Osmanlı Devlet Teşkilatının İşleyişi

5. OSMANLI DEVLET TEŞKİLATININ İŞLEYİŞİ

OSMANLILARDA DEVLET ANLAYIŞI

Yönetimi, İslam hukukuna dayanan  Osmanlı devlet anlayışında başka unsurlar da vardır. Bunlar eski Türk devlet geleneği ve fethedilen yerlerin daha önceki uygulamalarıdır.

Osmanlı devlet anlayışının temelinde hükümranlık, adalet ve nizâm (düzen) ilkeleri yatar. Bu anlayışa göre ülke düzeninin temeli adalettir. O halde adalet ve hükümranlık birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Çünkü adalet mülkün temelidir. Daire-i Adliye (adalet dairesi) diye belirtilen bu görüş çerçevesinde şekillenen yönetim anlayışının unsurlarını şu şekilde açıklayabiliriz:

 

HÜKÜMRANLIK ANLAYIŞI

Fatih Sultan Mehmet

Ülkesinin her yanında yalnız kendi otoritesinin geçerli olduğu Osmanlı hükümdarlarının hakimiyet kaynağı da ilahi idi. Kut terimi geçmemekle beraber, hükümranlıklarına meşruiyet kazandırmak için soylarını ısrarla kut sahibi kağanlara dayandırmaktaydılar. Nitekim Osmanlıların kanının akıtılmaması için ibrişim iple boğulmaları, saltanat kavgasına kalkışan şehzadelere karşı saygısızca davranan kişilerin yok edilmesi hep bu kutlu aile anlayışının sonuçlarıdır.

Halk, hükümdarların yönetimine bırakılmış bir emanettir. Hükümdar, bu emanetleri adaletle yönetmek zorundadır. Yönetilenler de hükümdara mutlak surette itaate mecburdur. Halkın adaletli yönetiminin ülkeye mutluluk ve huzur getireceği düşüncesi, Türk töresinde eskiden beri vardı. Bu düşünce Osmanlılarda da devam etmiştir.

 

ADALET, HUZUR VE BARIŞ

Osmanlı Devleti’nin yönetiminde ölçü adaletti. Adalet dağıtımında din, dil, soy ve cins ayrımı yapılmazdı. Bununla içte huzur sağlanıyor, reayanın (yönetilenler) devlete güveni ayakta tutuluyordu. Barışın tehlikeye girmesi halinde ise tehdit oluşturan devlete savaş ilan ediliyordu.

 

HALK

Bir bütün olarak Osmanlı halkına reaya denir, reaya da Osmanlı tebaasını meydana getiridi. Osmanlı halkı Müslim ve Gayrimüslim olmak üzere iki kısma ayrılır Gayrimüslim halka zimmî denirdi. Bu isimlendirme bir İslam geleneğidir. Müslüman olmayan halk cemaatleri meydana getirir. Cemaatlere millet de denmiştir.

 

MİLLİ ŞUUR (MİLLİ BİLİNÇ)

Osmanlıların kuvvetli bir dil ve tarih şuuruna sahip olduklarını görmekteyiz. Osman Bey, adına hutbe okutmaya karar verdiğinde, kendisinin Oğuz Han’ın soyundan geldiğini söylemiş, bu bakımdan hutbe okutmak hakkına sahip olduğunu belirtmiştir. Tarihlerini Türkiye Selçukluları, Büyük Selçuklular ve Karahanlılar zinciri ile Oğuz Han’a bağlayan Osmanlılar, Selçukluların aksine Türkçe’ye önem vermişlerdir. II. Murat’ın Türkçe telif ve tercüme çalışmalarını teşvik etmesi çok önemli bir davranıştır. Türk beylikleri döneminde başlayan Türkçe’nin devlet dili (resmi dil) olarak kullanılması kuralı Osmanlılarda kökleşmiştir.

 

CEMAATLERİN İDARESİ VE DİN HÜRRİYETİ

Osmanlılar yönetiminde yaşayan çeşitli din ve soya mensup insanların uyum içinde bulunmasına özen göstermiş, milletlerin çekişmesine, din ve mezhep çatışmasına fırsat vermemiştir. Medeni hukuku ilgilendiren bütün işlemler cemaatlerin dini kuruluşlarına terk edilmiştir. Hatta, bazı yörelerdeki mahalli idare şekillerine dokunulmamış, aynen kalmasına izin verilmiştir. Kısacası Osmanlılar, devlete karşı olmamak kaydıyla hiçbir dini hareketi engellememiştir.

 

MERKEZİYETÇİLİK

  Türk devletlerinin merkezi yönetimleri Osmanlılara gelinceye kadar çok zayıftı. Osmanlılar eski Türk geleneği olan ülkenin hanedana ait olduğu düşüncesini (OYAK) (Oğullar, Yeğenler, Amcalar, Kardeşler) II. Murat zamanında terk ettiler. Ülkenin sahibi olarak padişah ve erkek çocukları kabul edildi (HSBC).

 

DEVLET HİZMETLERİ

Osmanlı Devleti, bugün anlaşıldığı gibi bir sosyal devlet değildi. Devlet, topladığı vergilerle halkın huzurunu, güvenliğini ve barış içinde yaşamasını sağlamak için çalışmalar yapardı. Bayındırlık, sağlık ve eğitim hizmetleri ise vakıflar aracılığı ile varlıklı kişiler tarafından gerçekleştirilir, Osmanlı Devleti, bu hizmetlerin gerçekleştirilmesinde sadece düzenleyici rol oynardı.

 

OSMANLILARDA HUKUK

Osmanlılarda uygulanan hukuk kurallarını kısaca şeri kurallar ve örfi kurallar olarak sıralayabiliriz. Şeri kurallar, Müslüman topluluklarına uygulanmıştır. İslam özel hukuk kuralları aynen benimsenmiştir. Örfi kurallar ise şeriate aykırı olmamak üzere, padişahların koyduğu hukuki kurallardır. Türk hukuk sisteminde var olan hükümdarların yasama yetkisini, Osmanlı padişahları çıkardıkları fermanlarla kullanmışlardır. Osmanlı padişahları arasında kanun koyuculuğu ile en tanınmış olan I. Süleyman’dır.

 

NİZÂM-I ALEM

Fetihten sonra Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul olmuştur. İstanbul, kısa bir süre Büyük Roma’nın, 395-1453 arasında da Doğu Roma’nın başkentliğini yapmıştır. Romalılar, Pax Romana (Roma Barışı)’yı gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı Devleti de Pax Ottomana (Osmanlı Barışı)’yı kurmaya çalışmıştır. Buna Nizâm-ı Âlem (Dünya Düzeni) denmiştir.

Söz konusu misyonu yüklenen Osmanlılar, bunun için devletlerine Devlet-i Ebet- müddet (sonsuza kadar yaşayacak devlet), Devlet-i Muazzama, Devlet-i Aliyye, Saltanat-ı Âlem – penâh (cihanın sığınacağı saltanat), Saltanat-ı Adalet – ünvan gibi sıfatlarla nitelendirmişlerdir. Osmanlılar, Nizâm-ı Âlem ile kamu düzenini de anlatmak istemişlerdir.

 

PADİŞAH

Osmanlı hükümdarlarına genel olarak padişah denirdi. Değişik çevrelerde ve zamanlarda sultan, han, hakan, hünkar ünvanları da kullanılmıştır. 1517’den itibaren, I. Selim ile birlikte halife ünvanını da taşımışlardır. Padişah ve halife, devletin ve dinin birlik sembolüydü.

Kurucusunun adını alan Osmanlı Devleti’nde mutlak ve devredilmez haklara sahip olan padişahın, Osmanoğulları (Al-i Osman) soyundan gelen erkek çocuklarından olması şarttır. Osman Gazi’nin soyundan gelen ailenin erkek bireyleri, saltanat makamına geçmişlerdir. Saltanatın bu aileye ait olduğu düşüncesi, devletin siyasi varlığını yitirdiği ana kadar devam etmiş, bunun aksi düşünülmemiştir.

Padişahın yetkileri mutlaktır, tartışılmaz. Osmanlı padişahları yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini şahıslarında toplamışlardır. Aynı zamanda halifedirler. Bu bakımdan, sadece Osmanlı ülkesinin değil, bütün Müslümanların da lideridirler. Merkezi otoriteyi temsil eden padişaha itaatsizlik, kesin olarak ölümle cezalandırılırdı.

Hutbe, sikke, sancak ve tuğ Osmanlı hükümdarlık sembolleridir. Padişahla ilgili yer veya makam şahâne veya humâyun terimleriyle anılır. Ordu-yu Humâyun, Memâlik-i Şâhâne gibi.

Tüm bu yetki ve ünvanlarla donatılmış padişah, emir ve işlemlerinde çeşitli kayıtlara bağlı olarak davranmak zorundaydı. Bu bakımdan firavun (Mısır), Sezar (Roma) ve Kisra (İran), Kağan (eski Türk) gibi hükümdarlara benzemezdi. Mutlak yetkilerini, örften doğan kurallara, kendisinden önce çıkarılmış fermanlara (Kanun-i Kadim) ve şer’i hükümlere uydurarak, adalet dairesine göre kullanmak zorundaydı.

Osmanoğullarının çocuklarına, Tanzimat’a kadar şehzade, Tanzimat’tan sonra da efendi denmiştir. Şehzadeler 5-6 yaşlarından itibaren hoca tutularak eğitim ve öğretime başlatılırdı. XVII. yüzyıla kadar şehzadeler sancaklara, sancak beyi olarak gönderilirdi. Buna sancağa çıkma denirdi. Çok sıkı bir eğitim ve öğretimden geçen şehzadeler, sancaklarında devleti yönetme tecrübesini kazanırlardı. Şehzadelere tecrübeli devlet adamlarından seçilen lalalar yardım ederdi. Şehzadeler, XVII. Yüzyılın başından itirabaren İstanbul dışına çıkarılmamıştır. Bunlar, sarayda Şimşirlik veya Kafes denilen bölüme kapatılmışlardır.

XVII. yüzyılın başlarına gelinceye kadar tahta kimin geçeceğine ilişkin kesin bir belirleme yoktu. Genel kanaat, en büyük şehzadenin tahta geçeceği şeklindeydi. Ancak şehzadeler arasında taht kavgaları eksik olmazdı. Bu durum, eski Türk geleneğinden kaynaklanıyordu. Buna göre, hanedanın bütün erkek bireyleri taht üzerinde hak sahibiydi. Onun için padişah ölünce, oğullarından hangisinin tahta geçeceği konusunda etkili grupların (Ümera,Ulema vb.) tercihleri önemli rol oynuyordu.

Asker ve sivil yöneticilerin şehzadenin padişahlığını tanımasına biat denirdi. Biat geleneği, Hz. Ebubekir’in halife olmasına dayanıyordu. Bütün grupların biat etmesiyle padişahlığı tanınan şehzade, tahtın sahibi olurdu.

Fatih döneminde, tahta geçen ve padişah olan şehzadeye, diğer kardeşlerin karşı çıkmasını önleyecek düzenlemeler yapılmıştı (Kanunname-i Âl-î Osman). Fatih, devletin devamlılığı için padişah olanın diğer kardeşlerini ortadan kaldırmaya imkan veriyordu.

I. Ahmet zamanında (1603-1617) tahta geçme usulü kesin ve açık bir kurala bağlandı. Ekber ve Erşed usulüne göre en yaşlı ve olgun şehzade Osmanlı tahtına geçebilecekti. Bundan sonra şehzade idamları son bulmuştur.

XIX. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin batıya ayak uydurma çabaları gösterdiği bir dönemdir. Bu dönemde Osmanlı klasik yönetiminde bulunmayan yeni kurumlar, Osmanlı padişahının yetkilerini düzenlemek amacıyla kurulacaktır. Bunların başında parlamento (meclis) gelir. Ancak meclisli yönetim olan Meşrutiyet Dönemi’nde de padişahın Tanrı tarafından kendisine verilmiş olan yönetim hakkı, hukuk düzeninde korunmuştur.

Kuvvetli bir merkezi anlayışa dayalı olarak mutlak yetkilerle donatılmış Osmanlı padişahları, devleti yönetirken tek başına bırakılmış değildi. Padişaha yönetimde yardımcı olan, ona bağlı olarak yetki kullanıp görev gören çeşitli merkez ve taşra teşkilatları mevcuttu. Ancak bu üniteler, padişahın mutlak, devredilemez ve ortak olunamaz hükümranlığının gerçekleştirmek için görev yapabilirlerdi.

 

MERKEZ TEŞKİLATI

Osmanlı Devleti’nin yönetim merkezi Söğüt, Yenişehir, İznik, Bursa, Edirne ve son olarak ta (Pay-ı Taht, Başkent) İstanbul’du. Padişah, İstanbul’da oturur, dolasıyısıyla devletin bütün birimleri de buradan yönetilirdi. Merkez teşkilatı, eyaletlerin yönetimi ve ordu doğrudan padişaha bağlıydı. Üç kıtaya yayılmış Osmanlı topraklarınının idaresi İstanbuldaki saraya bağlıydı. Saray teşkilatı, Osmanlı yönetiminin beyniydi.

 

SARAY

Padişahın resmi ve özel hayatının geçtiği, devlet yöneticilerinin yetiştiği saray, Osmanlı devlet teşkilatında ayrı bir öneme sahiptir. Osmanlıların kuruluş yıllarından itibaren hükümdarlar, saray teşkilatı oluşturmuş ve geliştirmişlerdir.

Fatih zamanında yaptırılan Topkapı Sarayı XIX. yüzyılının ikinci yarısına kadar yönetim merkezi olmuştur. Enderun ve Birun adıyla başlıca iki bölümden oluşuyordu. Bu iki bölümü Bâbü-s-saâde denilen kapı bağlıyordu. Enderun, padişahın özel hayatını geçirdiği bölümdü. Buranın önemli kısımları, padişahın güvenilir hizmetlilerinin yaşadığı çeşitli odalar ve haremdi.

Saray, aynı zamanda güvenilir ve yetenekli kullarının yetiştirildiği, gerekli bilgi ve deneyimleri kazandıkları bir yer, yönetim örgütü içinde önemli görevlere getirilecek insanların seçiminin yapıldığı bir merkezdi. Diğer bir önemli özelliği ise bir okul (enderun) olmasıydı.

DİVAN-I HÜMAYUN

   Bütün Türk devletlerinde hükümdarın yetkilerine dayalı yürütme organı olarak merkezde divan adını taşıyan önemli bir kurum bulunuyordu. Divanın başlıca iki özelliği, en üst yönetim örgütü ve yüksek mahkeme olmasıydı.

Osmanlı padişahları adaletin gerçekleşmesi için, reayanın, divana şikayet hakkını kullanmasına önem vermişler, bunu adaletin temeli saymışlardır.

DEVLET YÖNETİMİNDE DEĞİŞMELER

XVII. YÜZYILDAKİ DEĞİŞMELER

Osmanlı Devleti, XVII. yüzyılın başlarında klasik devlet yönetiminde bir takım değişiklikler yaşamaya başladı. I. Ahmet padişah olduktan sonra Fatih döneminde getirilen kardeş katli geleneğine son vererek, padişahlığın Osmanlı soyundan büyük ve aklı başında olanına (ekber ve erşed) geçmesi usulünü getirdi. Bundan sonra şehzadeler sancaklara gönderilmeyip sarayda kafes hayatı yaşadılar. Bu durum, şehzadelerin devlet yönetiminde bilgi ve deneyim kazanmalarını engelledi. Sarayda öldürülme korkusu içinde yaşadıklarından bir çoğunun ruh sağlığı bozuldu. Devletin sorunlarını ve çözümlerini ele alan lâyiha yazarları, bu değişimle ilgili raporlar hazırladılar.

Koçi Bey ve Lütfi Paşa’nın layihalarında (raporlarında) üzerinde durdukları ortak konular şunlardı: Padişahların otoritesinin zayıfladığı, ordu, maliye ve toprak teşkilatlarının bozulduğu. Öte yandan bu layihacılar, Avrupa’da Rönesans ve Reform Hareketleri sonucunda bilim ve teknik alanındaki gelişmelerin, Coğrafi Keşifler sonucu elde edilen zenginlik ve Avrupa’nın üstün duruma gelmesinin nedenleri üzerinde durmamışlardır.

Ayrıca Osmanlı Devleti’nin Avrupalılarla yaptığı savaşlarda aldığı yenilgiler, Avrupa askeri teknolojisinin Osmanlı teknolojisini geçtiğini gösteriyordu.

Avrupa devletlerinin Osmalılardan daha kalabalık sürekli ordu beslemeleri tımar sisteminin zayıflamasına dolaylı bir sebep oldu. Çünkü tımar sahipleri yılın belli zamanlarında sefere çıkarak geri döner vergilerini toplarlardı.Fakat uzayan savaşlar onların toprağı işlemesini ve vergilerini toplamasını engelliyordu. Ayrıca tımara dayanan ordu, eski silahları kullanıyor, ateşli silahlardan mahrum bulunuyordu.  Üstelik XVI. yüzyılın sonlarından itibaren tımar sistemi bozulmaya başladı. Tımarlar hak sahibi olmayan, askerlikle ilgisi bulunmayanlara verildi. Sipahiler dirliksiz kaldılar. Tımarlı sipahilerin sayısı azaldı. Bunun sonucunda tımarlı sipahiler ordu içindeki eski önemlerini kaybedip ikinci plana düştüler.

Diğer yandan Avrupa orduları hafif ateşli silahlarla donatılmıştı. Eski geleneksel silahlarıyla savaşan sipahiler, Avrupa orduları karşısında eskisi gibi başarılı olamamaya başladılar. Bu nedenle Osmanlı Devleti de  tüfekli kapıkulu askerlerinin sayısını arttırmak zorunda kaldı.

Tımarlı sipahilerin azalmasına karşın, kapıkulu askerlerinin sayıca arttırılmasının getirdiği sonuçları şunlar oldu:

  •  Kapıkulu askeri sayısının artması, verilen ulufenin, bu da devletin giderlerinin artmasına yol açtı. Devlet ulufe ödemekte zorlanmaya başladı.
  •  Tımarlı sipahiler ile kapıkulu askerleri arasındaki denge bozuldu. Kapıkullarının etkisi arttı.
  •  Kapıkulu ocaklarına askerlikle ilgisi olmayanların alınması, bu ocakların disiplinin bozulmasına neden oldu.
  •  Halk, asker olmaya özenince ve sekban adıyla askere yazılmaya başlayıp toprağı terk edince üretim azaldı.
  •  Kapıkulu ocakları, siyasi baskı gücüne dönüşüp isyanlar çıkarmaya, devlete egemen duruma gelmeye başladılar.

Kapıkulu ve tımar sistemindeki bu gelişmeler, devletin diğer kurumlarını da olumsuz yönde etkiledi. Bilim kurumlarında bozulmalar başladı. İlmiye sınıfı eski önemini kaybetti. İş bulamayan medrese mezunlarının sayısı arttı ve bunlar devlete karşı çıkarılan ayaklanmalara katıldılar. Devlet otoritesinin zayıflaması da halkın devlete olan güvenini azalttı.

Bütün bu gelişmeler, Osmanlı klasik devlet sistemini derinden sarstı. XVII. yüzyılda kendini korumaya çalışan sistem, XVIII. yüzyılda hızla değişmeye zorlandı ve bu yüzyılda bir değişim sürecine girilmesine neden oldu.

XVIII. YÜZYILDAKİ DEĞİŞMELER

XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilatında, hukuk temelleri ve örgüt yapısı açısından köklü bir değişim olmadı. Bu devirde genel olarak, klasik Osmanlı kurumlarından hiçbiri kaldırılmamış veya yerine yeni bir kurum getirilmemiştir. Ancak mevcut kurumların işlevlerinde değişmeler olmuştur.

Padişahlık; XVII. yüzyıldan itibaren tahta geçme yöntemi, yeni ilkelere bağlanmış, dolayısıyla padişahlık yarışı ve çekişmesi ortadan kalkmıştır. Şehzadelerin taşrada yetişmeleri terk edilmiş, bunun yerine saray eğitimi getirilmiştir. Şehzadelerin yetişme biçimlerinin değişmesi, zamanla devlet işlerinin tamamen sadrazamlara bırakılmasına neden olmuştur. Veziriazamlar zamanla sadrazam ünvanlarını kullanmışlardır.

Önceleri Topkapı Sarayı’ndaki Kubbealtı’nda yapılan divan toplantıları, 1654 yılından itibaren Paşa Konağı denilen Bâb-ı Âli’de yapılmaya başlandı. (Bu terim, sonraları Osmanlı Hükümetlerini ifade eder olmuştur.) III. Selim zamanında Meşveret Meclisi adı altında özel danışma meclislerinin kurulması, Divan-ı Hümayun’un önemini daha da azalttı. Sadrazamların yetkileri ön plana çıktı. Divanda temsil edilen sınıflar arasındaki denge bozuldu.

Diplomasinin önem kazanması üzerine Reis-ül Küttap’lık ve ona bağlı ünitelerin itibarı yükseldi. Bu durum Kalemiye sınıfının lehine bir gelişmeydi. Avrupa medeniyetine Osmanlı kapılarını açan padişah olarak bilinen III. Selim Dönemi’nde Avrupa kültür, bilim ve siyasetini takip etmek üzere Paris, Viyana, Londra ve Berlin gibi önemli ve etkili başkentlerde, ilk defa sürekli elçilikler açıldı, sivil ve askeri Batı tarzı eğitim kurumları kuruldu.

TAŞRA TEŞKİLATI

Taşra yönetiminde en önemli değişiklik tımar sisteminde oldu. XVIII. yüzyılda taşra teşkilatının giderek bozulmaya başladığı ve merkezi yönetim ile bağlarının zayıfladığı görülür. Bu yüzyılda eyalet ve sancaklar, arpalık usulü denilen bir yolla üst düzey görevlilere verilmeye başlandı. Bu uygulamayla göreve getirilen beylerbeyi ve sancakbeyleri görev yerlerine vekil gönderdiler. Bu vekillere önceleri müsellim, sonraları mütesellim adı verilmiştir. Böylece taşra yönetiminde yaygın bir vekalet uygulamasına geçildi. İlk zamanlar bu vekiller beylerbeyi ve sancakbeylerinin maiyetinde olan kimselerdi. Daha sonra bu göreve, eyalet ve sancakların eşraf ve âyan denilen ileri gelenleri getirildi. Bu durum, âyanlık adıyla anılan bir sınıfı ortaya çıkardı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.