Osmanlı Toplumunda Sosyal Yapının Şekillenmesinde Etkili Olan Unsurlar

3. OSMANLI TOPLUMUNDA SOSYAL YAPININ ŞEKİLLENMESİNDE ETKİLİ OLAN UNSURLAR

Toplum, insanların birbirleriyle yardımlaşma ve ilişkide bulunma mecburiyetinden ortaya çıkmıştır. Osmanlı toplumu denildiğinde, Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan sosyal gruplar bütünlüğünü anlıyoruz. Toplum yapısı kavramı ise toplumu oluşturan sınıf veya tabakaların teşkilatlanmasını ifade eder.

XIV. yüzyılın başlarında küçük bir Türkmen beyliği olarak Selçuklu Türkiyesi’nin uç bölgesinde görülen Osmanoğulları, XVI. yüzyılda bir cihan devleti kurdular. Bu devlet, çok milletli ve çok dinli bir yapıya sahipti. Ancak Türkler, devletin kurucusu olarak esas unsuru oluşturuyordu. Bunun yanında hangi soya mensup olursa olsun, bütün Müslümanlar da hakim unsur konumunda yerlerini alıyorlardı. Buna göre, Müslümanlar Millet-i Hakime (Yöneten Millet), Gayri müslimler de Millet-i Mahkûme (Yönetilen Millet) oluyordu.

 

DEVLETİN RESMİ TASNİFİNE GÖRE OSMANLI TOPLUMU

Osmanılar, beylikten devlete geçerken hakimiyetleri altındaki toplum da karmaşık bir yapı kazanmaya başladı. Bu yapıyı, klasik Osmanlı düzeninin egemen olduğu XV. ve XVI. yüzyıllarda en tipik ve belirgin biçimiyle tespit edebiliriz.

Osmanlı toplumunu oluşturan bireylerin toplum içindeki yerlerinin belirlenmesi, Osmanlının insan-toplum anlayışı ve yönetim felsefesine göre gerçekleşmiştir. Konuyla ilgili Osmanlı literatürü incelendiği zaman, şöyle bir anlayışla karşılaşılır: İnsan yaratıkların en şereflisidir. O, yaratılışı gereği medenidir. Öyleyse geçimini temin edebilmek ve hayatını sürdürebilmek için diğer insanlara muhtaçtır. İşte bu ihtiyaç, toplumların veya milletlerin oluşmasına yol açmıştır. Çünkü, toplum hayatını sürdürebilmek, ancak dayanışma ve yardımlaşmayla mümkündür. Toplum üyeleri arasındaki uyumun devamı, her ferdin toplum içinde yaratılıştan sahip olduğu yeteneğinin gerektirdiği mevkide bulunmasına ve bu yerini korumasına bağlıdır. Böyle bir işbölümü ister istemez toplumda bir farklılaşmayı ve tabakalaşmayı zorunlu kılar.

 

Her toplum üyesi, kabiliyeti ve bilgi birikimine göre iş yapmalı ve emeği karşılığında gelire sahip olmalıdır. Toplum hayatının işleyebilmesi için zorunlu olan uyum bu yolla sağlanabilir. İnsanlardan bir kısmı diğerlerine karşı zor kullanma, haklarını ellerinden alma ve üzerine düşen görevi yapmama eğilimindedir. Oysa, herkesin görevini yerine getirmesi toplum hayatı için şarttır. Öyleyse, haksızlıkların önüne geçmek, güvenliği sağlamak, adalete dayalı bir toplum düzeni kurmak ve bunu sürdürebilmek için bir yönetici güce, yani devlet gücüne her zaman ihtiyaç vardır.

 

Osmanlı anlayışına göre, adalet, devlet, şeriat, hükümranlık, ordu, servet ve halk toplum yapısının temel dayanaklarını oluşturur. Bunlardan biri yok olursa, devlet de, toplum da çözülmeye mahkumdur.

Osmanlı yönetim felsefesinin özü, daire-i adalet (adalet dairesi) denilen bir ilke ile açıklanmıştır. Kaynağı eski Hint-İran geleneğine kadar giden bu düşünce, Sasanilerden Müslüman Araplara geçmiştir. Bu ilke, eski Türk, İslam ve Kur’an-ı Kerim’in yönetim anlayışlarından etkilenen ilk Türkçe siyasetname eseri olan Kutadgu Bilig’den itibaren de Türk-İslam siyasi düşüncesinde yer almıştır.

Günümüzde, mahkeme salonlarında asılan “Adalet mülkün temelidir.” sözü, işte bu yönetim felsefesinin veciz bir ifadesidir. Bu düşünce sisteminde adalet ve mülk (devlet, ülke) kavramlarının birbirine bağlı olduğu, yani adalet olmadan devletin ayakta duramayacağı, devlet olmadan da adaleti sağlamanın mümkün olamayacağı vurgulanmaktadır. Hükümdar, ordu, hazine, halk ve adalet unsurları bir daire şeklinde birbirine bağlı gösterildiği ve mülkün temeli adalet olarak belirtildiği için bu anlayışa daire-i adalet denmiştir. Türk-İslam devletinde olduğu gibi adaletin ilkeleri şeriat başta olmak üzere örfi uygulamalardan belirlenirdi.

Özetle, Osmanlı devlet anlayışı, toplumu oluşturan grupların refah ve huzur içinde yaşaması için hükümdarın ülkeyi adil bir şekilde yönetmesi ilkesine dayanır. Bu çerçevede Osmanlılar, toplumu iki büyük sınıfa ayırmışlardı: Askeri ve reaya.

Yöneticiler, ulema ve ordu mensupları askeri sınıfı, vergi veren halk ise reayayı oluşturmaktaydı. Bu ikili tasnifin yanı sıra bir de dörtlü tasnif vardı ki buna erkan-ı erbaa (dört dirince) denilirdi. Buna göre toplum, dört temel unsurdan oluşur; askeri, ulema, esnaf (tüccar) ve reaya.

Düzenli bir toplum ve devlet düzeninde bu dört unsur, birbirini tamamlayan görevleri yerine getirirler. Onun içindir ki bu unsurlara mensup olan insanların kendi işleriyle uğraşması ve başka bir sosyal kesime geçmeyi düşünmemesi gerekir. Mesela çiftçi olanlar askeri sınıfa geçmek isterlerse ülkede tarımla uğraşacak kimse kalmaz ve ülkenin düzeni bozulur. Böyle bir anlayış içinde Osmanlılarda konulmuş kurallara aykırı bir biçimde sosyal konumların değiştirilmesi hoş karşılanmamıştır. Ancak, pratikte bu tür geçişlerin mümkün ve hatta yaygın olduğunu görmekteyiz.

YÖNETENLER: ASKERİ SINIF

Osmanlı yönetim sisteminde en yüksek otorite padişahtı. Osmanlılarda merkeziyetçi yönetim yapısı ve mutlak padişah tipi Fatih Sultan Mehmet ile birlikte ortaya çıkmıştır. Osmanlı padişahının, kendilerine dini veya idari yetki tanıdığı ve bir berat ile vergiden muaf tuttuğu insanlar, askeri statüsünü kazanırlardı. Ancak askeri sınıf, siyasi, sosyal ve ekonomik güç ile itibarları bakımından birbirlerinden farklı grupları kapsamaktaydı. Bu sınıf saray halkı, seyfiye (ordu), ilmiye (ulema) ve kalemiye (bürokrasi) gibi farklı işlevleri yerine getiren gruplardan oluşmaktaydı.

 

Seyfiye: Bu kelime, Arapça seyfi (kılıç) kelimesinden gelip Osmanlılarda idareci asker tabakayı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Seyfiye, sadrazam, vezirler, beylerbeyleri, sancak beyleri gibi merkez ve taşra idarecileri ile kapıkulu askerleri ve tımarlı sipahilerden oluşmaktaydı. Seyfiye tabakası, temelde, tımarlı sipahilerle kapıkulu askerlerine dayanıyordu. Her iki grupta da kişiler yeteneklerine ve savaşlarda gösterdikleri yararlılıklara göre terfi ediyorlardı.

İlmiye: Askeri sınıfın bir diğer tabakası ilmiye veya ehl-i şer idi. İlmiye kelimesi bu sınıfın ilimle meşgul olduğunu, ehl-i şer terimi ise, İslam dininin esaslarını bilip uygulayan kişiler olduklarını belirtir. Bu zümreye şu grup ve kişiler dahildi: Şeyhülislam, kazaskerler, ilim adamları, kadılar, din görevlileri ve tarikat şeyhleri.

Medresede yetişen İlmiye zümresine girebilmek için Müslüman olmak gerekirdi. Mektep ve medreseler vakıf kuruluşları olduğu için eğitim-öğretim parasızdı. Öğrenciler, medreselerde karşılıksız barınırlar ve yemeklerini de imaretlerde yerlerdi.

Medrese eğitimini tamamlayarak icazet (diploma) alanlar, müderrislik veya kadılık için başvurabilirlerdi. Müderrislik, başka görevlere geçişi de kolaylaştırıyordu ve saygınlığı çok büyüktü.

Eğitimle ilgili ilmiye mensupları ücretlerini hazineden veya vakıftan nakit olarak alırlardı.

Kadılar, devletten maaş almazdı, geçimlerini gördükleri dava ve yaptıkları diğer işlemler üzerinden aldıkları harçlarla sağlarlardı. Bursa, Edirne ve İstanbul kadıları en üst düzeyde yer alıyordu ve İstanbul kadısı, terfi edince kazasker oluyordu.

İlmiyenin önemli bir üyesi de kazaskerdi. Yürütme ve karar yetkisi olmayan fakat bütün hukuk literatürünü inceleyerek ortaya çıkan sorunlar hakkında görüş bildiren müftüler de ilmiye sınıfındandı.

Ulema tabakasının en yüksek derecesi şeyhülislamlıktı. Divana katılan fakat oy kullanmayan şeyhülislamın protokoldeki sırası, veziriazamla aynıydı. Şeyhülislam, dini hükümleri resmi açıdan yorumlamada en yetkili kişiydi. Bütün devlet adamlarının karar ve davranışlarının şer’iliği konusunda bildirdiği görüşe fetva denirdi. Her önemli iş için şeyhülislamdan fetva alınıyordu. Padişahın görevden el çektirilmesi için bile fetva zorunlu idi.

Kalemiye: Osmanlı Devleti’nin üst düzey bürokrasisine kalemiye veya ehl-i kalem denirdi. Kalem kelimesi büro veya daire anlamındaydı ve kalemiye de devlet dairelerinde çalışanları belirtmekteydi. İlmiye mensupları gibi, kalemiye mensupları da genellikle Müslümanlar arasından yetişirdi.

Kalemiye mensupları, çalıştıkları bürolarda usta-çırak ilişkisi içinde yetiştirilirlerdi. Mülazım denilen adaylar arasından seçilen Şakird’lere (çırak) yazı çeşitleri, yazışma biçimleri ve katiplik mesleğinin diğer özellikleri öğretilirdi. Çıraklar, sabahları kalemlerde mesleki eğitimlerini görür, öğleden sonra İslami bilgilerini ve genel kültürlerini arttırmak için medreselerde veya büyük camilerde bazı hocaların derslerine devam ederlerdi. Çıraklar ve eğitimini tamamlamış katipler, kalem şefinin emrinde bulunurdu. Çıraklar, yetenek ve başarı durumlarına göre kalfalığa ve üstatlığa (ustalığa) yükselirlerdi. Bu sistem sayesinde kalemiyeden son derece kültürlü insanlar yetişmiş, bunlar arasından birçok şair, yazar ve düşünürler çıkmıştır. Devletin gizlilik derecesindeki işleri de bu kalemlerde yürütüldüğü için, kalemiye adayları son derece dikkatli seçilir çoğu zaman da dürüstlüğü ile tanınan katiplerin çocukları tercih edilirdi. Kalemiyenin en üst derecede görev yapan kalem şeflerine hâcegân denirdi.

Hâcegân, hocalar anlamına geliyor ve Osmanlı bürokrasisinde bir rütbeyi ifade ediyordu. Kalemiyenin terfi edebileceği en yüksek makamlar, defter eminliği, reisülküttaplık, Rumeli Defterdarlığı ve çeşitli derecelerdeki diğer defterdarlıklar ile nişancılıktı.

YÖNETİLENLER: REÂYÂ

 

Raiyyet kelimesinin çoğulu olan reâyâ terimi, Osmanlı sisteminde vergi veren halk anlamında kullanılmıştı ve kelime anlamı, yönetilenler demektir. Ayrıca Reâyâ, bir hükümdarın gözetimi ve sorumluluğu altında bulunan halk anlamına da geliyordu. Osmanlı Devleti’nde, askeri sınıf dışında kalan, yönetime katılmayan, geçimini tarım ve ticaretle uğraşarak sağlayan ve devlete vergi veren bu kesim, toplumun ikinci sınıfını oluşturuyordu.

Çeşitli din, mezhep ve ırklara ait topluluklardan meydana gelen Reâyâ ırk esasına göre değil, düşünce ve inanç temeline göre örgütlenmişti. Devlet yönetimine egemen olan Türklerden başka Osmanlı toplumunu oluşturan unsurlar arasında Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Romenler, Slavlar ve Araplar da vardı.

  Osmanlı toplumunun bu karmaşık yapısı devletin hakim olduğu coğrafyanın demografik özelliğinden kaynaklanıyor-du. Ancak, Osmanlıların yönetim, siyaset ve insan anlayışı da bunda önemli bir rol oynuyordu. Çünkü devlet, her inanç topluluğunu kendi içinde serbest bırakarak onlara belirli bir özerklik tanımış, hiçbirini asimilasyona tâbi tutmamıştı.

Osmanlı Devleti’nin, ülkesinde yaşayan toplulukları din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek yönetme biçimine, millet sistemi deniliyordu. Bir diğer ifadeyle, Osmanlılar, yönetimleri altındaki halkı islam hukuku ilkeleri doğrultusunda dini mensubiyet esasına göre gruplara ayırmışlar ve her bir gruba millet adını vermişlerdir. Sistem Müslümanların hakimiyeti üzerine kurulduğundan Müslümanlara Millet-i Hakime, yani hakim millet, diğer din mensuplarına ise Millet-i Mahkûme yani hükmedilen, egemenlik altında yaşayan millet adı veriliyordu.

Devlet nüfusunun çoğunluğu Müslümandı ve Türkler, Araplar, Acemler, Boşnaklar ile Arnavutlar tarafından oluşturuluyorlardı. Sayı bakımından en kalabalık ikinci grup ise dini ve idari merkezleri Fener Patrikhanesi olan Ortodokslardı. Ortodoksların büyük kısmı Rum olduğu için bu patrikhaneye Rum Patrikhanesi de denirdi. Eflak-Boğdan (Romanya) halkı, Rumlar, Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarlar bu kiliseye bağlıydılar. Daha sonra kendi patriklerinin idaresindeki Ermeni milleti gelmekteydi.( Fatih, 1461’de Bursa’daki Ermeni başpiskoposunu İstanbul’a getirterek Ermeni Patriği yapmıştı.)

Bir başka grup ise 1492’de İspanya’daki zulümden kaçarak Osmanlı topraklarına yerleştirilen Musevilerdi. Musevilerin din ve cemaat işlerinden Hahambaşı sorumluydu.

Bu üç ayrı gruptan başka, Osmanlı toplumunda sayıları az olmakla birlikte, Süryani, Yakubi, Nasturi, Maruni gibi gruplar da vardı.

YERLEŞİM DURUMUNA GÖRE OSMANLI TOPLUMU

1. ŞEHİRLİLER

Osmanlı Dönemi'nde, bir yerleşim biriminin şehir veya kasaba sayılabilmesi için şu özelliklere sahip olması gerekirdi: 1. İdari-adli bir merkez olması (sancak veya kaza merkezi) 2. Sınai ve ticari faaliyetlerin bulunması ve çevresindeki kırlık bölge için pazar görevini yerine getirmesi 3. Mahallelere bölünmüş olması

Bu özellikleri bünyesinde barındıran yerleşim birimlerine şehir, buralarda oturanlara da şehirli denirdi. Sanayi öncesi toplumlarda olduğu gibi Osmanlılar’da da şehirlerin çoğunluğu kasaba niteliğindeydi. Bunların çoğunda halkın önemli bir kısmı geçimini tarım ve bahçe üretiminden sağlıyordu.

Osmanlılar bayındırlık faaliyetlerinde de Selçuklu geleneğini daha sistemli bir şekilde devam ettirmişlerdir. Fethettikleri şehirlerde mescit, cami, hamam, medrese, imaret ve çeşmeler inşa etmişler, genel olarak bir mescit etrafında toplanılan yeni mahalleler oluşturmuşlardır. Oturdukları yerin (coğrafyanın) de Türkleşmesini sağlamışlardır. Eski Bizans, şehirlerini yerli halka dokunmaksızın geliştirmişler, yıkık Bizans şehirlerini imar etmişler, ayrıca yeni şehirler kurmuşlardır.

 

 

Osmanlı şehir ve kasabalarında yaşayan halkı askeriler, tacirler, esnaf ve diğerleri olmak üzere dört grupta inceleyebiliriz:

 

Askeriler: Eyalet, sancak ve kaza merkezlerindeki askeriler genellikle şehirlerde yaşarlardı. Beylerbeyinin kapı halkı denen kalabalık maiyeti, eyaletin merkezi durumundaki şehirde bulunur, Sancakbeyleri ise sancak merkezinde yaşarlardı. Kadı, Subaşı, vb. görevliler ile yardımcıları da kaza merkezinin kasaba olması durumunda orada yaşarlardı. Osmanlı sisteminde bir kazanın adli idaresinin başı olan ve doğrudan merkezden atanan kadı, sancakbeyinden bağımsızdı her türlü hukuki ve cezai anlaşmazlıkları çözmeye yetkili mahkeme başkanıydı.

Tacirler: Mahalli üretim ve ticaret esnaf tarafından yapıldığı halde, şehirler, bölgeler ve ülkeler arası ticaret, tacirlerin elindeydi. Tacirlere, tüccar da deniyordu ve toplumda özel bir yeri vardı. Osmanlılarda tüccarlar, zanaatkarlara oranla çok daha serbestçe faaliyet gösterebiliyor ve büyük sermayelere sahip olabiliyordu.

 

Esnaf: Osmanlı şehir halkının bir diğer grubunu da esnaf oluşturuyordu. Esnaf, sınıflar veya iş kolları demekti. Bunlar, loncalar halinde teşkilatlanmıştı ve her bir meslek grubu bir teşkilata bağlıydı.

Esnaf zümresine mensup kişiler, kendi mesleki alanlarında ürettikleri malları dükkanlarında satarlardı. Aşırı rekabeti önlemek için ustaların dükkan açıp mesleklerini uygulama hakkı sınırlı tutulurdu. Mümkün olduğunca ucuz ve kaliteli mal üretiminin yapılmasına gayret edilirdi. Devlet açısından toplumun düzen ve istikrarını sürdümek için bu kısıtlama ve kuralların yararlı yanları vardı. Ancak uzun vadede bunlar Osmanlı ekonimisinin gelişen Batı ekonomisi ile rekabet edememesine de yol açacaktır.

Diğer Gruplar: Osmanlı şehirlerinde yukarıda sayılanların dışında kır kesiminden şehre göçen işsizler, seyyar satıcılar, yabancı tacir ve gezginler, dervişler gibi kişiler de yaşamaktaydı.

NOT: Şehir halkının gelir seviyesinin genel olarak askeri sınıftan yüksek olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumdan Osmanlı yönetiminde gelir dağılımına dikkat edildiği anlamı çıkarılabilir.

2. KÖYLÜLER

Temelde tarıma dayalı bir sosyo-ekonomik düzene sahip olan Osmanlı ülkesinde nüfusun çoğunluğu köylerde yaşıyordu.

Köylerde yaşayan halkı başlıca üç ana gruba ayırabiliriz:

1.   Askerler

2.   Çeşitli vergilerden muaf kişi ve gruplar

3.   Vergi veren halk (reâyâ)

Yönetici sınıf mensubu, her türlü vergiden muaf, dirlik sahibi tımar beyleri, subaşı, kethüda gibi kişiler köylerde yaşardı.

Köylülerin asıl büyük kesimini, devletin kendilerine verdiği raiyyet çiftliklerini işleten köylü aileleri oluşturuyordu. Köylü aile birliklerine verilen bu çiftlikler satılamaz, hibe ve vakıf edilemezdi fakat babadan oğula bir işletme birliği olarak geçerdi. Köylü, kendi öküzü, sabanı ve tohumuyla bağımsız bir işletme ünitesi olarak toprağı kendisi işlerdi. Kanunların belirlediği yükümlülükler dışında hiç kimse kendisine bir iş yaptıramazdı. Bu bakımdan köylü hür ve bağımsızdı. Devlet, onların haklarını garanti altına alıyordu. Aksi takdirde çiftlik işletilemez, dolayısıyla sipahi dirliği de gerçekleşmezdi.

Çiftlik işleten köylü, bulunduğu yöreye ve toprağın verimlilik durumuna göre çift vergisi ödüyordu. Köylü, bu çift vergisi dışında ürettiği her türlü hububat, sebze, meyve, bal, hayvan vb. her şeyden, bölgelerine göre kanunlarda belirlenmiş miktarlarda devlete vergi ödüyordu. Bir çiftçi, çiftliğinin bir kısmını üç yıldan fazla boş bırakıp işlemezse, toprağı elinden alınır ve çiftbozan vergisi ödemek zorunda kalırdı.

3. GÖÇEBELER (KONAR-GÖÇERLER)

  Şehir ve köy toplumlarından farklı bir yapıya sahip olan göçebeler, diğer bir deyişle konar-göçerler veya yörükler, merkezi hükümetin kontrolünden mümkün olduğu kadar bağımsız olmakla birlikte, yine de kendileri için düzenlenmiş kanunlar çerçevesinde bir hayat sürdürüyorlardı.

Zaten Selçuklu ve Osmanlı fetih hareketlerine paralel olarak bu konar-göçer aşiretlerin büyük bir kısmının yeni fethedilen ülkelere iskan edildiğini ve böylece bu yörelerin Türkleştirildiğini biliyoruz. Anadolu ve Rumeli’de bugün hala kurucusunun adını taşıyan aşiret  (boy) köylerinin varlığı bu durumu belgelemektedir.

Konar-göçelerlerin asıl işleri hayvancılıktı. Çok az olmakla birlikte tarımla da uğraşıyorlardı. Şehirlerin et, yağ, yoğurt, tereyağı ve peynir ihtiyaçlarının çoğunu bunlar karşılardı. Kanunnameler çerçevesinde devlete ağıl vergisi öderlerdi. Ayrıca otlakların kullanılmasına karşılık kendilerinden kışlak ve yaylak vergileri de alınırdı.

OSMANLI TOPLUMUNDA AİLE

Osmanlı ailesinin yapısını, İslam hukuku ve Türk töresi şekillendiriyordu.

Ahlak-ı Alai adlı ilk Türkçe ahlak kitabı, Kınalızade Ali Efendi tarafından yazılmıştır (1833). Bu esere göre, insanın doğa şartlarından korunabilmesi, cinsini koruyabilmesi, neslini sürdürebilmesi ve mutluluğa kavuşabilmesi için bir eşe ihtiyacı vardı. Çocuklarına uzun süreli bir eğitim verilebilmesi için de bir aileye sahip olması gerekiyordu.

Kınalızade’ye göre aile, anne, baba, çocuklar ve hizmetçilerden oluşur ve aile reisi olan baba, yönetim sanatını bilen iyi bir yönetici ve ailenin sağlığı içinde doktor gibi olmak zorundadır. İnsan bir işte çalışmalı, mal kazanmalı, gerektiği kadarını da harcamasını bilmelidir. Vücut sağlığını koruyacak kadar yiyecek ve giyecek temin etmeli, neslin devamı için evlenmelidir. Kınalızade, kadının sağlıklı, iffetli ve evi korumada kudretli ve yeterli olmasını istiyordu. Ayrıca tek evliliği savunuyor ve “erkek, ilk eşiyle yetinip üzerine başka kadın ve cariye almamalıdır.” “Erkek evde tendeki can gibidir. İki bedende bir can olmadığı gibi, iki eve de bir erkek yakışmaz.” diyor.

Osmanlı toplumunda bu teorik görüşlerin uygulamaya yansıdığı görülür. Osmanlı mahkemelerinde tutulan kayıtlar (Şer’iye Sicilleri)dan yararlanılarak Osmanlı ailesi üzerinde yapılan araştırmalar, bunu açıkça göstermektedir.

OSMANLI TOPLUMUNDA SOSYAL HAREKETLİLİK

1. YATAY HAREKETLİLİK

Bir toplumun ülke coğrafyası üzerinde köyden şehire veya bir bölgeden başka bir bölgeye gidip gelmesi veya oraya göçerek yerleşmesine toplumun yatay hareketliliği denir. Bu bakımdan Osmanlı tarihine bakıldığında, başlangıçtan itibaren büyük nüfus hareketlerine rastlarız. En başta, Osmanlı Devleti oluşumunu Türklerin Anadolu’yu yurt edinmesiyle sonuçlanan büyük Oğuz göçüne borçludur.

Osmanlıların Rumeli’yi fetihlerinde ve buraya giden Türklerin yerleşmesinde “kolonizatör Türk dervişleri” etkili olmuştur. Bunlar, boş ve ıssız yerlerde kurup , bir cazibe merkezi haline getirdikleri zaviyeler etrafında köyler oluşturmuşlardır.

Osmanlılar, şehirleri fethettikten sonra buraların imarı için planlı bir iskan siyaseti izlemiş, şehirlerde bulunması gereken bilim adamları, esnaf, tüccar ve diğer unsurları bazen gönüllü, bazen de mecburi iskana tabi tutmuştur.

Osmanlı Devleti, köylülerin kendi istekleriyle yerlerini terk etmelerine izin vermezdi. Ancak, yeni yerleştikleri yerlerde on yıldan fazla yaşayanları da geri dönmeye zorlamazdı.

Öte yandan XVI. yüzyıl sonlarında Celali İsyanları’nın kır kesiminde büyük bir tahribata yol açması üzerine, pek çok köylü yerini terkedip daha emniyetli gördükleri şehirlere veya büyük köylere yerleşmişlerdir.

1683 Viyana bozgunundan ve özellikle Osmanlı ülkesinden ilk Müslüman toprağın kaybını belirleyen 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması‘ndan sonra yeni bir süreç başlamıştır: Kaybedilen topraklardan anayurda doğru göç. Özellikle XIX. yüzyıl başlarından itibaren Balkanlar, Karadeniz’in kuzeyi ve Kafkaslar’dan Anadolu’ya göç eden insanların iskanı önemli bir mesele haline geldi. Bu tür göçler XX. Yüzyıl başlarında da olmuştu ve günümüzde de zaman zaman olmaktadır.

2. DİKEY HAREKETLİLİK

Dikey hareketlilik, bir toplumda sınıflar arası geçişleri ifade eder. Osmanlı dönemi dahil Türk toplumunda hiçbir zaman doğuştan gelen ve birbirine geçişi kabul etmeyen bir sınıflar sistemi görülmemiştir. Türk toplumu Hindistan’daki kast sistemine de, Ortaçağ Avrupası’ndaki serfler, asiller ve ruhban sınıfı ayrımına da tamamen yabancıdır.

Osmanlı toplumunda, ayrı fonksiyonlara sahip zümrelerin, bulundukları görevlerden ayrılmamaları arzu edilmekle birlikte, yönetilenler ve yönetenler ya da değişik zümreler arasında aşılmaz engeller yoktu. Raiyyet statüsünden askerilik statüsüne geçmenin ya da bulunduğu mevkide daha üst kademelere doğru yükselmenin üç şartı vardı. Bunlar, devlete ve dine hizmet etmek ve Osmanlı âdâbını bilmekti.

Yönetilenler sınıfına geçebilmek veya mesleğinde yükselebilmek, ancak eğitim-öğretim yoluyla mümkündü. Bunun da yolları vardı. Birincisi devşirilerek kul sistemi içine girmekti. Böylece devşirilenler, Acemi Oğlanlar Ocağı ve Enderun’da eğitim ve öğretimden geçerek askeri sınıfa girebilir ve seyfiye içinde en yüksek mevkilere geçebilirlerdi. 1453-1566 yılları arasında görev yapan 24 veziriazamdan yirmisi, bu sistem içinde yetişmiştir. Bunlar Hıristiyan reaya çocukları iken devşirilerek belli bir eğitim ve öğretimden geçirilmiş ve devletin en yüksek merkezlerine getirilmişlerdir.

Askeri sınıfa geçmenin ve yükselmenin diğer bir yolu da medrese sistemi içinde eğitim-öğretim görmekti. İyi bir medrese eğitimi görmüş, kabiliyetli bir kişi, adalet, eğitim ve din teşkilatları ile sivil bürokraside en üst makamlara gelebilirdi.

Seferlerde başarı göstererek tımar sahibi olmak ya da kalemiye sınıfının çalıştığı bir büroya katip olarak girmek de yükselmenin ilk basamaklarındandı.

OSMANLI TOPLUM YAPISINDA MEYDANA GELEN DEĞİŞMELER

Çeşitli dinler ve milletleri birarada yaşatan Osmanlıların Nizam-ı Alem’i (Avrupalılar buna Pax Ottomana diyorlardı), diğer bir deyişle, Osmanlı toplum düzeni ve barışı, daha Kanuni’nin son yıllarında bozulmaya başlamıştı.

Bu değişimin altında yatan en önemli faktörler şunlardır:

1.  Osmanlı ülkesinde meydana gelen büyük nüfus artışı (XVI. yüzyılda bütün Akdeniz havzasında olduğu gibi, Osmanlı ülkesinde de nüfus hemen hemen iki misli artmıştı.)

 

2.  Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa’ya taşınan altın ve gümüşün Osmanlı ülkesine de sürülmesinin etkisiyle 1580’lerde meydana gelen büyük fiyat artışları (Enflasyon)

3.  Ateşli silahların yaygınlık kazanması, Osmanlı ordusunda bu silahları kullanacak yeterli sayı ve nitelikte asker olmadığı için, reaya kaynaklı garip yiğitlerin sekban ve sarıca adlarıyla sancak beyi ve beylerbeyi kapılarına yığılması (Bunların köylerini terk etmelerinde nüfus artışı da etkili olmuştur.)

4.  Nüfus artışı neticesinde köyünden ayrılan gençlerin bir kısmının medreselere öğrenci olarak girmesi ve işsizlik yüzünden bunların zamanla eşkıyalığa başlaması

5.  Taşra yönetiminde kapıkullarının ve ümeranın (sancakbeyi ve beylerbeyi) önemi artarken tımarlı sipahilerin zayıflamaya başlaması

Bütün bu gelişmelerin yanısıra 1578-1606 arasında önce İran, sonra Avusturya cephesinde açılan savaşlar masraflı ve zorlu geçmiş, Celali İsyanları için uygun bir zemin oluşmuştur.

Bu gelişmeler sonucunda köylü geçim sıkıntısı içine düşmüş, elindeki toprağı azalmıştır. Geçinemeyen köylü, toprağını terkedip göç etmek zorunda kalmıştır.

XVIII. YÜZYIL YÖNETİM KADROLARINDA KİMLİK DEĞİŞİMİ

Osmanlı yönetim teşkilatındaki görev farklılaşmasına paralel olarak, yönetim kadroları da kimlik değişimine uğradı. Kalemiye zümresi diğer askeri zümrelere göre daha ön plana çıktı. Artık sadrazamlar seyfiyeden değil, kalemiyenin başı olan reisülküttaplar arasından tayin edilmeye başlandı. Devrin en büyük diplomatlarından Koca Ragıp Paşa böyle bir atamaya örnek olarak gösterilebilir.

Yöneticilerin kimliğindeki bu değişmeler Osmanlı tarihinin daha sonraki dönemlerini derinden etkile-miştir. Bu yüzyıldan başlayarak Osmanlı devlet adamları, devletin çağa ayak uydurabilmesi için bazı reformlar yapma gereğini duymuşlardır. Diğer bir deyişle, Osmanlılarda modernleşme eğilimleri, bu önemli kimlik değişimiyle birlikte ortaya çıkacaktır.

Yöneticilerin kimliğinde asıl değişme, XVIII. yüzyılda olmuştur. Kapıkulu Sistemi’nin kaynağı olan devşirme sistemi, artık uygulanamaz duruma gelmiştir. Bu bakımdan, reayanın her tabakasından ve zümresinden insanlar devlet kadrolarına girme imkanı bulabilmişlerdir.

Bu özellikleriyle, Osmanlı Devleti’nin XVIII. yüzyıldaki görünümü şöyledir: Devlet, olabildiğince savaştan uzak kalarak durumunu düzeltecek önlemleri almaya çalışmaktadır. Devletin başında, padişahlara reformlar öneren, deneyimli, Avrupa devletlerinin İstanbul’daki elçileriyle boy ölçüşebilecek yetenekte yeni kimlikli yöneticiler bulunmaktadır. Bu yöneticiler, Osmanlı Devleti’ni XIX. yüzyıla taşıyacaktır.

AYAN VE EŞRAF

Osmanlı toplumunda XVIII. yüzyılda kimlik değiştirerek yeni bir rol üstlenen en önemli sosyal gruplardan biri de ayanlardır. Ayan ve eşraf Osmanlı toplumunda her zaman vardı ve yönetimle şehir halkı arasındaki ilişki bunlar aracılığı ile kuruluyordu. Bir ferman geldiğinde beldenin kadısı şehrin ayan ve eşrafını, lonca kahyalarını ve imamlarını toplar, padişahın emrini halkın temsilcileri ve vekilleri olarak onlara bildirdi.

Eşrafın dışında ayan da, şehrin en yetkili ve zengin kişilerinden oluşuyordu. Bunların çoğunun kökeni, resmi makamlarını istismar ederek yükselen memurlara ve bölgede görev yapmış olan kapıkullarına dayanıyordu. Celali İsyanları’nın yarattığı ortam da ayanın, tımar sahiplerinin yerini almasını kolaylaştırmıştı.

Tımarlı sipahi ordusunun çöküşünden sonra sayıları artan Yeniçeri’nin masraflarını karşılamak üzere olağanüstü vergiler arttı. Bunların toplanması ayan ve eşraf meclislerinde belli kişilere iltizamla veriliyordu. Mültezimler de bu yetkilerini şahsi nüfuz ve servetlerini genişletmek için kullanıyorlardı. Ayrıca kendilerini halkın koruyucusu gibi göstermeyi de başarıyorlardı.

İkinci Viyana kuşatmasından sonra 1695’te Osmanlı maliyesinde, iltizam usulünden malikane sistemine geçildi. Ayanın güç kazanmasını hızlandıran bu usulde, vergi kaynağı olan toprak, hayat boyu kiralanmış oluyordu. Kiracının oğlu da haktan yararlanıyordu. Bu şekilde kiralanan topraklar, vergiye konu olan tarım alanlarının yarıdan fazlasını oluşturuyordu.

Ayanın daha etkili hale gelmesinde, taşranın üst düzey yöneticilerinin bölgelerine gitmeyip ayanı, vekilleri olarak kullanmaları da rol oynamıştır. Yüzyıl boyunca merkezi gücü gitgide zayıflayan Osmanlı Devleti ayanla işbirliğini arttırmak zorunda kaldı. Ayanlar artık halk tarafından seçiliyor, kendilerine berat veriliyor, böylece resmiyet kazanıyorlardı.

Ayanlar vergi sağlanması ve toplanması, mahalli güvenlik, askerlik, narhın kontrolü, menzilhanelerin bakımı vb. konularda devlete yardımcı oluyorlardı. Hatta, kendilerinin derebeylik ve sancak-beyliği gibi görevlere tayin edildikleri de oluyordu.

Osmanlılarda merkeziyetçiliğin zayıflaması, ayanın güç kazanmasına yol açmıştır. Böylece ayanlar, devlet içinde devlet görünümünde iktidar sahibi olmuş ve bunu birkaç nesil sürdürmüşlerdir. Bunlar arasında Tepedelenli Ali Paşa, Serezli İsmail Efendi, Karaosmanoğulları, Çapanoğulları ve Tekeoğulları gibi güçlü aileler sayılabilir.

Osmanlı Devleti’nde ayanların gücü II. Mahmut’un tahta çıkmasıyla zirveye ulaşmıştı. II. Mahmut’un tahta çıkmasını sağlayan Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa ve diğer ayanlar, 1808’de padişaha Sened-i İttifak‘ı imzalatarak devlet idaresinde ayanın rolünü kabul ettirmişlerdir.

Başlangıçta, ayanla bir sözleşme imzalamak zorunda kalan II. Mahmut, yönetimde hakimiyeti sağlar sağlamaz merkeziyetçi bir politika izlemiş ve ayanın gücünü kırmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın da kaldırılmasından sonra merkezi idare yeniden güç kazanmıştır. Ancak XIX. yüzyıldaki Osmanlı merkeziyetçiliği Avrupa Kuvvetler Dengesi sayesinde varlığını sürdürebilen bir merkeziyetçilikten öteye gidememiştir.

İSKAN FAALİYETLERİ

XVI. yüzyıl sonundan itibaren XVIII. yüzyıl sonlarına kadar, uzun ve yorucu savaşlar, nüfus artışı, ekonomik buhranlar, işsizlik, eşkiyalık hareketleri ve Celali İsyanları, ülke içinde büyük ölçüde nüfus dalgalanmasına yol açmıştı. Bir yandan da kaybedilen topraklardan birçok insan Rumeli’nin Osmanlı sınırları içinde kalan kısımlarına ve Anadolu’ya göç ediyorlardı. Bu durum, yerleşim bölgelerinin harap olmasına ve tarım gelirinin azalmasına neden olmuştur. Eskiden fethettiği yerlere nüfus taşıyıp yerleştiren devlet, şimdi kaybettiği topraklardan göçüp gelenleri yerleştirmek durumundaydı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.