Soğuk Savaş Döneminde Türkiye

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE

Türkiye, II. Dünya Savaşı boyunca “denge politikası” izlemiş ve bu sayede savaştan uzak kalmayı başarabilmiştir. Ancak savaş sonrası yıllarda oluşan Türk dış politikasının temel sorunları, savaş yıllarında izlenen dış politikalarının uzantısıdır.

Savaşın son günlerinde Türk – Sovyet ilişkileri ciddi anlamda gerginleşti. Sovyet Rusya, Türkiye’den bazı taleplerde bulundu. Türkiye, bu konuda Batı’dan bir destek beklemiş ancak Batılılar somut bir adım atmamışlardır. Somut adım, 1947’de Amerika’dan geldi. Traman Doktrini ile Amerika, askeri, siyasi ve ekonomik olarak Türkiye’yi destekleyeceğini belirtti. Bu yıllarda Batılı devletler ile Sovyetler arasında Soğuk Savaş denilen mücadele kesinleşmeye başlamıştır.

Bu durumun bir sonucu olarak 1949’da Nato ve Avrupa Konseyi kuruldu. Türkiye her iki kuruluşta da yer almak istedi. 1948’de Avrupa Konseyi’ne alınan Türkiye, Nato’ya ancak Kore Savaşı’na katılmasının ardından 1951’de kabul edildi.

 

BAĞIMSIZLIKLARINI KAZANAN ASYA VE AFRİKA ÜLKELERİNİN YAŞADIKLARI SORUNLAR

XV. ve XVI. Yüzyıllarda yaşanan Coğrafi Keşifler sonucu Batıda sömürgecilik siyaseti başlamıştı. Sömürgecilik doğal zenginliklerin ve değerli madenlerin ele geçirilmesine dayalıydı. XVIII. yüzyılda önce İngiletere’de başlayan Sanayi Devrimi ile birlikte sömürgecilik anlam değiştirdi ve daha önemli hale geldi. Artık üretilen mallara pazar bulma amacı ön plana geçmişti. Dünya savaşları, sanayileşmiş ülkeler arasındaki hammadde ve pazar bulma rekabetinden ortaya çıktı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgecilik siyaseti terk edildi. Bunun başta gelen nedeni ulusal bağımsızlık hareketlerinin hızlanmasıydı.

Bağımsızlıklarını kazanan ülkelerde yeni sömürgecilik uygulamasına geçildi. Ulusal bağımsızlık kazanılmış olsa bile, bu ülkelerde Batılı devletlerin ekonomik bağlantıları sürdürüldü. Dolayısıyla sömürü düzenin devam etti. Batılılar, eski sömürgeleri ile ticari ilişkilerini gelşitirirken, bu ülkelerin ekonomilerini denetlemeyi amaçlamışlardı. Az gelişmiş olan bu ülkelerde nüfusun büyük bölümünü köylüler oluşturmaktaydır, geleneksel demokratik kurumlar yoktur. Bunlar monarşi veya diktatörlükle yönetilirken, özellikle Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde tek parti eğilimi vardır. Bu ülkeler Batı demokrasisini örnek almaya çalışsalar da gerekli ekonomik ve sosyal koşulların olmaması nedeniyle başarılı olamamışlardır.

 

TÜRKİYE’DE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ

Türkiye’de, Cumhuriyetin ilanından sonra çok partili hayata geçiş denemeleri yapıldı ancak başarılı olunamadı. Atatürk, 1930’dan ölümüne kadar bir daha çok partili demokrasi denemesinde bulunmadı. Çünkü laikliğin ve devrimlerin yerleştirilmesi ve toplumu buna hazırlanması gerekiyordu. Büyük önderin ölümüyle Cumhurbaşkanı olan İsmet Paşa’nın ilk dönemi II. Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllar oldu. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan 1946 yılına kadar tek partinin egemenliğinde demokratik rejimin temel kurumlarını oluşturdu.

Müttefik devletlerin II. Dünya Savaşı’ndan galip çıkması, tek partili rejimlere karşı liberal demokrasinin zaferini simgeliyordu. Bundan sonra Avrupa’da çok partili demokrasiler kurulacaktı. Batı ittifakı içinde yer almak isteyen Türkiye, bu oluşumun dışında kalamazdı. İsmet İnönü, 1 Kasım 1945’de TBMM’nin açılış konuşmasında, hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasının yarattığı eksikliği vurguladı ve yeni siyasi partilerin kurulmasını teşvik etti.

7 Ocak 1946’da Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından Demokrat Parti kuruldu. 21 Temmuz 1946’da seçimler yapıldı. Böylece Türkiye’de çok partili hayata geçilmiş oldu. 1950’de yapılan seçimleri Demokrat Parti kazandı ve ülkeyi 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine kadar yönetti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.