde yaşamayı sevenler olduğu gibi ziraatçı olarak yaşayan hayvan yetiştiren Karamanlılar da vardı.
Karaman oğulları, tarihte pekiyi iz bırakmayan Babailerle münâsebetli görünüyorlar. Karaman bizzat Babailer tarafından Şeyh yapılmış, Nûre Sûfi denen Baba-i Şeyhi ile dost olmuş, bir zaman sonra, Karaman kendini Sultan ilân etmiş, daha sonra da Selçuklu ile savaşa başlamış. Karaman, Selçuklu’yu velinimet olarak tanımalıydı belki, ama böyle olmamış, kısa zaman sonra düşman kesilmişler. Ertuğrul Gazi’nin, Osman Gazi’nin sadakati Karamanlıda görünmüyor.
Karamanlı Selçuklu Savaşı’nda Konya halkının Karamanlılar’ı desteklediği sanılıyor. Yine de Selçuklu Ordusu galip geldi. Karaman’ın ölümünden sonra oğlu Mehmed Bey başa geçti. O da Selçuklulara karşı savaştı. Selçuklu Devleti’nin başına çöken sıkıntılar, Moğolların işgali, Karamanoğlu Mehmet Bey’i yeni hedeflere yöneltti. Moğol Baybars’la işbirliğine hatta onun emrine girmeyi teklif eden Mehmed Bey Selçuklular’ı haritadan silmek istiyordu. Anadolu’dan gitmiş olan Baybars tekrar gelmeyi kabul etmedi. Mehmed Bey Selçuklu’nun zaafını keşfetmişti; cimri lâkaplı Giyaseddin Siyavuş’u bir hile ile Selçuklu tahtına geçiren Mehmed Bey 10.000 kişilik bir kuvvetle Konya üzerine yürüdü. “Karamanlılar, şehirdeki ayak takımı ile birleşerek Konya’nın Atpazarı ve Çeşnigir kapılarını yaktılar. Ertesi günü kaçmak üzere olan naip, arkadaşı Bahaaddin ile yakalanarak katledildi. Konya önünde aktolunan divanda “bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmamağa” karar verildi.
Karamanlılar daha sonra birçok savaşlara girip çıktı, Moğollarla savaştı. Moğollar’a güç yetirmek kolay iş değildi. Karamanlılar millî bir devlet fikriyle önlerine gelenle savaştılar, yendiler yenildiler.
Özeti özetlersek, Moğollar tarafından Selçuklular’ın Anadolu -Konya- devleti dağılınca o havali Karamanoğulları’na kaldı. Ondan sonra da her fırsatta Osmanoğlu’na karşı bayrak açtılar.
İki Türk devletinin birbirine destek olması elbette fütuhat açısından bulunmaz bir nimet olurdu, fakat bu bir türlü temin edilemedi. Zaman zaman, gösterişi geçmeyen Karamanlı desteği vardı. Fakat çoğu zaman Osmanoğlu’na köstek oldu.
“.. Ali Bey zamanında Osmanlılar ile münasebetler başlamış ve Ali Bey, Avrupa toprağına ayak basan Orhan Bey’e bir müfreze göndermiştir… I. Murad idaresinde Rumeli’de yapılan fütuhat, Karaman Beyliği’nde kıskançlık doğurdu!” İşte, esas mesele bu…

Kara Timurtaş Paşa’nın Fetihleri (1383)
Rumeli, Avrupa Osmanoğulları’nın güzergâhı. Anadolu’dan, kendi gayretleriyle açtıkları kapıdan çıkıp, dindaşlarına, soydaşlarına dokunmadan gâzâ peşinde koşuyorlar. Unutmamak lâzımdır, bu koşulların gayesi toprak zaptedip yerli halka zulüm yapmak değil. Şimdiye kadar fethedilen nice düşman diyarı var ki, ahalisi Osmanlı’dan şikâyetçi olmadı. Kılıç, masuma karşı şefkatli, hak edene acımasızdır.
Sultan Murad Rumeli Beylerbeyi Kara Timurtaş Paşa’yı Arnavutluk akını ile vazifelendirdi. Gâzî olarak anılan Timurtaş Paşa önce Manastır’ı fethetti. Manastır ne bilsin, Timurtaş ne bilsin 500 sene sonrasını, Sultan Murad ne bilsin! Manastır Sultan Murad’ın beşyüz sene sonraki torununun saltanatını devirecek mancınıkların taşlarına toplantı yeri olacak!
Arnavutluk, kendi kendini idare edemeyen bir memleket. Hiçbir zaman millî idarelerini kurmayı başaramayan, yabancı derebeylerin idaresinde yaşayan ve disipline gelemeyen Arnavutluk buhrandan kurtulamıyordu. Yerli Beylerin Türklere gösterdiği yakınlık Sultan Murad’ı teşvik edince, o da Kara Timurtaş Paşa’yı akınla vazifelendirdi.
1384’te Bosna-Hersek akını yapıldı, ganimeti ve esiri bol olan bu akın, Kara Timurtaş Paşa tarafından idare edildi. 1385’te Ohri fethedildi. Daha önce alınan şehirlerden sonra Ohri’nin de Türk eline geçmesi Arnavutluk hududuna yerleşilmesi demekti.
Bir yerde huzur olmayınca, oranın insanları başlarındakinden memnun değilse, Bey’i sıkıntıda ise imdat isterler. Prenslikler olarak yönetilen ama birbiriyle geçinemeyen Arnavutluk idarecilerinden birinin davetini alan Çandarlı Halil Paşa imdada koştu. “Savsa Zaferi” diye tarihe geçen başarı Vezir-i Âzam Çandarlı Halil Paşa’ya aittir. Bu, aynı zamanda, Türkler adına Arnavutluk’ta kazanılan en büyük muzafferiyettir.

Savcı Bey’in İsyanı (1385)
Hayatın gereği olan ölümlere Allah’ın emridir diye isyan edilmez, acısı çekilir, çekilir; sonra yüreğin bir tarafına hapsedilir. Başka türlü olaylar var ki, üzüntüsü böyle haysiyetli değildir. Bunlardan birini yaşamaktadır Sultan Murad. Bâyezid, Yakub ve Savcı adlı oğullarından Savcı isyan eder Sultan babasına. Oysa babası onu, kendisine vekâlet etsin diye bırakmıştı Edirne’de. Bizans’ın entrikaları bitmez tükenmez. Gafil Şehzade’de iktidar hırsı vardır ve Bizans körükler bunu. Şehzadenin ayaklanması babası Sultan Murad Han tarafından bastırılır. Sultan için ağır acılardandır; ama katlanmak gerek. Şehzadenin cenazesi Bursa’da Osman Gâzî Türbesi’ne defnedilir. Henüz, yirmi yaşını biraz geçiyordu.
Şehzade Savcı Bey’in isyanı, devlet mefhumuna çok bağlı olan Osmanlı padişahlarının hiçbirinin kabul edebileceği bir hareket değildi. Değişik rivayetlerden biri şöyle: Babası Balkan Seferi’ne çıkarken Savcı Bey Bursa’da kalmış. “Rumeli babama yeter, Anadolu benim” diye düşünüp karar vermiş ve kendi adına hutbe okutmuş. Bunu haber alan babası Bursa’ya dönüp Kete Ovası denen yerde oğlunu mağlub etmiş. Bütün acılarını yüreğine gömerek devletin selâmeti için sevgili oğlunu idam ettirmiş. “Önce devlet” demek Sultan Murad’m olduğu gibi, öncekilerin de şiarı idi; sonrakilerin de şiarı olacak. Zaman zaman göğsümüz kabararak ama gözlerimiz sulanarak nice sahneler seyredeceğiz. Kronoloji’ye göre Savcı Bey’in isyanıyla ilgili en sağlam rivayet yukarıda anlatılandır. Önemli kaynaklardan sayılan Tacüt Tevarih’te ise Savcı Bey’in isyanında ayak dirediği, özür dilemeyi kabul etmediği yazılıdır.
“Hakkı inkâr etmesi, sevgiyi düşmanlığa çevirmesi, babalık hakkı ve padişahlık gereği, beğenilmeyen tutumlarının ortaya konulmasına ve padişahın merhametinden, af ve sevgisinden uzak düşmesine, ittihat ve desteğinden olmasına sebep oldu….” isyana devamı neticesinde hayatını kaybetmiştir.

Sofya’nın Fethi (1386) ve Karamanoğlu’yla İlk Savaş
Lala Şahin Paşa’nın defalarca akın yapmasına rağmen Sofya Kalesi alınamamıştı. “Bu şehir öteden beri ordu yeri olmuştur. Havasının letafeti, ovasının genişliği ve gönül çekiciliği ile cennetten bir köşe olup, insanlar için yiyecek ve içecek bolluğu, hayvanlar için yem bakımından geniş imkanlara sahip oluşu ile buranın övülecek tarafları pek çoktur.”
Bu önemli şehir Lala Şahin Paşa’ya yüz vermemişse de Osman Gâzî zamanının Balaban Bey adlı kumandanının oğlu İnce Balaban’m bir hilesiyle Türklerin eline geçmiştir. Hile, uzuncadır. Bir genç Türklerden kaçmış gibi Sofya hakiminin yanına sığınır, çok yakım olur. Doğancılık yaparken bir av partisinde, hâkimin elini ayağını bağlar, kaleyi Türkler işgal ederler…
Sultan Murad Rumeli’de fethedilen yerlere Türk nüfusu dolduruyordu. Böylece hem Anadolu’daki nüfus kesafeti önleniyor, hem yeni kazanılan toprakların yerli halkı ile kaynaşmak imkânı hazırlanıyordu. Yerli Hıristiyan halktan gönüllü din değiştirme hareketleri de temin ediliyordu. Sultan Murad için İstanbul patriğinin Papa IV. Urbanus’a sitayiş dolu bir mektup yazdığını nakleder Yılmaz Özt-na: O mektupta patrik, Sultan’ın Grek Kilisesi’ne tam hürriyet verdiğini, iyi bir politikacı, iyi bir kumandan, sözüne tam sadık bir insan olduğunu yazıyor. Ekliyor sonra: Cezayı hak edenlere de merhamet göstermezdi; diyor.
Murad Han Gâzî iyi bildiği siyasetle, Papalık tarafından tezgâhlanan bütün tuzaklardan hasarsız sıyrılmıştır. Hıristiyan dünyası ile girdiği her münasebette diplomatik yönden de başarılı olmuştur. Keşke bir de milletinden olanlarla geçinme sıkıntısı yaşamasaydı. Gözü arkada kalmasaydı, kim bilir neler olurdu?
Türk beyliklerinden hiçbirisinin genişleme, büyüme şansı bulunmadığını anlatır tarihçiler. Birinci sebebin coğrafi yerleşim olduğunu söylerler. Beylikler hep birbiri ile sınırdaş olmuşlar. Bir tek Kayı’lar Bizans’la sınırdaş ve o tarafa doğru büyür…
Beyliklerden imkân nispetinde dostluk bekler Murad Han. Bu sebepten akrabalıklar tesis edilir. Bilhassa Karamanlılarla geçinmenin zorluğunu bildiği için onlarla da akrabalık kurar. Sultan; sevgili kızı Nefise Melek Hatun’u Karamanoğlu Âlâaddin Ali Bey’le evlendirir, içli-dışlı olurlar. Damat dostça davranışlarını fazla sürdürmez. Kayınpeder Balkan fütuhatıyla meşgulken hileler hazırlar. Avrupa devletleriyle plânlar kurarlar Osmanlı Devleti aleyhine.
Karamanoğlu, dâmad Ali Bey yanlış yapmaktadır. Diğer Türk beyliklerinin iyi anlaşmalar yaptığı ve uyduğu, ona ters geliyor olmalı ki; yaramazlıktan geri kalmıyor. Kendi soyundan, kendi dininden bir kardeş devletin Cihan devleti olma çabasına karşı çıkıyor. Sultan Murad’ın ondan asla korkusu yok. Onun üzüntüsü, esas olan fütuhatın ertelenmesidir. Bunu şu sözleriyle anlatır: “Allahu Teâlâ yolunda, din gayretine çalışıp, bir aylık yol kâfir içine girip, gece gündüz ömrümü gazaya sarf etmeye niyet kılıp her türlü zevki sefayı terk edip bela ve mihnete talip oldum. Ben Müslümanlar rahat etsinler diye uğraşırken Karamanoğlu’nun gelip bir Müslüman şehri işgal etmesi, ahalisine zulüm etmesi kabul edilemez.”
Sultan Murad müslümana kılıç çekmek istemezse de, damadı mecbur bırakır. Sultan Murad bunun da gaza olduğunu kabul eder. Çünkü müslümanlar zâlim elinde kalmışlardır, kurtarılmaları gerektir. “Kâfirle gazadan kaldık, bari bir şer’i def edelim” der ve harb divanım kurar.
70000 kişilik ordu savaşa hazırdır. 2000 kişilik de Çandar ve Sırp askeri yardımcı olarak bulunurlar. Veliahd Şehzade Bâyezîd ile Şehzade Yakub Beyler orada. Anadolu Beylerbeyi San Timurtaş Paşa, Rumeli Beylerbeyi Kara Timurtaş Paşa oradadır.
Kanlı bir savaş olur ve Karamanoğlu selâmeti Konya Kalesi’ne sığınmakta bulur. Bu savaşta gösterdiği başarıdan dolayı Veliaht Şehzade Bâyezîd’e Yıldırım lâkabı verilir.
Sultan Murad kızının yalvarmasına dayanamayıp damadını affeder. Dâmad el öpüp, özür diler. Fakat ileride yine Osmanlı aleyhine bulunmaktan geri kalmayacaktır.
Sultan Murad bu mesele ile fazla oyalanmak istemez. Haber almıştır ki Haçlılar Kosova için hazırlık yapmaktalar. Daha önce hayatı bağışlanan, el öpüp özür dileyen Karamanoğlu da bir yandan Sultan’ın ordusuna asker yardımında bulunurken, öbür yandan düşmanla, Osmanlı aleyhine görüşmelere başlar.
Sultan Murad Gazi altmış üç yaşında son savaşını vermektedir. Şehzadeliğinden beri ömrü gaza meydanlarında geçmiştir ve şehadeti de gaza meydanında olacaktır.

Çandarlı Halil Paşa’nın Ölümü (1387)
Savaşlar yapılıp, zaferler kazanılırken; zaman da su gibi akıp gidiyor; toprak kazancı, insanların ihtiyarlamasına mâl oluyordu. Sene 1387’ye geldiğinde Çandarlı Halil Hayreddin Paşa devlete yaptığı sayısız hizmetlerine noktayı koyarak, ebedî âleme göç etti. Hem Sultan Murad Gâzî, hem de diğer arkadaşları ve asker evlâtları çok üzüldüler bu yeri doldurulmaz devlet adamına. Murad Han, Paşa’nın bergüzarı olan genç oğlu Ali Paşa’yı Vezir-i Âzam yaparak vefa gösterdi vefakâr dostuna…

Ploşnik Bozgunu (1388)
Yapılan savaşlar ve alınan galibiyetlerin anlatılması hoştur. Yapılan savaş ve alınan yenilgi keşke hiç olmasa. Balkanlar Osmanlı Ordusu’nun zaferlerine tiryaki kesilmişti. Fakat orada bir tiryakiliğin de molası oluyor. Bosna Kralı Trartko Sırp despotu Lazar’la birleşip Hırvat ve Arnavut maceralarını da aralarına alınca 30.000 kişilik ordu meydana getirdiler. Karamanoğlu’yla savaşırken orada bulunan Sırp askerinden, yağma hareketine kalkan bir kısım açgözlü kılıçtan geçirilmiş, bir kısım becerikli kaçarak canını kurtarmıştı. Onların da özel kini vardı Türk askerine.
Karşı taraf böyle iken 20.000 kişilik Türk Ordusu Bosna’yı istilâya başlamıştı. Taplika Vadisi denen yerin Ploşnik mevkiinde düşman ordusunun ani baskınına uğrayan Türk Ordusu, toparlanana kadar 15.000 şehit verdi.
Bu onlar için önemli bir zaferdi. Güven duygusu böyle olayların sonrasında yeşerir serpilir, kendilerinde bir şeyler olduğunu zannetmeye başladılar. Mademki Türkler, ezilmekten kurtulamıyorlar; daha düzenli bir hareket, onları tamamen buralardan atmamıza yeter dediler. Millî duyguları alevlenen Slavlar yani Sırplar, Bulgarlar, Ulahlar, Boşnaklar ve kısmen Arnavutlar ittifak için sözleştiler.

Bulgaristan’ın İşgali
Balkan milletleri kendi aralarında ittifak kurar, Türk’ü imha plânı hazırlar da, bundan habersiz olunur mu?
Sultan Murad’ın casus teşkilâtı yapılmakta olan ittifakı bildirdi. Çandarlı Ali Paşa, Bulgaristan’ı bu birliğin dışında bırakmak için harekete geçti. Emrinde 30 bin asker bulunan Vezir-i Âzam Sultan’dan takviye kuvvet istedi. Sultan Murad işin ciddiyetine münasip tedbir almak amacıyla Anadolu Türk Beylikleri’ne haber gönderdi. Lazar’ın işini bitirmek gerekiyordu. Karaman’a, Teke’ye, Aydın’a, Menteşe’ye ve Saruhan’a “ve cemî mülûk-i müvâcirîne bu hâli ilan ittiler.”
Bulgaristan üzerine Osmanlı Ordusu Balkan Dağları’nı geçip Pravadi ve Şumnu şehirlerini zapt etti. Daha sonra da Bulgaristan’ın başkenti Tırnova’yı aldı. Vezir-i Âzam Ali Paşa’nın hareketi devam ederken Sultan Murad da ordusuyla Niğbolu önüne geldi. Zor durumda kalan Bulgar Kralı Şişman birçok vaatlerle işin içinden sıyrıldı, fakat sözünde durmadı. Geçmişten kalan haraçları vardı, onları ödemeyi, Silistre ve birkaç başka kaleyi vereceğini bildirdiği halde, canını kurtarınca hepsinden vazgeçti. Yeniden, şimşekleri üzerine çekmiş oldu ve bu sefer Silistre, Hezargrad, Rusçuk şehirleri zaptedildi. Hiçbir şart koşmadan teslim olan Kral Şişman karısı ve çocuklarıyla beraber Sultan Murad’ın Karargâhı’na götürüldü.
Bulgar Kralı Şişman kuralları tepeleyen bir düşman olarak Pâdişah’ın karşısına getirildi ama, hiçbir ceza görmedi. Kayınbirader olmanın getirdiği imtiyazla mıdır, Sultan’ın başka bir taktiği midir her ne ise, bir Türk valisi gibi mevkiinde bırakıldı.
Bu hareketlerin en büyük faydası Bulgaristan’ın adı geçen ittifaka girmemesi ve yine adları geçen şehirler, kalelerin Türkler’in malı olmasıydı.

Mora’da Misafir Gibi
Mora Bizans İmparatoru’nun oğullarından birinin despotluğunda idare ediliyordu. Latinler’e karşı savunma gücü kalmamış olan Birinci Teodoras Palealogos Osmanlı himayesini kabul etti. Evrenos Bey, despotun Osmanlı’yı daveti üzerine Mora’ya girdi, bazı şehir ve kaleleri işgal etti.
Aslında, bunun hiçbir anlamı olmadı sayılır. Çünkü bir sene sonra her şey, Mora’da eski haline döndü.

Kosova Meydan Muharebesi
Her yönüyle büyük olan bu savaş, tarihte oynadığı rol itibariyle de mühimdir. Çok önemli bir zaferin başkomutanının, bir Pâdişah’ın zafer meydanında öldürülmesi olarak ele alınınca emsali olmayan bir savaştır.
Bir de, bayrağımızın doğuşunu bu muharebe sonrasında oluşan kan gölünün üstüne düşen ay ve yıldıza bağlayanlar var. Gerçekliği tartışılsa da ne güzel bir buluş!..
Kosova Meydan Savaşı’na adım adım gelinmişti. Daha önce anlatılan olaylar bu savaşın davetçisiydi. Sultan Murad bütün beşerî tedbirleri alıp, varını yoğunu bu savaş için ortaya koymuştu. Anadolu’daki kardeş Beylikler bu savaş için yardıma çağrılmıştı. Şehzade Yakub ve Bâyezid Beyler Karesi ve Kütahya’dan gelmişler, “Menteşe, Aydın, Hamid Beğleri’nin paylarına düşen yardımcı kuvvetleri de beraber getirdiler.” Osmanlı himayesini daha önceden kabul etmiş bulunan Sırp Beyleri’nden Draguş ile Güney Sırbistan Beyi Vukaşi’nin oğulları, Dobruca Tatarları’nın reisi Serrac, Kastendil Prensi Konstantin’in kuvvetleri hazırdı. Bütün sayılanların varlığı bir kişi kadar heyecan uyandırmıyor, güven vermiyordu. İhtiyar Gâzî Evrenos Bey çoktan beri savaş meydanlarında görünmüyordu. Âhir ömrünü yaşadığına inanıyor, bunun için de kutsal topraklara gitmiş, Hacı olmuştu. Evrenos Bey’in orduya iştirakini Hammer’den nakledelim. İşte onun söyledikleri:
“Lâkin Pâdişah’ın etrafında topladığı yardımcılara daha dehşetli bir müttefik daha iltihak etti. Bu Müttefik Orhan’ın ihtiyar silah arkadaşı olup da, yalnız namının zikredilmesi büyük bir kuvvet hükmünde bulunan Evrenos Bey idi.
Sultan Murad Yanbolu’da iken Bulgaristan işini halleden Vezir-i Âzam Ali Paşa geldi. Düşmanla buluşulacak yere doğru hareket edildi. Casusluk maksadıyla gönderilen bir Sırplı savaşa hazır olduklarını söylemeye geldi.
Beylikler’den alınan yardıma rağmen Türk tarafı 60 bin askerde kalmıştı, karşı taraf 100 bin kişi. Daha önceleri gördüğümüz savaşlardan biliyoruz, sayıca fazlalık illâ ki galibiyet getirmiyor. Bunun neticeye tesiri her zaman müsbet olmayabiliyor. Önce azim, sonra bilgi mevki seçimi, harp düzeni, askerin idare biçimi tabiat şartları gibi pek çok sebep sonucu belirlerken, herhalde, Cenâb-ı Hakk’ın takdiri oluyor.
İki ordu arasındaki sayı farkı bazı tarihçilere göre yukarıda söylenenden daha fazlaydı. Hatta bu yüzden Murad Hüdâvendigâr’ın endişeye kapıldığı da söyleniyor. Sultan’daki karamsar tavrı gören Vezir-i Âzam Ali Paşa rahatlatıcı hareketler denerken Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyet okuyup serinlik vermeye çalışıyordu. “Nice az sayıda bir topluluk var ki, Allah’ın izniyle çok sayıdaki bir topluluğu yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara suresi, âyet: 249)
Ali Paşa bu âyeti okuyup, Sultan Murad’ın gönlündeki tereddüdü izale etti. Karşıda Macaristan, Lehistan, Sırbistan, Bosna Krallığı, Eflak-Boğdan (Romanya-Moldovya), Hırvatistan, Bohemya, Arnavut Prenslikleri ve Bulgaristan Krallığı var, burada Sultan Murad’ın ordusu. Daha önceki savaşlar göz önüne alınınca olağanüstü bir şey yok sayılır fakat nedense Padişah tamamen endişeden arınamıyordu; sanki, farklı bir şeyler hissediyordu. Şimdiye kadar 36 defa savaşan, çıktığı bütün savaşlardan galibiyetle ayrılan bir kumandan değil de ilk defa savaşan biriymiş gibi hareket ediyordu. Bütün benliği ile inandığı âyet-i kerîmenin içine verdiği rahatlık bile, varlığının derinliğindeki, adı konmayan duyguyu tamamen yok edememişti. Neşri Tarihi’nden bu son anları takip ediyoruz. Sultan Murad’ın: “Bu gâzâda ya taht ola ya baht ve ömrümün sonunda şehit olup, iyi adla âlemden göçem” dediğini yazan tarihçi son geceyi de şöyle anlatıyor: “… Murad Han Gâzî herkes yatana kadar sabredip sonra yataktan kalktı, abdest alıp iki rekât hacet namazı kıldı. Yüzünü toprağa koyup Allah’a yalvardı. (O gece Türk askerinin üstünde karanlık bir duman vardı. Sultan “Yarab dedi, bunca zamandır dualarımı hep kabul ettin, yine kabul et. Eğer bir yağmur gönderip bu dumanı üstümüzden dağıtırsan, senin adına savaşan askerleri kırılmaktan kurtarırsın. Ben mülk için değil senin rızan için savaşırım. Mülk senindir, istediğine verirsin. Ben dahi naçiz bir kulum ve esrarımı sen bilirsin.” “… Beni bu Müslümanlara kurban eyle. İslâm askeri için ölüme hazırım. Yeter ki, bu müminleri küffar elinde mağlup edip helak eyleme… Evvel Gâzî kıldığın gibi şimdi de beni şehit kıl!”
Sultan’ın bu yakarışından sonra gökyüzü bulutla doldu. Yağmur yağdı. İslâm askeri üzerinden kalkan duman kâfir askeri üzerine çöktü.
Bu savaşın tasvirine girmek istemiyoruz. Sadece, neticenin, bu savaşın getirdiğinin, Sultan Murad’m haleti rûhiyesinin anlaşılmasını kâfi gördük. Babalarının yanında Şehzade Yakub ile Şehzade Bâyezid’in bulunduğu söylenmişti.
Sultan Murad kalabalık düşmana karşı develeri canlı siper olarak kullanmayı teklif edince, Şehzade Bâyezid, bunun Allah’a güvenmemek gibi bir şey olacağını ileri sürdü, babası fikrinden vazgeçti.
Savaş çok kanlı oldu. Bilindiği gibi, emsalsiz bir zafer kazanıldı. Sultan, Cenâb-ı Allah’a yaptığı duânın kabul olduğuna inanıp, şükrünü edâ etmek istiyordu. Önce savaş meydanını dolaştı. Üst üste cesetler korkunç bir manzara arzediyordu. Hiç kimsenin az önce sağ olduğuna inanılmayacak kadar müthiş bir sahne. Sultan’ın görmediği, Sultan’ı gözetleyen bir yaralı vardı cesetlerin arasında. Miloş Kabiloviç. Yaralı bir Sırp asilzadesi. Ayağa kalkıp, Pâdişah’ın ayağına kapanacağım, Pâdişah’a mühim bir sır vereceğini yüksek sesle haykırıyordu. Koruyucular durdurmaya çalışırken emir Sultan’dan geldi. “Engel olmayın, bırakın!” Miloş “Pâdişah’ın ayaklarını öpecek gibi dizüstü çökerek, hançerini kalbine soktu…”
İşte, savaş meydanlarının arslanı böyle kalleş bir hançer darbesiyle ağır yaralandı. Ölümle pençeleşirken şöyle bir vasiyeti olduğu söyleniyor: “Bana olduğu gibi Bâyezid’e de itaat edin.” Sultan Murad 1389 Haziran’ında son zaferini kazandığı mahalde son nefesini aldı.
İç organları Kosova’ya gömüldü, naaşı Bursa’ya getirilip Çekirge’deki türbesine defnedildi. Sultan Murad 1326 doğumluydu.
Miloş’un birkaç Türk askerini daha öldürdüğü, ondan sonra paramparça edildiği söylenir. Milletinin onu millî kahraman saydığını da hatırlatalım.
27 senelik saltanatıyla devletini 95 000 km kareden 500.000 kmkareye ulaştıran Sultan Murad’m şehâdeti dostlarını derin üzüntülere garketmiş, bütün İslâm alemini yasa boğmuştur. Düşmanları belki biraz sevinmiştir ama onlar da yerine geçen Bâyezîd’in bahadırlığını ve devlet adamlığını bildiklerinden tez zamanda başlarına gelecekleri düşünmeye başlamışlardır.
Sultan Murad’ın hayatı gazalarla geçmişti. Kendisinin bizzat başında bulunduğu muharebe sayısına, tarihçi Yılmaz Öztuna 37 diyor. Ve bunların hepsini kazanarak yenilmezlik unvanını aldığını söylüyor.
Kendisine Melikü’l meşâyih Gâzî Murad denen bu ünlü Türk, geride sağlam bir ordu, geniş bir yurt bırakarak gitmiştir. Daha sonraki zamanda büyük hizmetleri dokunacak önemli şahsiyetler de onun zamanında yetişmiştir. Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa ahvâdı, nice yıllar Türk devletine hizmeti geçen büyük bir ailedir.
Son olarak söyleyeceğimiz: Babası öldüğünde Bâyezid yanındaydı. Şehzade Yakub bir düşman birliğini kovalıyordu. Savaş mahalline dönen Şehzade Yakup’a, baban seni çadırında -otağında- bekliyor dediler. Yakup Bey çadırdan canlı çıkamadı. Bâyezîd Padişah oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.