Osmanlı Devletinin Klasik Dönem Ekonomi Anlayışı Ve Yapılanması

3- OSMANLI DEVLETİNİN KLASİK DÖNEM EKONOMİ ANLAYIŞI VE YAPILANMASI

Osmanlı iktisat düzeni, Selçuklu ekonomisinin temelleri üzerinde şekillenmiştir. Bu sistemde, devlet, yatırımcı değildir; ticaretle de uğraşmaz. Devletin harcamaları genel olarak iç ve dış güvenlik, adalet ile bürokrasi alanlarında toplanmıştır. Ticaret ve sanayi serbesttir. Hakimiyet alametleri olarak para bastırılmış fakat yabancı paraların tedavülde (dolaşımda) bulunmasına engel olunmamıştır. Devletin ekonomisindeki rolü,

Daire-i Adalet ilkesi çerçevesinde, düzenleyici niteliktedir. Kalite, fiyat şehirlerin beslenmesinde emredici konumdadır. Ayrıca, stratejik maddeler konusunda da kısıtlayıcı hükümler getirmektedir. Sistem, bu özellikleri ile de liberal değildir. Bu bakımdan, çeşitli iktisati sistemlerle etkileşmesine rağmen, osmanlı iktisat sistemi orijinal bir sistemdir.

A) OSMANLI İKTİSAT ANLAYIŞI

Ekonomi; üretim, tüketim, değişim, bölüşüm ve birikim gibi temel faaliyetler bölümünü ifade eder. Tarım, hayvancılık, ham maddelerden mamül mal üretilmesi ve bir takım hizmetler, ekonomik faaliyetin alanına girer. Tarım genelde kırlık alanlarda, sanayi ve hizmetler ise daha çok şehir ve kasabalarda görülür. Ekonominin kendine göre bir işleyiş düzeni olmakla beraber, Osmanlı Devleti gibi merkeziyetçi devletlerde, denetim ekonomik faaliyetleri yönlendirmesi söz konusudur.

Osmanlılarda, klasik dönem dediğimiz XVII. yüzyıla kadar geçen zaman ile onu izleyen XVIII . yüzyılın temel ekonomik anlayışı, devlet ve toplum felsefesiyle yakından bağlantılıydı. İktisadi siyasetle devletin mali ihtiyaç ve kaygıları önemli bir yer tutuyordu. Osmanlı devlet anlayışı, padişahın reayayı güvenli ve rahat yaşatması amacına yönelikti. Diğer bir ifadeyle Daire-i Adalete göre, adalet ve huzur sayesinde halk çok üretim yapacaktı. Böylece devletin hazine gelirleri çoğalacak, dolayısıyla da ordu ve devletin güçlü olması sağlanacaktı. Bu bakımdan, Osmanlılarda ekonomik etkinliklerin tümü, reayanın sıkıntıya düşmeden, bolluk içinde yaşamasını sağlamak amacıyla düzenlenmişti. Bu amacının dışında kalacak her türlü davranış bid’at yani genel kurallara aykırı olarak görülürdü.

Gerçekten de, Osmanlı iktisat siyasetinde hazine gelirlerinin mümkün mertebe arttırılmasına dikkat edilmiştir. Osmanlılar için, ülke içinde temel malların yeterli miktarda bulunması çok önemli olduğundan, ithalata sınırlama getirilmemiş, hububat gibi temel ihtiyaç mallarının ve silah yapımında kullanılan maddelerin ihracı ise yasaklanmıştır. Bütün bunların yanında İstanbul’un ve diğer büyük şehirlerin gıda ve yakacak ihtiyacının karşılanması da önemle üzerinde durulan bir husustu.

Bu temel düşünce ışığında, ekonomik etkinliğin içindeki her üretici, talep kadar, yani refah içinde yaşanacak kadar üretimde bulunmak zorundaydı. Devlet, talep kadar arz yaratmalıydı. Eğer, arz talebi karşılanmıyorsa, yine devlet ticaret yoluyla, açığı kapatmanın önlemlerini almak zorundaydı. Üretim bolluğunu gerçekleştirecek koşulları oluşturmalıydı.

Osmanlı klasik döneminde devlet, bütün sektörlerine talebini karşılayacak ölçüde üretim yapan ortamı hazırlamıştır. Ayrıca bu ortamın sürekliliğini sağlamak için yasalar koymuştur. Osmanlılarda ticaret, temel olarak reayayı sıkıntıya düşürmeyecek bir faaliyet türü olarak ön görmüştür. Bu anlayış sürekli bir devlet denetimini gerekli kılmıştır.

XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya şartlarının değişmesi üzerine Osmanlı ülkesindeki ekonomik faliyetlerde dünya ekonomisiyle bütünleşme evresine girmiştir. Özellikle Batı’daki büyük değişim, Osmanlı ekonomik faaliyetlerinin sürdürüldüğü ortam ve onun yasal ve sosyal organizasyonunu etkilemiştir. XIX. yüzyılda ise arz-talep dengesini devletin denetlediği ortamdan, büyük pazar şartlarının egemen olduğu ortama geçilmiştir. Bu nedenle XIX. yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin diğer bütün kurumlarında olduğu gibi, ekonomik faliyetlerinde de önemli bir değişim yaşanmıştır. Böylece Osmanlı Devleti, kendi ülkesindeki ekonomik faaliyetleri denetleme gücünü büyük ölçüde yitirmiştir.

B) OSMANLI EKONOMİSİNİN TABİİ KAYNAKLARI

1- İNSAN

Osmanlı ülkesinde üretici unsur, genel olarak reaya adı altında toplanan köylüler, konar-göçerler, esnaf ve zanaatkarlar idi. Bu bakımdan Osmanlı ekonomisinin temel insan kaynağı reaya idi. Ekonominin bütün sektörlerinde yer alan insan gücünü bugün kesin olarak bilemeyiz. Çünkü Osmanlı Devleti’nde XIX. yüzyıldan önce genel nüfus sayımları yapılmadığından Osmanlı nüfusunu kesin bir şekilde belirlemek mümkün değildir. İlk nüfus sayısı 1831 yılında yapıldı, ancak bu tarihten önce de Osmanlı ülkesinin nüfus durumu hakkında fikir veren önemli belgeler vardır. Bu belgeler tahrir defterleridir. Özellikle XV. ve XVI. yüzyıllara ait tahrir defterleri sayesinde bazı tahminlerde bulunabiliriz. Bu defterlerde tımar sisteminin uygulandığı sancaklardaki vergi yükümlüsü nüfus ile bunların ödemekle yükümlü olduğu vergiler kayıtlıdır.

Osmanlılar, klasik dönemde ülkenin büyük bir bölümünde tımar sistemi uyguladılar. Tımar sistemi bir takım yükümlülükler ve görevler karşılığı olarak ülke gelirlerinden bir bölümünü devlet görevlilerine vermek esasına dayanıyordu. Bunun için devlet, ya bir bölge ilk fethedildiğinde ya da 20-30 yıllık zaman aralıklarıyla kaza ve sancaklarda tahrir denilen sayım yapardı. Tahrir, kaza ya da sancağın vergi yükümlüsü erkek nüfusunu ve bunları ödemekle yükümlü oldukları vergi miktarlarını tespit etmek için yapılırdı. Bunun için tahrir defterleri ilgili oldukları kaza ve sancakların o zamanki erkek nüfusu ve onların ödeyecekleri vergi miktarlarını göstermek yönünden önem taşımaktadır.

Tahrir defterleri üzerinde yapılan araştırmalar bize şu konularla ilgili bilgi vermektedir:

– Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında bulunan topraklar, kuruluşundan XVII. yüzyıl sonlarına kadar siyasi gelişmelere paralel olarak artmış ve bu nedenle Osmanlı uğruğu olan insan sayısı da giderek çoğalmıştır.

– Osmanlı Devleti ilk yıllarından itibaren Osmanlı padişahının egemenliği altında yaşamayı kabullenen gayrimüslümleri zimmi statüsüne yerleştirerek varlıklarını ve hayatlarını güvence altına almıştır. Diğer yandan zaman zaman uygulanan iskan politikalarıyla canlandırılmıştır. Yani yeni fethedilen bölgeler, başka yerlerde yaşayanlar için yeni hayat alanları haline getirilmiştir.

– Osmanlılar zamanında tarım üreticileri köy ve mezralarda, sanayi ve ticaretle uğraşanlarda kasaba ve şehirlerde hayatlarını sürdüşmüşlerdir. Bunun için, Osmanlı ülkesinin çeşitli bölgelerinde doğa, iklim ve diğer özelliklere bağlı olarak nufusun bazı yerlerde yaygınlaştığı anlaşılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu ve geliştiği Anadolu-Rumeli toprakları asıl hayat alanı olarak önem taşımıştır. XVI. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı Devleti Kafkaslar’dan Tuna’ya, Kuzey Afrika’dan Karadeniz’in kuzeyindeki susuz tarım yapılabilen alanlara kadar uzanan bölgeleri içine almıştır.

– Osmanlı reayasının yerleşim alanları olan köy-kasaba-şehirlerin dağılımına bakıldığında köylerin, Osmanlı ülkesinin her yerine yayıldığı görülür. Dönemin teknoloji şartlarına bağlı olarak üç bin ile on bin arasında nüfus barındıran yerler ise şehir olarak kabul edilirdi. Ancak transit yollar üzerinde bulunan ve yoğun üretim veya yönetim işlerini üstlenen bazı şehirlerin nüfusunun bu sayının üstüne çıktığı da bir  gerçektir. Örneğin, başkent olan İstanbul, daha alınışı izleyen yıllarda büyük bir nüfus artışı göstermiş ve toplam nüfusu XVI. yüzyılın sonlarında 700 binin üstüne çıkmış ve daha sonraki yıllarda da sürekli artmıştır. Bursa, Edirne, Bağdat, Şam, Halep gibi merkezlerde yalnız haneli çevrelerinin tarım ürünleri ile beslenemeyecek nüfus büyüklüklerine ulaşmışlar ve bunların beslenmesi için ülkenin değişik yerlerinden yararlanmak yoluna gidilmiştir.

– Yapılan araştırmalar XVI. yüzyılının sonlarında, bütün Akdeniz çevresinde büyük bir nüfus artışının olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bunun nedeni, soğuk koşullardaki düzenli ve insanların bazı salgın hastalıkları önlemeleridir. Bütün Avrupa’da olduğu gibi XVI. yüzyılın sonlarında Osmanlı ülkesinde de toplam nüfusun % 1 artışla iki misline çıktığı araştırılmaktadır. Bu, ekonomik açıdan büyük bir güç artışı olarak değerlendirilebilir. Ancak yapılan araştırmalar, nüfus artışına paralel olarak yeni tarım alanlarının açılmadığını ortaya koymaktadır.

– XVII. yüzyılda Celali İsyanları, kıtlıklar vb. sebepler yüzünden nüfusun azaldığını ve Anadolu’nun bazı kısımlarında konar-göçer hayata yeniden dönüşün yaşandığını gösteren belirtiler vardır. Öte yandan devlet, kuruluşundan itibaren planlı bir iskan politikası izlenmiş; boş ve ıssız toprakların üretime açılması hedeflemiştir.

– Daha sonraki yüzyıllarda, toplam nüfusun belli oranda arttığı ve yeni koşullara göre belli bir hareketlilik içinde bulunduğu gözlenmektedir. Bu dönem için söylenecek en önemli özellik, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda mekandaki hareketliliği sınırlayan kısıtlamaların eski gücünü kaybetmiş olmasıdır. Bunun sonucu olarak, toplumdaki yatay hareketlilik, önceki dönemlere göre belirgin bir biçimde artmıştır.

2- TOPRAK

Osmanlılarda ekonomi büyük ölçüde tarıma dayanıyordu. Tarım üretiminin ana kaynağı olan toprak genel olarak miri, yani devletin mülkiyetindeki topraklardı. Bu mülkiyet biçimi, toprağın çıplak mülkiyetinin devlete ait olması demektir. Bu toprakların kullanım hakkı, yani ekilip biçilmesi ise reayaya bırakılmıştır. Osmanlı kanunnamelerinde “saban giren yer mülk olmaz” diye tanımlanan bu durum, Osmanlı Devleti’nin toprak kullanımına verdiği önemi gösterir. Özellikle Osmanlı Devleti topraklarının ana kısmında uygulanan tımar düzeni, miri arazi rejimine dayanır.

Bu rejimde toprağın mülkiyeti devlete, kullanım hakkı reayaya, toprağın işlenmesinden elde edilen vergiler ise dirlik sahiplerine (has, zeamet, tımar, mülk sahibi veya vakıflar) aitti. Buna göre Osmanlı Devleti, tahıl üretimi için gerekli topraklar başta olmak üzere, ekim yapılan şehir ve kasaba sınırları dışında kalan toprakları, kullanım hakkı köylüde olmak üzere kendi mülkiyetinde tutmuştur.

Osmanlı belgelerinden anlaşıldığına göre devlet, ekonomik ve sosyal organizasyonunda, her köylü ailesinin geçimini sağlayacak büyüklükte toprağa sahip olmasına özen göstermiştir. Tımar sistemi içinde toprak tasarrufunda temel ölçü olarak her haneye, onu besleyecek büyüklükte toprak ayrılmıştır. Bu toprakta çift diye adlandırılmıştır. Osmanlı tarihçilerinin çiftti-hane sistemi dedikleri bu uygulamanın somut sonuçları, tahrir defterlerinden anlaşılmaktadır. Klasik dönemin sonlarına kadar evli ya da bekarların tarım üreticilerinin, kendilerine yetecek ölçüde toprağa sahip oldukları görülmektedir.

Ancak XVI. yüzyılın sonlarından itibaren, özellikle hızlı nüfus artışının ardından gelen dönemde, bu insan-toprak ilişkisi değişmiştir. Artan nüfus oranında yeni tarım alanları açılmıştır. Ancak bu nüfus artışıyla birlikte işlenen toprakların yetmemesi, tımar sisteminin bozulmasına neden olacaktır.

Değişen ekonomik koşullar Osmanlı ülkesinde yeni uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Özellikle, Osmanlıların batıya yakın bölgelerinde tarım ürünleri canlı bir ticaretin konusu olmaya başladıktan sonra, yoğun bir üretim için büyük çiftlikler kurulmaya başlamıştır. Böylece, toprak mülkiyetinde önemli bir değişim kendisini göstermiştir. Genellikle âyân adıyla bilinen varlıklı kişilerin elinde toplanan çiftliklerde, topraksız köylülerin emeği ile yoğun tarım üretimi gerçekleşecektir. Bu uygulama, Osmanlı Devleti’nin ekonomik yapısını, dünya koşullarına uydurmaya zorlayacak ve tarımda da pazar ekonomisinin uygulanmasına doğru bir geçiş sağlayacaktır.;Bunun bir başka sonucu da toprak mülkiyetinde özelleşmenin başlamasıdır. 1858’de kabul edilen Arazi Kanunnamesi ile Zilyet topraklılar, mülkiyete dönüşecektir. Kısacası uzun süre toprağı kullananlar, onun sahibi olacaktır.

C) ÜRETİM

1- TARIM

Osmanlılarda ekonomik hayat büyük ölçüde tarıma dayalıydı. Ekonominin en önemli sektörlerinden biri şüphesiz tarım üretimidir. Çünkü Osmanlı toplumu genel özellikleriyle bir köylü toplumudur. Nüfusunun büyük bölümü köy ve mezralarda yaşar. Toplam nüfus içinde göçerlerin payı da küçümsenmeyecek ölçüdedir. Devlet uzun süre bu grupları yerleşik hayata geçirmenin yollarını aramış, fakat son zamanlara kadar bu gruplar hayat tarzlarını değiştirmemişlerdir. Osmanlı yönetim birimleri içinde göçebe sancakları ve kazaları önemli yer tutar.

Osmanlı tarım üretiminin dönemlere göre hukuki yapısı şöyle oluşturulmuştur: Osmanlı tarım politikalarının istenilen biçimde sürdürülebilmesi için uygulanmış en önemli sistem, tımar sistemidir. Tımar sisteminde şu 3 özellik çok önemlidir.

Daha öncede açıklandığı gibi, toprağın mülkiyeti devlete, kullanımı köylüye, üreticinin devlete vermesi gereken vergiler ise sipahiye aittir. Bu uygulama devlet – üretici – sipahi ilişkisini yasal çerçevesini oluşturmuştur. Buna göre, toprağı ekip biçen köylü, toprağın kullanımında sürekliliğe sahiptir. Ölümü halinde hakkını, miras olarak bırakabilir. Bu tasarruf hakkını sipahisinden aldığı tapu belgesiyle belgelendirir.

Tasarruf sahibi olan köylü, çiftini tasarruf ederken şu yükümlülükleri yerine getirmek zorundadır:

a-  Nedensiz olarak toprağı terk edemez. Eğer devrederse sipahi reayasını 15 yıl içinde geri getirme hakkına sahiptir.

b-  Köylü, toprağını nedensiz olarak 3 yıl üst üste işlemeden bırakamazdı. Eğer bırakırsa, sipahi, toprağı ondan alıp bir başkasına verebilirdi.

c-  Köylü ürettiği ürünün vergilerini sipahiye ödemek zorundadır.

Köylünün yükümlülüklerine karşılık, mülkiyetini elinde tutan devletin reayaya karşı en önemli yükümlülüğü ise onun güven ve düzenini sağlamaktır. Bunun yerine getirilmesi ise Osmanlı Devlet örgütlerinin fonksiyonları ve görevlileriyle ilgili bölümde açıklanmıştı.

Köylünün ürününden vergileri toplama hakkı kendisine verilmiş olan sipahinin ise reayaya karşı şu yükümlülükleri vardır:

Sipahi, köylünün genel güven ve düzen içinde yaşaması için diğer görevlilerle birlikte sorumludur. Sipahi, köylünün üretim araçlarını temin etmek, tohum ve gübre gibi ihtiyaçları için ona yardımcı olmak zorundadır. Köylünün vergilerini en kolay şekilde ödemesi için sipahi, hasat zamanını bekler.

İşte bu organizasyon içinde Osmanlı ülkesindeki tarım üretimi, nüfusun büyük çoğunluğu olan köylü ailesinin geçimini rahatça sağlamalarına imkan hazırlamıştır. Bu sistemle aynı zamanda köylünün ödediği vergiler yoluyla tarım üretimi yapılmayan şehir ve kasabaların iâşeside sağlanmıştır. Devlet bunun için de önlemler almıştır. Bu önlemlerin iki yönü vardır:

Birincisi taşra yönetim birimleri olan sancakların alanlarının belirlenmesinde, sancağın tarım alanlarının o sancak içinde kalan kasaba ve şehirlerin beslenmesine imkan verecek büyüklükte olmasına dikkat edilmiştir.

İkinci olarak da, sancak sınırları içindeki tarım ürünlerinin öncelikle sancak sınırları içinde pazarlanması öngörülmüştür. Ancak sancak sınırları içinde ihtiyaç fazlası ürünlerin başka yerlere pazarlanmasına izin verilmiştir. İstanbul, Bursa, Edirne, Halep, Şam gibi dönemin kalabalık şehirleri için ise, özel önlemler alınmıştır. Bazı büyük tarım bölgelerinin ürünlerinin bir kısmı bu şehirlerin ihtiyacı için ayrılmıştır.

Osmanlı ülkesinin büyük bir bölümü Akdeniz kuşağı üzerinde yer aldığı için, susuz tarım, yani hububat üretimi, genellikle nadas usulüyle yapılıyordu. Tarım ürünleri dünya ekonomisinin şartlarındaki büyük değişmelerin olduğu XVIII. yüzyıl başlarına kadar genellikle Osmanlı nüfusuna yeterli olmuştur. Ancak zaman zaman susuzluk, diğer afetler ve çekirge salgınları gibi olaylarla kıtlıklarda yaşanmıştır.

Ancak bu gelişmeler dışında devlet, önlemlerini sürdürerek toplumun sıkıntıya düşmesini önlemeye çalışmıştır. Osmanlı ülkesinin bazı geçimlik üretiminin dışında bütün ülke içi yoğun üretim yapan yerler olarak belirginleşmiştir. Örneğin: Karadenizin kuzeyi, Balkanlar, Orta Anadolu’da Ankara ve Konya Ovası tahıl ambarları olarak ün yapmıştır.

XVII. yüzyıldan itibaren Avrupa’da üretim ilişkileri değişti. Sanayi önem kazandı, tarım nüfusu şehirlere kaymaya başladı. Bu durum Osmanlı’nın Avrupa’ya yakın bölgelerinde, öncelikle Balkanlar’da tarım ürünlerine olan talebi artırdı. Bu nedenle buralarda yaygın üretime geçildi. Bu gelişmeler Osmanlı tarımını daha sonra bütünüyle etkiledi. XVIII. yüzyıldan sonra da pamuk ve tütün gibi sanayi hammaddesi olan ürünlerin tarımı önem kazandı.

2- HAYVANCILIK

Hayvancılık, ekonomik faaliyetlerin, önemli dallarından, tarım ekonomisinin önemli unsurlarından biridir. Bir ekonomik sektör olarak ele alındığında hayvancılığın şu yönlerine dikkat çekmek gerekir: Osmanlı döneminin teknolojik seviyesi içinde hayvan, ulaşım ve üretiminin en önemli güç kaynağıdır. Ulaşım ve taşımacılıkta hayvanlardan yararlanılmıştır.

Ayrıca başta tarım olmak üzere, insan gücünün üstünde kuvvet kullanılması gereken bütün üretim dallarında hayvan, insanların en büyük yardımcısı olmuştur. Hayvanlar etleri ve sütleriyle önemli bir gıda kaynakları oldukları gibi kıl, yapağı ve derileri de sanayinin hammaddesini oluşturur. İşte bu bakımdan Osmanlı ekonomisi içinde hayvancılığın önemli bir yeri olmuştur. Ayrıca deniz ürünleri ve bal da besin olarak önemliydi.

Osmanlı döneminin hayvancılığı bu sistematik içinde incelendiğinde, şu özellikler ortaya çıkar:

–   Tarım üreticisi aileler hem tarımla ilgili faaliyetleri hem de ulaşım ve taşımacılık ihtiyaçları için, yeter sayıda hayvan besleyicisi durumundadır. Bu durum, tahrir defterlerinde hemen her köy ve mezraada hayvanlardan alınan ve genellikle âdet-i ağnam adı altında toplanan vergilerin önemli miktarlar tutmasından anlaşılmaktadır.

–   Göçer statüsünde bulunan aşiretler, hayvan besleyiciliğini hayat tarzı olarak seçmiş topluluklardır. Bunların bir kısmı belirli bir bölgede yerleşmiş yer değiştirerek yaşardı. Bir kısmı ise bir yere bağlanmadan hayatlarını sürdürdü. Her iki grupta özellikle koyun – keçi gibi küçükbaş hayvan besleyiciliğinde önemli rol oynamışlardır. Vergi kaynaklarında bu toplulukların vergilerinin çok büyük miktarlara ulaşması ve bunların doğrudan padişah kasaları içine alınması ya da büyük vakıflara ayrılması bu yargının en önemli kanıtıdır.

–   Bursa’da ipek, Ankara’da tiftik, Selanik’te çuha, Bulgaristan’da aba üretimi hayvancılığın önemli sanayilerin hammaddesi durumuna getirilmiştir.

–   Büyük sanayi ve ticaret merkezlerinin çevresinde aşiretler katır, deve ve at hayvanları oluşturarak ulaşım sektörünün en önemli işletmecileri durumuna gelmişlerdir. Ayrıca hemen her kaza, sancak ve kasabalarda örgütlenen mekkari grupları da ulaşım sektörünün önemli unsurlarıdır.

3- SANAYİ

A) Esnaf Teşkilatı

Osmanlı kasaba ve şehirlerinde üretim yapanların tümü ekonomik, mali, idari ve sosyal işleri olan bir teşkilatın üyesiydiler. Bu teşkilat Anadolu’da XII. ve XIV. yüzyıllardaki ahi hareketçisinin bir devamıydı.

Ancak bu durum Osmanlı Dönemi’nde devletin merkezi otoritesi altına girmesi güçlü ve bağımsız karekterini yitirmişti. Osmanlı Devleti ahi teşkilatını olduğu gibi tanınmış ancak merkezi – mutlak otoriteyi gerçekleştirebilmek için koyduğu kurallarla sıkı bir kontrol altına almıştır.

Söz konusu bu kuruluşlara “Lonca” adı verilmektedir. Osmanlı şehirleriyle esnaf loncaları iktisadi hayatın temeli konumundaydı. Şehirler büyüdükçe iş bölümü artar ve buna bağlı olarak ta lonca sayısında çoğalma görülür. Ahiler aralarına gayrimüslim almazlardı. Loncalar bir ara Hristiyan ve Musevi esnafı almışlarsa da bu uzun süre devam etmemiştir. Onlarda ayrı bir teşkilat altında toplanmışlardır.

Temelde, usta çırak ilişkisine dayanan loncalarda, çıraklar ustaların gözetiminde mesleği, insan inceliklerini öğrenir ve lonca yönetiminin onayıyla kalfalığa geçerlerdi. Her bir meslek dalındaki ustalar aralarından bir kişiyi loncasının iç düzenini sağlamak ve devletle ilişkisini yürütmek üzere kethûda seçerlerdi. Her bir sanat dalının manevi liderlerine şeyh, kethûdanın yardımcısına ise yiğit başı denirdi. Bütün bu görevliler o mesleğin ustaları arasında ve onların oylarıyla seçilirdi. Bu seçim sistemi kadı tarafından sicile kaydedilirdi.

Bu yöneticiler kendi meslek gruplarının yönetim kurulu niteliğinde olup esnaf arasındaki ilişkileri denetlerdi. Loncaların temel amacı üyelerinin çıkarlarını korumaktı. Onun için bir yandan kendi içlerindeki rekabeti sınırlandırmaya öte yandan da kendilerine yönelebilecek rekabeti önlemeye çalışırlardı. Aynı meslek dalındaki sanatkarların sayısı belliydi. Usta ölünce dükkanı oğluna veya kalfasına bırakırdı.

En önemli konulardan biri de üretim için gerekli hammaddelerin uygun fiyatlarda sağlanması ve bu hammaddenin lonca üyeleri arasında dengeli bir biçimde dağıtılmasıydı. Böyle bir sistemde ürün veya hizmetin kalitesi ön plandaydı, kâr oranı %15’i geçmeyecek şekilde narh (satış bedeli) tespit edilir ve buna uymayanlar cezalandırılırdı. Narha uyulup uyulmadığını loncalar ve muhteşibler denetlerdi.

B) Üretim Dalları

Yukarıda ana çizgileriyle açıklanan esnaf teşkilatı içindeki meslek sahiplerinin bir kısmı üretim öteki kısmı da hizmet alanlarında çalışmaktaydı. Gerek yaşadıkları kentin, gerek çevresindeki kırlık alanın ihtiyaçlarını karşılamak üzere  hammaddelerde mamül ürünler meydana getiren üreticiler bazen milletlerarası ticaret içinde üretim yapılıyordu.

Üreticiler bir hammadde işleyerek, işlenmiş ikinci grup ise  (hizmet erbabı) toplum içinde de oluşmuştur. Örneğin; taşıyıcılar, berberler, doktorlar gibi üreticilerde insan ihtiyaçlarının çeşitliliğine göre belirlenen meslekleri yaparlardı. Bu meslekler içinde bir takım diller bazı beldelerde ün yapmıştır. Karaman ve Konya’da pamuklu dokumacılık, Tokat’ta bakırcılık, Ankara’da safçuluk, Bursa’da ipekçilik, Selanik’te çuhacılık gelişmişti. Buralarda zanaatkarlar hem kendi beldelerinin ihtiyaçlarını karşılamak hem de uzak yerlere gönderilmek üzere mallar imal ederlerdi.

D) TİCARET

1- OSMANLILARDA TİCARET VE TÜCCAR

Osmanlılarda ticaret başlıca iki faaliyet alanında gelişmiştir. Birincisi zanaatkarların ürettiklerini dükkanlarında pazarlama biçimidir. İkincisi ise, bir başka beldeden ya da ülkeden getirdiklerini satan ya da satmak üzere götüren tüccarın yaptığı işlerdir.

Özellikle bu ikinci faaliyet devletçe özendirilerek sürdürülmüştür. Yanlız bu özendirme batıda görüldüğü gibi merkantilist bir düşünceye dayanmıyordu. Tebaasının sıkıntıya düşmemesini sağlamayı varlığının temel nedeni sayan devlet geleneğinden kaynaklanıyordu. Bundan dolayı Osmanlı Devleti’nde köylü ya da zanaatkarların üretim tekniklerinde ve yoğunluğunda değişikliği sınırlayan kurallar vardır. Oysa tüccar sermaye birikimi yapabilen esnaf örgütlenmesi içinde yer aldığı halde çok sıkı kurallara bağlı olmayan ticaret girişimcileriydi.

Osmanlı tebaasından olup milletlerarası ticaretle meşgul olanlar yabancı tüccarlarla ortaklık kurabilirlerdi. Ancak Hristiyan ülkelerinde ticaret yapanların bir kısmı padişah hesabına hakaret eden hassa devirleri idi ki bunlar vergi ve gümrükten muaftı. Tüccarların bir kısmı bulundukları yerde sermayeleri sayesinde ucuz ve bol malları toplayıp ihtiyaç anında satarken diğer bir kısmı bizzat yapıp mal taşırdı. Bir de mal göndereceği veya alacağı yerde ortağı bulunan tüccar kısmı vardı.

İslam hukukunu meydana getiren fıkıh alanı ile ilgili esaslarda ticaretle ilgili konular hakkında hükümler getirilmiştir. Konu ile ilgili hitaplarda ortalık, para, faiz ve ticaretle ilgili çeşitli işlemler hakkında bilgiler bulunmaktadır. Bunlara da belirlenen kurallara göre tüccarlar ticaret yapabilmekteydi. Ticaretle ilgili yeni düzenlemeler batılılaşma dönemindedir. Osmanlı Devleti’nin toprakları üç kıta üzerinde yer alan geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. Bu bakımdan ticaret yollarının güvenliliğinin sağlanması ayrı bir önem taşımaktaydı. Devlet merkezinin memleketin çeşitli bölgeleriyle bağlantılarının kesilmemesine özen gösterilmiştir. Esasen merkeziyetçi bir yapıya sahip olan Osmanlı Devleti’nin iktisadi birliği gözden uzak tutulması düşünülemezdi. Bunun için ticaret yollarının denetimi ve güvenliği esastı. Osmanlılar zamanında doğu-batı yönündeki milletlerarası yol şebekesi güvenli ve işlek hale gelmiştir.

Güvenli tutulan yol şebekesini parelel olarak haberleşmeye önem verilmiş ve bunun için menzil teşkilatı kurulmuştur. Konak yeri anlamına gelen menzil yollar üzerindeki duraklama noktalarında idi. Menziller kasaba, köy veya muhafazalı kervansaraylarda kurulmuştu. Buralarda hazır at bulunurdu. İki menzil arasındaki mesafe at hızı ile 18 saatti (Ortalama 40 km). Kervansarayların çeşidine göre de ana durak yerleri vardı.

Haberleşmede aksiliği önlemek için menzilin çevresinde yer alan bazı yerlerin koşuma hazır at beslemek ve habercilere yardım etmekle yükümlü kılınmıştır. Buralar hizmetlerine karşılık olarak bazı vergilerden muaf tutulmuşlardır. Askeri amaçlı kullanılan bu haberleşme ağının zamanında kervansaraylar aracılığıyla sivil haberleşmede sağlanıyordu. Habercilere mübeşşir veya tatar denirdi. Yolların güvenliğini ve işlerliğini denetler devbentçi adı verilen görevliler sağlardı. Özellikle çığ ve heyelan gibi tabii afetlerden fazlaca etkilenen bölgedeki köylüler bu işle görevlendirilirdi. Devbentçiler avavıs vergisinden muaf tutulurdu. Bu görevi ücret karşılığı yapanlara da beldar denirdi.

Menzil merkezlerinde taşımacılığı meslek edinmiş bir grupta yaşardı. Bunlara mekkari denilmektedir. Özel ulaşım ve ticari mal nakliyatçılığını sağlarlardı. Mekkariler esnaf teşkilat kurallarına bağlıydı. Kadı denetimciside olup taşıma sözleşmeleri kadı sicillerine işlenirdi. Malları eksiksiz olarak istenilen yere ulaştırmakta yükümlüydüler aksi takdirde cezalandırılırlardı.

2- TİCARET YOLLARI

Orta Avrupa’dan İran’a, Rusya topraklarından Habeşistan’a, Fars’tan Umman Denizi’ne kadar uzanan yönetime sahip olan Osmanlı Devleti’nin hakimiyetiyle iç ve dış ticareti sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için güçlü bir ulaşım sistemine gerek vardı. Bu çerçevede deniz yoluyla yapılan ulaşım oldukça önemliydi. Ancak Coğrafi Keşifler’den ve Osmanlılar’ın Umman Denizi’ndeki başardıklarından sonra Hindistan’la Avrupa arasındaki ticarette Osmanlılar’ın sağladığı gelirler bir derece düşmüştür. Karadeniz, Akdeniz ve adalar denizindeki ticaret ise canlı bir şekilde devam etmiştir.

Osmanlıların önde gelen şehirleri arasındaki bağlantıyı sağlamada karayolları daha çok kullanılmıştır. Roma yolları ile Selçuklu Dönemi’nin İpek Yolu Osmanlılara miras kalmıştır. Osmanlılar bu yollar boyunca ulaşım ve ticaretin devamını sağlayan hem kervansaray gibi konaklama yerlerinin bakımına özen göstermişlerdir. Kırımla Kürk Yolu’nu, Mısır’da Baharat Yolu’nu denetimleri altına almışlardır. Deniz yolları ile karayollarındaki faaliyetler paralel biçimdeydi. Karayoluyla uzaklardan getirilen mallar limanlara boşaltılıp buralardan gemilere yükleniyordu.

Mesela İzmir, İstanbul, Antalya Alanya, Sinop ve Trabzon gibi limanlar büyük bir karayollarını sona erdirdiği noktalarda kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin sağladığı huzur ve güven ortamı bölgedeki ticareti geliştirmiş daha da huzurlandırmıştır.

XV. yüzyılın son çeyreğinde Bursa Bölgesi’nin ticaret merkezi haline gelmiştir. Doğudan gelen ipekli kumaşlar, Batı’dan gelen yünlüler, Arabistan yoluyla gelen şeker, Hindistan’dan gelen baharat, Bursa’dan aldıklarına dağıtılmaktadır. Bu durum XVI. yüzyıla girmeden Osmanlı ülkesinin dünya ticaretindeki ağırlığını göstermektedir. XVI. yüzyılda doğu ve batı ulaşım merkezleri kuzeyde Trabzon, güneyde ise Yakacık (Payas – Hatay) Limanları olmuştur. Yakacık, Sokullu Mehmet Paşa tarafından ticaret için gerekli mekan organizasyonuna kurulmuştur. Bu canlı ticaret Osmanlıların yarattığı barış ve huzur ortamında gelişen bir olguydu.

Bu koşulları özetle şöyle koşullayabiliriz.

–   Osmanlı siyasi düzeni herkesin güvenini sağlamış uzak ve geniş alanları birbirini tamamlayan ekonomik birimler haline getirmiştir.

–   Uzun ve alt dalları bulunan yol ağı güvence altına alınmıştır.

–   Merkezde rasyonel bir örgütlenme sağlanmıştır.

Bu organizasyon Osmanlı Devleti’nde ulaşım ve ticaret ilişkilerinin büyük değişiklikler gösterdiği XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar işlemini sürdürmüştür.

Çeşitli tarihlerde düzenlenmiş çok sayıdaki menzil defterlerinin de verildiği bilgilere göre, Anadolu Yakası’nda ve Rumelide’ki yol düzeni şöyleydi:

Anadolu’da;

–   İstanbul’dan Halep yönüne giden sağ kol, Üsküdar’dan başlayan bu kol Gebze, Söğüt, Eskişehir, Akşehir, Konya, Ereğli, Antalya menzilleri üzerinde Halep’e varıyordu. Antalya’da ayrıca başka bir yolla Şam’a ulaşılıyordu.

–   İstanbul’dan Diyarbakır’a giden orta kol Üsküdar’da İzmit, Sapanca, Bayındır, Koçhisar, Tasya, Osmanlı, Merzifon, Amasya, Turkal, Tokat, Siray, Malatya, Harput, Ergani üzerinden Diyarbakır’a ulaşıyordu. Diyarbakır’dan sonra Nusaybin, Mardin, Toprakkale, Karakuş, Kerkük ve Musul üzerinden Bağdat tarafına gidiliyor.

–   İstanbul’dan Erzurum ve Kars tarafına giden sol kol bu hed orta kolun Merzifon menzilinden ayrılmaktadır. Ladik nilısar Hacı Merat Kalesi, Kerkit, Bayburt, Tercan üzerinden Erzurum’a ulaşıyordu. Oradan da Hasan Kalesi’ne uğrayarak Kars’a varıyordu. Buradan Nahçıvan ve Tebriz’e bağlantı sağlanıyordu.

Rumeli Yakası’nda:

–   Sağ kol: İstanbul Davutpaşa Sahrası, Çorlu üzerinden buradan Karadeniz’in batı sahillerine ulaşıyordu. İsakçı yolunda Tuna Nehri geçilerek oradan Bulgaristan Eflak-Boğdan ve Erdele varan diğer yollarla birleşiyordu.

–   Orta Kol: İstanbul’dan başlayan kol Edirne üzerinden Balkanlara giriyor ve Belgrad yönünden Avrupa içlerine uzanıyordu.

–   Sol kol: Yine Edirne’den ayrılarak Ege kıyılarından Selanik ve oradan Mora’ya doğru ilerliyordu.

Böylece anayollar esas olmak üzere anadolu ve rumelinin şehir ve kasabaları kendi aralarında işlek bir bağ kurmuşlardır. Bu şehir ve kasabalar aynı zamanda kendilerine en yakın menzillere bağlı bulunuyordu. Böylece her yönde ulaşım imkanı sağlanmış oluyordu. Bu yol ağının temel özellikleri şunlardır: Her kol üzerindeki menziller arasındaki uzaklık atın ortalama hızına göre belirlenmiştir. En büyük uzaklık at hızı mesafesi ile 18 saati geçmiyordu. Katır ve kervanları için uzak yerlerde ikinci derecede durak yerleri de belirlenmişti.

OSMANLI DENİZ YOLLARI

Osmanlı Devleti; Karadeniz, Marmara Denizi, Adalar Denizi, Doğu ve Güney Akdeniz, Kızıl Deniz, Basra Körfezi ve Umman Denizi’nin Kuzeydoğu kesimlerine  hakimdi. Osmanlılar zaman zaman Hazar Denizi’ne de hükmetmişlerdir. Topraklarında Tuna ve Fırat gibi ulaşıma elverişli nehirler alınmaktaydı. Bu durum deniz ulaşımında Osmanlı Devleti’ne büyük imkânlar sağlamaktaydı. Osmanlıların bölgede meydana getirdiği Osmanlı barışı sayesinde deniz ulaşımını gören biçimde işliyordu. Osmanlıların denetimindeki deniz yollarını şu şekilde gruplandırabiliriz:

Nehir Ulaşım Yolları:

Rumeli’de Tuna Nehri, Karadeniz’le Orta Avrupa’yı birbirine bağlıyordu. Fırat Nehri Güneydoğu Türkiye’yle Basra Körfezi arasındaki ulaşıma yardımcı oluyordu.

Deniz Ulaşım Yolları:

Osmanlı Devleti; Kürk Yolu, İpek Yolu ve Baharat Yolu gibi önemli tarihi ticaret yollarının kavşağında yer alıyor ve bunları denetliyordu. Orta Asya, İran, Kafkasya ve Hazar’ın kuzeyi Kırım’a bağlanıyordu.

Uzak Doğu, Orta Asya ve İran’da Türkiye ve Suriye limanlarına mal taşınabiliyordu. Hindistanın lüks tüketim malları Basra Körfezi’nden veya Kızıldeniz’den Akdeniz’e getiriliyordu. Buralardaki Türk limanlarından Avrupa limanlarına sevkiyat başlıyordu.

Türk limanları doğulu ve batılı tüccarların buluşma noktası idi. Önemli Türk limanlarından bazıları şunlardır: İstanbul hiç şüphesiz en büyük ve en önemli bir ticaret ve liman şehriydi. Karadeniz’de; Azak, Kefe, Sinop, Trabzon, Tuna’da; Rusçuk, Vidün, Budapeşte, Akdeniz’de; İzmir, Antalya, Alanya, Laskiye, Beyrut, İskenderiye, Kandiye, Tunus, Cezayir, Fırat’ta; Birecik, Diyarbakır, Bağdat, Basra.

Osmanlı limanlarının en çok bağlantı kurdukları Avrupa limanları, başta Venedik olmak üzere Cenova ve Marsilya idi.

3- TİCARİ EMTİA

Emtia, “metalâ” demektir. Metâ; satılacak mal, ticaret malı anlamına gelmektedir. Osmanlılarda ticaret gibi, emtianın da iki farklı niteliği vardı. Ülke içi ticaret ve uluslararası ticaret malları gibi. Ticaretin bir yönü, Osmanlı toplumunun ihtiyaçları ile ilgilidir. Toplum, geçmişi sürdürerek bir yapılanma içinde olduğundan, ticaret faaliyetlerinin bir boyutu, şehir ve kasabalar ile çevresindeki kırsal alan arasındadır. Dönemin teknolojisinin imkânlarıyla sınırla böyle bir organizasyon yaratılmıştır. Kasaba ve şehirlerde esnafın ürettiği el yapımı ihtiyaç ürünleri çevreye pazarlanırken çevre tarım ürünleri de belirli merkezlere geliyor ve dağıtım buradan yapılıyordu. Bunlar arz – talep dengesi içinde gerçekleştirildiğinden genellikle muhtesiplerin ve eminlerin denetim ve gözetimi altındaydı.

Osmanlılarda ticaret mallarının üretimi, bazı dallarda yoğunlaşmıştı. Özellikle çeşitli şehirlerde tekstil alanında, ileri bir üretim ve bu üretime dayalı olarak yoğun bir ticaret yapılıyordu. Örneğin, Bursa, ipekli sanayinin ve ticaretin merkeziydi. İran ham ipeğine dayalı olarak Bursa’da ipekli kumaş faaliyeti büyük boyutlara ulaşmıştı. Kervanlarla Bursa’ya getirilen İran ham ipeği, burada kumaş haline getirildikten sonra çeşitli bölgelere satılıyordu. Bunun için Bursa’daki ipek üretiminden ve ticaretinden alınan vergiler, Osmanlı hazinesinin en önemli gelirleri arasındaydı.

Ankara ve çevresinde gelişmiş bir sanayi ve ticaret faaliyeti safçuluktu. Bu bölgede yetiştirilen keçinin tiftiğinden dokunan saf, o dönemde çok aranan bir kumaştı. Bu bakımdan Ankara’da uluslararası ticaretin önemli bir merkezi haline gelmişti.

Bunun gibi Anadolu’nun ve Rumeli’nin çeşitli şehirlerinde pamuklu dokumacılık, çuhacılık gibi faaliyetler çok gelişmişti.

E) KAMU EKONOMİSİ

Kamu ekonomisi, devlet maliyesidir. Maliyenin ülkenin genel ekonomik yapısı ve toplumun ekonomik faaliyetleriyle yakın ilişkisi vardır. Bir ülkede eğer toplumun üretim düzeyi yüksekse, bu mutlaka maliyeye de yansır. Fakat bu yansımanın gerçekçi olabilmesi için devletin bu konuda gerekli önlemleri alması gerekir.

Osmanlı Devleti’nde kamu ekonomisine baktığımızda, XVI. yüzyılın sonlarına kadar merkezi hazine eliyle yürütülen kısmının sınırlı olduğunu görürüz. Çünkü Osmanlılarda kamu hizmetleri çoğunlukla devlet tarafından görülmez, tımar ve vakıf sistemleri yoluyla yerine getirilirdi. Dolayısıyla Osmanlının bir eliyle toplayıp, diğeri ile dağıtan bir sistemi yoktu.

Mali yönden (ödeneklerin karşılanması bakımından) kamu hizmetlerini üç ana grupta toplayabiliriz:

1.  Divan’ın görevi sayılan işler.

2.  Taşra yönetimlerinin yürüttüğü işler.

3.  Vakıfların yürüttüğü işler.

Merkezi hükümetin ücret ödemek suretiyle görevlendirdiği saray görevlileri, kapıkulları, bürokrasi mensupları vb. ulufelerini ödemek için gerekli mali kaynak mukataa yöntemiyle vergilendirilen çeşitli faaliyetlerden sağlanırdı (tuz, şap gibi maddeler, meyhane, gümrük mukataası vb.). Taşradaki yönetici kesim ise hizmeti karşılığında belli bir yerin vergilerini dirlik olarak bulundururdu.

Eğitim, sağlık, din, bayındırlık vb. kamu hizmetleri ise vakıflarca gerçekleştirilirdi. Osmanlı Devleti’nin temel gelir kaynakları tarım, hayvancılık, sinai üretim ve ticaret yapan reâyâdan toplanan vergilerle madenlerin işletilmesi ve transit ticaretten sağlanan gelirlerdi.

Osmanlı maliyesinin gelir kaynaklarının önemli bir bölümünü reâyânın ödediği vergiler oluşturmuştur. Nitekim Osmanlı toplumunda yöneticilerle, yani reaya ile, yönetenler yani askeriler arasında en önemli fark birincilerin vergi vermesi, ikincilerin ise vermemesidir.

Osmanlı Devleti’nde vergiler ilkiye ayrılır:

–   Şer’i Vergiler: Bunlar, şeriatın emrettiği vergilerdir. Üç bölüme ayrılır.

a) Aşar- Öşür: Üreticinin ürününden onda bir oranında alınan vergilerdir.

b) Haraç – İşpence: Müslüman olmayan halktan (gayrimüslim) kullandıkları alınan vergilerdir ki bu Müslümanların ödediği çift resmine karşılık sayılabilirdi.

c) Cizye: Gayrimüslimlerden alınan belirli bir baş vergidir.

–   Örfi Vergiler:

a) Çift Resmi: Tarım üreticisinin tasarruf ettiği toprağın büyüklüğüne ve kendisinin evli veya bekar oluşuna ya da topraksız bulunuşuna göre alınan bir vergidir.

b) Niyabet Rüsumu: Bu vergi yöneticilerin yönetim sırasında reâyâdan aldıkları vergidir. Ayrıca suçlulardan cerimeler de bu grup içinde düşünülmüştür. Bu vergi grubuna bâd-ı havâ vergileri denir.

c) Bâclar ve Gümrük Vergileri: Bu vergiler tüccarlardan alınan vergilerdir.

Bu olağan vergilerin dışında, anarız vergileri diye bilinen ve olağanüstü zamanlarda alınan vergiler vardır. Bu vergiler, bir beldenin yerleşiklerinden ortaklaşa alınırdı. XVI. yüzyılın sonlarından itibaren bu vergi olağan hale geldi ve mali güçlerine göre 3 ile 15 gerçek haneden oluşan anarızhaneler tarafından ödendi. Bunların dışında pazara getirilen mallardan %10 nisbetinde gümrük resmi veya bac adı altında vergi alınırdı.

Bu vergilerin tümü Osmanlı Devleti’nin hazinesine aktarılırması gereken vergilerdir. Ancak alması gereken vergilerin bir kısmını, bazı görevler karşılığı olarak görevlilere bırakmıştır. Böylece Osmanlı Devleti’nde hizmetlerin büyük bölümü merkezi hazineden para ödenmeden gördürülmüştür.

Toplumun sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanmasında önemli bir rol oynayan vakıf uygulamalarında da, aslında devlete ait olması gereken bir kısım gelirler, hazineye aktarılırmadan vakıf kurumlarının kullanımına bırakılmıştır.  Bu bakımdan kamu ekonomisinin göstergeleri iki yönlüdür. Bunlardan birisi doğrudan hazineye giren gelirlerle, hazinenin yaptığı harcamalar arasındaki dengelerdir. İkincisi ise hazine dışı bırakılan gelirlerle, görülen hizmetler arasındaki ilişkidir. Eğer, bu iki göstergenin sonuçları olumluysa, devlet maliyesi güçlüdür. Aksi ise birtakım sorunlar var demektir.

Yapılan araştırmalar, bu iki göstergenin de, Osmanlı klasik dönemde olumlu sonuçlar verdiğini kanıtlamaktadır. Doğrudan hazineye giren gelirler, XVI. yüzyılın sonlarına kadar hazinenin yapması gereken harcamalardan daha fazla olmuştur. Zaman zaman çekilen sıkıntılar, ortaya çıkan olağanüstü durumların sonucu olarak görülmektedir. Böyle durumlarda Osmanlı hazinesi iç hazineden aldığı borçlarla sıkıntılı dönemleri atlatmıştır. Tımar Sistemi’nin de işleyişi XVI. yüzyılın sonlarına kadar olumludur.

Bu durum bize XVI. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı maliyesini ve özelliklerini açıklamaktadır.

XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren gerek savaş masraflarının fazlalığı gerekse ücretli asker sayısının mecburi olarak çoğaltılması, hazinenin nakit para ihtiyacını arttırdı. Tımar Sistemi’nin bozulmasına paralel olarak İltizam Sistemi yaygınlaştı ve böylece hazineye doğrudan aktarılan gelirler bir artış gösterdi.

F) OSMANLILARDA PARA VE FİYAT HAREKETLERİ

Osmanlılar, XIX. yüzyıla kadar altın ve gümüş gibi değerli madenler yapılan paralar kullanılmışlardır. Bu nedenle Osmanlı paralarının gerçek değerleri ile kullanım sırasında kendilerine biçilen değer arasında sıkı bir ilişki vardır. Devletin darphanede basıp piyasaya sürdüğü paralara sikke adı verilirdi. Bunlardan gümüş olanına akçe, altından olanına ise sikke-i hasene veya kırmızı deniliyordu. Ayrıca ticaret merkezlerinde Venedik dükası veya flori denilen altın paralar, Macaristan’da Avusturya kaynaklı gümüş paralar ile Doğu Anadolu ve Irak’ta şahi adı verilen İran paraları da kullanılıyordu. Çünkü altın ve gümüş Osmanlı ülkesinde az bulunan değerli madenlerdi.

 

Altın ve gümüşün temel iki maden olarak kullanıldığı Osmanlı para düzeninde, paraların satın alma gücünü bunların içindeki altın veya gümüş oranı belirlendi. Yine bunlar arasında karşılıklı bir ilişki vardı. Mesela XVI. yüzyıl başlarında 1 gram altın 10-11 gram gümüşe eşitken, daha sonra özellikle Amerika ve Avrupa’dan bol miktarda gümüş gelince, gümüşün altın karşısındaki değeri düşmüştür. Ancak akçe, istikrarını 1585 yılındaki büyük devalüasyona kadar korumuştur. Bu tarihte 100 dirhem gümüşten kesilen akçe miktarı 450’den 800’e çıkarılmış, yani akçe içindeki gümüş miktarı neredeyse yarı yarıya azaltılarak %90 civarında bir devalüasyon gerçekleştirilmiştir. Bu tür düzenlemeler daha sonra düştüğü için fiyatlar artıyor, bu ise maaşları değişmeyen kapıkullarının ayaklanmalarına sebep oluyordu.

XVI. yüzyılın son çeyreğinde meydana gelen bu devalüasyon ve enflasyonun temel sebebi, Amerika’dan Avrupa’ya oradan da Akdeniz havzasına yayılan kıymetli maden (gümüş) akımıdır. Bu dönemde Avrupa’da fiyatlar arttığı için, Avrupalı tüccarlar Osmanlı ülkesinden hammadde almak yoluna gitmiştir. Bu da Osmanlı ülkesinde hammadde ihtiyacının karşılanamamasına sebep olmuştur. Fiyat artışlarındaki bir başka faktör de nüfus artışıdır. XVI. yüzyılın ikinci yarısında şehir ve köylerde nüfus artarken tarım üretimi bu artışı karşılayacak oranda yükselmemiştir.

Akçe giderek değerini kaybedince 1623’te para adında yeni bir sikke kestirildi. XVIII. yüzyılın başlarında akçe, temel ölçü birimi olma özelliğini yitirmiş ve ekonomideki yerini kaybetmiştir. Bu dönemde, para 3 akçeye ve piyasada altınla birlikte kullanılan 1 guruş da 40 paraya eşitti. Özellikle 1760’lardan sonra savaş ve ordu masraflarının artması üzerine mali bunalım süreklilik kazandı. Devlet bir yandan sarraflardan borç alırken, öte yandan da paranın değerini düşürdü.

Dünya ekonomisiyle ilişkilerin sıklaştığı yeni dönemde ilk defa 1840’ta kaime denilen kağıt paralar (Kaime-i Nakdiyye-i Mutebere) tedavüle çıkarıldı. Bunlar hem para hem de devlet tahvili idi ve yıllık %8 faiz getiriyordu. Ancak falza miktarda kaime basılınca bunların da değeri düştü. Kaimeler piyasadan çekildi. 1844’te tashih-i ayar adıyla yeni madeni para düzenlemesi yapıldı. Bir gram saf gümüşü bulunan birime kuruş, yirmi kuruş değerindeki gümüş paraya mecidiye ve yüz gümüş kuruş değerindeki altına lira adları verildi. Bunlar temel para birimleri olarak kabul edildi. İstanbul Devlet Darphanesi para basımında yetkili makam olarak belirlendi.

OSMANLI DEVLETİNDE MALİYE TEŞKİLATI VE BÜTÇE

Klasik dönem Osmanlı maliye teşkilatı, XIX. yüzyıla kadar dünyanın en geniş ve en düzenli maliye teşkilatıdır. Hazine gelir ve giderleri büyük bir titizlikle kaydedildi. Vergi çeşidi ve eyaletler için ayrı ayrı defterler tutulur, bu defterlerdeki kayıtlar tek defterde birleştirilirdi. Hazineden ödeme yapılması, kesin kurallara bağlanmıştı.

Maliyenin başında Başdefterdar bulunurdu. Divanın tabii üyesi idi. Maliyenin teknik işleri XVII. yüzyılda kurulan Başmuhasebe ünitesi tarafından yürütülürdü. Hazine kayıtları bakı adı verilen maliye müfettişlerince denetlenirdi. Osmanlılarda para ve çeşitli kıymetli eşyanın saklandığı yere hazine denirdi.

Hazine ikiye ayrılıyordu:

1.  İç Hazine (Hazine-i Hassa): Padişahın şahsına mahsus hazine idi. Buradan, gerektiği zaman, devlet hazinesine borç verilirdi. Verilen borç tekrar yerine konurdu.

2.  Devlet Hazinesi (Hazine-i Hümayun): Örfi ve şer-i vergilerden oluşurdu.

Osmanlı Devleti’nde gelir ve giderler düzenli bir şekilde tutulmuştur. Bu kayıtlardan yıllık bütçenin hazırlandığı anlaşılmaktadır. Ancak, Osmanlı Devleti’nin ülke çapındaki gelirler toplamını hesaplamada zorluklar vardır. Eyaletler, kendi bütçelerini yaptıktan sonra artan kısmını merkeze gönderirdi. Bazı eyaletlerden merkeze hiç gelir gelmezdi. Bir kısım eyaletlere de maliye bütçesinden ödenek gönderilirdi. Bu durumda maliye bütçesi bilinebilmekte, fakat eyaletlerdeki gelir giderler kesin olarak belirlenememektedir.

G) TÜKETİM

Ekonomik bir olgu olarak toplumun tüketim eğilimleri, onun yapısını da açıklayan bir gösterge niteliğindedir. İnsanlar, temel ve lüks ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle tüketimi gerçekleştirirler. Bu açıdan Osmanlı klasik dönemi için yapılan araştırmalar, toplumun kesimlerinin çoğunun, gerek kırsal kesimde yaşayan tarım üreticilerinin, gerekse kasaba ve şehirlerde esnaf düzenine bağlı olarak yaşayan üreticilerin geçimlik ekonomik içinde olduklarını göstermektedir.

Köylülerin tarım faaliyeti temelde kendi beslenmeleri ve vergi yükümlülüklerini karşılamaya yönelikti. Bunun yanısıra ihtiyaç duydukları ve kendilerince üretilmeyen malları satın alabilmek için de tarım ürünlerinin bir kısmını pazarda satmaları gerekiyordu. Dolayısıyla halkın büyük çoğunluğunun barınma, beslenme, giyinme ve nesli devam ettirme ihtiyaçlarına yönelik bir tüketimde bulunduğunu söyleyebiliriz. Ölen kişilerin miraslarının yazıldığı tereke defterleri üzerinde yapılan araştırmalardan gelir seviyesi düşük kişilerin mütevazi ev ve eşyalara sahip olduğu anlaşılmaktadır. Buna karşılık, yönetici kesim ile tüccar tabakasına  kişilerin daha geniş evleri ve çeşitli ev ve süs eşyası ile değerli mallarının bulunduğu görülmektedir.

Esasen, klasik dönem Osmanlı toplumunun lüks eşya tüketimine yönelmediği anlaşılmaktadır. Tasarruf anlayışı, tüketimi hızlandırmaktan uzaktı. Genel olarak, insanlar kanaatkardı. İkrama önem verilirdi. Bu bakımdan, az gelirli ile yüksek gelirli arasında hayat tarzı bakımından fazla bir fark yoktu. Denebilir ki, klasik dönemde Osmanlı toplumunun büyük bölümü sade bir yaşantı sürdürmüştür.

Klasik dönemde tüketicinin korunmasına da özen gösterilmiştir. Bu konudaki çalışmalar şu şekilde gruplandırılabilir:

1.  Standardizasyon: Sanayi ve tarım ürünlerinin aynı nitelikte tüketiciye ulaştırılmasına çalışılırdı.

2.  Narh: Fiyatlar önceden belirlenir, bunun üzerinde satış yapılmasına izin verilmezdi.

3.  Toptancı Halleri: Şehre gelen tarım ürünleri kapan adı verilen toptancı hallerine geldikten sonra tüketicinin talebine sunulurdu. Buralarda nitelik belirlemesi yapılırdı. Tüketicinin korunmasında kadı ve muhtesip, önemli görev ve yetkilere sahipti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.